28 Aralık 2017 Perşembe

Ezeli bir şifadır yalnızlık

Bazı kelimeler vardır, arası yoktur. Yalnızlık kelimesi de onlardandır. Ya tamamen olumsuzdur ya da tümüyle olumlu şekilde yorumlanabilir. Olumlu şekilde anlaşılabilecek yalnızlık, bireyin kendi rızasıyla bilinçli olarak seçimidir ve bu da iki şekilde açıklanabilir. Birincisi içinde konfor barındıran kendini dinleme, yaşamın dağdağasından uzaklaşma, rahatlama isteğiyle ilişkilidir. Kişi süreç sonunda dinginleşir. İkincisi ise daha tepkiseldir ve hayatın anlamını çözdüren bir olgunlaşma süreciyle bağlantılıdır. Bu anlayış konfordan ziyade çileyle iç içedir ve süreç sonunda kişi dinginleşmekten öte tepki gösterdiği şeye karşı daha kuvvetli daha dirençli hâle gelir. Diğer taraftan olumsuz anlamda yalnızlık bireyin seçiminden ziyade maruz bırakılmasıyla açıklanabilir. Kişi çevresinde bulunanlar tarafından terk edilerek yalnızlığa maruz bırakılır ve bu durumun asıl belirleyicisi kişinin isteği dışında yalnızlığın gelişmesidir. Sonrası, rahatlamanın, gevşemenin, hayatın anlamını bulmanın, olgunlaşmanın aksine psikolojik bunalım, acı, ıstırap ve manevi işkencedir.

Bu değerlendirmenin konusu olan kitap, yukarıda değinilenlerle ilişkili olsa da aslında oldukça farklı. Söz konusu durumun meselenin tümüyle içinde olduğu gerçeği farkını etkisiz hâle getirmiyor. Ortada istenerek seçilen bir yalnızlık var lakin bilinçlilik ve amaçlılık bağlamında tasnife uymuyor. Olgunlaşma, hayatın anlamını bulma gibi amacı gütmeyen bu seçiminin herhangi (bir şeye) tepki olup olmadığı ortaya konulamıyor. Oldukça uzun bir sürece dayanan münzevi bir hayat var ve bir tepkisin ya da bir amacının olmadığını söyleyen hikâyenin kahramanı bu durumu “içimden geldi ve yaptım” diyecek kadar ‘basite’ indirgeyebiliyor. Buradaki basit kelimesini aleladelik anlamında almadığımı belirtmek isterim.

Amerikalı bir gazeteci olan Michael Finkel imzalı “Son Hakiki Münzevinin Sıra Dışı Hikâyesi” alt başlığıyla Heretik Yayınları’ndan çıkan kitabı “Türkçe SöyleyenDevrim Kılıçer. Hikâyeyi önemli hâle getiren şey kurguya yer verilmeden gerçek bir olayın birebir anlatılması diyebiliriz.

1986 yılında aniden ortadan kaybolan Christopher Knight 2013 yılında hırsızlık yaparken yakalanır. Ortadan kaybolduğunda yirmi yaşında olan Knight yakalandığında kırk yedi yaşındadır. Hikâyenin buraya kadar olan kısmı normal gibi görünüyor lakin tuhaflık bu bölümden sonra başlıyor. Yakalanan adam yirmi yedi yıl bir ormanda tek başına yaşamıştır. Yirmi yedi yılda sadece bir kez bir kişiye “selam” demek dışında hiçbir insanla tek kelime bile konuşmamıştır. Bu süreç boyunca yaşadığı yer yerleşim mahalline oldukça yakındır ve yaşadığı bu dönem içinde ihtiyaçlarını çevredeki evlerden, kamplardan hırsızlık yaparak sağlamıştır. Çaldığı şeyler aşağı yukarı hep aynıdır. Yiyecek, pil, ısıtmak için tüp, şekerleme, bira, kitap... Yaptığı hırsızlıklar özenlidir ve en az zarar vermeye yöneliktir. Belli dönemlerde -Knight’ın ihtiyaca binaen dediği- elbise ve yatak gibi şeyler çaldığı da olmuştur. Yirmi yedi yılda binden fazla hırsızlık yaptığı anlaşılan Knight tutuklanmış ve mahkemeye çıkıncaya kadar bölge hapishanesine konulmuştur. Knight’ın yakalanmasında başrol ise o bölgede sonradan görevlendirilen bir güvenlik görevlisidir ve yıllardır yakalanamayan bu hırsızı yakalamak için oldukça gelişmiş bir alarm sistemi kurarak bu işi başarmıştır.

Medyaya yansıyan olay, kendi hayatında da arada bir uygulama imkânı bulduğu inzivaya çekilme eylemine ayrı bir anlam yükleyen kitabın yazarının epey ilgisini çeker. Yakalanmasından itibaren konuyla özel olarak ilgilenen yazar, Knight ile görüşme talebinde bulunarak kendisini ziyaret etmiş ve bu adamı yakından tanımak istemiştir. İçine kapanık, sessiz ve çok fazla konuşmayan bu adamın kendine has bir mizacı olduğunu ilk karşılaşmada anlayan yazar bir yandan davayı takip ederken bir yandan da Knight’ın hırsızlık yaptığı bölgeyi, bölgede yaşayanları, davayla ilgili kurum ve kişileri zaman zaman ziyaret ederek notlar alır. Yazarın güç bela bulduğu Knight’ın kamp alanı doğa tarafından perdelenmiş gibidir. Knight’ın çadırından tuvaletine kadar bir yaşam alanı kurduğu yer özel bir mülktür lakin yirmi yedi yılda kimse yakınından dahi geçmemiş olması hayli ilginçtir. Yapılan hırsızlıklar için arama ve araştırma yapan polis de dâhil ne doğa yürüyüşü yapanlar, ne kamp kuranlar ne de avcılık yapanlar Knight’ın kampına uğramamıştır. Yazar Knight’ın bu kadar uzun süre tecrit yaşayabilmesini sonraki gidişlerinde bile kamp yerini bulmakta oldukça zorlanmasıyla açıklıyor.

Aldığı notları Knight ile yaptığı görüşmeler çerçevesinde birleştirerek kitaplaştıran yazar gerek hapishane gerekse mahkeme sürecini detaylarıyla anlatıyor. Bölge hâkimi, savcısı ve Knight’ın avukatıyla da görüşen yazara göre ortak kanı aynıdır. Doktor ve psikologların da hemfikir olduğu bu görüşe göre Knight’ın durumu bilindik hırsızlık olaylarından/suçundan farklıdır ve öyle değerlendirilmesi gerekmelidir. Mahkeme başkanı bu yönde karar verir ve dava özel statüde gerçekleşir. İşin ilginci bu görüşe Knight’ın hırsızlık yaptığı bölge insanın çoğunluğu da katılmaktadır. Evlerinde hırsızlık yapılan insanların küçük bir kısmı hırsızlık ve çalınan eşyaların maddi kaybının tazmininden ziyade kendilerine yaşattığı psikolojik travma için cezalandırılmasını isterken büyük çoğunluk şikayette bulunmaz. Knight yirmi yedi yılda binden fazla hırsızlık yapmıştır fakat son altı yıldan öncekiler zaman aşımını uğramıştır ve son altı yıldaki hırsızlıkların tümü değil poliste kaydı olan olaylar davaya dâhil edilmiştir. Olayı öğrenenler arasında para gönderenlerden iş teklifinde bulunanlara kadar ilginç bir durumla karşılaşılır. Hatta Knight’a evlilik teklifi eden bile çıkmıştır.

Mahkeme sonrasında kısa bir süre hapiste kalan Knight şartlı olarak tahliye edilir. Yazar, Knight’ın ‘normalleştirilmesi’ ve topluma kazandırılması olarak kabul edilen bu süreci derinlemesine işliyor. Maruz kaldığı olaylara karşı Knight’ın “ben deli miyim” sorusu yazar üzerinde oldukça büyük bir etki bıraktığı görülüyor. Kitapta yer yer değinilen Knight’ın ailesi son bölümlerde konuya dâhil edilerek bu sıra dışı adamın tahliye edilmesinden sonra yaşadığı ağır psikoloji ele alınıyor. En baştan itibaren Knight’ın düşünce yapısını anlamaya, anlamlandırmaya yönelik bir çabanın sergilendiği eser insanı derinden hüzünlendiriyor. Tek amacını, daha doğrusu isteğini “yakalanmasaydım ormanda ölüp yok olacaktım” şeklinde özetleyen Knight insanı derin bir boşlukta bırakıyor. İnsanı içine çeken bu acı verici boşluk neredeyse hayatın sorgulanmasını dahi anlamsız kılıyor.

Kitabın tamamında irdelenen dikkat çekici bir konuda münzevilik ve yalnızlık olarak göze çarpıyor. Kime münzevi denilebileceği, münzeviliğin ne olduğu ve tarihsel seyrine dair açılımlar ve kaynaklar verilmiş. Eser, yalnızlığı ve yalnız kalmayı sevenlerin bile -ki kendimi onlardan biri olarak görüyorum- Knight’ı bir yere kadar anlayabileceği gibi bir gerçekle karşı karşıya bırakıyor insanı. Tuhaf, çaresiz, anlamı belirsiz bir gerçek!

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

1 yorum:

  1. Çok ilginç bir kitapmış, tanıtım için teşekkürler not aldım okuyacağım.

    YanıtlaSil