"Memnuniyetle ayrıl yaşamdan."
- Marcus Aurelis, Düşünceler
Zenon, Kleanthes, Hrisippos, Poseidonius, Seneca, Epiktetos... Stoa felsefesinin köşe taşlarını kuran, öğretiyi meraklı öğrencilerle buluşturan, bunu da herhangi bir dikte yoluyla değil yaşamı içinden gösteren bir metotla yapan isimlerden sadece birkaçı. Bir de sayısız hastalıkla boğuşmuş, çocuklarını erken yaşta kaybetmiş, Roma'ya imparator olmuş bir filozof var: Marcus Aurelius. O, insanın devamlı olarak kendi iç muhasebesini yapmasından yana bir tavır koydu. Dışarıda bir savaş vardı ve hiç bitmeyecekti ama insanın kendisiyle olan savaşı bambaşkaydı. Olgunluğa varmak için, dünyanın gelip geçiciliğini belirli bir anlam dairesinde karşılayabilmek için sürekli bir iç gelişim disiplininden bahsetti. Topraklarını savunurken işte bu 'iç kale'yi de savundu.
Bugün, kişisel gelişimden psikolojiye, felsefeden tasavvuf kitaplarına kadar pek çok öğretide karşılaştığımız zamanı yakalama, anın insanı olma, hayatla değil kendinle mücadele etme, başkasındaki değil kendindeki kusurları arama gibi stratejileri Stoa felsefesinde kolayca görebiliyoruz. Özellikle Seneca'nın Ahlâk Mektupları ve Marcus Aurelius'un Düşünceler'i, bu felsefenin temel metinleri. Bir defa okunmakla kalmayıp hayat boyunca kendisiyle didişen ve didiştikçe önüne hayatın daha pürüzsüzce açıldığını keşfeden insanların da daimi rehberi. Seneca, bütün bir yaşamın köleliğe dönüşmemesi için insanın kendi düşüncelerini, düşünce sistemini gözden geçirerek başka bir yola çıkması gerektiğini öğütler. Bunun için "olgun, dengeli bir ruhun ilk belirtisi, bir yerde duraklaması, kendi kendisiyle kalabilmesidir" başlangıcını yapar. Geleceğin ve geçmişin bize devamlı işkence etmek için hazır beklediğini, bunu da insan düşüncesinin tetiklediğini söyler: "Dert üstüne dert yığmanın, başımıza gelince hemen çekmek zorunda kalacağımız acıları önceden çekmenin ve yarının kaygısıyla bugününü zehir etmenin ne gereği var ki? Gün olacak, belki mutsuz olacaksın diye şimdiden mutsuz olman akılsızca bir iş kuşkusuz."
Aurelius için iyi bir yaşam, iyi bir ruh hali yakalamaktan başka bir şey değildir. İnsan bir sabah uyandığında yeniden uyanabildiği için şükretmeli, sevmenin ve mutlu olmanın getirdiği manevi lütuflardan mümkün olduğunca çok beslenmeli, düşünmenin ne kadar büyük bir ayrıcalık olduğunu idrak etmeli. Bunlar, başkalarıyla savaşarak, sürekli bir şeylere sahip olma hırsıyla kendini tüketerek elde edilecek şeyler değil ona göre. Öfkenin, nefretin, hiddetin ve kinin kaynaklarına bir imparator olarak kılıç çeken Aurelius, "İntikam almanın en iyi yolu intikam alınacak kişiye benzememektir" diyerek bugün manevi gelişimle ilgili kitapların işaret ettiği şeyi söylemiştir insanlığa. Elbette, önce kendine ayna tutarak: "Aşağılıyorsun, bizzat kendini aşağılıyorsun ruhum! Kendini onurlandıracağın zaman gelip geçiyor. Çünkü herkesin tek bir yaşamı vardır ve seninki hemen hemen tamamlandı; kendine saygı duyan biri değil, diğer insanların ruhlarında kendi mutluluğunu arayan birisin."
Hem Stoa felsefesi hem de Stoacılar üzerine önemli çalışmalar yapılıyor. Mesela Pierre Hadot'nun İçsel Kale'si Marcus Aurelius’un Düşünceler'i üzerine yapılmış fevkalade bir okuma. Kitabın başında Hadot, Aurelius'un bir cümlesini alır önce: Yakında her şeyi unutmuş olacaksın, yakında herkes seni unutmuş olacak. Hadot şöyle der: Marcus Aurelius bu noktada yanılmış olmalı. Aradan on sekiz yüzyıl geçmiş olsa da Düşünceler hâlâ yaşıyor. Evet çünkü insanlar bunca kıyımın, adaletsizliğin, zalimliğin olduğu bir dünyada suyun berraklığını, ferahlığını arıyor. Yaratılış sırrını kuşatan bu maddenin hünerini, zevkini yeniden tatmak, yaşamak istiyor. Varoluşunun anlamını eşyayla, maddeyle değil; kendi gibi ruhlarla kuşatmak istiyor. Kitapların dünyasına geri dönelim; Cengiz Çevik'in hazırladığı Stoa Felsefesinin Kuruluş Fragmanları ve Melike Molacı'nın On Kavramda Stoa'sı ülkemizce güzel çalışmalardı. William B. Irvine'in Güzel Yaşam Kılavuzu ve Ward Farnsworth'ün Stoacılığı Yaşamak kitapları da yine bu felsefeye meraklı okurların tüm ihtiyaçlarını karşılayacak zenginlikte. Instagram ve Youtube platformlarında Stoa felsefesi adına beslendiği tüm metinleri dünyaya açan William Mulligan'ın Stoacının El Kitabı adlı çalışması da artık bu kitaplar arasında. Mehtap Özer Isovic çevirisiyle Timaş Yayınları tarafından yayımlanan kitap, bir hayatın nasıl daima sakin ve hep dengeli olabileceği konusunda keyifli bir okuma sunuyor.
William Mulligan, kolay okunan -çünkü esas mesele yaşama aktarabilmek- ve okuru diğer Stoa metinlerine ve Stoacılara yönlendirecek bir çalışma kurgulamış. İnsanın "hayatımda yanlış giden ne?" sorusuyla yola çıkmasını savunuyor ve bu yanlış giden şeyi nasıl değiştirebileceği konusunda da Stoa felsefesini işaret ediyor. Stoanın dört erdemini izah ediyor sonra: bilgelik, cesaret, adalet, ölçülü olma. İnsanın için sorumluluk almanın iki şey üzerine kurulu olmasının daha sağlıklı olduğunu vurguluyor: yalnızca kontrol edebildiğin şeylere odaklan ve arete (erdem) ile yaşa. Burada karşımıza günümüz insanını girdaplardan kuyulara sürükleyen o mutluluk ve haz çatışması çıkıyor: "Arzularınızın peşinden koşarken elde edeceğiniz haz, yalnızca arzulanan nesne mevcutken mümkün olabilir. Ne var ki bu arzu nesnesi mevcutken bile alacağınız haz gitgide azalabilir ve böylece arzunuz büyür. Mutluluğumuzu bizim dışımızdaki şeylere bağlayamayız çünkü o harici etken ortadan kalkarsa bize verdiği haz da yok olur. Ancak mutlu olmak için bilgelik, muhakeme, doğruluk ve hakikat sevgisi gibi bize ait olan şeyleri esas aldığımızda bunlar doğası gereği elimizden alınamaz. Bize aitti her biri. Mutlu olmak için bize verilebilecek ya da bizden alınabilecek herhangi bir şeye güvenmek akıllıca değildir."
Stoa felsefesinin metinleri her ne kadar kolay anlaşılabilir ve zevkle okunabilir gibi görünse de 'için içi' bir yol kurar insanın önünde. Bu yol önce çok iyimser görülebilir. Sonra, zamanında Stoa filozoflarının gördüğü 'aylak' bir duruşu ya da 'aykırı' fikirleri çağrıştırabilir. Oysa her şey, değiştirilemeyecek olanla boşuna uğraşmama ve şu an yapılamayanın yerine varolanın güzelliklerini keşfetme üzerine kuruludur. William Mulligan da kitaptaki konuların arasında yerleştirdiği alıştırmalarda buna dikkat çekiyor. Oldukça basit bazı fikirler: Trafikte kalmaktan yakınmak yerine hevesle aldığın o kitabı oku ya da ne zamandır izlemek istediğin o filmi/diziyi izle. Kaba, anlaşılamayacak kadar zorba bir insanla münakaşaya girmek yerine böyle olmamak için kendini geliştir. Gitmek istediğin konserin biletlerinin tükenmesine üzülmek yerine yapılacak listene tekrar göz at. Seni yatağa düşüren bir hastalık anında vücudunun da istirahate ihtiyacı olduğunu düşün. Senin için kıymetli olan bir kimse tarafından yeterince kıymet gördüğünü düşündüğünde, kıymet kavramını yeniden ele al. Ve Aurelius'un hatırlattığı gibi ne zaman yüklenemeyeceğin bir dertle, sınavla baş ettiğini düşünüyorsan ölüm üzerine düşün. Çünkü: "Ölüm, bizi duyguların yanılgısından, kukla gibi yönlendiren dürtülerden, düşüncenin aşırılığından ve bedene uşaklıktan arındırır. Bedenin bu hayatta direnirken, ruhunun pes etmesi yüz kızartıcıdır."
Hayat bize giderek 'düşünce'nin insanı ve hayatını nasıl etki altında bıraktığını gösteriyor. Hayatı en anlamlı biçimde yaşayabilmek için gerekli ruh dinginliğini, bilgeliği, görgüyü bize başkaları veremez. Kendi içimizden çıkarmalıyız onları. Çünkü hepsi hazır, hepsi var. Sadece güçlü bir dokunuşu bekliyorlar. Ancak zaman ve düşünce el ele verip bize sadece hayatta zorluk, sıkıntı olduğuna inandırmaya çalışıyor. Evet, Marcus Aurelius yine haklı: "Geçmişin ve geleceğin sizin üzerinizde hiçbir gücü olmadığını kendinize hatırlatın."
Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf
24 Mart 2025 Pazartesi
Daima sakin, hep dengeli bir hayat mümkün mü?
22 Mart 2025 Cumartesi
İnsan güzel olana meyillidir
İnsan ruhunun yükselişi ancak manevî bir yol tutturmasıyla söz konusu olur. Hiç kimse yoktur ki maddi alemdeki gelişmesiyle bir huzura varabilsin. Çünkü tatmin duygusu körelmez, tam aksine insanı köreltir. Fakat insanın bunun farkına varabilmesi için gafletten olabildiğince kaçınması, gönlünü aydınlatacak şeylerle ve kimselerle meşgul olması gerekir. Bu meşguliyet, bir yola çıkmayı beraberinde getirir. Gerçeğe, hakikate, birliğe, aşka ve daha nice tanıma ulaşma olarak biçimlenen bu güzergahın getirisi kendini bilmektir. Kendini bilen, kendini bulmuştur. Yolun 'kendinden kendine' seyrettiği arifler tarafından söylenmiştir. Demek ki insan, kendini bilmek için yola çıktığında kendini bulmuş oluyor. Tasavvuf tam da burada Hakk'ın bulunduğunu da ekliyor. Men arefe nefsehû fekad arefe rabbehû. Kim ki nefsini bildi, Rabbini bildi.
Zen, milâttan önce VI. yüzyılda Hindistan’da kurulan inanış sistemi Budizm'in Japoncadaki ismidir. Özellikle 20. yüzyıl itibariyle Avrupa insanının dikkatini çekmiş, nihayet 'hakikat arayışı' serüveninde Zen Budizmi adıyla büyük ilgi görmüştür. Zen yolunda nihayet Buda'ya ulaşmaktır. Buda, Budizm'in kurucusu olan Siddhartha Gotama'nın lakabıdır ve uyanmış, aydınlanmış anlamına gelir. Zen yoluna girenlerden beklenen de budur: aydınlanmak. Burada Buda'nın yaşayışı ve doktrini esas alınır. Doğum, aydınlanma ve Nirvana'ya ulaşma biçiminde tesis edilmiş Zen'de insanın hayatının kötülüklerle ve tatminsizlikle çevrili olduğu, arzu ve ihtirasların insanı esir ettiği, arzulardan kurtulmak için hakikat yoluna çıkmak gerektiği ve Nirvana'ya ulaşmadan huzura kavuşulmayacağı esas alınır.
"Kurtuluş yolu aradığı için yalnızca kendi nefsiyle uğraşan insanın durumu ne güzeldir. Böyle bir insan mutludur, huzurludur. Böylece varoluşun tüm hakikatlerini elde eder" der İbn Arabî sultan. Bu cümlelerde bir çok şifre vardır. O şifreler aklın düğümlerini çözüp kalbin hakikatle rabıtalı olmasına imkan sağlar. İlk cümlede kurtuluş yolu aramak dikkati çeker. İnsan daimi bir yer, yurt arayıcısıdır. Huzura, sükuna kavuşması gereken yeri, yurdu da evvela kendi gönlüdür. Her şeyden önce kendi gönlüne yoğunlaşan, gönlü üzere çalışan kimsede belirgin bir sakinlik görülür. O, mutluluğun gelip geçici işlerde değil, "O her an yeni bir iştedir" sözü gereği oluşta bulunduğunu bilir. Geçmişin ve geleceğin kaygısından arınıp ibnü'l vakt olmak ister, vaktin çocuğu. Bundan dolayı kimseyle, kimin ne yapıp ettiğiyle uğraşmaz. İşaretleri izler ve kendinden kendine seyr eden bu yolda irfanı dost edinir. İrfan ki nice kapıları aralar. O kapıların her birinde hakikatin izleri vardır. Yolcu bu izleri takip ederek kendine ulaşır. Böylece kendini ve akabinde yaratıcısını bilir. Bilmeden bulunmaz, bulmadan olunmaz denilmiştir. İşte kendini bilmenin yolu bu üç büyük adımda kuruludur. Yeryüzünde bu yola çıkmış nice nefes, nice ruh, nice ekol vardır ve şurası çok önemlidir: "Tüm öğretiler, tüm bilgiler ve tüm yöntemler bir araç olma konumunda değerlendirilmelidir. Amaç 'kendimiz' gibi algıladığımız, oysa gerçekte nedenlerin oluşturduğu yanılsamalı benliğimiz olan 'ego'yu tanımak; ve bunun yerine özgür benliği, farkındalık temeline dayalı gerçek varoluşu oturtmaktır. Eğer öğretiler ve yöntemler bu araç olma konumundan çıkarılarak bir saplantı, bağımlılık ve sınır işlevi görecek olursa; bu durumda, tüm bilgi ve uygulamalar yalnız yararsız olmakla kalmaz, farkındalığın ya da kendini bilmenin önünde bir gölge, esaslı bir engel de oluşturmuş olur aynı zamanda."
İnsan ontolojik olarak doğru, güzel ve iyi olana meyillidir. Fakat bu meyline itiraz eden bir iç yapısı da vardır ki ona nefs denir. Bütün iyiliklerin Allah'tan, bütün kötülüklerin insan nefsinden geldiği inancı, yalnız İslam tasavvufunda değil, Zen Budizm'inde de karşılık bulur. Burada talebeye (talip, öğrenci, mürit, derviş) bir rehber (mürşit, şeyh, usta) tarafından nefsiyle nasıl mücadele etmesi gerektiği yolun çeşitli erkanları yardımıyla öğretilir. Yolun gayesi; ibadetlerle, dualarla, virdlerle ve diğer ödevlerin yanı sıra davranışlardaki dönüşümlerle saf bir kalbe ulaşmaktır. Hem tasavvufta hem de Zen'de, yola dair konuşmakla, yolcunun sürekli kelime yahut kitap tüketmekle bir yere varamayacağı belirtilir. Zira marifet yolculuğu kâl ile değil hâl ile yürünür. Sessiz kalmak, yürüyüşü berraklaştırır: "Kendi gerçek benliğimizi; 'düşünen' ve 'duyumsayan'ın dışındaki varlık, zihinsel gürültünün ve karmaşanın dibindeki sessizlik, ıstırabın altındaki hoşnutluk ve şefkat olarak görüp bilmek, gerçek özgürlüğümüz ve kurtuluşumuzdur. Çünkü düşünen ve duyumsayan olumsuz zihin aktivitelerinin, alışılmış kalıpsal tepkilerin ve sahte benlik ego'nun oynadığı rollerin izlenerek fark edilmesi; gerçek benliğimizde, arı zihnimizde mevcûdiyet ve farkındalık oluşturacak ve bu farkındalıklı mevcûdiyet aracılığıyla, düşünce ve duyguların olumsuzluklarının olumluluğa dönüştürülmesi mümkün olacaktır."
Yolun elbette engelleri vardır. Öğrenci bu engelleri aştıkça, eski dünyasından yeni dünyasına kavuşacak, yabanilikten korunup doğallığa ulaşacaktır. Zihin, aşılması gereken en önemli engeldir. Kirli ve karmaşık bir zihinle değil, temizlenen, iyi niyetlerle örülmüş bir zihinle yol yürümek ilk ve en önemli meseledir. Zamanın farkında olarak yaşamak da çok önemli bir yer tutar. Özellikle psikolojide kullanılan 'şimdi ve burada' kavramı kendini bilme yolunda da önem arz eder. Geçmişle kurulacak ilgi yalnız pişmanlık ve tövbe üzerinden olmalıdır. Geleceğe dair kurulacak ilgi ise iyi niyetler, güzel düşünceler ve en önemlisi de teslimiyeti zırh bilmektir. Farkındalık (feraset, gafletten uzak olma) yolcunun tabiri caizse silahıdır: "Kendini bilmenin yolu bir bakıma 'farkındalık' demektir. Farkındalık kavramıyla genel olarak anlatılmak istenen; özgür ve erdemli bir varlık olma potansiyeline sahip bir kişi olarak insanın, bu amacı gerçekleştirmek için, düşünce ve duygularını yani beynini ve kalbini gözlemleyebilmesi, onların ayırdına varabilmesidir."
İbn Arabî, varlığın bütün yönleriyle O'na müteveccih olduğunu, perde kalkınca insanın şiddetli bir hayretin içine düşeceğini ve özleminin kabaracağını, işte o zaman O'nun kendisini değişik suretlerde insana göstereceğini ifade eder. D. T. Suzuki için bu ifade, Zen ustalarının 'evine geri dönmek' dediği şeydir: "İşte şimdi sen kendini buldun, daha en baştan beri senden hiçbir şey gizlenmemiştir. Sendin gözlerini gerçeklere kapayan, sendin."
Var oluşumuzun gayesi Hakk'ı bilmektir, Hakk'ı bulmaktır, Hakk'la olmaktır. "Bilinmeyi istediğim" çağrısına kulak vermektir. Kıldan ince, kılıçtan keskin, menzili meçhul bir yola çıkmaktır. Bilgiyi (furkan) kuşanıp tanıklığın (şehadet) farkında olarak verilene rıza göstermek ve verilmeyene şükretmektir. Yol ve yolculuk tam da burada başlar.
Ahmet Gürbüz, Kendini Bilmenin Yolu'nda çok büyük coğrafyalarda yankı bulmuş, insanın nefsiyle mücadele etmesi gerektiğini merkeze koymuş zen ve tasavvuf sistemlerini inceliyor, kıyaslama yapmadan karşılaştırıyor, kolay anlaşılır biçimde her iki yolun esaslarını temel düzeyde aktarıyor. Bu okuması son derece lezzetli olan kitap, bazı merakları muhabbete çevirebilir. Dolayısıyla yola çıkmak için güzel bir ilk adım.
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin Dîvân-ı Kebîr'inden bitirelim: "Ve sen, kendi içine giden o uzun yolculuğa ne zaman başlayacaksın?"
Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf
17 Mart 2025 Pazartesi
Bir cumhuriyet mevlevîsi: Nezih Uzel
İnsanın maziyle kurduğu köprüde başrol daima hatıralarındır. O hatıralar ki içlerinde nice suret, nice sohbet saklıdır. Suretlerle ve sohbetlerle buluşturan mekanlar, sokaklar ve şehirler; insanın ömür yolculuğuna hafi dokunuşlar yapar. Her dokunuşla birlikte varlık aleminde başka perdeler açarız. Yakından tanıma imkânı bulduğumuz bir hezarfen şahsiyet, dinlediğimiz saz semaisi, katıldığımız ayin; fizik gerilimden metafizik derinliğe ulaştırır bizi. Orada ulvi bir saltanat yakalarız. O saltanatın muhakkak erleri ve erenleri vardır. Sonra onların yetiştirdikleri talebeler, gönül dostları. Böylece tadı giderek artan bir irfan sofrasının misafiri oluruz. Niyazlar güzelleşir, dertler neşeyle bölüşülür, okunan ve dinlenilen ne varsa her biri artık yaşanana, izlenene dönüşür. “Dilin bal bal demekle ağzına tat gelmez ey ihvan / kamu âzaları Allah diyen gelsin bu meydane” diyen Kelâmî Baba’nın sözü yerini bulur. Meydan, hakikati görmüş ve hakikatli yaşamış insanların meydanıdır. Sanılmasın ki kolay lokmadır burada işitilenler, zannedilmesin ki burada hemen altından kalkılabilir vazifeler verilir. Şimdi de hatırımıza Seyyid Nizamoğlu’nun “Kıyamazsan bâş ü câna uzak dur girme meydâna / bu meydânda nice başlar kesilir hiç sorar olmaz” sözü gelmelidir.
1900’lü yıllar başta İstanbul olmak üzere memleketin kadim şehirlerinde pek çok dönüşümü beraberinde getirdi. Kültür tarihimizde pek çok şeyin artık el salladığı, bazı istasyonların gözden kaybolduğu, sanata ve manevî yolculuğa burun kıvrıldığı zamanlar. Hâl böyle olunca nice önemli insan da kendini hanesine, mekânına, dükkanına yahut postuna sırladı. Eli kalem, gözü iz, kulağı meşk tutan köprü insanlar devreye girmek durumundaydı, öyle de oldu. Nezih Uzel; hem bakiye hem de köprü olmaklığıyla kültür tarihimizin mutlaka üzerinde durulması gereken, tanınması ve yazdıkları, emekleri hatırlanması gereken bir özel şahsiyet. Nicedir hakkında bir çalışma yapılması bekleniyordu ki Melih Sâdık Küçüker’in hazırladığı Nezih Uzel: Bir Cumhuriyet Mevlevîsi, Ketebe Yayınları tarafından neşredildi. Sadece Nezih Uzel’in etrafında örülü olan halkaya baktığımızda bile zenginliğin ta kendisini görüyoruz. Acı ama gerçek, bu zenginlik yaşanabilecek son zenginlikti belki de. Ne Üsküdar, ne Üsküdar’ın uluları, ne İstanbul’un adab-ı muaşereti, zevki, safası kaldı diyebiliriz. Halbuki çile, dert, zorluklar her devirde vardı. Ama insanı ayakta tutmakla görevli başka insanların oluşu, olumsuzlukların karşısında bir direnç noktasıdır. Onlar güzellik filtreleri, yakıt depoları, gerçeğin dürbünleridir. Kim onlar? Edebiyatta, mûsıkîde, mimarîde; hat, ebru, tezhip gibi nice Türk sanatında izler bırakmış kimseler. Tasavvuf deryasında avcı olmuş, kalpleri tam merkezinden vurmuş, muhabbet pazarında nice halkalar kurmuş kimseler.
Nezih Uzel, dönem itibariyle bir cenderenin içine doğmakla hem derdi, hem de dermanı bir arada görmüş. Güncelin türlü zorlamalarına karşı kendi gündemini oluşturmaya çalışmış. İç sesini dinlemiş, iç kalesini kurmuş. Buna “kaydetme alışkanlığı” ile başlamış diyebiliriz. Sadece sesleri kaydetmemiş; fotoğraf çekmiş, not almış, defterler doldurmuş. Defter dediğimiz zaman da hemen aklımıza o büyük şahsiyet geliyor: Süheyl Ünver. Nezih Uzel’i bu alışkanlığa Süheyl Bey teşvik etmiş. Zira Süheyl Bey’in oğlu Aydın Ünver, Nezih Bey’in Galatasaray Lisesi’nden okul arkadaşı. 1959 senesinde Aydın Ünver, babasıyla Nezih Bey’i tanıştırıyor. Şu istikamete yürüyen bir yolun ilk adımları kuruluyor: “Beyaz bir kâğıdın söyleyeceği hiçbir şey yok. Ama üzerine yazı yazılmış bir kâğıdın anlatacağı şeyler var. Bunu fark ettim. Yani yazılı bir kâğıdın, sonsuza kadar bir mesajı oluyor.”
İşte bu kaydetme ve yazma iştiyakı Nezih Bey’in gazeteci yönüyle de birleşince, ortaya zamanla lezzetli metinler çıkıvermiş. Merhum Mehmet Şevki Eygi’nin Hoş Bir Sada: Nezih Uzel kitabında dediği gibi, bu yazıların zamanla bir kitapçıkta çoktan toplanması gerekirdi. Çünkü içinde müziğimizin, tarihimizin, edebiyatımızın ve tasavvufî çevrelerin olduğu bu yazılar gelecek nesiller için de bazı şeylerin özünü ve kabuğunu ayırabilmek adına oldukça değerli. Nihayet, Melih Sâdık Küçüker’in hazırladığı işte bu kitapta hem pek çok şahsiyeti daha içeriden tanıma imkânı buluyoruz, hem de yurt dışındaki Mevlevî ayinlerinin, Amerika’daki ve Paris’teki çalışmaların perde arkasına tanıklık ediyoruz.
1956 yılında Galatasaray Lisesi son sınıf öğrencisi olan Uzel, Konya’da yapılacak Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ihtifallerine katılmak üzere Haydarpaşa’dan trene biner. Bütün hayatına tesir edecek, neyin ve en önemlisi neden peşinde gideceğine damga vuracak bir yolculuktur bu. Meslekî olarak da önemli bir gelişme yaşar: Konya’da tanışacağı, Hazreti Mevlânâ’nın yirminci göbekten torunu Refi' Cevad Ulunay onu Cağaloğlu matbuat dünyasına sokar. Ömründeki bir başka mühim hadise de yine aynı zamanlarda yaşanır: Neyzen Ulvi Erguner vesilesiyle İstanbul Radyosu’nda kudümzen olur. Tüm bunlar olurken bir kâmil arayışını da tadar Uzel. Her şeyin, tüm taşların yerine oturması için bir gönül hekimi lâzımdır. İşte, Konya seyahatiyle birlikte tanışacağı ve ömrünün sonuna dek gönlünde tütecek olan o isim, Özbekler Tekkesi şeyhi Necmeddin Özbekkangay’dır. Üsküdar muhitinin bu müstesna şahsiyetinin çevresinde de hâl sahibi isimler vardır: Derviş Tufan, Üsküdar’ın ‘üç sırlısı’ndan İskele Camii İmamı Nâfiz Uncu Efendi, Hâfız Ali Üsküdarlı… Biz burada duralım ve Nezih Uzel’in ilk Konya seyahatinde, Hz. Pîr’i ilk ziyaretinde yaşadıklarını şöyle hissede hissede okumaya çalışalım: “Kafam, kalbim, içim, dışım boşalmış, tüm varlığım yok olmuştu. Sanki yeryüzünde değildim. Oraya nasıl gelmiştim? Bilmiyordum. Orası neydi? Bu çevredeki insanlar kimlerdi? Yürüyen, kımıldayan, sallanan, ara sıra dönüp bana bakanlar kimlerdi? Ben de onlara bakıyordum. Acaba ayıp mı oluyordu öyle bakmak? Anlamıyordum. Gözlerimi kapayıp başımı öne eğmeyi denedim, olmadı. Ne yapsam olmuyordu. Veya oluyordu, karar veremiyordum. Bana neler oluyordu? Bir bilene sormalıydım. Kafamdaki tüm oluşumlar silinmişti. Şairin, ‘gölgem kayboldu, gönlüm dolunca’ dediği gibi gerçekten gölgem bile kaybolmuştu. Hayatımda ilk defa büyük bir boşluk hissettim. İşte o andan sonra bende doğan boşluğa, tüm güzelliği ile Hazreti Pîr dolacak ve beni bir ömür boyu sürüp götürecekti… Artık yeniden doğmuştum… Bir hazinenin içine düşmüş gibiydim. Kuşkusuz orada lâyemût bir hayat vardı.”
Ulvi Erguner’in “Biz hepimiz o dergâhta büyüdük” demesiyle Özbek şeyhi namıyla meşhur Necmeddin Efendi’ye tutulur Nezih Uzel. Bu tutulma, 1957 senesinde eşiğinden girdiği dergâhın onu her yönüyle yetiştirmesiyle sürer. O dergâhın bahçesindeki ağaçların kırk beş yıl arka arkaya yeşerip çiçeklendiğini görür. Sohbeti ve sofra açmayı çok seven, bazen sessiz ama zaman zaman nüktedan bir mizaca sahip, onca yasakla beraber sönmeye yüz tutan bir ocağı alevli tutmaya çalışan Necmeddin Efendi, Nezih Bey’in irşad ve hizmet gibi kavramları, “şeyh arama” meselesiyle ilgili tüm soru işaretlerini gidermiş bir veli. Kitaptan okuyalım: “O bana başından beri ‘Şeyh aramak çok ayıptır!” diye öğretmişti. Şeyh aramanın müridin en büyük ayıbı olduğunu ondan öğrendim. Ve yine ondan bildim ki şeyh aranmaz, bulunur… Şeyh arayacağız diye şeyhlerin peşinden koşanlar biçare zavallılardır, onlar şeyh yerine hava alırlar… Hiçbir çelimsiz nevniyazın ‘şeyh’ aramaya kudreti olamaz… Kudreti olsa zaten aramaz… Bunun örnekleri de görülmüştür. Dergâhta Küçük Hüseyin Efendi’nin yanından ayrılmayan Sigortacı Asım’ın ömür boyu şeyh aradığını söylerlerdi. Özbekler Dergâhı şeyhi bir gün yalnız başına çay içiyordu. Ben de karşısında oturuyordum. Benim çayım biraz gecikti. Şeyh dedi ki: Oğlum ne bakıyorsun, ben senin şeyhin değil miyim, ben içerim sen de içmiş gibi olursun… Cevap verdim: Şeyh baba yavaş iç, dilim yandı.”
Başka kimlerin feyzinden nasiplendi Nezih Uzel? Kimleri tanıdı, bildi ve daima yâd etti? Saymakla bitmez ama, kitapta özellikle yer alanları anmalıyız: Hâfız Kudsi Efendi, Hattat Necmeddin Okyay, Yusuf Fâhir Baba, Midhat Bahârî Beytur, Cemaleddin Server Revnakoğlu, Sadeddin Heper, Şakir Çetiner, Çilekeş Osman Dede, Selman Tüzün, Ahmet Bican. Bu isimler sırlanırken İstanbul’un da güzellikleri sırlanıyordu aslında. Nezih Bey bunu gördü, yaşadı ve ruhuna o meşhur İstanbul hüznünü nakşetti. Bir “köprü insan” olarak kimi zaman anlattı, yazdı, kimi zaman da suskunluğu tercih etti. Emr-i Hakk; 1 Mayıs 2012 Salı günü İstanbul’dan, Üsküdar’dan, bir cumhuriyet Mevlevîsi geçti. Onun cümleleriyle bitirelim: “Biz İstanbul’un sonuna yetişmişiz. İstanbul zevkinin, İstanbul feyzinin, İstanbul irfanının kısaca ve tek kelime ile Türk-İslâm İstanbul’unun son günlerini görmüşüz. Bu şehir eski şehre nazaran ölüdür. Bir çamur ve cife deryasıdır. İstanbul'a yazık olmuştur. Artık bu şehirde bir Necmeddin Efendi'nin yetişmesine maddeten imkân yoktur. Toygartepesi'nde değil siyah gül, ısırgan otu bile bitmiyor...”
Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf
15 Mart 2025 Cumartesi
Edebiyat, gerçek anlamda bir isyandır
Edebiyatın bizdeki genel algısı, hayatın gerçek sorunlarının dışında kalan bir faaliyet alanı oluşla çok ilgilidir (“Geri kalmışlık” diye bir şeyden söz edilecekse, en iyi gösterge bu gibi gelmiştir bana hep!) Edebiyat buralarda, ders kitapları dışına çıkmak ya da boş zamanlar için bekletilen kitaplar satın almak anlamına gelebilir. Getirisi meçhul bir zaman israfı da olabilir! Pek çok edebiyatçının bambaşka okullarda eğitim alırlarken edebiyata fazlaca düşkün oldukları için ayrılmak zorunda kalma hikayeleri de aslında, gerçeklikle yaşanan çatışmada edebiyatın “kaybederek” kendini geriye çekmesidir. Edebiyat bizde, hayat karşısında direnememekle bir tutulur. Oysa, insanı kendinden uzaklaştıran yabancılaştırıcı hayata karşı, bir tür isyan olarak geriye çekilme ne kadar da gerçek bir karşı koyuştur.
Yine de siniklikten yakasını kurtarması zordur. Baskı, adaletsizlik ve zorba güçler karşısında edebiyat ne yapabilir ki? Dünyanın en iyi romanı ya da şiiri bile olsa, okunduğu esnada verdiği anlık zevkten ve hüzünden ibarettir, ancak. Edebiyat bu haliyle eylemsizlik ya da eyleme dönüşemeyen düşünce ve sözler demektir! Ya da bir tür, eğlencelik! Zihnimizin oyunları…Karın doyurmayacağı belli, ne kadar erken dönülürse o kadar iyi bir yoldan çıkma hali. Kimsenin asıl işi olmayan ve dolayısıyla kimsenin üzerine vazife de olmayan bir gönüllülük çabası.
Peki ama, edebiyat, bütün bunlara rağmen neden ve nasıl bu denli vazgeçilmezdir? O büyülü kitapları, okumasak da alıp görünür bir yerde bekletmek zorunda hissetmemiz nedendir? En güzel uykulara dalmamıza neden olan etkisi, nereden gelmektedir?
Cevap çok basittir aslında: Edebiyat, uyanmak istenmeyen rüyalar gibi, yaşanan katı gerçekliği zihinsel bir esneklikle tersyüz ettiği için her türlü perdeyi ve maskeyi kaldırarak sahtelikleri ve yalanları ustalıkla ifşa eder. Bütün yetersizliklerin sahte birer alışkanlıktan ibaret olduğunu gözler önüne serer. Tamamlanmış hissederiz. Bütün gerçek duygularımızla yaptığımız kurmaca bir egzersizle gerçek hayatın asla yapamayacağı bir biçimde kendimizi gerçekleştiririz. Sadece kral değil herkes ve her şey çıplaktır burada. Sabit ve katı haliyle kalma diye bir şey yoktur. Değişmezlik yoktur. Baskı zulüm ya da adaletsizliklerle ona karşı koyanların imkân ve silahları tam bir teraziyle eşitlenmiştir. Herkes asıl yüzüyle kendini göstermiştir.
İnsan, edebiyat sayesinde hiç olmadığı kadar özgürleşir, kılıcını istediği gibi çekebilir ve dahası, bunun anlamı gerçeklikten kopmak değil, daha çok sahte gerçekliğin gerçeklikle yeniden inşa edilerek hakikiliğine kavuşması demek olabilir. Yel değirmenlerine karşı savaşan Donkişot’un gerçekten olmayan düşmanlarla savaştığını kim söyleyebilir! Ya da Yüzyıllık Yalnızlık’ın Albay Aureliano Buendia’sının yenildiğine nasıl inanabiliriz!
Nobel ödüllü Perulu yazar Mario Vargas Llosa ve Meksikalı meslektaşı Carlos Fuentes’e ait üç metinden oluşan Edebiyata Övgü, edebiyatın vazgeçilmezliğini ve ne işe yaradığını eksiksiz anlatan, son derece önemli bir kitap (Neden tekrar tekrar baskısı yapılmaz anlaması zor). Edebiyata övgü, usta çevirmen Celal Üster’in “yakıştırdığı” bir ad. Bana kalsa, “asi edebiyat” derdim
(Genel olarak “övgü” kitaplarını bir türlü benimseyememişimdir zaten; övgüye en az ihtiyacı olan kitaplara verildiği için belki de!).
Latin edebiyatında hep bir asi yan vardır, çünkü bu yazarların hemen hepsi de baskıcı ve otoriter yönetimlerde şekillenmişler, edebiyatın radikal karşı koyma gücünü en derin haliyle yaşayarak öğrenmişlerdir. Düşmanı en yakından, bütün karanlık yanlarıyla görmüşlerdir. Baskı altında yaşananlar ifadeye dönüşemese, söze dökülemese de asla yitip gitmez ve hatta, sanılanın tam aksine, zihinlerde en ufak ayrıntısına kadar köklü bir yer edinirler; bilinç akışı tekniğinin bu topraklardan çıkmasına şaşırmamalı. Şöyle der Llosa: “Edebiyatın, ulusların yaşamında önemli bir yeri olduğunu düşünmemiz için bir neden daha var. Tarihsel değişimin gerçek çarkı ve özgürlüğün en iyi koruyucusu olan eleştirel düşünce, edebiyat olmadan, onulmaz bir yara alacaktır. Çünkü nitelikli edebiyat yapıtlarının tümü de köktencidir ve içinde yaşadığımız dünyayla ilgili köktenci sorular atarlar ortaya.” (s.26).
Bu köktencilik, edilgenliği ve öylece durup beklemeyi günah sayan bir din gibidir aynı zamanda. Eyleme geçmeyi, çürüyen ne varsa değiştirip dönüştürmeyi zorunlu kılan mutlak bir inanma halidir. Şüphe, yerini daha inandırıcı olanın güven verici kucaklayıcılığına bırakmıştır. Artık delile ihtiyaç yoktur. Edebiyat, özünde yetersiz gerçekliğe isyan edenlerin sığındığı esas gerçekliktir! Sonsuza duyulan açlıktır. Edebiyat, hayatı kaderine terk etmeyenlerin ülkesidir. “Edebiyat, yazgılarına boyun eğen, yaşadıkları yaşamdan hoşnut olan insanlara hiçbir şey söylemez. Edebiyat, asi ruhu besler, uzlaşmazlık yayar.” (s.26).
Asi ruhlar, karşı koymadan yapamazlar. Direnmek, kendine direnmemektir. Onlar için hayat dışarıdan bakıldığında ne denli göz alıcı olursa olsun, iç yüzünde sınırlayıcı, daraltıcı ve eksiktir. Hayatın hüznü ve acılarla dolu çaresizliği, esas belirleyicidir. Faulkner’in dediği gibi, “acı ile hiçbir şey arasında acıyı seçiyorum”derler. Ya da Albay Buendia gibi, kaybedeceğini bile bile bir sürü savaş vermeyi yaşam biçimi olarak görebilirler. O nedenle edebiyat asileri, zannedildiği gibi, insanlara değil bizatihi hayatın kendisine karşı koyan, savaş açan, delice bir işe girişmiş isyankarlardır. Çünkü bu insanlar bilirler ki mevcut haliyle hayat, kurmaca olanın zıttı ve hatta düşmanıdır; “Dolayısıyla, iyi edebiyat, gerçek edebiyat, her zaman yıkıcı, boyun eğmez ve asidir: Var olana bir meydan okumadır.” (s.27).
Edebiyat, içeriği ne olursa olsun her zaman özgürlük özlemiyle doludur. Yaşananlardaki eksikliğin, noksanlığın, yavanlığın zorlayıcı baskısıyla vücut bulur. Sertlik yerini yumuşaklığa ve hayal gücünün her şeyi değiştiren egemenliğine bırakır. Edebiyat -tıpkı Fuantes’in dediği gibi- eleştirel düş gücünün zaferidir: “Cervantes, döneminin yozlaşmış toplumuna eleştirel düşgücünün zaferiyle karşılık vermişti; biz de yozlaşmış bir toplumla karşı karşıyayız ve bu yozlaşmış dünya yaşamlarımıza sızıp bizi kuşatırken, bizi sürekli olarak tarihin geçip gidişine edebiyatın tutkusuyla karşılık vermek durumunda bırakırken, bu dünya üstüne derinliğine düşünmeliyiz.” (s.45). Yaşamın geçip giden bir şey olmasının nedeni tam da böylesine bir derinlemesine düşünme eksikliğidir ve edebiyat, onu tutup sıkıca kendimize bağlama imkânı veren yegâne şeydir. Sonsuza giden yolda, tek aracımız hayatın kendisidir ve onun geçip gitmesine öylece bakıp izin vermek sonlu olan ne varsa bunu nihai bir son olarak kabul etmek demektir. Edebiyat, sonlu olanın protestosudur. Bu noktada yeniden Llosa’ya dönebiliriz: “Yazmak gibi, okumak da hayatın yetersizliklerine karşı bir protestodur. Hayatta eksik olanı kurmacada ararken, söylememize, hatta bilmemize bile gerek kalmadan var olan hayatın sonsuza duyduğumuz açlığı -insanlık durumunun temeli- dindirmediğini ve daha iyi olması gerektiğini düşünürüz.” (s.53).
Ve iktidarlar, edebiyata fazlasıyla ihtiyaç duyarlar. Fuentes’in çok yerinde bir şekilde belirttiği gibi, en çok, hayal gücüne ve toplumsal muhayyiledeki kurmacalaştırmaya dayanırlar: “İktidar, [Kafka’nın esri] Şato’daki otoriteler gibi, gücünü şatonun dışındakilerin düşgücünden alan bir görünüştür. Bu düşgücü güce güç katmayı bırakır bırakmaz kral çıplak kalır ve kralın terzileri ona yeni giysiler dikerken, bunu açığa vuran o güçsüz yazar sürgüne, toplama kampına ya da darağacına gönderilir.” (s.42-43).
Edebiyat, gerçek anlamda bir isyandır; ne var ki bunu yalnızca asi ruhlar bilebilir.
A. Erkan Koca
x.com/ahmeterkankoca
Ruhuna İyi Gelecekler:
Carlos Fuentes,
Edebiyata Övgü,
Mario Vargas Llosa
Elhamra'nın gizemlerle dolu tarihi
Elhamra bir saray ama tarihin başköşelerine ismini altın harflerle yazdırmış bir saray. Nereden geliyor büyüsü? Neden hiç unutulmadı? Üzerine halen daha çalışmalar yapılmasının nedeni ne? Granada, İspanya’nın Endülüs bölgesinin başlıca şehirlerinden biri ve bu şehre tepeden bakan yapının adı Elhamra Sarayı.
Öncelikle Orta Çağ’dan günümüze ulaşmış tek Müslüman sarayı Elhamra sarayıdır. İçerisinde kışla, cami, medrese, mesire alanı ve hamam gibi birçok mekânı barındıran bu saray tarih boyunca birden çok saldırıya, tahribata maruz kalsa da varlığını sürdürmüş, ihtişamını korumayı başarmıştır.
İhtişamını ve varlığını korusa da kendi gerçek tarihi (ya da hikâyesi mi demeliyiz?) bir gizem olma özelliğini taşımaktadır. Robert Irwin’in Bir Dünya Harikası Elhamra kitabı işte bu gizemin ardına düşmenin getirdiği meyvedir, sarayı perilerin ve masalların diyarı olarak gören, fantastik bir âlemde ele alan oryantalist bakış açısını eleştirmekte, hakikatin peşine düşmektedir.
James Dickie, düşüşten önce Granada’nın bir cennet olduğunu yazmıştır. Bu bazı açılardan doğru olsa da on dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda Granada aynı zamanda bir tür cehennemdi ve bu cehennemin en karanlık odalarından bir kısmı Elhamra’da yer alıyordu. Burası cinayet, kölelik, yoksulluk ve korkunun anıtı niteliğindeydi. On dördüncü yüzyılda kölelik bazı yerlerde kalkmış olsa da İspanya’da hala devam ediyordu. Elhamra sarayları acılar ve savaş ganimetleri üzerine inşa edilmişti. Sarayların inşasında Hıristiyan esirler köle olarak çalıştırılıyordu. Elhamra’nın duvarlarına on dördüncü yüzyılda yazılan şu dizeler bu duruma bakışı göstermektedir:
“Esirleri zincire vurdun ve şafak vakti buldu onları
Kapında hizmetkârların olarak saraylarını inşa ederken.”
Bugünden bakıldığında kölelik ve savaş ganimeti kavramları veya olguları zihne ters gelse, rahatsız etse de on dördüncü yüzyılın bir gerçeği ve normaliydi. Savaş ganimeti, her topluluk için savaş hukukunun doğal bir parçasıydı. Kölelerin yapıların inşasında çalıştırılması insanların nezdinde olağan bir durumdu.
Ayrıca bir saray inşa etmek de her devletin ve o devlete mensup milletin gözünde önemli bir mevzuydu. Sarayın görkemli olması devletin görkemli olmasını temsil ediyordu. Görkemli olmayan saray, güçsüz devlet demekti. Hiçbir topluluk da güçsüz bir devletin tebaası olmak veya güçsüz görünen bir devlete mensup olmak istemiyordu.
Bir de mimari sanatla destekleniyordu. Elhamra sarayı sanatsal açıdan oldukça zengindi. Bu zenginlik o topluluğun gelişmişliğini ve devletin topluma nasıl bir hayat tarzı dayattığını gösteriyordu. Dolayısıyla olgular dönemine göre değerlendirilir ve ancak o şekilde doğru sonuca ulaşılır.
Elhamra sarayını okumak bu yüzden önemli. Dönemi ve bugüne gelinen yolları anlamak için. Irwın’in irdeleyerek ortaya koyduğu çalışma müthiş bir panorama çizmekte. Müslümanların tarihi öğrenmek boynumuzun borcu.
Yasin Taçar
x.com/yasindediler
12 Mart 2025 Çarşamba
Kendini Süpermen Sanan Deli Kulübü'ne hoş geldiniz
Timaş İlk Genç'ten çıkan, Nede Hocaoğlu’nun kaleme aldığı, Kemal Baran’ın çizimiyle yer aldığı Renkli Evin Süper Kahramanları kitabını okuduğumda, aklıma ilk gelen bir film oldu. Çünkü sinema ve edebiyat insanın kendini tanımasında yol gösteren sanat dallarının başında gelir. Disney, 1941 yılında Helen Aberson ve Harold Pearl'ün romanından uyarladıkları, Dumbo animasyon filmini, 2019 yılında tekrar fantastik canlı aksiyon türde çekerek, bizlere yeniden hatırlatmıştır. Dumbo filmi bize birçok şeyi hatırlatır. Koca kulakları olan, bu yüzden komik görünen bir fil yavrusunun başından geçen hikâyenin etrafında; sevgiyi, farklılıkların yadırganmaması ve ailenin önemini öğreniriz. Bize değerleri anlatan sıcacık bir müzikaldir. Marks Medici’nin sâhip olduğu sirkin eski yıldızı tek kolunu savaşta kaybedip geldiğinde, ona fillere bakması görevini verir. Sirkin gösterisi ilgi çeken filin bir yavrusu olur, onun büyük bir kusuru vardır. Koca kulakları ve bir de uçabilme yeteneği. Bakıcısının çocukları bunu saklamaya çalışsa da, günün birinde sır ortaya çıkar. Maddi zorluk çeken sirk sâhibi Dumbo sayesinde inanılmaz bir geri dönüş yapar. Ülkenin ne büyük gösteri şirketi Masal Diyarı, Dumbo’yı almak için türlü yolları dener ve başarılı olur. Lakin bakıcısı ve ailesi Masal Diyarı’ndaki karanlık sırları keşfedip küçük dostlarını kurtarmak için mücadele verir. Ve onu kurtarırlar. Film bize sirklerin kirli dünyasını, hayvanlara uygulanan zorlukları da bir yandan yansıtır. Bugün birçok aktivistin karşı geldiği, hayvanların bir oyuncak olmadığını anlatmaya çalıştığı ve kapanması için uğraştığı, Sirk dünyası izleyen için sevimli olsa da, hayvanlar için bir hapishanedir. Tıpkı hayvanat bahçeleri gibi.
Sevimli dostlarımızın yeri, fıtratlarına uygun olan doğal yaşam alanlarıdır. Onlar ne bir oyuncak ne bir eğlence aracıdır. Dünyanın dengesi için her bir varlık elzemdir. Ve bedenleri onlara aittir. Çünkü kâinatın varoluşunun bir parçasıdır. Onlardan daha zeki olmamız, onlara eziyet, doğasından koparma hakkı gibi şeyleri bize vermez. Aksine, onların doğal yapılarını korumak, ekolojik dengeyi bozmamak için gereken tedbirleri almak, bizim vazifemizdir. Dumbo filminde farklı olan sadece yavru fil değildir, bir kolu eksik, rengi farklı insanlar da filmin içinde yer alırlar. Bütün bu farklılıkların bütünleyici olduğunu, kimsenin kimseye üstün olmadığını, üstünlüğün sevgide olduğunu, göstermeye çalışır. Renkli Evin Süper Kahramanları da aynısını yapmaktadır. Nede Hocaoğlu, bir hayvansever. Bu yüzden de toplumda bir farkındalık, bir bilinçlenme için yapılacak en iyi metodu kullanmış. Bir hikâye yazarak, bizi onların dünyasına sokmuş. Farkındalıklarımızı, korkularımızı bize göstermek istemiş. Hedef kitlesi on yaş üstü olan hikâyede, ana tema olarak sosyal kaygı belirlenmiş lâkin yan konu ve bence esas mevzu hayvan haklarıdır. Sirk gibi yapıların iç yüzünü göstermeyi hedeflemiştir.
Kitabın üç ana karakteri de aslında toplumun normlarının dışından seçilmiş. Sosyal kaygıdan muzdarip Selin, hiperaktif yerinde duramayan Yaşar, yürüme engelli Güneş etrafında resmedilmiş. Selin, sakin bir kentteki bahçeli evinden, yeni bir şehir ve apartmana taşınmıştır. Buraya adapte olmakta zorlanmaktadır. Memleketlerine, özellikle renkli, bahçeli evine hasret duymaktadır. Bu, onu içine kapanık hale getirmiştir. Annesi bir araba tamircisi (kadınların her işi yapabileceğinin mesajının verilmesi de kadın haklarına gönderme yapılması çok şık olmuş) babası ise bir gemi kaptanıdır. Okulda, kimsenin fark etmemesi için kabuğuna çekilmiştir. Ona, ilk yaklaşanlar Yaşar ve Güneş olur. Böylece aralarında dostluk bağı kurulur. Okul yolunun üstündeki eski evlerini hatırlatan Renkli Ev ilgisini çeker. Yaşar’ın orada bir canavar olduğunu söylemesi ile daha da ilgi çekici hale gelir. Ama içeri girmeye cesaret edemezler. Bir gün okulda öğretmenleri drama dersinde piyes sahneleyeceklerini söyler. Piyeste Kendini Süpermen Sanan Deli rolünü Seline, dans eden fil rolünü ise Yaşar’a verir. Piyesin konusu sirkte çalışan hayvanlar için mücâdele eden bir kadının hikâyesidir. Dans etmesi için eziyet edilen fili kurtarmak üzere başlatılan mücâdeleyi anlatmaktadır. Hepsi piyeste, kendine ait bir parça bulur.
Renkli evin sahibinin ise, Melih isimli, tiyatrocu eşini kaybetmiş yaşlı biri olduğunu öğrenirler. Canavarlıktan, Melih Dedeliğe yükselen Renkli Evin sâhibi, üç dosta rehber olur. Tiyatrocu eşinden öğrendiklerini onlara aktarır, rollerine hazırlar. Kitap üç arkadaşın kendileriyle olan kavgalarını, korkularını yenmelerinin yollarını söylemektedir. Resimler ince ve uzun çizilmiş, böylece durağanlık vermemiş, renkleri soluk olması ise başka bir bakış açısı getirmiş. Sanki Çocukların elinden çıkmış görüntüler. Onların zihinlerini temsil ediyor demek daha doğru bir söz olabilir. Ayrıca yürüme zorluğu çekenlere kolaylık sağlayacak, yaşam alanlarında unuttuğumuz, rampa gibi şeylere de dikkat çekilmiş.
Renkli Evin Süper Kahramanları kitabının sonunda çok hoş bir bölüm mevcut. Kendini Süpermen Sanan Deli’lerin oluşturduğu topluluğa bütün hayvan sever çocuklar davet ediliyor. Buraya girmenin şartları da yine kitabın içinde yer alıyor. Kulübün adı “Kendini Süpermen Sanan Deli”, amacı ise; iyiliği yayma ve hayvanların doğal yaşam alanlarında özgürce yaşamasına destek olmak. Şartlarından bazıları;
Kuşları ve diğer hayvanları avlamamak, ağaçlara ve çiçeklere zarar vermemek.
Böcek ve karınca gibi küçük dostlarımızı ezmeden yürümeye çalışmak.
Kedi ve köpeklere taş atmamak.
Nede Hacıoğlu kitabın sonunda, ek olarak sirk, hayvanat bahçesi gibi yerlerin hayvanlar üzerindeki olumsuzluklarını madde madde yazmış. KSSDK Üyelik kartınıza kitaptan ulaşabilirsiniz.
Kitabı alıp çocuğunuza rahatlıkla okutun sonra Dumbo’yu açın izleyin…
Elçin Ödemiş
x.com/elindemis
7 Mart 2025 Cuma
Mehmet Kaplan ve yazarak düşünmek
Okuyucuya ulaşmanın daha güzel ve tesir edici yollarını aramak; her yazarın, yazı eylemiyle iç içe geçmiş görevlerinden biridir. Yazar, düşüncelerini derleyip toplarken pek çok usulden faydalanabilir, kendi düşünce âleminden yararlanabilir, sevdiği diğer yazarlara ve düşünürlere başvurabilir. Bunların her biri makul ve çok kullanılan yöntemlerdir hiç şüphesiz. Ancak bir yazarın gönlünde ve zihninde, mutlaka başka bir yazarın diğerlerine göre ayrı bir yeri, daha açık söylemek gerekirse üstünlüğü vardır. Mehmet Kaplan denince de akla gelen yegâne isim bellidir: Alain. Esas adıyla Emile-Auguste Chartier (1868-1952).
Mehmet Kaplan, İstanbul Üniversitesi’ndeki öğrencilik yıllarında tanışır Alain’in metinleriyle. Hatta onu kendi dilinden okumak için Fransızcasını da geliştirir. Bu bakış ve dil uyuşmasıyla birlikte Alain, artık Mehmet Kaplan’ın düşünce ve yazı hayatında bir yol gösterici olur. Sadece sınıf arkadaşı Âli Ölmezoğlu’na yazdığı mektuplara bile bakılacak olursa, Alain’in Kaplan’ın hayatında nasıl bir yer kapladığı görülecektir. Zeynep Kerman’ın ifadelerine göre Kaplan, “Mizacına hâkim olan bedbinlikten, sıkılganlıktan, başta Alain olmak üzere, okuduğu büyük yazarlar ve eserler vasıtasıyla elde ettiği irade felsefesi sayesinde kurtulur, başka bir ifadeyle ıztırap verici maddî şartları kültür vasıtasıyla aşar ve şahsiyetini bulur”. Lise yıllarından itibaren okuduğu tasavvuf, psikoloji ve felsefe kitapları ona geniş yollar açmıştır. Ancak her geniş yol, ilerledikçe derinleşir ve giderek karmaşıklaşır. Bunun üstesinden kişinin tek başına gelebilmesi güç olduğu için tasavvufta nasıl bir mürşide ihtiyaç varsa, yazar ve düşünür için de bir üstada, hocaya, rehbere ihtiyaç vardır. Fuad Köprülü’den, Nurettin Topçu’dan, Mümtaz Turhan’dan olabildiğince beslenen, onların ilmi görüşlerinden ve disiplinlerinden yararlanan Kaplan, “Eserlerini ezberlercesine okuduğum Alain ve asistanı olduğum Ahmet Hamdi Tanpınar, bende dengeli bir dünya ve insan görüşü yarattı” der. Burada Yunus Emre ismini de mutlaka zikretmemiz gerekiyor. Zira “hemşerim” dediği Yunus Emre’nin divanı da Kaplan’ın daima masasının üzerinde durur. Nisan 1955’te Türk Yurdu’nda yayınlanan bir yazısında Alain ile Yunus’umuzu cem eder: “Maddi kâinatta hiçbir şey insanın içindeki büyük boşluğu, sonsuz iştiyakı doyurmuyor. Alain'in deyimi ile, büyük ve muhteşem sarayının ortasında kralın canı sıkılıyor. Ve kral gönlünü eğlendirmek için ziyafetler tertib ediyor, sürek avlarına çıkıyor, içiyor, insanları soytarı haline getiriyor. Bunlar da deli gönlünü oyalamazsa harp açıyor. Kahveden kahveye, sinemadan sinemaya, caddeden caddeye, komşudan komşuya, beldeden beldeye dolaşan, bu kâinat sarayının taçsız hükümdarları sizin de canınız sıkılmıyor mu? Siz de içten içe bu madde âleminden nefret etmiyor musunuz? Siz de ebedi sevgiliye ‘Bana seni gerek seni’ diye haykırmıyor musunuz?”
Psikolojiyle olan yoğun ilişkisi Freud ve Jung ile derinleştikçe, Mehmet Kaplan insanın içinde bir ‘iç ben’ olduğunun iyice farkına varır. İnsan, ömrünün her deminde ve attığı her adımda bu ‘iç ben’e ulaşmak zorundadır. Yolunu yürürken, kendine dönerken, ilmi ve sevgiyi yanından asla ayırmamalı, bunun için de gayreti ve hayreti zevk edinmelidir. Zaten derdin ve ıstırabın harman olduğu hayatta, yegâne zevk düşüncenin kuyusuna dalıp çıkmaktadır. Rüyalar, sanat eserleri ve fikirler bu kuyuda insanın görünmez arkadaşlarıdır. İnsan; kaderin karşısında seçimleriyle yahut iradesiyle nasıl bir tavır takınabilir? Sartre’ın Bulantı’sındaki Roquentin’in dünya karşısında duyduğu tiksinti ve Camus’nün ‘başkaldıran insan’ modeli arasında Mehmet Kaplan için Alain; aksiyon, irade, yaratma kavramlarını yerine oturtan isimdir. Edebiyatımızın İçinden kitabında buna değinir: “Alain zannettiğim gibi büyük adam değilmiş. Çok büyük adammış. Alain’i tesadüfî olarak tanıdım. Benim hastalığımla karşı karşıya geldi ve beni kurtardı. Ben malumat değil, felsefe değil, muharrik istiyordum. O tahrik etmedi, hareket prensibini verdi. Onun bizim evvelce sevdiğimizi sandığımız Gide’le, Bergson’la, insanı ulvî, kör kuvvetlere bağlayan insanlarla zıt olduğunun bugünkü gibi farkında değildim. Onu tekrar tekrar okumakla daha fazla anladım. Hâlâ tükettiğimi sanmıyorum. Daha dün on kere okuduğum bir sahifede harikulade fikirler keşfettim. Alain düşünceyi ‘abuser’ etmeyen, fakat Sokrat gibi bizzat okuyucunun kafasında doğurtan bir muharrir.”
Burada Kaplan ‘abuser’ kelimesiyle, yazarların ve düşünürlerin sıkça yaptığı bir hatadan bahseder. İnandıkları düşünceyi okura mutlak doğru gibi kabul ettirme çabaları. Aksine yönelik tüm eleştirilerin ve iddiaların önünü kapatmak istemeleri. Okuru kendilerinden başka bir yazara, kendi fikirlerinden başka düşüncelere götürmemeleri. Oysa yazarın ve düşünürün belki de en büyük başarısı, okurun zihninde yeni fikirlerin doğmasına vesile olmasıdır. Doğan bu fikirlerle beraber okurun bir insan olarak hâlini gözden geçirmesi, yeni eylem planları yapabilmesi, düştüğü çukurda bocalamak yerine bir halat bulabilecek noktaya gözünü dikmesidir. Bu da bir irade meselesidir. Okurun ihtiyacı olan şey kendinde saklı duran o iradenin yeniden farkına varmak, güç bulmak ve bir an önce harekete geçmektir. Bu nedenle Kaplan’ın irade konusundaki tercihi ne Sartre’dır ne de Camus. Sevgi ve İlim kitabında şöyle der: “Alain, Sartre’dan farklı olarak: ‘Biz hiçbir şeyi seçmeyiz. Her şey bizden önce seçilmiştir, fakat bu, bizim hayatımıza çekidüzen vermemize ve mesut olmamıza mâni değildir’ der. Alain’in bu fikri bana Sartre’ınkinden daha doğru gelir. Zira hiç kimse ne doğduğu yeri, ne anne ve babasını, ne konuşacağı dili, ne de içinde yaşadığı sosyal tabaka ve çevreyi seçmiştir. Bunlar bize önceden verilmiştir. Kimse doğuştan getirdiği vücut yapısını değiştiremez. Fakat bu asla bizi kaderci bir hayat felsefesine götürmemelidir. Bize verilen bir ham taştır. Biz ondan bir heykel yapabiliriz. Şahsiyet denilen de zaten bundan başka bir şey değildir.”
Mehmet Kaplan, Âli Ölmezoğlu’na yazdığı pek çok mektubunda Alain’den bahseder. Her bahsedişinde aynı coşkuya sahip olması, hem mektubun muhatabına hem de bizlere bir ses gibidir. Sesi takip ettiğimizde Kaplan’ın Alain’de ne bulduğunu yakalayabiliyoruz: “Etrafın derme çatma düşüncelerinden, hatta hadiselerin hırpalamalarından ona sığınıyorum. İnanır mısın, ne zaman ona döndümse, beni rahatça barındırdı. Onda, insanlığın perişanlığını vâhiliğini, kendimi ve bunun kurtuluş çarelerini buluyorum. O bana hakikat görünüyor. Beni yaşamaya, sevmeğe, çalışmağa, uyumağa ve bütün insanlıkla beraber olmaya teşvik ediyor. Sen bir zamanlar yalnız ona saplanmamamı söylüyordun. İlkin ona saplanıyordum. Onu anlayıp hazmedinceye, mağlup edinceye kadar onunla beraber kalacağım. Fakat Âli, Alain bana yalnız gelmiyor, bana dünyayı, fikir ve edebiyat adamlarını getiriyor. Daha doğrusu beni oralara gitmeğe teşvik ediyor. Alain’e bağlanışım serbest bir dine benziyor. Bu bağlanış ve bu serbestlik beni kurtarıyor. Alain bana sırların sırrını, bağlanmayı öğretiyor.”
İnsanoğlu için düşünmek, yeni düşünceler üretmek hayati olsa da, tek başına düşünerek geçitler açması mümkün değildir. O geçitlerden ilerlemek için fikirlerle eylemi cem etmek gerekir. Realite bunun için önemlidir. Bütün düşler, düşünceler, hevesler ve planlar; gerçekle uyumlu oldukları müddetçe değerlidir. Çünkü düşünce ancak bu şekilde bir yaşam alanı bulabilir. Alain, Kaplan’a bulutları oradan oraya götürenin rüzgâr olduğunu, yani hiçbir şeyin gelişigüzel yaşamadığını göstermiştir. İnsanın kendisini bir şeylere bırakması, teslim etmesi, şahsiyetine karşı bir hareket, hatta hakarettir bu yüzden. Kendi deyimiyle taşradan çekingen, içe dönük bir tip olarak İstanbul’a gelen Mehmet Kaplan, ‘hayatın anlaşılmaz bir trajedi olarak etrafında uğuldadığı’ o sancılı zamanlarda Alain ile istikamet bulmuştur. Kendi içine doğru bir yürüyüşe çıkar. Artık bütün dağınıklığı toplama zamanıdır. İnsanın kendi içinden alacağı kuvvet mutlaka dışarıya yansıyacaktır. Elbette mizacı doğrultusunda. Neden mizaç? Çünkü insanın kendi içinden çekip çıkaracağı kuvvet, o ‘iç kale’, mizaca göre serpilip gelişecektir. Yeryüzünden geçip gitmiş insan nefesleri adedince mesleğin ve meşgalenin olması bundan dolayı hiç şüphesiz. Herkes kendi zevkine göre değil, mizacına göre hareket ediyor, düşünüyor, çabalıyor, rüya ya da kâbus görüyor. Kaplan, Alain ile bunları keşfediyor.
Talebeleri tarafından az konuşan, az tepki veren, ölümü abartmayan, olayları büyütmeyen, hemen hemen her şeye aynı biçimde reaksiyon gösteren Mehmet Kaplan -psikanaliz bunların her birine ne hastalıklar uydurur, affedersiniz bulurdu kim bilir?- için sükûnet her şeydir, huzur her şeydir. Hayatı boyunca da bunları aramıştır, üstelik her türlü maddî zorluğa rağmen. Durmadan okuması ve durmadan yazması bundandır. O hiç durmadan, merak ettiği her konuya dair okumuş ve yazmıştır. Üstelik talebelerine, hatta talebelerinin talebelerine de bunu aşılamıştır. Bir yazarın, bir düşünürün sadece belirli konular etrafında dönüp durması onu zihnen, fikren öldürecektir mutlaka. Yolun sonunda zaten ölüm varken, yaşamın içinde pek çok gizem, öğrenilecek yığınla şey varken, bu aklın ve ruhun, kalbin, öğrenebilme ve kendini geliştirebilme kapasitesinin mutlaka hakkını vermek gerekir. Yaşam, canla başla çalışmaktan başka bir şey değildir. Alain’in ‘yazarak düşünmek’ fikri de Mehmet Kaplan’da işte böylesi bir disiplin hâline gelmiştir. Kaplan, zihninde uçuşan fikirleri Alain’in ‘propos’ (sohbet tipi metinler) metoduna benzer denemelerle kaleme almış, okurlara sunmuştur. İyi bir fikir üretebilmek ve bunu yazıya geçirebilmek için tıpkı Alain’in vurguladığı gibi durmak, düşünmek gerekir. Yani sükûnet, iç huzuru şarttır. Yine, Âli Ölmezoğlu'na yazılmış mektuplardan 18.12.1940 tarihli olanından bir bölüm, Kaplan’daki bu arayışın izlerini de bizim için belirginleştirir: “Yanımda horuldayanı uyandırmaya cesaret edemediğimi bilirsin. Başkasının horuldamaya hakkı olup da, benim uyandırmaya olmadığını sanıyorum. Bu horultuyu hayatın her sahasına tatbik edebilirsin; kendime karşı yüze gülerek, hile ile veya alenen yapılan haksızlıklara çıkışmak kabiliyeti bende neden eksik? Dünyada hiçbir düşmanım olmadığını ve olmayacağını zannediyorum. Bu iyi bir şey değil. Fakat kırmak, müdahale etmek elimden gelmiyor, daha doğrusu beni üzen hareketlerden ancak kaçabiliyorum; o da mümkün olursa. Bu karakterimi herhâlde bilirsin. Bütün bunlarla pek sevdiğim sükûnete, rahatlığa, huzura çok ihtiyacım olduğunu anlatmak istiyorum.”
Sivrihisar’da doğmuş Mehmet Kaplan’ı batıdan Alain, doğudan Yunus Emre beslemiş, böylece edebiyat tarihimizde ‘her dem yeniden doğan’ bir kalem ortaya çıkmıştır. Bu kalem, bugün hâlâ okurlar, araştırmacılar, deneme, tahlil gibi metotlara ilgi duyanlar için hocalığını, rehberliğini sürdürmektedir. O, Sivas'ta halı ören bir kızdan işittiği “Her yanlış bir nakış" sözünü, Alain’in yazılarında sık sık dile getirdiği bir fikrin Türkçesiyle bağdaştırır: Şahsiyet hatayı meziyet haline getirir. Usta denemecilerin meziyeti de buradadır: Havadaki fikri yere kondurmak, yerdeyken de okura yaklaştırmak. Okurun yakınlaştığı bu fikri benimseme süreci ise ‘iç ben’iyle ve daha önce değindiğimiz mizacıyla ilgili hiç şüphesiz. Nesillerin Ruhu’ndan bir paragrafla yazımı sonlandırmak isterim: “Gençliğimden beri benimsediğim bir düşünme metodu vardır: Kafamı işgal eden bir konu üzerinde açık ve seçik fikirlere ulaşmak için onları yazarım, Alain'in deyimi ve tavsiyesi ile yazarak düşünürüm. Hiçbir mesele benim için kapanmış, son şeklini almış değildir. Muayyen bir konuda daha önce yazdıklarımı unutur, eğer beni yeniden alakadar ediyorsa tekrar kaleme sarılırım.”
Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)