İsmail Kara Hoca 2024’ün başlarında oldukça kapsamlı ve hacimli bir eser neşretti: Resimli Cumhuriyet Din Kitabı. (Yazının devamında RCDK olarak yazılacaktır). Elbette ki bu kitap bir-iki yılda yazılacak bir eser değil. Üç cilt ve 1200 kadar sayfadan oluşan ve büyük boy neşredilen kitabın yazılmaya başlaması bile 15 yılı buluyor, hocanın dediğine göre. Tabii bu resimli/fotoğraflı bir eser olduğu için mevcut kullanılan görsellerin toplanmaya başlaması herhalde bir 40 yılı buluyordur. Daha önceki kitaplarının ve bu kitabının da gösterdiği üzere İsmail Hoca çok iyi bir arşivci ve hangi gazete kupürünün, hangi basın demecinin, hangi karikatürün, hangi fotoğrafın, hangi levhanın kendi işine yarayacağını çok iyi ayırt ediyor ve hemen arşivine katıyor. Sonrası böyle geniş kapsamlı ve nitelikli bir eser olarak biz okurların ve araştırmacıların önüne seriliyor.
Bu kitap, özellikle cumhuriyet tarihinde (1923 sonrası) dinin devlet politikası olarak, halkça, kurumlarca ne olarak görüldüğü, nereye oturtulmaya çalışıldığı, nereden nereye getirildiğini görseller ve yazılarla incelemeye çalışıyor. İsmail Hoca’nın dediğine göre bütün ciltler üçte bir görsel ve üçte iki yazı olarak planlanmış ve uygulanmış. Yine hocanın dediğine göre ilk okuma görsel incelemesi ve görsel altı yazıların takibi şeklinde yapılabilir. Ben düz bir okumayı tercih ettim. Böyle daha iyi verim alacağımı düşündüm. Ama kitabın hacmini çok bulanlar sadece görselleri detaylıca inceleyip altındaki açıklamaları okusalar dahi kafalarında bir şema oluştururlar. Kitabın ismine boşuna “resimli” ifadesi konulmamış yani.
Sunuş, Giriş ve Dizin hariç on üç kapsayıcı başlıktan ve yetmiş alt başlıktan oluşuyor RCDK. Aslında bu yetmiş başlığa ana başlık, on üç başlığa da daha kapsayıcı başlık diyebiliriz. Çünkü bu yetmiş başlığın altında da ara başlıklar var. Şunu söyleyebilirim: Elbette bu üç cilt bir bütünü oluşturuyor ama bu kitap nasıl ki sadece görseller üzerinden okunabilirse, sadece merak edilen başlıklar da açılıp okunabilir. Çünkü kabul edelim ki güncel siyasetin hep sıcak tuttuğu ve halkın daha çok merak ettiği ve artık magazinleştirilmiş başlıklar da var kitapta. Mesela halka sokak röportajlarında sık sık sorulan “Lozan Anlaşması zafer mi hezimet mi?” sorusunun cevabını merak edenler direkt o başlığı okuyabilir. Ama bu bence son tahlilde eksik bir okuma olur. Çünkü bir bütün bu kitap. İsmail Hoca ikinci cildi birincinin, üçüncü cildi ikincinin bittiği yerden başlatmış, sayfa numarası olarak. Bu bile üç cildin sağlam bir bütünü ifade ettiğini gösterir. Sadece demek istediğim, kitap aktüel okumalara da gayet uygun.
Kitapta hocanın önem verdiğini fark ettiğim ve kendimce önemli görünen anahtar ifadeler/noktalar bulmaya çalıştım ve birkaç tane tespit edip kitabı bunlar üzerinden okumaya çalıştım. Mesela “halk Müslümanlığı”, “bütün inkılâplar dinle ilgilidir” tespiti, “darbe dönemleri dâhil Türkiye’de dindarlar dâhil herkes devletçidir” gibi yargılar. Bunlar ilk bakışta önem verdiğim ve hocanın nasıl işlediğini önemsediğim konular oldu. Bu kavramlardan yola çıkarak özellikle ilk ciltte İsmail Hoca, Lozan Anlaşması, Türk usulü lâiklik, inkılâpların din adamları, şeyhler, halk nezdinde nasıl karşılandığı gibi soruların peşine düşüyor. Medeni Kanunu, oluşmasını ve akislerini değerlendiriyor. “İrtica Edebiyatı”na geniş yer veriyor. (Akla hemen İsmet Bey’in ‘İrtica Elden Gidiyor’ kitabının gelmemesi mümkün mü?) Burada İsmail Hoca’nın en önemli işlerinden biri Milli Mücadele, cumhuriyetin ilanı ve tek parti döneminde medyanın ve siyasilerin değişen dilini fotoğraf ama özellikle gazete haberleri ve karikatürler üzerinden çok açıklayıcı yakalamış olması.
İsmail Hoca’nın verdiği her bilgi elbette yeni şeyler değil ama kasıtlı veya değil, birçok kişinin bilmediği, birçok kişiye bildirilmeyen şeyler. Birinci Meclis’in Lozan Anlaşması dolayısıyla feshedilmesi… Ya da kurucu kadronun “ivedilikle” 3 Mart 1924 kanunlarını yürürlüğe koymasını önemsiyor İsmail Hoca. (Aynı şekilde Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin yerine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması da) Çünkü İsmail Hoca bunların “kurucu kadronun dinle ilişkisini anlama” açısından önemli olduğunu göstermeye çalışıyor. Bazı temel ve birçok yan olaylara yorumunu da sık sık katmayı ihmal etmiyor. Elbette bir Türk ve Müslüman zaviyesinden. Yoksa diğer taraflardan bakarsak “her şey çok gerekliydi” veya “yapılan hiçbir şey yapılmamalıydı” der geçerdik.
Bu kitabı tek tek başlıklar üzerinden incelemek yanlış olur. Çünkü o kadar çok bilgi, belge ve yorum mevcut ki hangisini öne çıkarsak bir diğeri eksik kalır. Onun için hocanın neleri işlediğini ve ne tavırda olduğunu bilmemiz kitabın okunmasından önceki en kıymetli davranış bana göre. Şu çok değerli: İsmail Hoca elbette bir ‘taraf’tan bakıyor durumlara ama objektifliğini korumaya çalışarak. Ne sadece inkılap eleştirisi yapıyor ne Osmanlı yüceltmesi. Çünkü keskin yargıların tarihi anlamakta yanlışa saptıracağının -elbette- farkında. (Maalesef bu, artık ülkemizde, hem entelektüellerimiz hem de halk nezdinde göremediğimiz bir tavır. Her bilim adamı, akademisyen vs. bir tarafı tutup karşı tarafa acımasızca yüklenme derdinde. Hâlbuki mesela II. Abdülhamid’i ‘Kızıl Sultan’ ve ‘Ulu Hakan’ yakıştırmalarının dışında değerlendirmek de mümkün. Ama buna kimsenin kulak astığı yok açıkçası. Allah’tan İsmail Hoca gibi akademisyenler/yazarlar tek tük çıkıyor da düzgün ve Müslümanca bir tavır nasıl olur, meraklılara gösteriyor.)
Yine de, özellikle ilk cilt özelinde ilgimi çeken birkaç hususu belirtmek isterim. İsmail Hoca çoğu konuda açık veya örtük bir kanaat getiriyor duruma. Sadece konuyu belgelerle açıklayıp bırakmıyor, fikrini söylüyor/ima ediyor. Ama kitabın ilk cildinin son konularından “Kuzu Paşa mı, Askeri Deha mı?” başlığında incelediği Fevzi Çakmak konusunda, paşa hakkındaki fikirlerini biraz muğlak bırakmış. Olanı verip pek karışmamış açıkçası. Hocanın kanaatlerini daha detaylı okumak isterdim bu konuda. Kronolojik bir devamlılık yok kitapta ancak ilk cilt daha çok tek parti dönemi, çok partili hayata geçiş ve Demokrat Parti iktidarı dönemlerini ele alıyor. Tabii farklı noktalara da uzandığı oluyor konunun. Örneğin 1980 darbesi ve sonrasında devletin dine bakışı veya 90’lardaki din-devlet ilişkisi. Ama genelde kurucu kadro ve tek parti dönemlerini ele alıyor. 1923 kesin bir çizgi görülemeyeceği için de Osmanlı’nın son yıllarına kadar inebiliyor incelenen dönemler. Ana dönem olarak cumhuriyetin ilanı baz alınmış ama ilk cilt özelinde söylersek; Lozan Anlaşması’na bakışı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşundan inkılaplara, daha sonraki yıllarda din adamlarının siyasi iradeye karşı tavır alıp alamamasına kadar olan bölümleri benim en ilgimi çeken kısımlar oldu. Ve Hoca’nın şu soruları da cevaplanmalı aslında: Diyanet’in Türkiye ile akrabalık derecesi nedir? Ve Diyanet laik bir kurum mudur yoksa dini bir kurum mu? İki arada bir derede midir?
Eğitim-Hac-Tarikat Meseleleri
İkinci ciltte maarif meselesine güncel eğitim meselesini de yakalamaya çalışarak bir giriş yapmış İsmail Hoca. Temel aldığı fikirler Nurettin Topçu ve onun Maarif kitabındaki yazılar. Cumhuriyet devrine geçmeden önce bir eğitim meselesi çerçevesi çiziyor. Bu bölüm, bununla ilgili olmayan kişilere sıkıcı gelebilir ama Türkiye’nin belki de en önemli meselesi aslında.
İsmail Hoca’nın meselelere vicdan ve objektiflik penceresinden baktığını söylemiştim. Bunun en önemli kanıtlarından biri, Hac’la ilgili konuda hem ilk cumhuriyet idaresinin yaptığı yanlışları dile getirmesi hem de diğer iktidarların estetik alanda nelere dikkat etmediğini okuru resmen gözüne sokması. Resmen neyi kaybettiğimizi hatırlatıyor Hoca.
Dinle ilgili konular irdelenir de devlet-cemaat-tarikat ilişkileri incelenmez mi? Birbirini zaman zaman iten zaman zaman çeken bu unsurları genel bir değerlendirmeye tâbi tutuyor Hoca:
“Ankara’nın cemaatlarla münasebetleri çok taraflıdır ve umumiyete sanıldığı gibi çokpartili hayatla başlamış değildir. Aslında Ankara onların din ve dünya anlayışlarını, içine kapalı karakterlerini benimsemez, tehlikeli bulur, onları değiştirmek ve açmak ister ama kendi çatısı ve kontrolü altında kalması için de gerekli tedbirleri alır; bazan sert davranır ve ezer, biçimsizleştirir ama çoğunlukla destekler ve büyümesini sağlar. Bunlar üzerinden sisteme girdiler sağlar, kârı, mobilizasyonu, iş kapasitesini, merkezi genişletir, sempati ve oy toplar, din merkezli muhalefeti, homurdanmaları azaltır, fazla talepkâr olmayan bir dindarlığın memleket sathında yayılmasını, ‘yerli’ Müslümanlığın kuvvetlenmesini, yabancı bölgelerden gelecek dinî düşünce ve hareketler karşısında bir direnç yahut bir denge noktası oluşmasını ister ve bunu temin eder. Kısaca hem iter hem besler; içten zayıflatarak, dıştan güçlendirerek…”
Bu kısım hem devlet adamlarından hem de tarikat mensuplarından eleştiri alabilir ama Hoca’nın örneklemeleri onun için sağlam bir dayanak oluşturuyor.
‘Halk Müslümanlığı’ ve Önemi
Hocanın üçüncü ciltte Bediüzzaman Said Nursi üzerinden ve onun yazdıklarından modernleşme ve İslâm, bilim-din çatışması/uzlaşması, Said Nursi’nin bu konulardaki tavrı vs. incelemesi önemli fakat bu konular biraz daha spesifik ve ehline hitap eden konular diye düşünüyorum. Fakat bu bölümden sonra gelen “Halk Müslümanlığı” konusunun hem İsmail Hoca’nın en önem verdiği konuların başında geliyor hem de daha çok kişinin ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Herkesin fikir belirttiği bir konudur bu. (Dinle pek alakası olmayanların -hatta daha çok onların- ve selefi görüşe sahip olanların en azından kandil gecelerinde, bunlar bidat, kandil mandil yok dediklerini duymuşsunuzdur en azından) İsmail hoca bu konuda daha itidalli. Onu hep okuyanlar zaten bunu önceden biliyordur ama bilmeyenler için şu paragraf açıklayıcı olacaktır:
“Halk Müslümanlığının dinî açıdan tenkide açık (belki bir kısmı tamamen dine aykırı veya çok tahrife uğramış) taraflarının olması ile bütünüyle Halk Müslümanlığı karşıtlığını birbirinden ayrı ele almak ve öyle değerlendirmek uygun olur zannederim. Halk Müslümanlığı esas itibariyle büyük kalabalıkların dini anlama ve yaşama biçimlerinin, hissiyat ve maneviyat âleminin, dünya ve hayat tasavvurunun tamamı olarak mütalaa edildiği zaman hem İslâmın farklı coğrafyalarda ve kültürler içinde nasıl anlaşıldığı ve o kültürlerle nasıl münasebete geçtiği hem de bugün için taşıdığı kuvvet ve zaaflar açısından kıymetli ve verimli bir alan haline gelecektir. Halk Müslümanlığıyla alakalı yasakların ve ideolojik söylemlerin, karalamaların olduğu Türkiye için bu daha da mühim meseledir.”
Hoca böyle inanıyor ve söylüyor çünkü Halk Müslümanlığı bahane edilerek dini bertaraf etme derdi olanların (en azından bir zamanlar) varlığından bahsediyor: “…cumhuriyet devrinin siyasî elitlerinde ve aydınlarından daha sert ve açık olarak görülecek olan şey, Müslümanlığın, Müslümanlaşmanın ve bunun tezahürlerinin, bu meyanda ortaya çıkan taleplerin neredeyse tamamının, alt ve değersiz/yanlış bir kategori haline getirilen Halk Müslümanlığı da devreye sokularak ‘irtica’nın yahut ‘bâtıl itikatlar’ın artışı olarak sunulması ve bu yolla aslında dinin mahkum edilmesi, giderek ‘istenmeyen’ kısımlarının, bazı tezahürlerinin devredışı bırakılması yahut çatışma/biçimsizleştirme alanı haline getirilmesidir.”
Bunlardan başka Alevilik incelemesi (bu tabiî bir ‘Alevilik nedir?’ yazısı değil. Sünnilik ve Aleviliğin geçmişi, birleşimi, niye ayrıldığı, Şiiliğin ve Sünniliğin birlikte olduğu yerler vs. detaylı bir yazı), Bernard Lewis üzerinden ırk/etnisite ayrımı ve gelişim süreci, dinlerarası diyalog garabetinin iç yüzü, nüfus cüzdanlarından din hanesinin kaldırılması olayı, laiklik konusunda klasik tanımın dışına nasıl çıkıldığı, misyonerlik konusu ve faaliyetleri detaylıca incelenen ve ilgi çeken konulardan. Çünkü sadece fikir üzerinden hareket etmiyor İsmail Hoca. Aynı zamanda birçok örnekle bu fikri destekliyor.
“İnşaat Ya Resulullah”
Son bir konuya daha değinip yazıyı sonlandırmak istiyorum çünkü fazlasıyla uzadı. Tanıl Bora editörlüğünde hazırlanan bir kitaptan mülhem başlıktan da anlaşılacağı üzere bu, İsmail Hoca’nın ülkemizdeki mimari faaliyetleri, daha çok yapılan (ama nasıl yapılan!) ve yapılmayan camiler özelinde incelemesi konusu. Şu alıntı da aslında yeterli açıklamayı yapacaktır:
“Cami kapatan ve satan tekpartili yıllarda değil, daha dün yapılan ve büyük şatafatlarla açılan Galataport binaları Nusretiye Camisi’nin ve Mimar Sinan eseri Kılıç Ali Paşa Camisi’nin denizden görünüşünü tamamen denebilecek şekilde kapattı biliyor musunuz? Duyan, gören, ilgilenen, ‘büyük ve şerefli tarihimiz’, ‘kadim medeniyetimiz’, ‘mabetlerimiz’ diyen, el kaldıran, karşı çıkan, hatta süreci fotoğraflayan, resimleyen oldu mu? Bursa’da Ulucami’nin karşısına o şeddadî ve çirkin TOKİ binalarını kıyamet alameti gibi kim dikip şehrin bütün tarihî dokusunu ve Ulucami’yi ezdi geçti biliyor musunuz? Hiç değilse fotoğraflarını gördünüz mü?"
Bu suçun çoğu maalesef, Hoca’nın da dediği gibi kendini muhafazakâr kabul eden zümrenin. İsmail Hoca tek parti döneminden zaten ümitli değil, onlar da zaten ortada ecdat, medeniyetimiz vs. diye dolaşmıyor. Sorun, bu tür şehir ihanetlerinin bu tür davaları savunur görünenler eliyle yapılması. Paranın sıcaklığı estetik, medeniyet, ecdat sevgisi falan bırakmıyor. Halk mı? Bir otobüsteyken, gökdelenlere bakıp “Allah razı olsun bunları yapanlardan” lafını işittikten sonra bu halktan pek ümidim kalmamıştı zaten.
Bitirirken…
Yoğun, kapsayıcı, yorum gücü kuvvetli ama bir o kadar da rahat anlaşılabilir bir kitap RCDK. İsmail Hoca belli ki eseri için çok titizlenmiş ama değmiş. Bu ayarda ve hacimde bu konuları işleyen başka bir kitap hatırıma gelmiyor. ‘Resimli’ ismini sonuna kadar hak eden bir kitap ayrıca. Sadece resimler bile titizliğin ve ciddi bir çalışmanın ürünü olduğunu gösteriyor kitabın. Fakat şunu da belirtelim tekrardan: Bu kitap Müslüman zaviyesinden, cumhuriyet döneminde dinin ve Müslümanların uğradığı haksızlıklar penceresinden bakıyor olaylara. Türkiye’de bir şekilde İslâm dairesi içinde yer alıyorsa bunu okuyan kişi, RCDK ona çok şey söyleyecektir. Ama tamamen zıt fikirdeki kişilere bu kitaptakiler çok da bir şey söylemez diye düşünüyorum. Fakat son noktada bu konuları çalışacaklar için de geniş ve son derece verimli bir eser ortaya çıkmış. Eksikleri yok mu? Elbette var ama bu yoğun ciltler bile sonraki baskılarda ve yıllar biraz daha geçtikçe özellikle son 25-30 yılı daha da çok içerecek şekilde genişletilebilir diye düşünüyorum.
Mehmet Akif Öztürk