17 Şubat 2021 Çarşamba

Kitaplar evimizdir

Küçük hacimli olmasına rağmen, yer yer gülümseyip yer yer kızarak okuduğum bu kitabı çok ilginç buldum. Kitap, kitaplara âşık değil de, “saplantılı” birkaç kişinin anılarından oluşuyor. Bu yönüyle kitapseverlerle kitabın konusu arasında hassas bir bağlantı oluşuyor. Ancak Kağıt Ev’de konu edilen kitap saplantısı, genel manada bildiğimiz kitapseverlikle oldukça farklı kanımca.

Şahsen kitaplarımı çok severim, kitaplarımla evli gibiyimdir. Kitaplarımı bir sevgiliyi kıskanır gibi kıskanırım ve emin olmadığım kimselere emanet etmekten çekinirim. Ancak kitaplarımı tuğla olarak kullanmam, kitaplarımı çimentoya bulayıp onlardan duvar örmem. Çok garip değil mi? İşte kitapta bahsedilen karakter, yıllarca biriktirerek bir yığın haline getirdiği kitaplardan kendine resmen bir ev yapıyor. Bu kurgu ise, kitaba ne kadar uygun bir isim verildiğini gösteriyor: Kağıt Ev.

Kitapta geçen kahramanlar, okurdan çok kitap koleksiyonerleri olarak dikkat çekiyor. Kitabı okurken, eline bir kitap alıp onu heyecanla okuyan okurlardan çok, klasikleri, kült eserleri, her yerde bulunmayan, antika değeri taşıyan kitapları, oldukça fazla para harcayarak raflarına ekleyen kahramanlar gördüm. Kitabın güzel bir yanı şu ki, hemen her sayfada başka bir kitap adı geçiyor. Bu da kitabı okuyan kişiyi yeni kitaplara götürüyor. Kitap, Bluma Lennon adlı şahsın, elindeki Emily Dickinson’ın Şiirler kitabını okurken bir otomobilin altında kalarak ölmesiyle başlıyor. Dışarıdan oldukça olağan görünen bu ölüm anlatıcı kahramana şaibeli geliyor. Bunun üzerine anlatıcı kahraman, çalıştığı kuruma gelen bir yazı üzerine Carlos Brauer adlı bir kitapseveri araştırmaya başlıyor. Araştırmasının sonucunda şaibeli bulduğu ölümün altındaki sebebi buluyor. Otomobilin altında ezilerek can veren Bluma Lennon, meğer aslında hep Emily Dickinson’ın Şiirler kitabını okurken ölmek istemiş.

Kitaptaki bu hayati kurgularla yazar, kitapların insanın kaderini etkileyip etkilemeyeceğini sorguluyor. Bu soruya kitaptan aldığımız yanıt ise olumlu. Kitaplar insanın tüm bir hayatını ve kaderini etkiliyor.

Kitaplar insanların kaderlerini değiştirir. Kimileri Malezya Kaplanı’nı okuyup uzak diyarlardaki üniversitelerde edebiyat profesörü oldu. Siddhartha binlerce gencin Hinduizm’e merak salmasını sağladı, Hemingway onları sporcu yaptı, Dumas binlerce kadının hayatını altüst ettiyse de, yemek kitapları sayesinde intihardan kurtulanların sayısı hiç de az değildi. Ne var ki Bluma kitap kurbanlarından biri oldu.

Kitaplarını beton duvarların içine hapseden kahramanın yaptığı işe ilk önce oldukça sinirlenmiştim. Kitaplar nasıl beton içine hapsedilir? Bana kitap katliamı gibi gelmişti bu çünkü, betona hapsedilen hiçbir şey o betonun içinden sağlam çıkarılamaz. Ancak kitabı bitirdikten iki gün sonra, içimden bir satır bile okumanın gelmediği bir anda, o an okumadığım için kendimi boşlukta hissettim. Bu vesileyle, Kağıt Ev’de anlatılan hikayenin, aslında kitaplardan duvar örmek olmadığını fark ettim. Kitapların içinde kendimizi bulmak, kitap kahramanlarıyla evdeş olmak, arkadaş olmak, kardeş olmak gibi okur için derin meselelerin, kitaplardan örülen duvarlarla anlatıldığını fark ettim. Bir okur için bu gerçekten de böyledir. Okur, okuduğu her kitapta kendine ait bir şeyler bulur, yalnız olmadığını hisseder, bu bir aidiyet hissi oluşturur. İnsanın kendini ait hissettiği yegâne yer ise evidir. Kısacık bir kitap olmasına rağmen içinde kitapsever için derin anlamlar barındıran, zihin açan, düşündüren bir kitap oldu benim için Kağıt Ev. Kitabı okuyacak olan herkese şimdiden keyifli okumalar dilerim.

Nida Karakoç 

Kendi gerçeğine çarpa çarpa devam edenlerin hikayesi

Kitaplar sayesinde bilmediğimiz hayatlara kulaç atarken aslında her kitapta kendimizi okuruz, kendimizi anlamaya bir adım daha yaklaşırız. Kendimizi anladıkça başkalarını anlamamız kolaylaşır. Başkalarını anladıkça kendi gerçeğimize daha çok yaklaşırız.

Bazen de merak ettiğimiz soruların cevabı, okuduğumuz kitaplarda çıkar karşımıza. Sema Karabıyık’ın son romanı Gerçeğin Ortasında’yı okurken çıktı karşıma bir insan neden okur/yazar sorularının cevabı. Romanın ilk sayfalarında yer alan şu cümlelerde olduğu gibi. “Bugüne kadar hep başkalarından hesap sordum, başkalarıyla hesaplaştım. Sonra aniden acı bir şekilde kendimle hesaplaşmam gerektiğini fark ettim. Çünkü yaşadığım acıların sebebi, başlangıcı bendim. En ağır yükü sırtında değil; geçmişinde taşıyordu insan. Geçmişimdeki yükü hafifletmek için yazıyorum bu satırları en başa dönerek.

Hangimizin geçmişi bazen yükünü ağırlaştırmıyor ki! Hangimiz çocukluğumuzu, çocuk olduğumuz yılları özlemle anmıyoruz?

Gerçeğin Ortasında; ekonomi ve borsa geçmişini başarıyla romanlarına taşıyan Sema Karabıyık’ın altıncı romanı. Daha önce yaptığı gibi yazdı, yayınladı, bir adım geri çekildi, okuyucusuna emanet etti etti romanını.

Okumakta zorlandığım bir dönemde tesadüf eseri keşfettiğim, beni tekrar okumakla barıştırmakla kalmayan bilmediğim dünyalara yolculuk yaptıran romanlarından Muamma ve Üstü Kalsın İhanetimin’de küresel finans dünyasını anlatır. Kayıp Umutlar Merkezi’nde bir holding ekseninde yaşanan rekabet ve hırsın insan üzerindeki etkisini; Geleceğimi Kaybettim Hükümsüzdür çocuğunu proje olarak gören bir babanın evladına verdiği zararı; Unutma Noktası kendi halinde bir kasabanın sermaye tarafından keşfedilmesi ile yaşanan trajik değişikliği merkeze alır. Gerçeğin Ortasında ise reality şovların yakıcı ve yıkıcı dünyasına dair unutulmaz bir hikaye. İnsanların fark edilmek, takip edilmek, etkileşim almak için ruhlarını şeytana sattıkları günümüzde, ekranlar arası geçişkenliği merkeze alan bir roman. Romanın ana motifi anlamak ve anlaşılmak bahsi hangimizin meselesi değil ki! Anlaşılmanın peşinde ömür tüketenlere anlamadan anlaşılmanın mümkün olmadığını, anlaşılmak için önce anlamak gerektiğini, Şahande ve Gazel Mercan’ın iç içe geçen hikâyeleri eşliğinde anlatıyor Gerçeğin Ortasında.

Polisiye havasında başlıyor roman. Yazar, Unutma Noktası’nı bitirdiği günlerde kargo marifetiyle bir USB geldiğini, belleğin içinde tamamlanmamış Nevi Şahsına Münhasır isminde bir roman olduğunu, Gazel Mercan isimli yazarın “yaşadığım kısımları yazdım ama yaşamaya devam ettiğim kısımları yazarken acı çektiğim için bitiremedim. Yusuf ve Şahande’nin masumiyetini ispat edebilmem için lütfen bitirmeme yardım edin,” yazdığını yazıyor. Yazar, Yusuf ve Şahande kim, ne oldu sorusunun peşine düştüğünde, 2 yıl önce yaşanan terör saldırısının failleri olarak tutuklu olduklarını ve mahkeme sürecinin devam ettiğini öğreniyor. Olayı gizemli kılansa Yusuf ve Şahande hakkında her türlü bilgiye internet aracılığıyla ulaşırken; USB’yi gönderen Gazel Mercan hakkında ne internette tek bir bilgi vardır ne de sosyal medya hesabı mevcuttur. Okuyucuyu nasıl, neden, kim sorularının peşinde sürükleyen, heyecanı sayfaları çevirdikçe artan bir roman Gerçeğin Ortasında.

Bir yıldır memlekette, baba ocağında olan Gazel Mercan’ın şehre döndüğü gün karşılaştığı şaşırtıcı olaylar silsilesi ile başlıyor. AVM’de cam fanus içinde gördüğü İlbilge, hikayemi dinlemek zorundasınız diyen Şahande… Hayata kaldığı yerden devam etmek için çabalayan ama hayatın neresinde kaldığını bilemeyen Gazel Mercan, devam etmeye niyetlendiği hayatın bir yıl önce bıraktığı hayatla alakasız olduğunun derin üzüntüsünü yaşarken, Şahande’den ve anlattıklarından kaçmak ister ama Şahande fırsat vermez.

İki anlatıcı var romanda. Kederli bir ses eşliğinde Gazel Mercan başlıyor anlatmaya. Yaşadıklarından kederli iken gördükleri keder denizinde boğulma noktasına getiriyor. Neden kimse tepki vermiyor sorusunu seslendirmeye korkarken, “Anlattıklarımı dinlemek zorundasınız,” diyen Şahande çıkıyor karşısına ve ekliyor “Aslında beni tanıyorsunuz. Dinlediğiniz benim hikayem, anlatmak isterseniz dinleyeceğim sizin hikayeniz ama yayınladığınız bizim hikayemiz olacak. Bizim hepimizin hikâyesi.

Şahande’nin anlattığı hikayeyi dinlerken İsmet ismini duyduğunda “Ben İsmet’i tanıyorum aslında,” diyerek hatırlamaya teslim olur. İkilinin hayatının ilerleyen zamanlarda kesişeceğinin ilk işareti verildikten sonra, ne zaman, hangi vesileyle soruları zihinlere yerleştirilerek merak son sayfaya kadar taze tutuluyor.

Herkesin fark edilmek için girdiği Gerçek Hayat Evi’ne, anne babasına söylediği yalanı gerçekleştirebilmek için gizlenen Şahande. Hayatının en trajik olaylarını yaşadığı zaman diliminde, ekran başında Gerçek Hayat Evi’ni seyrederken, kendini bir anda Gerçek Hayat Evi’nde editör olarak bulan Gazel Mercan. Kilo verebilecek mi iddiası ile babası tarafından cam fanusa kapatılarak bahis konusu yapılan obez İlbilge. Babası tarafından tüm hakları Gerçek Hayat Evi’ne devredilen Hümeyra. Yaşadıklarının intikamını almak için uygun zamanı beklerken, sokakta kalan çocukların hayatına dokunan, ne kadar istese de kötülük yapamayan, kahraman olmak üzereyken özgürlüğünü kaybeden Yusuf.

Gerçeğin Ortasında; 20 yıldır televizyon ekranlarında yer bulan, sosyal medyanın kullanımıyla birlikte farkında olarak ya da olmayarak her birimizin bir reality şov karakterine dönüştüğü günümüzü resmederken, arka planda neler oluyor neden oluyor sorularına cevap oluyor. Hırs/kar/başarı/başarısızlık cenderesinde başkasının hayatına müdahil olan hayatların zincirleme reaksiyon sonrası nasıl çıkmaza girdiğini resmediyor.

Şahande “Neden dürüst davranmıyorsunuz? Hikayede kendi siluetinizi gördünüz ve kendinizden kaçmak istiyorsunuz. Oysa öncelikle kendimizle yüzleşmeye ihtiyacımız var. Ben anlatırken kendimle yüzleşiyorum. Sizin yapmanız gereken de bu. Önce kendinizle yüzleşmek. Kendinden, yaptıklarından kaçan bir insanın ne kendine ne de başkalarına hayrı dokunur,” diyerek köşeye sıkıştırıyor Gazel Mercan’ı.

Gazel Mercan ise “Adım Şahande diyerek başladığı hayat hikayesine, Gerçek Hayat Evi’ndeki aşiret kızı Seyhan benim itirafıyla devam etmesi tanık durumundan çıkartıp hikayenin içine taşıdı beni. Her şey devamında yaşanacaktı. Seyhan’ın hikayesine tanıklığım ekran önünde başlamıştı ama devamında müdahil olmuştum. Bundan sonrasında dinlediğim hikayenin tanığı değil bizzat yaşayanıyım. Kendime rağmen yaşayanı,” diyerek itiraf ediyor. “Şahande’nin hikayesi kendi hikayemin içine düşürdü beni,” diye devam ediyor. “Yazdığım kurmaca romanlardan daha sarsıcı daha yakıcı hikayemin içine.” Anlarız ki Şahande ile karşılaşmasa yaşadıklarını yazmaya niyeti yoktur. Devamında yazdıkları ise neden okuruz/yazarız sorularına cevap gibi. “Hikayenin ortasındaysanız o bir hikaye değil kafa karışıklığıdır. Yaşarken, hayat hikayemiz devam ederken, yaşadıklarımıza anlam veremememiz çoğunlukla bu yüzdendir. Halbuki bu dünyadaki maceramız nihayetlendiğinde, yaşadığımız yaşayamadığımız her şey mana kazanır. Yazılı görsel fark etmeksizin kurmacanın gücü de buradadır. Karakter tekamülünü tamamlar, mutlu ya da mutsuz hadise bir şekilde sona erer çünkü kurmaca dünyasında. Sona ererken de hayatın şifresi çözülmüş hissi verir önce yazarına sonra okuyucusuna.

Şahande bile bile lades diyenlerden. Felaketine yürüdüğünün farkında ama söylediği bir yalanın içinde yaşamaya devam ettiği için dışına çıkması mümkün olmuyor. Yusuf’un hayatı babasının bir realiti şovda iftiraya uğramasıyla alt üst oluyor. İlbilgenin dramı doğduğu gün başlıyor. Evladın emanet olduğunu unutan bir babanın sahip olma hırsıyla kazanca dönüştürme planlarının geldiği nokta açısından etkileyici. Çocuğunun fotoğraflarını, videolarını doğduğu gün paylaşmaya başlayan, çocuğunun varlığını kazanca dönüştürmekte sakınca görmeyen, her türlü uyarıya kör sağır olanların izdüşümü gibi. “150 kiloluk İlbilge 55 kiloya inip 34 beden elbise giyebilecek mi?” Her şeyin dahil her şeyin serbest olduğu halka açık bir bahis İlbilge’nin kiloları. İlbilge’nin yaşadıkları, bahis süreci, perde sayfalarda kısa paragraflar halinde anlatılırken gerilim gittikçe yükseliyor. Sema Karabıyık romanlarına, kurgusuna aşina olanlar için İlbilge’nin sırrı düğümün çözüldüğü romanın sonunda gün yüzüne çıkıyor ki şapka çıkarmamak mümkün değil!

Başarılı değil mutlu olduğu mesleği yapmak isteyen Gazel Mercan’ın hikayesi roman yazma kararı ile başlıyor. İşinden istifa etmesi, hiç bilmediği yayıncılık dünyasında tek başına ayakta durma mücadelesi, yazar ajanı Erdal Bıçkın’ın teklifinden sonra dönüşü olmayan bir yola girmesi. Bu esnada ailesinde peş peşe kayıplar yaşaması. Bir çaresizlik anında kabul ettiği Gerçek Hayat Evi’nde editörlük yapma teklifi. Yapımcının Gerçek Hayat Evine katılanlar için sarf ettiği “doğaçlama yapabilmek kendilerini oynayabilmek için yönlendirilmeye ihtiyaçları var. Çünkü bu çocuklar kendilerini nasıl oynayacaklarını bilmiyor,” itirafı ise realiti şov dünyasına dair bilmediğimiz bir gerçekliğin kapısını aralıyor. Her karakterin gerçeğine temas etmek, sonrasında o gerçekleri kurgulamak. Tüm karakterlerin hikâyesi birbirinden ilginç başlangıçlara ve finale sahip. Seyircinin dikkatini çekmek, reyting hanesini şenlendirmek için feda edilen karakterlerden Metin ve Mehmet’in hikayesinden bile bir film çıkarmak mümkün.

Hayat hikâyesinin kontrolünü başkasına devredenlerin köleye, hikâyesinin kontrolünü elinde tutanların kahramana dönüştüğü bir dünya; Gerçeğin Ortasında. Reality şov dünyasının arka planına dair ilginç tespitlerin ve bilgilerin olduğu derinlikli bir roman.

Sema Karabıyık romanları diye bir gerçekten bahsedebiliriz rahatlıkla. Elinizden bırakmadan okuduğunuz romanların ortak özelliği, kitabın sonunda nakavt eden bir yumrukla karşılaşmak ve uzun süre kendinize gelememenin yanında felsefi alt metinlerinin güçlü olması. Felsefi güç roman ne hakkında sorusunun cevabıdır. Her biri farklı bir hikaye, farklı bir son. Birbiriyle kesişen hayat hikayeleri. Hikayelerin kesiştiği noktada diğerinin hayatını etkileyen karakterler ama farkında olarak ama farkında olmadan. Hayatlar kadar duyguların da çarpıştığı romanlar. Okuyucunun tüm dikkatini isteyen romanları okumanın ve anlamanın o kadar kolay olmadığını da ifade edeyim.

Esra Eflatun Yıldız Karaca
twitter.com/eflatunprenses

16 Şubat 2021 Salı

Gerçek dünyanın masalsı kurgusu

Yaşını başını almış bir Harry Potter serisi hayranı olarak J. K. Rowling’in Yapı Kredi Yayınlar'ından çıkan son kitabı Ickabog’u da alıp okumadan edemedim. Yazımın hemen başında belirtmek isterim ki Rowling’in kitapla ilgili “This is not a Harry Potter spin-off” şeklinde bir açıklaması var. Yani kitabın Harry Potter evreni ile uzaktan yakından bir alakası bulunmuyor.

Dünya üzerinde rekorlara imza atmış Harry Potter serisinin ardından Rowling uzunca bir süre çocuk edebiyatı alanında bir kitap yayınlamamış, arada yetişkinlere hitap eden birkaç kitap kaleme almıştı. O uzun aranın ardından Ickabog raflarda yerini aldı ancak basılı bir hale gelmeden önce de internet ortamında çocukların okuması için bölüm bölüm yayınlanmıştı. Rowling, aslında bu kitabı yıllar önce, Harry Potter serisinin yayınlandığı dönemlerde kaleme almış, o dönemde ise bu anlatıyı sadece çocukları ile paylaşmış. Üzerinden hayli zaman geçmesinin ardından ise tüm insanlığı ama belki de en çok çocukları etkileyen pandemi sürecinde bu güzel masalımsıyı karantina altında kalan çocuklara armağan etmek istemiş. Kitabın tek güzel yönü bu da değil üstelik. Rowling, eserin satışından elde edilen geliri Covid-19 salgınından etkilenenlere bağışlayacağını belirtmiş. Yazar, Ickabog’un bazı bölümlerini de seslendirme yaparak okumuş. İnternet üzerinden halen bu kayıtlara ulaşılabilir.

Kitabın en sevdiğim yanlarından biri de içinde yer alan muhteşem çizimler. Rowling çocuklardan kitabın internette yayınlandığı dönemde konuyla ilgili çizdikleri resimleri iletmelerini istemiş, twitter üzerinden bu resimler #theickabog hastag’iyle toparlanış, aralarından seçilen resimleri de kitap boyunca görebilirsiniz ki bence her biri olağanüstü güzellikte. (Türkçe yayınlanan kitapta tabi ki ülkemizden çocukların resimleri yer alıyor. Diğer resimleri de merak ederseniz, ilgili hastag’den twitter üzerinden görebilirsiniz.)

Ickabog, 7 yaş üzeri çocuklar için kaleme alınmış bir eser aslında, bu nedenle de içinde masalsı ögeler, efsaneler barındırıyor. Öte yandan bu masalsı anlatıyı bırakıp sadece konu itibariyle yeniden yazılsa yetişkinler için harika bir politik kurgu malzemesi çıkabileceğini de eklemeden geçmek istemem. Kaldı ki bir yetişkin olarak ben anlatıyı biraz da bu gözle okudum diyebilirim.

Çok da spoiler vermeden kısaca konusundan bahsedeyim:

Masalımız, Kornukopya isimli minicik ve çok mutlu olan insanların yaşadığı bir ülkede geçiyor. Bu ülkedeki insanlar o kadar mutlu ki Kral Korkusuz Fred bile ülkeyi yönetmenin çok kolay olduğunu düşünüyor, zira ülke zaten kendi kendini yönetebiliyor. Ülkenin başkenti Hamurhisar’da dünyanın en güzel hamur işi tatlıları yapılırken kuzeyde yer alan komşu iki şehir olan İslişehir et ürünleri, Yayıkkent ise mandıra ürünleri ile meşhur. Biraz daha yukarıda şaraplarıyla ünlü Kocaşişe yer alıyor ve daha yukarısında ise tüm bu güzel şehirlerin aksine Bataklık Diyarı ile ülke sınırlarına ulaşıyor. Zaten tüm olaylar da Bataklık Diyarından kaynaklanan bir efsane ile başlıyor: Ickabog. (Bu arada Rowling önsözde Ickabog’un kelime anlamının “zafer yok” ya da “bozguna uğramak” anlamındaki Ichabod sözcüğünden geldiğini belirtiyor.) Efsaneye göre Ickabog, iki at kadar büyük, gözleri ateş gibi parlayan, uzun, jilet gibi keskin pençeleri olan, çok ama çok tehlikeli bir canavar. Ancak bu canavara Bataklık Diyarı sakinleri dışında inanan da yok. Ama ya Ickabog bir efsane değil de gerçeğin ta kendisiyse…

Masal, gösteriş budalası, ülkesini ve insanlarını pek de tanımayan, sadece adına ve kendine önem veren Kral Korkusuz Fred, kralın sözde yardımcıları, çıkarcı, dolandırıcı, masalın katıksız kötüleri iki lord, daha doğrusu iki dalkavuk olan Lord Tükrer ve Lord Salyan, Daisy, Bert, Roderick ve Martha isminde, bir ülkeyi kurtaracak gerçek kahraman olan çocuklar ve korkudan tüm yalanlara, kötüye gidişlere boyun eğen koca bir halk arasında şekilleniyor. Kornukopya’da her şey sorunsuz hatta muhteşem ilerlerken gösteriş budalası Kral Korkusuz Fred’in Bayan Kırlangıçkuyruğu’ndan acil bir iş istemesi üzerine, genç kadın kral için hazırladığı işi bitirdiği gün ölür. Kızı Daisy ve babası krala karşı oldukça küskünlerdir ve bu ölümden onu sorumlu tutarlar. Ancak kralın iki dalkavuğu onları kralın görüş alanından kolaylıkla çıkartır. Kraliyette düzenlenen bir “dilek günü” esnasında, Bataklık Diyarından gelen yaşlı bir adam köpeğinin Ickabog tarafından yendiğini krala haber verir, Kral Korkusuz Fred ise Ickabog’u yakalamak ve öldürmek için tüm askerleri ve iki lordu ile beraber Bataklık Diyarına yola çıkar. Amacı Bayan Kırlangıçkuyruğu nedeniyle kendisine biraz küskün olduğunu düşündüğü halkına ve daha çok anlam veremediği iç sesine karşı güven tazelemektir.

Lordlar, Bataklık Diyarında kralın, Lord Salyan’ın, genç Bert’ün babası Binbaşı Pürneşe’nin ve Ickabog’un dahil olduğu bir olaylar silsilesini, efsaneyi de kullanarak kendi lehlerine çevirir, bir zamanların bereketli ve mutlu toprakları Kornukopya’daki herkesi -nerdeyse herkesi- satın alarak kralın gözlerini gerçeklere kör ederler. Ülkedeki insanlar gitgide fakirleşir, yalanlarla yaşar hale gelirler ve çöküş anlarını yaşarlar. Kornukopya’da kötü giden her ne olursa olsun dile getiren vatan hainidir ve bu korku kültüründe hiçbir yetişkin düşündüğünü dile getiremez. Bu duruma karşı çıkan bir grup azınlık da Lord Tükrer tarafından başarılı bir şekilde susturulur; bazen kendi ölümleri, bazen sevdiklerinin ölümleri, bazen sürgünler, bazen de hapisler ile. Askerler, çalışanlar, yaşayan herkes Lord Tükrer’in her dediğini kabul etmek, hatta desteklemek, işin bir yerinde ise lordun yalanlarına ortak olmak zorundadır. Ancak bir çocuk, annesi ölen bir çocuk olan Daisy, tüm krallığın ve Ickabog efsanesinin de kaderini değiştirecektir. Ickabog, bir çocuk masalıdır ve kazanan tabi ki yaşanan acılara ve verilen kayıplara rağmen iyiler olacak, kötüler ise cezalarını bulacaktır.

Aktardığım kısacık bu özet bile, aslında bu masalın, masal olmasının da ötesinde gerçeklerle nasıl örtüştüğünü bize gösteriyor diye düşünüyorum. Ickabog, yalanlarla yaşanan bir ülkede, çocukları korkutmak için anlatılan bir efsanenin bir kralı nasıl tahtından edebileceğini, yetişkinlerin korkuyla ses çıkarmaktan imtina ettiği bir dünyada yetim çocuklardan umutla, dostlukla, sağduyuyla nasıl kahramanlar yaratılabileceğini biz yetişkinlere de çok başarılı bir şekilde, sade, duru bir üslupla anlatıyor. Kitabı okuyunca daha iyi anlayacağız aslında; her gün belki yüzlerce Ickabog “duğuyor” dünyaya ve efsaneyi nasıl yazacağımız bize bırakılıyor.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

Esas mesele kaldığın yerden devam etmek

"Ben kurulmak için kırılmaya razıyım."

İnsan, hayatın ritmini yakalamaya çalışırken neler kaçırır? Zaman, geniş bir vakit değil de unutulması güç bir an mıdır? Bir saatin mekanizması üzerine düşünürsek nelere ulaşırız? Kol saatleri, duvar saatleri, masa saatleri, cep saatleri; zamanın kıymetini bilmek için insanın dört bir yanını çevirmek yahut kollamak için mi üretilir? Kaçan akrep midir yoksa yelkovan mı? İnsanlar ve saatler arasında nasıl benzerlikler vardır? Neden saat tamircilerinden sakin bir tavır, mütebessim bir çehre ve safalı bir gönül beklenir?

Dedemden geriye kalan bozuk Seiko 5'i tamir ettirmeyi uzun zamandır düşünüyordum. Günümüzde 'helal süt emmiş' diye tabir edilen insaflı esnaf yahut işinin ehli bir saat ustası bulmak gittikçe güçleştiği için bu zaman hep uzadı. Bir türlü tamir ettiremedim. Kol saatimi değiştirmek için saat kutumu her seferinde başka bir saati takmak için açtım ama önce hep ona baktım. Sanki ondan destur alıyordum saatimi değiştirirken. "Seni de bir türlü yaptıramadık, hakkını helal et" der gibi bir mahcubiyet de vardır elbette hâlimde. Sonra, bizim salonda yine rahmetli dedemden kalan bir duvar saati de gözüme çarpıyordu paslanmış aksanı ve donuk, durmuş cismiyle. Ruhu yok muydu? Bal gibi vardı. Yoksa tek bir bakışla hatırlatmazdı tüm anıları yeniden. Ruh dediğimiz şey hatırlamıyorsa eksiktir. İlk hatırlaması gereken de nereden kopup geldiğidir.

Bu duyuşlar ve düşünüşler içinde, evin -pandemi sebebiyle- ruhumu çökertmeye hazır yanlarıyla sarıldım Kuğu Boynu'na. Alt başlığında "kusursuz yenilgiler ilmihali" yazması endişe yerine huzur verdi diyebilirim. Çünkü kalemin sahibini biliyorum. O, okurunun elinden tutar, yolun sonunda dek bırakmaz. Beraber kaybedilir. Beraber mağlup olunur. Üzüntüler beraber yaşanılar. Evet, kazanca dair bir şey yazmadığımın farkındayım. Yenilginin kusursuzu çok güzeldir ama. Ne lütuflar vardır orada, ne hikâyeler, ne anlamlar... Okurun ve yazarın dışında kimler var hikâyede? Maden kazasında babasının vefat etmesinden sonra İstanbul'a yerleşen Mualla var. "Bugün pansuman edilen, sağaltılan yara, geçmişte çekilen acıyı niye yok etmiyor sizce? Çünkü her zaman dilimine, bir parçamızı koyarak ilerliyoruz. Bir parçamız burada iyileşse bile, başka bir parçamız orada kanamaya devam ediyor" diyen Mualla. Her şeyin farkında olup hiçbir şey yapamayacak kadar mağlup Mualla. Birçoğumuzun iç sesi, iç kanaması... Mualla'yı babasının bir emaneti olarak kabul eden ve gözeten eski bir mühendis, Atilla var. "Aramak mı, bulmak mı? Hangisidir bizi biz yapan? Avlanan kadar avlayan da sürüye dâhil demişler. Aramak kadar bulmak da paradoksa dâhil... Bulup yitirmek, yitirmek ve geri bulmak!" diyen Atilla. Sorularını sorunlara dönüştüren, sevilirken nefret ettirmeye çalışan, sadece mesleki anlamda değil birçok yönden yerin dibine girmenin yollarını bulabilen Atilla. Sonra, antika bir saatin peşine düşen Metin var. Hikâyenin gölge karakteri. Varlığı ve yokluğu bir, bu yüzden olmazsa olmaz belki de. Sanki okuru temsil ediyor biraz, kurgunun sadığı. Bülent var, her şeyin altında bir şey arayanlardan nefret eden ama duvarın içinden gelen tik tak seslerinin peşinden gidip her şeyi arayan. Dolayısıyla ince, hassas, kırılgan. "Cuma hutbesinde dinlemiştim. Onlar dünyaya yeniden bizi döndür de iyi şeyler yapalım derler, Rabbimiz ise 'bu boş bir sözdür artık' der ayetinde. İnsan dünyada da ahirette de boş boş konuşuyor demek ki" diyen. Son derece celalli bir saatçi var bir de. Ruhsal olarak değil de maddesel olarak kurtuluşa erenlerden olmak isteyen. Hızır'ı bekleyenlere nazire yapar gibi kendisini o sefil hayatından çekip çıkaracak derin, meraklı ve mutlaka zengin kimseyi bekleyen. Her kendi kendine söylendiğinde kendini bulabilen ve bu sebeple "saat kurulunca, insan kırılınca yerinde duramaz artık" diyebilen... Murat Usta var, Mualla'nın çok sevdiği babası, Atilla'nın yanında vakit geçirmeyi sevdiği tek kişi. Vaktiyle öğretmeninin, işaret ve orta parmağını birleştirip göğsüne iki kez vurarak ve ardından "burası temiz olacak evladım önce" deyişini rehber edinmiş Murat Usta. Yerin yüz kat altını bile gül bahçesine çevirebilecek düşü kurabilen. Hayri İrdal'ı da unutmamak lâzım. Kendi ruhunu keşfe çıkmış bir seyyah, münevver bir saatçi Hayri İrdal. Evet, evet. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nden...

"Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır... Buda gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur!" diye yazmıştı Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde, Tanpınar. "Zaman bir asansör gibi ya indirir insanın ruhunu ya da çıkarır. Ama asla istediği katta durmaz." diye yazan da Ayşegül Genç, Kuğu Boynu'nda. Dolayısıyla hikâyenin baş kahramanı zaman. Yeryüzüne ve insana hiç acımayan tarafıyla, merhametini ve şefkatini hazır tutan yönüyle, derdi ve neşeyi harmanlayan becerisiyle zaman. Ayşegül Genç, bir saatin mekanizmasından kuvvet alarak kurmuş hikâyesini. Böylece zamanın ne yöne aktığını da keşfetmesi gerekiyor okuyucunun. Bu keşfi hayatımıza doğru tutarsak eğer şunu görebiliriz: Her şey bitti denilen yerde başka bir şey başlıyor. O hâlde başlamak nedir, bitmek nedir? Fakir burada, Fütûhât-ı Mekkiyye'de karşılaştığımda tüylerimi diken diken eden bir söze başvurmak isterim. Şöyle demiş İbn Arabî sultan: "Bilmelisin ki Âlem küre şeklinde olduğu için insan sonundayken başlangıcına özlem duyar. Yokluktan varlığa çıkmamız O'nunla gerçekleştiği gibi yine O'na döneriz. Her iş ve her mevcut, kendisinden var olduğu başlangıca dönen bir dairedir."

Kuğu Boynu'nda da bunu görüyoruz aslında. Sevdiklerimizi toprağa gömsek de onlarla ve hatta onların meseleleriyle yaşamaya devam ediyoruz. Ölen kim oluyor bu durumda? Hatta kim değil, ölen ne? Ceset ölüyor, beden ölüyor. Ruh olduğu gibi duruyor. "İnsan ölür ama (u)ruhu ölmez" demiş türküde. Demek ki insan için yürünecek yollar bitmiyor. Öyküde, "kendi içine doğru yürüyene yoldan bol ne var?" diye sorulması bundan. İstisnasız bütün karakterler hikâye boyunca kendi içlerine doğru yürüyorlar aslında. Kimi orada kibrini görüyor, kimi merhametini. Bir dönüşümün gerçekleşip gerçekleşmemesi hikâyeyi ilgilendirmiyor. Tam orada okura düşen "acaba ne olacak?" diye sormak değil bu yüzden, "yaşamak kadar çürümek de bir hayat belirtisidir" diyebilmek. Ne güzel bir hatırlatma: bir yerde bazı eşyalar çürümüşse, paslanmışsa ve hatta yanmışsa, orada oksijen vardır ya hu. Hayat vardır. Hayat varsa her şey vardır. Dolayısıyla mesele insanın koşacağı yeri bilmesidir, kendini bilmesidir. Hikâyeden dinleyelim: "Bir hadis duymuştum rahmetli ustamdan. Rabbimiz demiş ki kul bir adım atarsa ben ona koşarım. Her şeyden münezzeh olan bir yaratıcının koşması mümkün müydü? Sonradan anladım ki koşmaktan kasıt koşturmak, yani Rabbimiz kul bir adım atsın diye dünyadaki tüm nimetleri onun emrinde koştururum demek istiyordu belki de. Zamanı, mekanı, diğer insanları, hayvanları... Bu yüzden koşar zaman. Bizim için koşar. Yelkovanın koşuşunun tek sebebi akrep bir adım atsın içindir. Ey insanoğlu bak akrebe benzeyen bir yönün daha çıktı."

Çürümenin Kitabı'nda Cioran'ın söylediği gibi; zamanın sınırsızlığı fazlasıyla acımasızdır. Her saniye dayanılmaz bir azaba dönüşebilir, her an bir darağacına çevrilebilir. Ama zaman teselli eder. Üretimin en büyük kaynağı olan sıkıntı, zamanın bir hediyesidir. Çaresizlik kamçılandıkça zaman ihlal edilmiş olur. Hayat ancak zamanın ihlâl edilmesiyle bir anlama kavuşur. Bu ihlâl için sormak, sormak, sormak gerekiyor. Ayşegül Genç, bilincin en affı olmayan yanına, hatıralara işaret ediyor. Kuğu Boynu'nda birini hatırlamakla göçük altında kalmak neredeyse aynı anlama geliyor.

Kaldığın yerden devam etmek. Belki de tüm mesele bu. Çünkü: "Sadece yeniden başlamaya niyet edenlerin yüzü gerçektir."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

13 Şubat 2021 Cumartesi

Bir arayışın romanı: İnsan ne zaman hür olur?

Peyami Safa'nın olgunluğa ulaşmış düşünce yapısının ve yazı tarzının ilk romanı sayılabilir Matmazel Noraliya'nın Koltuğu. Doğu- Batı sentezinden vazgeçmese de mistisizme ve spiritizmaya kayan bir değişim yaşamıştır. Bu eserinde değişiminin savunmasını okumuş gibi hissedersiniz.

Türk edebiyatında Peyami Safa tahlil konusunda önemli bir yer tutar. Kişiler üzerine öyle şeyler söyler ki ciğerinizi dağlar. Günümüz insanının bu materyalizm ve maneviyat arasında sıkışıp kalmasını çok iyi anlatır. Bizim iklimimizde kalmayı salık veren, Batıyla Doğu arasında sallanırken nerede kalmamız gerektiğini, onu okuyunca kararlaştırabilirsiniz. Peyami Safa her şeyi, herkesi tanımış, aidiyet işini halletmiş, tertemiz, merhamet abidesi bir yazar.

Matmazel Noraliya'nın Koltuğunda'da Peyami Safa karakter tahlilleri ile meselesi neyse anlatır. Eserde tıp, psikoloji, felsefe, ilm-i sima, -izmler hakkında ayrıntılı malumatlar verir. Eserin ana karakteri Ferit, dört yıl tıp eğitimine devam ettikten sonra felsefeye geçmiş ama orada da tutunamamış, hayata külli bir bilimsel gözle bakıp anlayamamanın verdiği ıztırapla ne yapacağını şaşırmış, en sonunda onu doğru yere ulaştırabilecek bir arkadaş (Yahya Aziz) bulup huzurun Allah'ta olduğuna inanan bir adamdır. Modern insanın güzel bir örneğidir. Kitabın başından itibaren bir çıldırma korkusu var, sonunda ya bir çıldırma hâsıl olacak ya da çılgınca bir durum meydana gelecek diye bekliyorsunuz. Ferit kitabın ilk sayfalarında kararsız ve uyuşukluk abidesi bir adam olmuş. Kendini hiç bir yere ait hissetmiyor ve üstüne bu durumun rezil bir durum olduğunun farkında. Arkadaş ortamı can sıkıcı. Suzy denilen bir kadın, çocuğunu İngilizce ninniyle uyutmaktadır. O evde olanlar, Türkiye'nin yozlaşmasının bir minyatürü gibidir. Ferit'in sevgilisi Selma'ya bedenini ve ruhunu göstermek ile ilgili ettiği sözler daha çarpıcı söylenemezdi. Yazar tek bir pencereden anlatmıyor, karşıt fikirleri öyle veriyor ki o iki karşıt düşünce de ona aitmiş gibi hissediyorsunuz.

Ferit, kitap ilerledikçe tasavvufla ilgilenen bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Önce Selma'nın gönlünü almayı düşünüyor, sakinleşiyor, ruhen başka bir yola giriyor. İçindeki o ince öze ulaşmak için önce taşlaşıp, sınırlarının dışına çıkması mı gerekiyordu? Belki de öyleydi. Ferit'in kardeşi Nilüfer'in hastalık hali öyle bir tasavvur edilmiş ki Peyami Safa'nın hastalıktan kurtulmayan ömrü gözünüzün önüne geliyor, otobiyografik bir hava esiyor. Ferit bir yerde kelimeleri didikliyor. Obsession kelimesi için bela fikir karşılık olabilir mi tartışmasını yapıyor içinde. Bir yazar sancısı olarak bu kelimeye takma halini verdiği yerde de hissediyoruz o havayı. Eda Hanım'ın anlattığı garip hadiseler, yangın meselesi, Tatvanlı Fatma'nın anlattığı gizemli hikâyelerden bütün Anadolu evlerinde anlatılmıştır. Bu anlatılar Ferit'in yaşayacağı mistik olaylara inanmasını, Matmazel Noraliya'nın ruhuna alışmasını sağlıyor sanki. Bir de garip olan bu yaşananlar sanki sadece kadınlara özgü, onların fark ettiği şeylermiş gibi kadınların ağzından anlatılıyor ve onlar tarafından inanılıyor. Ferit kadının yanında duran, ona inanan, güvenen bir erkek karakteri çiziyor. Tahir Bey kızı Eda'nın dediklerine inanmamasını istiyor ama Ferit onu dinlemeye devam ediyor.

Matmazel Noraliya'ya dair birinci bölümde hiç bir şey görmüyoruz. İkinci bölümde ortaya çıkıyor Noraliya. Onun evinde oturan Dimitri ve Fotika karakterleri var. Fotika, Noraliya'nın hikâyesini anlatıyor Ferit'e, günlüklerini okuyorlar. Koltuğun sırını çözmeye çalışıyorlar. Peyami Safa ruhsal yolculuklara inanır, bunu da bir gulyabani öyküsü gibi vermez. Duyularımızla ilgili, ruhsal yolculuklarla ilgili bilimsel veriler sunar okuyucuya. İkna olursun ya da acaba mı dersin. Sana başka bir kapı açar.

Matmazel Noraliya karakterinde kadının yeri ile ilgili mesajlar veriliyor. Noraliya'nın annesinin İtalyan olması, yabancı dil bilmesi, hatta o dilde esaslı kitaplar okuması, günlükler tutması, yaptığı iyilikler, yaşadığı sade hayat kadının baş üstünde tutulacak bir yerinin olduğu mesajını veriyor.

Yorgo'nun Noraliya'ya hayret etmesinde ince göndermeler vardır: "Nasıl oluyor da bir Müslüman kızı hem böyle erkekten kaçıyor hem onunla konuşuyor hem İtalyanca biliyor hem anası ona kah Nurilya kah Noraliya diyor hem adı Nuriye'dir hem kapalı hem de ... Postoleni ... Böyle.. Açık fikirli bir kız..."

Modernlikle Müslümanlığı yan yana telaffuz etmekten korkanların söylemeye cesaret edemedikleri cinsten cümleler. Kitap burada Ferit'in meselesi olmaktan çıkıyor. Kadınıyla erkeğiyle bir aydın kesimin bunalımını okuyoruz. Elindeki zenginlik ve ilimle ne yapacağını şaşırmış bu insanlara dersi Noraliya veriyor. Noraliya'nın sade hayatı bir dervişinkini andırıyor.

"Sade, sade, çok sade. Ne lazımsa o kadar. İki odanın birinde yatar, ötekinde yemek yer, dua eder, okur, yazarmış."

Noraliya'nın günlüklerine baktığımızda modern muhafazakâr kadının sancılarını ortaya döker. Noraliya hâlihazırda sayıları çoğalmış modern Türk Müslüman kadının da simgesi sayılır. Yazma derdinde, dünyayı temaşa edip anlamaya çalışma derdinde, arzusunu öldürme derdinde, Allah'a ulaşma derdinde. Ferit, Noraliya ve Selma'yı hayatları içinde yaşadıkları tezatlıklar sebebiyle birbirine benzetiyor. Noraliya'nın cisminde ferdiyetçilik, cemiyetçilik tartışmasına bile giriyor. Noraliya'nın koltuğu onun yalnız kendi benliğine değil, bütün benlere, mücerret bene isyandır. Onun koltuğu vardır ve bu koltuk bir isyanın ve aydınlığın sembolüdür. O koltukta Ferit kadının kıymetini ve sırrı anlamıştır. Sır ebedilik, Allah, enerji, hayat, ruh, cevherdir. En büyük sır mahfazası mezardır ve ölmek sır saklamaktır. Aziz ile Ferit yeni bir dünya düzeni, sömürünün, liyakatsizliğin olmadığı, âlimin de işçinin de hakkının verildiği bir düzen üzerine bile konuşurlar. İnsan ne zaman hür olur sorusuna cevap bulurlar.

Beni en çok etkileyen yer ise Ferit'in şu söyledikleridir:

"Ben diyordun, arkamdan siyah bir köpek geldiği, için değil, Tahir bey yükte yattığı için aklımı bozabilirim."

Böyle bir vicdana ihtiyacımız yok mu?

Mevhibe Şenel
mevhibe.senel@gmail.com

9 Şubat 2021 Salı

Yaşamak kendimizden uzaklaşmakla başlar

Wade Davis’in, Yol Bilenler’i (Kolektif) çok güzel bir kitap. Her güzel kitapta olduğu gibi tek bir soru’nun peşinden gidiyor: modern dışı ya da sanayi öncesi diye kolayca büyük bir genellemenin içine soktuğumuz küçük ama kadim kültürlerin, sanılanın aksine giderek değerini kaybetmek şöyle dursun fazlasıyla önemli hale gelişinin ardındaki nedenleri sorguluyor. Dünyanın “düz” olmadığını, “tepelerle, vadilerle, ilginç anomalilerle ve ruhani faaliyetlerle dolu bir yer” (s.14) olduğunu bilerek ilerliyor.

Binlerce yıldır çölün ortasında ya da buzulların arasında hayatta kalmayı başarmış insanların ilkeller değil hiç açılmamış bir yoldan ilk gidenler, yolu ilk bulanlar olduğunu, klişelere kapılmadan kendi tecrübelerini katarak, heyecanını kelimelere aktararak anlatıyor. Bu yalın gerçekliği görmek için aynı yalınlıkta bir eylem gerektiğini, bunun için tek yapılması gereken şeyin içinde yaşadığımız toplumun bakış açısını ve yaşam değerlerini mutlak gerçeklikmiş gibi görmemek, basitçe kendi dünyamızdan çıkmamız gerektiğini vurguluyor: “İçinde yaşadığımız sosyal dünya, mutlak bir anlamda var değildir; sadece bir gerçeklik kalıbından, ait olduğumuz kültürün ataları tarafından nesiller öncesinde layıkıyla yapılmış birtakım zihinsel ve manevi seçimlerin sonucundan ibarettir.

Her kendini bilen insan gibi, kendi kültüründen ve yaşadığı dünyadan çıkıp uzak diyarların yaşamlarına dalmayı, dünyayı anlamlandırmanın sayısız başka biçimlerinin olduğunu sürekli akılda tutmayı ve esen rüzgarın bilinmeyen bir yerlerden bize mesaj getiren aracılar olabileceğini düşünmemizi istiyor. Rasyonel aklımızın, teknolojiye dayalı ilerleme yanılsamalarımızın ve basit yaşamlara tepeden bakan kibrimizin üzerinden tabiri caizse buldozerle geçiyor.

İnsan aklının alamayacağı kadar karmaşık, sonsuz ve tuhaf bir dünyayı küçük aklıyla anladığını ve açıkladığını zanneden basitliğin karşısına derin bir bilgelikle ve kadim öğretilerden süzülüp gelen koca bir yaşam felsefesiyle çıkıyor. Ve bütün bunlar için seyahat etmek gerekiyor: “Seyahat etmenin en güzel yanlarından biri, kadim yol yordamları unutmamış, geçmişlerini esen rüzgarda hâlâ duyabilen, yağmurlarla yıkanan taşlarda hissedebilen, bitkilerin kekre yapraklarında tadabilen insan toplulukları arasında yaşama fırsatı yakalamaktır.

En az hayatı var eden biyosfer kadar önemli bir başka katmandan, kendi deyişiyle “yaşam ağı”ndan, yani “etnosfer”den söz eder: “Biyosfer dediğimiz biyolojik yaşam ağı yeryüzünün selameti için ne kadar önemliyse, bu yaşam ağı da o kadar önemlidir. Bu sosyal yaşam ağına ‘etnosfer’ diyebiliriz. Bu terim, bilincin ortaya çıkışından bu yana insan imgeleminin hayat verdiği bütün düşüncelerin, sezgilerin, mitlerin, inanışların, fikirlerin ve esinlerin toplamı olarak tanımlanabilir.”. İnsanlık, tek bir ailedir ama bu ailenin en belirgin özelliği kendini içinde bulduğu karmaşık bir dünyada yolunu bulabilmesini sağlayan sezgisel aklı ve hayal gücünün bambaşka kapılar açması, zengin bir çeşitlilik içermesidir.

Davis’in kitabı, her iyi kitapta olduğu gibi tek bir mesaj verir aslına bakılırsa. Bu mesaj, bir yerde saygıyla ve sitayişle bahsettiği antropolog David Maybury-Lewis’ten ilhamla, ister modern ister modern-dışı olsunlar veya bugünkü baktığımız yerden teknolojik, ekonomik ve siyaseten ne denli “geri kalmış” gözükürlerse gözüksünler, bütün kültürlerin esasında “aynı zihinsel kıvraklığa” ve “aynı zeka kapasitesine” sahip olduğu görüşüdür: “Bu zihinsel kapasitenin ve potansiyelin, Batı’nın büyük bir başarıyla elde ettiği gibi, müthiş teknolojik buluşlar aracılığıyla mı, yoksa sözgelimi Avustralya’daki Aborjinlerin büyük önem atfettiği gibi, bir efsanenin özünde bulunan karmaşık hafıza düğümlerinin çözülmesi aracılığıyla mı hayata geçirileceği, tamamen bir tercih ve yönelim meselesidir, uyum sağlamaya yönelik güdülerin ve kültürel önceliklerin neticesidir.

Yani, “geri” ya da “modern-dışı” saydığımız kültürlerin Batı kültürleri gibi olmayışı zannedilmek istenilenin aksine, Batılılar gibi olmak isteyip, bunu deneyip başarısız olmaktan kaynaklı bir istenmeyen sonuç değil tam aksine bilerek ve isteyerek yapılmış tercihlerin bir sonucu olabilir. Çünkü -evet burası son derece önemli!- her kültürün hayatı anlamlandırma biçimleri, doğayla ve yaşamla kurduğu bağ, insanların birbirlerine olan bağlanışları ve en önemlisi, dünyaya dair soruları başka başkadır. Teknolojik gelişme ya da ilerleme çoğu kez nasıl sorusunun cevabıdır oysa kadim bilgelik hemen her zaman -Davis’in kitabın başından sonuna ustalıkla gösterdiği gibi- niçin sorusunun ardında gizlidir.

Hiçbir kadim kültürün ana amacı “daha iyi” bir yaşam olmamıştır çünkü daha iyi bir yaşam gerçek manada bir amaç değil amaçsızlıktır oysa varlık ve insanlık amaçsız bir dünyada ancak kendini sonlandırabilir. Diğer bir deyişle, eski kadim kültürlerde dünya, bilimin konusuna indirgenemeyecek ya da nesneleştirilemeyecek kadar canlılığa sahip, nasıl anlamlandırdığınıza göre değişen anlamlara sahiptir. Eğer bir kültürde başlangıç ve son diye bir şey, zaman diye bir şey yoksa yaşamın salt yaşamaktan ibaret bir anlamı olabilir mi?

Bilgeliğin ya da hikmetin amacı, hayatın anlaşılmazlıklarını açıklamak değil varlığın içinde olduğunu bildiğimiz ama dile getiremediğimiz esrarın sezgisel bilgisine kavuşmaktır. Bu hayatın amacı, yaşamak ya da daha iyi yaşamak değil, tam tersine yaşamın amacı bu hayatı anlamak ve anlamlandırmaktır. Böyle bakınca her şey daha anlamlı hale gelir. Bakmasını bilenler için, bulutların renkleri ve şekilleri, rüzgarın hangi yönden estiği, kuşların başıboş dönüşleri ya da ormanın sessizliği anlam yüklü bir yaşam amacının şifreleridir. Yazılı bir kültürünüz olmasa da hayatı okumak mümkündür. Ancak böyle bakan biri akan bir nehrin sesinde insan kalbinin çıkardığını andıran sesler duyabilir; tıpkı bir roman okuyan modern bir insanın karakterleri canlandırması ve canlı zannetmesinde olduğu gibi!

Modernizmin bedeli ağır olmuştur. Bununla yalnızca irrasyoneli, büyüyü, geleneği, inançları, mitleri, mistisizmi ya da metaforik zihni terk etmiş olmadık. Bununla esasında bütün bunları yaratan aklı ve hayal etme gücünü, ruhsal derinliği de yitirdik ki sonuçta hayat -belki de!- hiç olmadığı kadar rasyonel ama hiç olmadığı kadar yüzeysel, amaçsız ve anlamsız hale geldi. Bu yeni insan için elbette ki “toprağın bir ruhu olabileceği, bir şahinin uçuşunun bir anlam taşıyabileceği, ruhani inanışların hakiki yankılarının bulunabileceği fikri alaya alınıp bir kenara” atılacaktır. Oysa, mühim olan bir şahinin uçuşunun bir anlam taşıyıp taşımadığı değil, insanı bunu düşünmeye iten yaşamın bilgelikle ve derinlikle yüklü olabileceği fikridir.

Kuş uçmaz kervan geçmez yerlerin ortasında, dünyanın en zor tabiat şartlarında küçük kabileler halinde yaşayan insanlar dışarıdan bakıldığında sadece hayatta kalmak için uğraşıyor gibidirler çünkü aslında yaşamak için yaşamamaktadırlar. Başka bir deyişle, önce hayatta kalıp sonra yaşamamakta, ya da önce iyi bir ev, araba, iyi bir meslek ve eş sahibi olup sonra yaşamaya çalışmamakta, baştan sonra canlı bir yaşamın içinde her an onunla birlikte nefes alıp vermekte, bütün bir hayatla, dünyayla ve de ölümle bütünleşmektedirler. Burada inanç ve öğreti kişiyi o kadar güçlü bir biçimde sarıp sarmalar ki onun dışına çıkmak dünyadan atılmak gibidir. Dünyayı tüketmek, onu bir hammadde deposuna çevirmek kutsala yapılmış bir saldırı olabilir. İnsan belki de bu dünyaya almak için değil vermek, tüketmek için değil besleyip büyütmek için gelmiştir ve böyle bakabilmek için nasıl değil niçin sorusunu sormak gereklidir.

Bitirirken bir kez daha, Davis’in -kelime kelimesine katıldığım ve daha iyi ifade edemeyecek olduğumdan emin olduğum- şu sözleriyle son verelim: “Elinizdeki kitaptan tek bir mesaj çekip çıkaracak olsaydım o da şu olurdu: Kültür kesinlikle eften püften bir şey değildir. Ne süs ne de zanaat ürünüdür, ne de söylediğimiz şarkılar ya da ettiğimiz dualardan ibarettir. Kültür, hayatların üzerini anlamla örter adeta. Bireyin, bilincin sonsuz duyumsamalarını kavrayabilmesini, ne anlam ne de düzen içeren bir evrende nihayet anlam ve düzen bulabilmesini sağlayan bir bilgi bütünüdür.

Bitirirken” dedim ama yine de benim tek cümlelik mesajım ne olurdu diye kendime soracak olursam, anladığım şey şu ki hayatı gerçek anlamda yaşamak kendimizden uzaklaşmakla başlar ve bunun da en iyi yolu başka kültürlerde yapılan yolculuklarda gizlidir. Sayısız öğretiden ve bilgelikten beslenerek ilerleyen, hiyerarşi kurmadan insanlara eğilebilen, yaşamak için yaşamanın dayanılmaz ağırlığından uzakta, yorgunlukların keyfe dönüştüğü bir yolculuk hayatın anlamı nedir sorusunu unuttuğumuz ve tam bu nedenle bu anlamı kendi içimizde duyduğumuz bir pencere açabilir.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

Boğaz'ın azizleri, gönül yurdunun sultanları

Yahyâ Kemâl, İstanbul'un Fethini Gören Üsküdar şiirine "Bir ulu rüyayı görenler" diye başlar. Bir başka güzide semti anlattığı Koca Mustapaşa şiirinde ise "Seyredenler görür Allâh'a yakın dünyâyı" der. Şairin burada iki manevi beldeyi anlatırken kullandığı seyretmek, görmek ve rüya kelimeleri çok önemli. Çünkü rasyonel yaşıyoruz. Akıl, zihnimizi zindana çevirmiş durumda. Gönül yıkık, kalp paramparça. Aradığımızı, sadece akılla arıyoruz. Oysa gayret için aşk kâfidir. Aklıma gelmişken, vaktiyle Üsküdar'da bir şeyh efendi dervişine altı ay Allah demeyi yasak etmiş. Derviş şaşkın. Nasıl olur, nasıl olur diye yanıyor. "Evladım" demiş şeyh baba, "sen kafanda kendince bir put yaratmışsın, ona Allah diyorsun."

Pandemi yaşadığımız şehirle aramızı açtı. Soluklanacak yer niyetiyle imkan buldukça mezarlara ve muhafızlara gidenler bir nebze sakin. Âşıklar sükûnet verir elbet. İşte, gidemeyenler için bir imkan. Şahane bir kitap: Boğaz'ın Dört Muhafızı. Üslubuyla, fotoğraflarıyla seyir zevki yüksek bir belgesel gibi. Geldiği günden beri elimde. Bitmesin diye ara ara okuyorum. Samet Altıntaş'a, çalışmasını gönderme nezaketinde bulunduğu için teşekkür ediyorum. Hani tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş diye bir söz var ya, kargo paketini açar açmaz ağzımdan çıkan söz oluverdi. Kitabın, daralan ve sıkışan yüreklere ferahlık vermesini dileyerek biraz sayfalar içinde gezinelim istiyorum.

Yazar, muhafızları anlatırken bir şehre ve tarihe hangi yönlerden bakılması gerektiği konusunda zihin açan atıflarda bulunuyor. Bir yandan tasavvuf literatüründe önemli yeri olan, diğer yandansa oldukça güncel eserlerden yararlanıyor. Mesela bunlardan biri, Mustafa Kirenci'nin hazırladığı ve Tâhirü’l-Mevlevî'nin 1910-1951 yıllarını kapsayan İstanbul yazıları: Bahar Kadar Taze, Hayat Kadar Nazik. Yine mesela, Walter Benjamin'in Pasajlar'ı, Italo Calvino'nun Görünmez Kentler'i ve elbette Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir'i, Yakup Kadri'nin harikulade eseri Erenlerin Bağından'ı da eşlik ediyor okuyucuya, onun ölü toprağına bürünmüş his dünyasını harekete geçirmek için. İstanbul'u yeniden ve her şeye rağmen güzellikleriyle görebilmek için. 

İstanbul, bütün azizliğini içinde yatan azizlere borçludur. Onlar, Hakk'ın Hayy esmasıyla her an hazırdır ve nazırdırlar. Kimlere? Nazar edenlere. Gözle görmek için evvela gönül kapısını açmak gerektiğine inananlara. İstanbul'da sırlı birçok büyük zât sık sık ziyaret edilir, manevi makamları hürmetine Hakk'tan yardım talep edilir, her türlü darlık ve zorluk anında o büyüklerin isimleri anılır. "Kara toprağın altında gül deren elleri gördüm" demiş Yûnus. Bu topraklarda gönlü sıkışan kim varsa evvela o gül deren elleri görmeye gider. Onlardan aldığı kuvvetle Hakk'a niyaz eder. Kimi zaman, "benim yüzüm yok, şu gül yüzlünün hürmetine" der. Böyledir buralar. Naz mayalıdır.

Samet Altıntaş, dikkatli okurların anlayacağı üzere İstanbul'un değil, boğazın muhafızlarına odaklanmış. Onlar, tabiri caizse karşılıklı birer kale gibi dikilirler İstanbul'un kenarlarına. Hikmet-i Hüdâ, bulundukları konum itibariyle insanın gözüne de gönlüne de şifa olurlar. Hava ayrı güzeldir oralarda, güneş sanki başka parlar, bulutlar narince geçer, çiçekler birbirlerine sanki koku fısıldar. Üsküdar'da Aziz Mahmud Hüdâyî, Beşiktaş'ta Yahyâ Efendi, Beykoz'da Yûşa, Rumelikavağı'nda Telli Baba; her vakitte dertli gönülleri bekler. Türk İstanbul, onlarla Türk'tür. Aziz İstanbul, onlarla azizdir. Bugün, her ne kadar güzel bakmaya çalışıp da güzeli pek göremesek de, onlar vesilesiyle yaşadığımız şehrin hâlâ güzel olduğuna inanırız, inanmak zorundayız. Aksi, edebe mugayir olur.

Sultanlara sultanlık eden sultan dendi mi, akıllara Hüdâyî gelir. "Yedi padişah mübarek ellerini öpmüşlerdir, Sultan Ahmed Han önünde yaya yürümüştür, 170 bin müride izin vermiştir, asrın kutbudur, hakikat sırları hazinesine ulaşan, marifet çeşmesinin çeşmebaşıdır" der Evliyâ Çelebi onu anlatırken Seyahatnâme'sinde. Büyükler demiş ki, Hüdâyî İstanbul'a gidene kadar bu toprakların manevi anlamda merkez beldesi Bursa idi. Yine derler ki bir insan, iki kez doğmalı. İlk doğum anadandır. İkinci doğum mürşitten. Üftâde, o aşk dolu nefesiyle üfledi, böylece Bayramiyye yolunun Celvetî kolu, Hüdâyî tarafından kurulmuş oldu. Sonra o koldan ne büyükler doğuverdi, bazılarının isimlerini anmadan olmaz: Selâmi Ali Efendiİsmâil Hakkı BursevîFenâî Ali Efendi, Haşim Baba... Sabah ezanından kısa bir süre evvel Hüdâyî yokuşunu tırmanmak, birbirinden esrarengiz kokular eşliğinde kapısına varmak, merdivenlerini bir ömrü bitiriyormuş gibi ağır ağır çıkmak, şükretmek, şükretmek ve daima şükretmek, insana öyle kalp safaları verir ki... Bir kere sevilmek dahi insana yeter. Hazret ne buyurmuş: "Vefatımızdan sonra kabrimizi ziyaret edenler ve türbemizin önünden geçtiğinde bir Fatiha okuyanlar bizimdir."

Muhteşem Süleyman'ın süt kardeşi dendi mi, akıllara Yahyâ Efendi gelir. Onun dergâhı, sanki İstanbul'u seyreden koskocaman bir yüz ve İstanbulluların gönlünü hoş etmek için bekleyen bir kutlu belde gibidir. "Ölüm burada, hemen iki üç basamak merdiven ve bir iki setle çıkıverilen bir bahçede hayatla o kadar kardeştir ki bir nevi erme yolu yahut aşk bahçesi sanılabilir" der Tanpınar, Beş Şehir'inde. İlham mı arıyorsun? Gözyaşı mı dökmek istiyorsun? Af mı diliyorsun? Derin bir tefekküre dalmak yahut sadece uyuklamak mı istiyorsun? Orada muhakkak mükafatı vardır. Özellikle son yazdığım şaşırtmasın, istemeden de olsa uyuyup nice mükafatlar alan büyüklerimiz olmuştur. Çünkü niyet mühimdir, neden gittiğin mühimdir. "Arzun sahih olsaydı, sana çareler gösterilirdi" der İbn Arabî sultan. Aşkla gideni, Hızır'ın dostluk ettiği Yahya Efendi boş çevirir mi hiç? Onun sultanlığı, maddi değil manevi sultanlıktır. Bu sebeple zamanın gayrimüslimleri dahi ziyaretinden vazgeçmemiştir. Öte yandan, dergahın bir çeşmesi vardır, Sultan Hamid tuğralı. İşte o çeşmenin arkasında eskiden bir selvi ağacı varmış. Yahyâ Efendi ile Hızır sultan burada buluştukları rivayet edilirmiş. Bu rivayet, aklı küçüklere fazla gelmiş. 1980'li yıllarda caminin o zamanki imamı tarafından bid'at diye kestirilmiş. Ya hu Hızır istese senin evinin damında buluşur istediğiyle, dememiş mi acaba hiç kimse...

"Yürüyen zaman, varlığımızı dirliğimizi, asırlar içinde ve târih sahnesinde biriktirdiğimiz topladığımız nafaka ve sermâyemizi silip götürdü. Açız. Göreneğinden geleneğinden, târihinden mâzisinden kesilmiş, bir lokmaya muhtaç garipleriz." diyor Sâmiha Ayverdi, Boğaziçi'nde Tarih adlı tadına doyulmaz kitabında. Lokmayı sadece maddi bir şey zannettiğimizden, peşinde koştuğumuz da dünya oluyor sadece. Oysa manevi lokmalar, kişiyi hem bedenen hem kalben hem de zihnen doyurur. O lokmalara talip olanlardan kimileri Yûşâ Tepesi'nde alıyor soluğu. Yahya Efendi'nin üç gece üst üste Yûşâ'yı rüyasında gördükten sonra kabrini keşfetmesi, kabrin yeri net biçimde belirlenemediğinden o kadar uzun olması, orada yatanın Yûşâ olup olmaması bahs-i diğer manevi lokma talipleri için. Onlar zaten "kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına" demişler, sabır ve şükür sarhoşu olarak niyaz etmeyi bir yaşayış hâline getirmişler. Turistik ziyaretle gidip dönenleri hariç tutuyoruz. Sonra, bir de Telli Baba var. Onun yaşadığı zamanlarda Kâdirî tâc-ı şeriflerine tel örülürmüş. "Allah'ın gelinleri" der gibi. İşte Telli Baba da o telleri örermiş, bu meşgalesiyle nam salmış. Göçtükten sonra da bilhassa evlenemeyen, evlat sahibi olamayan, geçiminde darlık yaşayanların ziyaretgâhı olmuş kabri. Öyle ki, Halvetî-Cerrâhî şeyhi Muzaffer Ozak önce kız ardında da erkek evlat sahibi olmak için bir dost tavsiyesi üzerinde gitmiş Telli Baba'ya. Mevlâ'ya Telli Baba'nın nazı geçmiş ki sahaflar şeyhi Ozak da yirmi beş yıllık evliliği geride kalırken birer birer kavuşmuş evlatlarına, adaklarını da yerine getirmiş titizlikle.

Samet Altıntaş, Boğaz'ın Dört Muhafızı kitabında İstanbul'u aziz yapanları anlatıyor. Şehrin ebedi nefesleri eşliğinde uzak ve yakın tarihi birliyor, okunması zevkli bir kitap-belgesel sunuyor meraklılara.

İnsan, gönlünü doyurmak ve ruhunu onarmak için İstanbul'u adımlamaya başladığında, kalbinin sesini iyi dinlemeli. Gün olur ki ayakları götürüverir bir büyüğün başucuna. Hürmet ve sevgi karşılıksız kalmaz oralarda: "Edeple gelen, lütufla gider"...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf