13 Eylül 2020 Pazar

Yakın çağın düşüş sancıları

Şule Gürbüz, Öyle miymiş? diye bir kitap yazmış, iyi ki yazmış, var olsun. Eser, İletişim Yayınları'ndan 2016'da çıkmış. Yazar Öyle miymiş? diye soruyor biz de ya öyle miymiş diye gah soruya soruyla cevap veriyor, gah ya işte öyleymiş diyerek sormaya cesaret edemediğimiz soruların cevabını buluyoruz. Yazarın hem Cambridge'de felsefe eğitimi almış olması hem de bir mekanik saat ustası olarak bilfiil çalışıyor olması kitaptaki zaman mefhumunu ince ince tatlandırmasının sebebi olabilir. Yazar zamanın, inancın, ümidin ne olduğunu kafamızda şekillendiriyor. Kitap roman değil, hikâye değil ama hikâyeleri var bir kahramanın fikir sancılarını ele alan. Tür olarak ne olduğunu adlandırmak konusunda zorlansak da iç seslerin yoğun olarak kullanıldığı bir deneme kitabı diyebiliriz. Ya da bu konuda hiç telaşa düşmeden kelimelerin tadını çıkarabiliriz.

Yazarın kafasından geçen kuyruğu birbirine çarpmadan dolaşan var oluşa dair binlerce fikir. Bu tip varoluşsal problemleri ele alan eserlere pek rastlamıyoruz Türk edebiyatında. Bir Nurettin Topçu vardır felsefenin edebiyatta, sanatta olması gerektiğine inanan. Felsefenin, varoluşun edebiyatta olması gerektiğine inanan edebiyatçılarımız var olsa da sayı ve nitelik yeterli değil. Türk aydını modernleşme sorunundan muzdariptir. Ya Batı'ya körü körüne inanılmış, bağlanılmış, ya da ondan tamamen yüz çevrilmiştir. Bu da okuduklarımızın, izlediklerimizin sığ kalmasına sebep olmuştur. Şule Gürbüz çağımızın Türk aydınının karşı karşıya kaldığı bu sorunu aşmıştır. Ne körcesine bir Batı idealine saplanmış ne de dünyada olup biten bunca fikir sancısına gözünü kapatmıştır. Bizim fikir sancımızı yazmış, bizim inancımızı yazmış, bizim dilimizi konuşmuş, hasret kaldığımız Türkçe düşünen yazar olarak bence milli edebiyatta yerini sağlam bir temele oturtmuştur.

Kitabı okurken Albert Camus'nün Düşüş'ünü hatırladım, orada çekilen sancıları Öyle miymiş? 'de sobanın arkasında oturan kız da çekiyor. Bizim milletten böyle bir sancı çekecek insan çıkmaz diye hükmetmişken, kendi içinde buluyorsun o sancıyı çekeni. Bunların hepsini nasıl derleyip toparlamış da kaleminden dökmüş, bir kitaba sığdırmış, doğrusu takdire şayan. Üstelik böylesine zor bir kitabı nasıl olmuş da benzersiz bir Türkçe ziyafetine dönüştürmüş orası da ayrıca alkışlanası. Kitabın dili çok sağlam, üzerinde çok çalışıldığını ve yazarın yıllarca biriktirdiğini gösteriyor. Her yazar biriktirir ama Şule Gürbüz ilk romanı Kambur'dan on sekiz yıl sonra Coşkuyla Ölmek'i yazmış. Onun ardından Öyle miymiş? eseriyle karşımıza çıkmış. Belki bu uzun süre bize onun anlatımının nasıl güçlendiği hakkında bir şeyler söyleyebilir.

Kitap dört bölümden oluşmakta. Birinci bölüm Cennet Varken Cinnet Olabilir mi?. Bu bölüm kısa metinlerden oluşmakta. İnsanı durup düşünmeye davet eden yazılar.

"Dünya, orta halli dünya, insan aşağı seviye, palamutlar eh taze işte, bunlarla oyalan, 'Allah bir' de geç git işte." (s.33)

"Baş suya eğilmeyince, ne dediğini dinlemeyince, taş bir sade kuru taştan sayılınca ve diken değdiğinde hatırlanınca, iz ve ima arayan, kendi ayıbının izini süren kalmayınca, bu sürek avı sade izleri süpürmeye yarayınca, bir şeyleri üzerine alınan olmayınca eşya konuşmayı ve işaret vermeyi bıraktı." (s.40-41)

Her metin üç çiçek ya da üç kuş ismiyle bitiyor. Nedir bunlar diye bir tabiat merakı sarıyor hücrelerinizi. Hikmet arıyorsunuz, bunca varlık sizi Allah'a götürüyor, merak etmeye, hayret etmeye götürüyor, sizi bir anlam arayışına girmeye teşvik ediyor. Eğilip kulak versek bize ne meseller, ne hikâyeler anlatacaklar? Bunca isim verilmiş varlık, bunca zenginlik boşa olmasa gerek. Bu tabiat okumaları tabii ki sığ kalmamalı, kökten etki etmeli. İnsanın ne kadar da unutkan olduğunu da anlatır satırlarında.

"Koca ceviz ağacına çıtırtı der, göle durgun, ineğe munis, koyunun yanında durup bir poz aklını beğenir, azcık puhu kuşuna şaşar, onu da sabah namazından sonra geri yatıp uyuyunca unutur." (s.31)

"Ey Türk genci,
Sen ne zaman gerçekten öleceksin, buhran ne, kıpkızıl yanmak ne, ne zaman bileceksin?" (s.39)

Kitabın ikinci bölümü Hayır Demeden İtiraz. Bu bölümde yaşamak, yaşayabilmek, ölmek, ölebilmek, asıl amaç ne, bunların içinde ne var gibi soruların cevabını çocukluğundan beri içine bakan birinden dinliyoruz. Bir sobanın arkasında oturup okuyan, düşünen bir kız çocuğunun bilincinden akanlarla yol nerelere varıyor, görüyoruz.

"Her ruhun vatanı var, onu bulmak ve oraya ne kadar çorak ve uzak da olsa gidip yerleşmek, oranın lisanını öğrenmek zorunda, ne denildiğini anlamak, ağıtları çözmek zorunda. Ölebilmek zorunda. Ölmeyi kolaylamak zorunda, ölmeyi anlamak zorunda. Tamam da nasıl yaşanacak, nasıl yaşanacak, nasıl yaşanacak, böyleyse neden yaşanacak, neden yaşanacak, ölebilmek için mi? Ölebilmek için yaşanacak. Yaşayabilmek ölebilmenin, yerinde yurdunda ve kendin olarak ölebilmenin yolunu açarsa yaşanabilmiş olacak." (s.90)

Anlatıcının derdi nasıl yaşanacağı, neyle yaşanacağı oluyor. Soruları hep bu yönde olmuş, öğrenebilmek için okumuş, içine bakmış, aramış, bulacağını, bileceğini zannetmiş ama sonunda ölüme, bilmemeye varmış.

"Kendime uzun uzun baktım. Başkalarına uzun uzun baktım. Uzun uzadıya bakacak uzunlukta ve genişlikte fazla bir şey olmadığını yaşayanların ve yaşamanın ince uzun dar bir çizgide arkaya zor dönülür ve görülür bir darlıkta sıkışmak ve güçlükle ve tek yöne iradesiz ve amaçsız bir sıkıntılı yürüyüş olduğunu iyice anladım." (s.50)

İnsanın kendini bulması, tanıması için doğru sorular sorması çok önemlidir. Felsefede de insanı düşündüren sorulardır. Sordukça bir yere varacağınızı sanırsınız, ama öğrendikçe daha da battığınızı hissettiğiniz anlar olur. Schopenhauer çok okumanın insanı ahmaklaştırdığını, zihnini felç ettiğini söyler, bakın Gürbüz ne demiş bu konuda:

"Okudukça anlamayışım içimde anlamamanın artması diyebileceğim bilgi ve anlayış artmasının tam aksi kutbu diye tarif edeceğim ama bir şey tarif etmiş olmayacağım bir kalınlık oluşturuyordu. Anlamayışta derinleşiyordum. Akıl gibi ahmaklık da derinleşebiliyormuş, bunu merak edene karnımı yarıp bu hiçbir şey bitmez çorak araziyi gösterebilirdim." (s. 60)

İç sesin sahibi eleştirmiş, sorgulamış, öfkelenmiş, feryat etmiş, bildiğini zannetmiş, bilemediğini anlamış bir zihnin hezeyanlarını yaşamış. Üzümlü kekte teselli bulmuş, insanlardan tiksinmiş, bir soba arkasına sığınmış.

"Bu dirilik can mıdır? Bu ölülük vefat mıdır, yürümek midir, göçmek midir, öbür dünyaya doğmak bu mudur, öbür dünyadan buradakini boğmak bu mudur? Bilmem ki söyleyeyim, acaba bilsem söyleyebilir miyim, insanın bildikleri söyleyebildikleri midir? Yoksa bilmek feryat mıdır, bilmek söze mi dökülür göze mi, gözden mi dökülür, bu dökülenler nerdedir, birikir mi kurur mu?" (s.59)

Bu bölümdeki isimler ve terimler çok zengin bir argümanın göstergesi sayılabilir. Russell, Weber, İncil, Meister Eckhard, Augustinus, Bach, Kierkegaard, Heidegger, Dostoyevski, Tolstoy, Herodot, Platon, Socrates, Hausmann, Notre Dame, Hz. İsa, Hz. Musa, Nietzsche, Hz. Süleyman, Pascal, Leibniz, Bessiyeli Eyüp, Yunus (a.s), Spinoza, Şeyh Galib, Kaşani, Yahya Kemal, Ziya Osman, Cahit Külebi ve daha nicesi bizi Batı felsefesine, İslam tasavvufuna ve Doğu inanç biçimine götürüyor. Bizim ve Batı'nın fikir macerası arasında derin bir fark olduğunu şu sözleriyle ne güzel anlatmış yazar:

"Şöyle bir rahatça cinnet geçirilmez, kulak burun kesilmezmiş. Memlekette zulmedecek milyonlarca insan varken estağfurullah, insan bu hazineyi bırakıp da kendine zulmetmezmiş. Bu bıçak asla kendine dönmez, bela ise başkasının başına bela olur, sapık ise birisinin sapığı olur, müstakil kendi kendinin sapığına hiç tesadüf edilmezmiş." (s.136)

Cinnet geçirebilirsiniz ama kendinize mukayyet olmak şartıyla.

Doğulunun gönlü vardır, içindeki bir Batılınınkinden çok farklıdır, soruları ve cevapları, onlara biçtiği anlamlar farklıdır.

"İnsan da olmamak istermiş. "İnsan olmak" zaten insan sözü imiş, tanrı bundan bahsetmemiş, kul demiş. İnsan, ruy-i zeminde insan olmaya kalkmış, kendine de bu adı yine kendi takmış. İnsan insan olamaz, tanrı kul ararken ortalık bir ağarır bir kararırmış. Allah bizi niye yarattı acaba diye düşünene verilen açıklama, yani "Bana kulluk etsinler diye yarattım" sözü daha kimsenin damarlarını genişletip içine bir mana sızdırmamış, bunu duyan işiteceğini işitip bir tamam olmamış. Sade yeni bir soru da kalmamış. Öyle miymiş, öyleymiş." (s.141)

Batı fikriyatında insanın ölümü bile bile yaşaması saçmalık olarak düşünülür ama Doğu'da ölümden sonrası için bu dünya bir imtihan yeridir, ama bu fikrin içi boşaltılmış gibidir.

"Zaten örnekleri gördük, imtihanın testlerini çözdük, bilmedik bir şeyden bahsolunmuyor, durian denmiyor ya incir üzüm deniyor. Önceden gidip bizden iyi bahsedecek olanlar, yer yurt hazırlayacak, kefilim diyecek olanlar da var, daha ne olsun, ölüm iki cihan azizliği demişler, değil mi, değil mi, değil miymiş?" (s.156)

Doğu mu demeli biz denilen ahaliye yoksa Anadolu mu orası da çok belirgin değil aslında. Dinde ezoterik bir yaklaşımın var olduğunu ve bunun halka zor geldiğini, herkesin kendi dinini yaratma sevdasına düştüğünün eleştirisi de yapılmakta.

"Bizim millet aslında gerçek hatlı bir gavur bile olamazmış. Asıl isteği abdestsiz, namazsız, ayakkabılarını çıkarmadan ibadethaneye girebileceği, arada da içebileceği, zina suçunun hafifletildiği bir dine mensup olmakmış. Din dar geldikçe bir pili açmak gerekliymiş." (s.122)

Kitabın dördüncü bölümü Sanki Daha Dünkü Cinnet Kuşuyum. Bu bölümde önceki üç bölümün sancısını azaltma havası var. Biraz dil yumuşamış, dalgacı bir havaya bürünmüş, ne yapalım dünyamız bu haldedir, geçip gideceğiz, ama sen yine de bir dur düşün der gibidir. İnsanları yargılamaktan kurtul, şekilden kurtul, öze dön demektedir.

Kelimeler arasında tabiatı hatırlatan bolca unsur vardır. Hayretimizi artıran bu zenginlik, umudumuzu da kamçılamaktadır.

"Sonbahar güvez renkleri, kızıl hünnabi tonları ile her sönüş gibi son alazın resmine bir bakan olursa diye manasını katarak ve sade güzel bulunmasına, önünde gülümsenmesine şaşarak geçiyor. Bir mevsim bir insana yine alışamadan şaşkın geçiyor. Bir ekim ayı iri sapsarı bir çınar yaprağına devriliyor, onun resmi olarak kalıyor. Bir mevsim, güzelim aylar." (s.187)

Biz okuduk nasiplendik, darısı cümlenin başına.

Mevhibe Şenel
mevhibe.senel@gmail.com

12 Eylül 2020 Cumartesi

İyi düşün, iyi hisset, iyi yaşa, iyi öl: İyi de nasıl?

"Hatıra insanı artık varolmayan geçmişe bağlar. Umut onu henüz varolmayan geleceğe yöneltir."
- Jürgen Moltmann

İnsan denen varlığın yakasını bir ömür bırakmayan iki büyük duygu: yalnızlık ve umut. Yalnız hissetmek, yalnız kalmak, yalnız olmak; hepsi bambaşka haller ve yaşamın her anında insan yalnızlıkla büyük bir imtihan verebiliyor. Umut ve umutsuzluk ise saklambaç oynuyor insanla. Görürsen varlar ama göremezsen ruhundan bunalım ikazı yiyebilirsin. Tüm bunların yanında pozitif psikoloji denen bir tavır var ki son birkaç yıla damgasını vurdu. İyi düşün, iyi hisset, iyi yaşa, iyi öl. İyi de nasıl?

Erol Göka hoca özellikle son yıllarda hem televizyon ekranlarından kendisini dinleyenleri hem de kitaplarını okuyanları açık biçimde gerçekliğe davet ediyor, gerçek bir insan olmaya. Şimdilerde buna otantik insan deniyor ancak ben sahici kelimesini tercih ediyorum: sahte olmayan, gerçek. Çünkü bir insanın modern zamanlarda yüzde yüz doğal kalması çok zor. İnancımız nazarından bakarsak günahsız kalması da çok zor. Söz oraya gelmişken meseleye tasavvufi pencereden kısa bir bakış atalım. Ârifler der ki eğer bir kişi "Ben günah işlemem, asla günaha girmem, günahla işim yok, günahsızım" dediği an Allah'ın Rahman ve Rahim sıfatlarına itiraz etmiş olur. En büyük günah da budur. İnsan günaha girer, düşer. Tövbe eder, kalkar. Tekamül düşe kalka bir yolculuktur. Esas mesele türküde söylendiği gibi "gönül gel seninle muhabbet edelim" diyebilmek. Gönülsüz yol almak mümkün değil. Her bir eseriyle insanlık yurdunun kapılarını açan Ferîdüddin Attâr, İlâhînâme'sinde şöyle diyor: "Yüreğiyle yürüyemeyen bedeniyle nasıl yol alabilir? Bilmiş ol ki ancak yürekle ileriye gidebilirsin. Gönül manastırının içinde bir halvet yurdu kur. O halvetten de Allah'a giden bir yol yap."

İnsanız; hatıralar (geçmiş) ve umutlar (gelecek) arasında salınıyoruz. Dengeyi kuramadığımız anlarda savrulmaya başlıyoruz. Nasıl ki bazı düşünceleri somut gerçeklerle bağdaştıramadığımız durumlarda o fikirler bizim için birer yükse, bazı duygular da yerli yerine oturmadığında yük, hem de çok büyük birer yük olarak kalıyor sırtımızda. Dolayısıyla yalnızlığım ve umudun ne olduğunu iyi oturtmamız lâzım hem gönlümüzde hem de zihnimizde. Çünkü ikisi de akla ve kalbe uygun olduğunda güzel birer yoldaş oluyor bizlere. "İnsanın kim olduğu ve varoluş vasıflarımızın neler olduğu üzerine kafa yormazsak, ona göre bir yaşam hedef ve ideali belirleyemezsek yabancılaşmanın baskısını daha çok hissederiz diye düşünüyorum." diyor Erol Göka. Burası çok önemli. Çünkü yabancılaşma sadece yaşam biçimlerimizi, oturduğumuz evleri, çalıştığımız sektörleri değiştirmedi. Alışkanlıklarımızı, davranışlarımızı şekillendirdi. Herkes birer proje insanı oluverdi, özgünlük peşinde sürüklenir oldu. Bunun yerine doğru, güzel ve iyi şeyler düşünmeyi önemsemez hâle geldi insan(lık). Hiç de abartı değil, korkunç bir çağın içindeyiz. Bu çağda yalnızlığın ve umudun insanı koruyacak birer panzehir olduğunu düşünüyorum. Şu çağda insanın akıl ve ruh sağlığını ayakta tutacak her şeye sarılması lazım. Bunun için de evvela kendini keşfetmesi lazım.

Göka hocanın Yalnızlık ve Umut kitabında insanın kendi anlam dünyasını bir an evvel şekillendirmesi, yani kendini keşfetme yolculuğuna çıkması için için izinden gidilebilecek çok sayıda önemli soru ve bir o kadar kitap var. Bir eseri değerli kılan şeylerdir bunlar. Soru sorar, soru sordurur, cevap aratır, tüm bunları yaparken farklı kaynaklara da işaret edip yolun ne kadar çetin olduğunu hatırlatır. Çağın kaybolan fenerlerinden ahlak, bana kalırsa hocanın kitabının gizli kahramanı. Şöyle diyor Göka: "Bugün 'Niçin ahlaklı olmalıyım?' sorusunu birçok insan kendisine soruyorsa, açıkça sormasa bile benzer sorular zihninde baş göstermişse, bu durum ahlaki krize işarettir, ahlaki tutumların sonuna yaklaştığımızın bir göstergesidir. Zira ahlaklılık bir ihtiyaçtan kaynaklanmaz; insanın varoluşunun demirlediği sağlam bir liman, kökenleri insan olmanın ayırt edici bir niteliğidir, insanı diğer varlıklardan farklı kılan doğuştan bir özelliğidir. İhtiyaçtan kaynaklanan, onunla izah edilen eylemler, güdülü nitelikte olduklarından gerçek anlamda 'ahlaki' olarak sınıflandırılamazlar."

Yalnızlığın ve umudun ne olduğunu tartışırken, tek başınalığın ve karamsarlığın ne olmadığını da irdelemiş oluyoruz kitabın sayfalarını çevirirken. Uzun yıllardır birçok kitabını döne dolaşa okuduğum sosyolog Zygmunt Bauman'dan büyük varoluşçu Soren Kierkegaard'a, son yıllarda pek çok kitabı dilimize kazandırılan Norveçli düşünür Lars Fr. H. Svendsen'den edebiyat ve kültür teorileri konusunda çok nitelikli eserler vermiş Terry Eagleton'a, dilimize çevrilen ilk kitabı Ruhun Yalnızlığı'ndan beri hayranlıkla okuduğum İtalyan psikiyatr Eugenio Borgna'dan Türk okurlarının kitaplarına gösterdiği ilgi sebebiyle fazlasıyla sevdiğini söyleyebileceğimiz Rollo MayViktor Emil Frankl, Erich Fromm gibi psikoloji biliminin popüler isimlerine dek pek çok kaynaktan yararlanan, son derece akıcı ve güncel bir kitap sunmuş Erol Göka hoca. Bu isimlerle haddim olmayacak kadar ilgiliydim fakat Büyük Erdemler Risalesi adlı eseri senelerdir kitaplığımda dursa da bir türlü okuyamadığım Andre Comte-Sponville için hocaya teşekkür borçluyum. En yakın zamanda okumaya başlayacağım. Hatta dilimize çevrilen son kitabıyla başlayabilirim: Hayat Yaşamaya Değer.

"Acının iz bıraktığı bir çehrenin çizgilerini çözmek nasıl da zordur; o çehreyi çözmeye çalışmak, bir an olsun onunla kader birliği kurulmasıyla mümkündür" diyor İtalyan psikiyatr Eugenio Borgna. O hâlde birini anlamaya çalışmak: onun hem kaderine hem de kederine talip olmak. Erol hoca da şöyle diyor: “Öteki ihtiyacı, kimlik inşasında öyle önemli bir yerde durur, öyle bir rol üstlenir ki, onu kavrayamazsanız 'önyargı' ile birlikte birçok olguya da anlam veremezsiniz."

Hâlinden memnun musun sorusu yerine hâlin senden memnun mu sorusunu önemseyen bir kitap Yalnızlık ve Umut. Çünkü biz nereye gidersek hâlimiz de bizimle geliyor, nerede kaybolmuşsak hâlimiz de işte orada. Hocanın kitabını ciddiyetle okumalıyız çünkü: "Hayat yolumuzda yürürken önümüze baktığımız kadar hâlimize, içimize bakarak da yol almak zorundayız."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İnsanın kendini anlamlandırma ihtiyacı ve hikâyecilik

Hikâye anlatmak hepimize cazip gelir. Özellikle anlattığımız hikâyeye dair ayrıntıları belirlemeyi çok severiz zira inandırıcılığını artırmamız gerekir. Dinleyicilerin gözlerindeki şaşkınlığı yakaladıkça daha fazla ayrıntı vermekten de ger durmayız. Robert Fulford, modern hikâyecilikle insanların hikâye anlatma eğilimleri arasındaki tarihi ve toplumsal ilişkiyi Anlatının Gücü kitabında irdeliyor. Yazar, Amerika ve Avrupa tarihine dair ayrıntılarla zenginleştirdiği örneklere çeşitli tarihçi, yazar ve gazetecilerin yazılarını ve halk arasında oluşan anlatıları da ekleyerek hikâyecilik geleneğinin toplumsal ve tarihi temellerini tespit etmeye çalışıyor. Kitabın önsözünde; “İletişim kurma yöntemlerimiz arasında, hikâye en rahat, en işlevsel ve belki de en tehlikeli olanıdır. Kültürleri ve nesilleri aşan, yüzyıllardır insanlığa eşlik eden hikâyeler hepimize temas eder. Olayları bir masal şeklinde bir araya getirmek yediden yetmişe hepimizin hoşuna giden tek iletişim ve eğlence yöntemidir.” diyen yazar, hikâyenin toplumsal yaşantıdaki vazgeçilmez yerini işaret eder. Hikâyelerin atalarımızla bağ kurmamızı sağlayan manevi bir köprü olduğunu belirten yazar bu fikrini şu sözlerle pekiştirir: “Milyonlarca isimsiz hikâyeci anlatıyı yarattı; gözlemleriyle bilgilerini hikâye yoluyla başkalarına aktarmayı öğrendiklerindeyse medeniyet tarihi başlamış oldu."

Beş bölümden oluşan kitabın ilk bölümünü “Dedikodu, Edebiyat ve Benlik Kurguları” oluşturuyor. Bu bölümde, anlatının başlangıcının dedikoduya dayandığını ve kişilerin benlik oluşumlarında hikâye oluşturma ve hikâye anlatma biçimlerinin etkili olduğunu kanıtlamaya çalışır. “Hiç şüphe yok ki anlatı dünya üzerindeki varlığına dedikodu, yani bir kişiden ötekine anlatılan basit hikâyeler biçiminde başladı. Dedikodu, varlığını edebiyatın halk sanatındaki karşılığı, olayları özetlemenin ve anlamlarını araştırmanın kestirme yolu olarak sürdürdü.”. Mitler, efsaneler, halk hikâyeleri gibi halk arasında gelişen ve sözlü gelenek içinde sürdürülen türler düşünüldüğünde bu fikrin isabetli olduğu görülebilir. Yazar burada Amerikalı edebiyat eleştirmeni Alfred Kazin’in günlüklerinde yer alan bir hikâyeyi örnek veriyor. Kazin’in, günlüklerinde bahsettiği bir kadın ve bu kadının yaşadığı bir yasak aşkın Amerikan kamuoyunu uzun süre meşgul ettiğini ve toplumda farklı değer yargılarına göre farklı karşılıklar bulduğunu belirtiyor. Söz konusu hikâyenin insanlara ilginç gelmesinin nedeni olarak da üzerine farklı anekdotlar eklemeye müsait olmasını gösteriyor. Yazar; “Öykülerin öykü haline gelebilmeleri için basitleştirilmeleri, gereksiz detay ve duygulardan arındırılmaları gerekir.” diyerek başkalarının yaşantılarını hikâye etmenin daha kolay olduğunu ifade ediyor zira insan kendi yaşantıları için bunu yapmakta zorlanır.

Yazar, Amerikalı romancı Paul Auster’in, “Kendimiz için bir anlatı inşa ederiz ve bir günden ötekine bu ipi takip ederek ilerleriz. Kişilik bölünmesi yaşayanlar bu ipin ucunu kaçırmış olanlardır.” sözünü referans alarak kişiliğin oluşmasında anlatının önemini açıklamaya çalışır. “Hikâyelerimizin bilinmesini ister ve bunların değerli olduğuna inanırız. Bir hikâyemiz olmadığını anlamak, varlığımızın anlamsız olduğunu fark etmektir; bunu kaldıramayabiliriz.” diyerek de bu görüşünü pekiştirir. Yazar, insanların kendileri hakkındaki gerçeklerin yetersiz kaldığını hissettiklerinde hikâyelerine kendilerinden beklendiği şekilde ayrıntılar ekleyebildiklerini ve bunun yalancılıktan öte bir hayal gücü ve estetik algı gerektirdiğini belirtir. Gazeteciler arasındaki bir kuralı da şu şekilde ifade eder yazar; “Gerçeklerin iyi bir hikâyenin önüne geçmesine asla izin verme.”. Bu yargı esas olanın gerçek değil hikâyenin kendisi olduğunu işaret eder. “Belki de iyi bir hikâye kişinin kendini iyi hissetmesi için zaruridir. Bir hikâyeye sahip olmamaksa başarısızlık hissi yaratır ve bu hisle ancak benlik kurguları oluşturularak başa çıkılabilir. Ve bu bir kez gerçekleştiğinde anlatı dürtüsünün ne kadar uçlara savrulabileceğini görürüz.” diyerek de benliğimizin inşasında hikâyelerimizin ehemmiyetini vurgular.

İkinci bölümün başlığı, “Büyük Anlatılar ve Tarihin Örüntüleri” başlığını taşıyor. Ahlak felsefecisi Alasdair MacIntyre’nin Erdemden Sonra kitabında yer alan; “İnsanlar neyi önemli bulacaklarını ve nasıl davranmaları gerektiğini, önceden öğrendikleri hikâyelerden bilinçli ya da bilinçsizce çıkarımlar yaparak oluşturur.” sözünden hareketle tarihsel anlatıların kendimizi hangi bütünün parçası olarak adlandıracağımızı belirlediğini belirtir. Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfettiğine dair anlatıların Avrupa merkezli bir bakışın eseri olduğunu ve Kolomb’dan önce Amerika’da yaşayanlar bulunduğu için herhangi bir keşiften bahsetmenin yanlış olduğunu belirterek bu tür anlatıların ve anlatılara kendimizi ekleme şeklimizin benliğimizi inşa eden unsurlardan biri olduğunu vurgular. Özellikle milletlerin hikâyeye muhtaç olduğunu ve hikâyesi olmayan toplumlarım millet olma bilincini yakalayamayacağını belirtir. Yirminci yüzyılın sonuna gelindiğinde büyük anlatıların önemini yitirdiğini ve şaibeli addedilmeye başladığını belirten yazar, siyasi ve askeri tarih anlatıcılığından toplumsal tarih anlatıcılığına geçildiğini belirtir. Toplumsal tarih anlatıcılığıyla tarihi romanlar arasında bir ilişki kurmak hiç de zor değil. Tarih sadece iki devlet arasındaki savaş ve barıştan ibaret olmaktan öte insanların doğup büyümelerinden, mutlu olmalarından, acı çekmelerinden de ibarettir.

Üçüncü bölüm, “Sokak edebiyatı ve Haberlerin şekillenişi” ismini taşıyor. Bu bölümde gazete ve televizyon haberlerinin oluşmasıyla halk arasında anlatılan ve genelde uydurma olan hikâyeler arasında bir ilgili olduğunu örneklerle ispata çalışıyor. Pek çok şehir efsanesinin haberlere konu olduğunu ve gerçekmiş gibi kamuoyunu uzun süre meşgul ettiğini belirten yazar, halkın bu hikâyelerin gerçekliğiyle doğrudan ilgilenmediğini esas olarak her hikayede kendine ilginç ve iyi gelen bir yön bulmakla yetindiğini söylüyor ve “… şehir efsaneleri, aramızdaki varlığını istemsiz bir edebi sanat ve kamusal imgelemin kendiliğinden filizlenmesi şeklinde sürdürür.” diyor.

Dördüncü bölümde modern hikâyeciliğin gerçekliği parçaladığını ve anlatılara artık kuşkuyla bakılmaya başlandığını beliren yazar, “Modern ruh hali de bu şekilde parçalanmış hikâyelere ivme kazandırır: Güvenilmez anlatıcının sözlerini okurken modernitenin çatlak aynasına bakmış gibi oluruz.” diyor. Postmodern anlatıların ise kendisinin bir kurmaca olduğunun farkında olduklarını ve bu kurmacadan okuru da metin içinde haber ettiklerini belirtir.

Son bölüm ise “Nostalji, Şövalyelik ve Düşler Âlemi” ismini taşıyor. Bu bölümde yazar özellikle yirmi birinci yüzyıl sinema sektörünün romanslara geri dönüş yaptığını ve sinema sanatçılarının halkın benimseyecekleri birer figüre dönüştüğünü ifade ediyor.

Yazar, hikâyenin özünü oluşturan anlatının tarihin bütün dönemlerinde ve toplumun her kesiminde benlik inşası ve milletlerin oluşumuna doğrudan etki eden bir olgu olduğunu vurguluyor. Esas itibariyle ciltler dolusu tarihi metinler, yüzlerce sayfalık romanlar, saatlerce süren ve seriler halinde çekilen filmler ve hatta birkaç cümlelik dedikodular dahi insanın kendini konumlandırma ve anlamlandırma ihtiyacının bir ürünüdür.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

İnsanın serüveni yürümekle başlıyor

Kitabı kaleme alanın cümlelerinin üzerine cümle kurmak, bu sefer her zamankinden biraz daha zor geldi bana. Oruç Aruoba, insanın derinliklerine inen bir yolculukla , yürüyüşümüze dair ne varsa anlatılabilecek en güzel kelimelerle anlatmış.

Kitabın adı Yürüme, insanın dünyadaki yolculuğu düşünüldüğünde, manidar bir isim doğrusu…

Kuşların bu dünyadaki serüveni uçmakla başlıyor. İnsanın yürümekle…

Hayvanlar da yürüyor ama yürüyüşü en zor olan insan. İnsanın yürümesi de iki türlü: yeryüzünde yürüme, iç âlemine yürüme… Her iki yürüyüşte zor. .. yürümeye başlayışımız çok uzun zaman alıyor. Diğer tüm varlıkların yürüyüşünden fazla. Yeryüzünde adım atmayı öğreniyoruz, tam kendi ayaklarımız üzerinde duruyoruz derken, kendimize olan yürüyüşümüz çıkıyor karşımıza. Artık öğrenmemiz gereken yeni bir yürüme. Emeklemek, ayağa kalkmak, desteksiz ayakta durmak ve adım atmak…

Yürümeyi öğrenmekle de bitmiyor işimiz. Bir yol, bir yön, bir yer gerekiyor artık…

" ‘ Durum’ yoktur artık;
yön vardır ve yürümek:
‘durum’ yerine ‘yürüm’ "

"Hep, olmamız gerektiğini düşündüğümüz kendimiz ile
__ hep biraz şaşarak __ olmakta olduğumuzu
Gördüğümüz kendimiz arasındaki aykırılık, sanki
Orası burası delik bir şemsiyeyle sağanak altına
Çıkmışız gibi bir etki bırakır üzerimizde."

Kendimizden, öz kendimize arayışalar başalar böylece. Sahi neredeyizdir? Bizi sağanak yağmurdan korumak için yanımıza aldığımız şemsiye neden delik deşiktir?

"Bir eksiklik bir, bir yapamamışlık yatar
Bir yerlerimizde__genellikle, en çok
Önem verdiğimiz yerimizde__"

Artık aramak gerek, durmak değil yürümek gerek. Her günümüz son günümüzdür, diyerek uygarlık üzerine notlara geçer Oruç Aruoba… Uygarlık nedir, kimdir uygar kişi?

"Uygar kişi ‘ ne ise o olan’ insandır__ tek derdi, ne olduğunu anlamaktır. Çünkü, bilinçtir uygarlık eninde sonunda."

"Olduğu gibidir; ama ne olduğunu anlamış değildir daha__ bu anlamayı bitireceği de yoktur; bunu da bilir. Anlaması hiç bitmez uygar kişinin; anlamadıklarının da sonu gelmez__ hep anlamayan insandır uygar kişi; çünkü şunu anlamıştır: anlaması biterse uygarlığı da bitmiş demektir."

Böyle anlatmaya devam ediyor Oruç Aruoba uygar kişiyi. Okur olarak kendime dönüp soruyorum: uygar kişi miyim? Uygar kişi olabilir miyim? Uygarlık ve biz…. derken yazar yeni bir bölüme geçiyor: yer, yön, yol Yerimiz neresi, yönümüz neresi, yol nerede, yol ne? Yürümeye başladık ya hani, yolcuyuz artık.

"Mutlak yeni yol yoktur:
Ama yola çıkacak kişi açısından, yeni yol
__çoktur."

"Bir yere ulaşmak isteyen kişinin
Tutabileceği tek yol,
Hep yolcu olma yoludur."

"Nasıl da yorulur, bazen
Yola çıkan kişi
__ nasıl da bezer…"

Velhasılıkelam, yolcunun işi kolay değildir artık. Yürümeye başlamıştır bir kere. Ulaşmak istediği bir yer vardır, ulaşmayı umduğu bir kendi vardır. Adeta bir boşluktadır yolcu. Her yer yol, her yer yöndür. Peki, yolcunun yönü ve yolu neresidir? Yönünü bulabilmek mi kolaydır, yolunu bulabilmek mi?

"Bir yaşam, bir yönün bir yol olup
Olmayacağının deneme sürecidir."

Bir yön buldu diyelim insan, o yönde başladı yolunda yürümeye; peki ya yerini bulabilecek mi?

"…. Önemli olan,
Bir yerde bulunmak değil,
Bulunduğu yerin bilincinde olmaktır;
Aynı şekilde yolda olmak değil,
Yürüdüğü yolun bilincinde olmak…"

"Yer de, yön de, yol da,
bilinçtir."

Demek ki dünyadaki serüvenimizde, bizi diğer canlılardan ayıran bilinçtir. Bu yolun parolası bilinçtir. Bu yolun pusulası da bilinçtir. İnsan ise ‘arayış’...

Aradıklarımızı bulabilmek ümidiyle, arayışımızı sevebilmek ümidiyle...

Sümeyra Yılmaz
twitter.com/Smyra_ylmaz

11 Eylül 2020 Cuma

Türk mitolojisinin fantastik bir kurguyla buluşması

Fantastik kurgu kitaplarına tüm dünyada ilginin arttığı 21.yüzyılda maalesef ülkemizde derin bir eksiklik var. Kısa bir zaman önce bu alanda güzel bir haber aldı okuyucular. İlk kitabı Yeşim Taşı Efsanesi ile birlikte genç yazar Ömer Ünal bu eksikliği giderecek nitelikte görülüyor. Yeşim Taşı Efsanesi: Karanlık Dünyaya Yolculuk, serinin ilk kitabı. Yazar Ömer Ünal; kitabın kahramanları Oğuz, Umay ve Berk’i çıkardığı macera dolu yolculukla birlikte aslında biz okuyucuları da heyecanlı bir maceraya atmış oluyor.

Kitabı okurken yazarın kurguyu derinlemesine düşünmüş olduğunu anlıyorsunuz ve her sayfada hayal gücünüz yenileniyor. Ne kadar çok ihtiyacımız var hayal gücüne. Bir çoğumuz hala Jules Verne kitaplarına özlem duyuyoruz ve bir yerlerde karşılaştığımızda heyecan duyuyoruz. Fantastik kurgu ürünlerinin sadece çocuklara değil biz yetişkinlere de hem keyif veren hem de öğretici yanları olduğu bir gerçek. Bu anlamda yazar Ömer Ünal kitabıyla bunu başarmış görünüyor.

Kitap boyunca maceradan maceraya sürüklemekle kalmıyor aynı zamanda Türk kültürü ve mitolojisinden ögelerle geniş bir yelpaze sunuyor. Hayal evrenimizi zorlarken bir sayfada Dede Korkut ile sohbet ediyor başka bir sayfada Hızır ile karşılaşıyoruz. Kitap bittiğinde ise aslında maceranın henüz başlarında olduğumuz duygusuna kapılıyoruz.

Kitap, bizlere hangi dünyanın kapılarını açıyor derseniz maceranın başlangıç anlarını şöyle aktarabilirim.

Oğuz bir akşam penceresinden yağmuru izlerken bahçe kapısının önünde yeşil bir ışığın parladığını görür ve macera başlamış olur. Bu ışığın kaynağı bir kol saatidir fakat bu saat bildiğimiz saatlere benzemez. Geçmişten haber getiren ki belki de tüm zamanların habercisi bir saattir Oğuz'un koluna taktığı saat. Ona saat aracılığıyla 'Merhaba!' diyen ise Bilge Kağan’dır. Bu ilk mesajın ardından aldığı görevi büyük sorumlukla yerine getirecek Oğuz, bizlere hayatımızda başarı elde etmenin emek sarf etmekle gerçekleşeceği mesajını da vermiş olur.

Türk mitolojisine dair bir kurgu roman okumak yüreklerimizde ve belleklerimizde tortulaşmış yabancı figürlerin de karşısına bize ait ögeleri yerleştirmemizi sağlayacak. Pegasus’u bilmeyeniniz yoktur, peki Tulpar’ı? Noel’de hediye getiren kim diye sorsak cevaplar anında gelecektir ya boz atına binip Hıdırellez’de çıkagelen Hızır için de aynı cümleleri kurabilir miyiz? İşte bize ait ne varsa özellikle çocuklarına masalımsı bir evrenle sunmak isteyen yazarı, bu gayretinden dolayı ayrıca kutlamak gerek.

Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de zorlu geçen 2020 yılında, biz okuyucuları güzel kurgusuyla mutlu eden Yeşim Taşı Efsanesi serisinin ikinci kitabını da heyecanla bekliyoruz.

Ayşe Bayazit

6 Eylül 2020 Pazar

Anılardan çıkıp gelen bir cinayet öyküsü

İnsanlar her konuda ikiye veya daha fazla gruba bölünebilir. Bunun edebiyattaki yansımasını en çok, konu Amerikan Edebiyatı olduğunda fark ettim. Bir kısım okuyucu Amerikan Edebiyatı’nı, Amerikan romanını çok severken bir kısım ise mesafeli davranmayı tercih ediyor. Kanaatim şudur ki Amerikan Edebiyatı veya Amerikalı yazarlar özellikle roman türünde oldukça başarılıdır. Burada Amerikalı dev yazarları saymamızın anlamı yok ancak kastettiğim daha göz önünde olmasa da oldukça kaliteli eserler veren yazarlardır. Özellikle ülkemizde bir Hemingway’i bir London’u bir Salinger’i herkes bilir ancak söz konusu William Maxwell olduğunda birçok kişi onu tanımaz. Tanımamakta da haksız değil okuyucu; çünkü Maxwell’in ülkemize çevrilen sadece bir kitabı var. O da bu yazının konusu olan Hadi, Yarın Görüşürüz adlı kitap.

Kitapları okumadan önce kısa bir araştırma yaparım mutlaka. ‘Spoiler’ yememeye çalışarak, okumak istediğim kitap hakkında yazılan yazılara da göz gezdirdiğim olur. Maxwell’in kitabı hakkında çok az yorum veya yazıya rastladım ve rastladıklarım da o kadar olumlu şeyler değildi. Ancak bu tür bir durumla ilk defa karşılaşmıyorum, Amin Maalouf’un Yolların Başlangıcı kitabı hakkında da çok olumsuz yorum okumuştum ancak kitabı okuduğumda çok sevmiştim. Tıpkı şimdi bahsedeceğim Hadi, Yarın Görüşürüz kitabını sevdiğim gibi. Tabii sadece ‘sevmek’ veya ‘sevmemek’ kelimeleri bir kitabı değerlendirmeye yetmez. Daha somut şeylerden bahsetmek gerekir: Mesela, bu sebeplerden biri zaman olarak geçtiği 1920’lerin Amerika’sını okura hissettirebilmesi. Yani okur 1920’lerde geçen bir olayı günümüzde gibi algılamıyor. Ki bu, son zamanlarda yayımlanan yerli veya yabancı romanların en önemli sorunlarından bana göre (her ne kadar Maxwell’in romanı kırk yıl önce yazılmış olsa da dilimizde yeni sayılır). Birçok romanda mekân hissini yaşayamıyoruz artık. Sanki tek mekânda aynı kişilerle çekilen bir film gibi hissediyorum yeni romanların birçoğunu okurken. Ayrıca kitapta bir de değişik bir durum var, bence bunu okuyanlar da fark edecektir: Şeytan tüyü var diyebiliriz yazarın anlatımında. Bunu genelde Latin Amerikalı veya ABD’li yazarlarda görüyoruz. Marquez’de veya Steinbeck’te özellikle. Yani şunu demeye çalışıyorum: Kitapta okuru çekecek olağanüstü şeyler yok ancak okuru daima kitaba yönlendirecek bir hava var. Zaten kısa bir roman olduğu için bir çırpıda okunabilir, okunmasa bile insanın aklında kalacak, ilk fırsatta kitabı alıp kaldığımız yerden devam etme iştahı verecek bir kitap Hadi, Yarın Görüşürüz.

Jaguar Kitap’tan 2017 yılında yayımlandı eser, ilk yayımlanma tarihi ise 1980 yılıdır. Bu kitapla ülkesindeki en prestijli ödüllerden olan National Book Award’ı kazanmış Maxwell. Yani ülkemizde çok alaka görmese de kendi ülkesinde dikkati çekmiş diyebiliriz. Lloyd Wilson isimli bir adamın öldürülmesini konu ediyor kitap. Bunun sebebi olarak ise ortağı Clarence Smith’in karısıyla aşk yaşadığı iddiası. Tabii ki olağan olarak zanlı da Clarence Smith oluyor herkese göre. Bu olay üzerinde kurulan roman dokuz bölümden oluşuyor: Silah Sesi, Yaş Dönemi, Yeni Ev, Okul Koridoru, Mülkiyet Duygusu, Lloyd Wilson’un Hikâyesi, (Az Çok) Masum Yaratıklar, Adalet Çarkı, Mezunlar. Kitabın başında, genelde Dostoyevski’nin veya Agatha Christie’nin bazı yayınevlerinden yayımlanan romanlarında gördüğümüz “Kim Kimdir” bölümü var. Romanın zaten az sayıda olan karakterlerini okuyucuya kısaca tanıtması açısından değerli bir detay olmuş. Buradan da anlıyoruz ki kitabın anlatıcısı, olayla neredeyse hiç alakası olmayan biri: Zanlı Clarence Smith’in oğlu Cletus Smith’in okuldan arkadaşı. Yani aile dışından birinin yıllar sonra aklında kaldığı anı kırıntılarından oluşuyor kitap. Bu yüzden de düzenli bir kurguya ve sağlam bir çerçeveye oturtulmamış, oldukça dağınık ve bazen de ilgisiz bölümler mevcut.

İlk bölüm olan “Silah Sesi” kitabın düzenli bölümlerinden biri. Her şeyin kısaca toparlandığı ve kitabın diğer kısımları gibi, Clarence’nin oğlunun arkadaşı tarafından anlatılıyor. İlgi uyandıracak bir şekilde, gizemli bir film gibi başlıyor kitap. Kasabanın suç tarihçesinin kısaca aktarıldığı bölümde, Lloyd’un öldürülmeden önce neler yaptığını görmek mümkün. Kitabın başlangıcı tıpkı başarılı bir polisiye kitap gibi yazılmış. En ilgi çekici kısım ise katilin, maktulün kulağını kesip alması ve bunun ne için yapıldığını o küçük ve sakin kasabada kimsenin bilmemesi: “Lloyd Wilson cinayetini diğer hepsinden ayıran şey o kadar sarsıcıydı ki, Courier-Herald bunu basmadan önce birkaç gün tereddüt etmişti: Katil, öldürdüğü adamın kulağını jiletle kesmiş ve alıp götürmüştü. O Freud öncesi dönemde kimse kendisine kulağın neyi simgelediğini sormamış, sadece ürpermişti.

Bu detay okuyucuyu yanıltmasın çünkü ileriki sayfalarda bu durumla ilgili bir şey bulunmuyor. Yani böyle gizemli görünen bir detay olmasa da olurdu diyebiliriz.

Anlatıcı olayla ve olaya muhatap ailelerle bir ilgisi bulunmayan biri demiştik. Tabii bu durum anlatıcı hakkında da bir merak duygusu oluşturuyor okurda. İkinci bölümde bu merakın büyük bölümü gideriliyor ve bölüm, anlatıcının hayatının çocukluktan itibaren anlatılmasıyla başlıyor. Anlatıcı, ölmüş annesi üzerinden hem çocukluğunun bir bölümünü, nasıl bir ortamda yaşadığını anlatıyor hem de yaşadığı toplum hakkında birçok özellik söylüyor. Burada, ‘annesi ölmüş ve olanlara bir anlam vermeye çalışan çocuk psikolojisini’ ve ‘hayatı değişen çocuğu’ görürüz. Freudyen birçok unsur barındırır bölüm, erkek çocuk-baba ilişkisi üzerinden.

Evet, kitapta başlıkta da yazdığım gibi bir cinayet söz konusu; ancak bu durum, anlatıcının o cinayeti hatırlayarak kendi hayatını anlatmasını tetiklemiş asıl olarak. Cinayet ilk olarak altmışıncı sayfalarda karşımıza çıkıyor ve çok da büyük bir yer tutmuyor. Anlatıcının anılarını tutuşturan bir kıvılcım görevi görüyor diyebiliriz Wilson cinayet için.

Daha önce de dediğim gibi, harika bir kitapla karşı karşıya değiliz ancak keyifli ve kendini okutan bir kitap Hadi, Yarın Görüşürüz. Birkaç eksiğini de belirtip yazıyı sonlandıralım. Öncelikle Lloyd Wilson ile Fern Smith arasındaki yasak aşk hem olay hem de psikolojik açıdan iyi işlenmemiş. Hâlbuki bu cinayet kitabın omurgası haline getirilip etrafına bir roman kurgulanabilirdi. Ancak yazar, anlatıcı üzerinden cinayeti kullanarak, kendi hayatını anlatmak istemiş gibi bir durum çıkmış ortaya. İkinci olarak, daha önce de bahsettiğim durumu söylemek istiyorum, kitapta oldukça dağınık bir anlatım mevcut. Kronolojik olarak bir sağlamlık bulunmuyor romanda. Bunun sebebi de romanın hikâyesinin anlatıcının anılarından oluşturulmuş olması diye düşünüyorum. Romanın sonu da biraz açık kalmış. Bu roman için kesin bir son lâzımdı bence.

Birçok olumsuz özellik saydım ancak tekrar belirtmek isterim ki özellikle Amerikan Edebiyatı’nı seven okurlar bu kitabı da sevecektir. Çiğdem Erkal İpek’in başarılı çevirisi de romanı okutan önemli bir unsur. Biraz 20’lerin taşradaki Amerika’sı biraz insan biraz da gizem isteyenler için ideal bir roman, Hadi, Yarın Görüşürüz.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

4 Eylül 2020 Cuma

Hû diyelim devletler kuran Türk'ün aşkına

Azametiyle ve zarafetiyle tarih sayfalarında göz dolduran bir yere sahip olan Selçuklular'ın Anadolu'yu nasıl yurt tuttuklarını, İslam'la müşerref oluşlarını, göç yollarında nasıl kırıldıklarını, sonsuza kadar kalacağımız bu toprakları nasıl yurt tuttuğumuzu anlatan bir hikâyeler kitabı Hû Diyen Karga. Okurken yazar Misli Baydoğan'ın Selçuklu hayranı bir yazar olduğunu anlıyorsunuz.

Selçuklu'nun siyaset anlayışı, sanat anlayışı öncekilerden ve sonrakilerden farklıydı. Türk'ün Müslüman olduktan sonra kurduğu ilk güçlü devletlerden biriydi ve daha Araplaşmaya başlamamıştı. Bu yüzden hem Orta Asya'dan yeni göç etmiş Türk'ün saf hali hem de İslam'a girmesiyle medeniyetine yeni bir soluk getiren milletin heyecanı vardı Selçuklu'da. Bu havayı kitap boyunca soluyorsunuz.

Mustafa Necati Sepetçioğlu'nun Kilit-Anahtar-Kapı üçlemesi tadında yazılmış bir kitap Hû Diyen Karga. Bir dönem gençliğine atasını sevdiren bu tarz eserlerin hala yazılıyor olması umut verici, çocuklarına tarihimizi anlatmanın derdiyle dertlenenlere ilaç olmuş bir kitap.

Çocuklarımıza masallar anlatan bir ihtiyar gibi anlatmış kutlu karga yüce devletlilerin başına gelenleri. Karganın çektiği hular Selçuklu'nun en görkemli başkenti Konya'yı kendine dergah yapmış Hz. Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi de anımsatıyor. Karga hu çektikçe bir Mevlevihane'de mest olan bir Mevlevi'nin nefesini soluyorsunuz. Dualarına amin dedik, hu deyip içlendikçe biz de okurken içlendik.

Kardeşliğin ne kutlu bir şey olduğunu anlatmaya kalksak beceremeyiz ama geçmişimizde var olan bir Tuğrul, Çağrı Bey kardeşliğini bilmek yürekleri eritir. Düşmanına karşı bütün cengâverliğiyle karşı koyan bu iki kardeşin birbirlerine karşı nasıl da gönül kırmaktan çekinir halde duruyor olması bizim de öyle bir hal içine girmemize vesile olursa ne mutlu. Hem bu kardeşlik hukukuna riayet ettiklerinden Selçuklu karşısında dağlar taşlar, uçan kuşlar kıyama durmuştur da yollar açılmış, kapılar açılmış, insanı mest eden bir medeniyet inşa edilmiştir. Bunu ne güzel söyler anlatıcı: "Vazgeçerek kazanmanın, vererek baylamanın, azalırken çoğalmanın hikayesidir bu anlattığım." (s.62)

Bir göçmene merhamet beslemeyi öğretemeyiz ama bir zamanlar bozkırlardan bu mamur topraklara kırıla kırıla nasıl geldiğimizi okumak, bilmek birlikte yaşamanın tadına vardırabilir. Bir hedef koymak gerektiğini, aşkla çalışmayı, bir kutlu dava uğruna savaşmanın gerekliliğini anlayamayız ya da anlatamayız ama atalarımızın uzak diyarların kalelerine tuğ dikmek için gaza ve şahadet aşkıyla yandıklarını bilmek başımızı öne eğdirir de bir kızıl elma ülküsüyle yanıp tutuşmanın yolunu açabilir. Hele ki şu günlerde dünyanın çivisinin çıktığını, iyi şeylerden umudumuzun kesildiği, evlerimizde kapalı kaldığımız şu salgın günlerinde tarih boyunca da insanın başına ne kıtlıklar, ne salgınlar, çaresizlikler geldiğini okumak gücümüzü artırır.

Devlet olmanın yakıp yıkmak, gönül kırmak demek olmadığını dünya Türk devletiyle görmüştür. Yasaların her şeyden üstün olduğunu modern dünya dediğimiz Avrupa, dünyaya demokrasi dersi verdiğini zanneden Amerika göstermemiştir insanlığa, töresini her şeyden üstün tutan, esire kötü muamelenin, işkencenin asla tanık olunmadığı Türk kültürü göstermiştir. Malazgirt'te yenilip esir düşen Romen Diyojen'in Alparslan'ın elinde bir esir gibi değil, bir misafir gibi ağırlanması göstermiştir.

Türk'ün yerleşik hayata geçmesindeki sıkıntı anlatılırken de inadının sebebinin isyankârlık değil, sınır koyulmak istenmemesi olduğu anlatılmış. İnat olsaydı Ahilik Kurumu ortaya çıkmazdı. İslam'la yeni tanışmış yüce millet kendine öyle bir müessese kurmuş ki ah ediyor, şimdi de öyle ihtiyacımız var ki Ahi erenlerine diye düşünüyorsunuz. Anlatıcının bu kutlu düzen için söyledikleri yürek ısıtan ve yol gösteren cinsten: "Öyle ya, insan bir meslek öğrenecek, onu icra edecek, haramı helali elleriyle ayıracak, çoluk çocuğunun rızkını helalden kazanacak, sattığı malı eksiksiz, verdiği hizmeti yalansız edecek ki dünya sınavını geçebilsin. Yoksa eve kapanıp beş vakit namazını kılsa, eşini dostunu sadakaya muhtaç etse kıldığı namazın hayrı ne kadar ola?" (s.138).

Buraları okurken güzel dilimiz Türkçe'nin kutlu derviş şairi Yûnus Emre'nin şu dizeleri aklıma gelmişti.

"Bir gez gönül yıktın ise, kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil."

Kitabı okudukça başka kapılar, başka kitaplar, başka yazarlar ve şairlere kapı aralandı. Bu da yazarın kitabını ortaya çıkarırken hangi kapıları açıp baktığının bir işareti olsa gerek.

İmanın, teslimiyetin insanın yüklendiği yükü kaldırabilmesinde nasıl bir öneme sahip olduğunu şu satırlar ne güzel anlatmış:

"Bu dünyanın bir de öte tarafı olduğuna inanmayan, yerleri ve gökleri yaratanın eninde sonunda bizleri kendisine döndüreceğine iman etmeyenler bu büyük acının altından nasıl kalkabildiler, emin olunuz bilmemekteyim." (s.164)

Bir hu da biz çekip bitirelim. Tuğrul ve Çağrı beylerin kardaşlık aşkına, Alparslan'ın yönetim becerisi aşkına, Anadolu'yu mamur eden ahiliğin aşkına, bunları yazma, anlatma, dinleyip feyzine vardırma yetisi veren Allah aşkına hu diyelim hu.

Mevhibe Şenel
mevhibe.senel@gmail.com