2 Nisan 2020 Perşembe

Yazmayı bir yüzleşme eylemi hâline getirmek

“Her şey, bomboş günlerin, haftaların, ayların ve yılların baş döndürücü biçimde iz bırakmadan o biricik kesinliğe, yani ölüme doğru hızlanarak geçmesinden ibaret.” 
- Mario Levrero, Boş Sözler

İnsan -istisnasız- hayatın merkezindeymiş gibi hareket ediyor. Dünya onun etrafında dönüyor sanki ve eşya onun sayesinde ya da onun uğruna varolmuş gibi tavır takınıyor. Sanki varlığa imkân lütfediyor. Her anını kutsayan insanın her yaşadığı, hayatın amacı; her söylediği, hayatın anlamı oluyor. Lüzumsuzluğun da acizlik gibi yeri yok onun kitabında.

Uruguaylı yazar Mario Levrero, Boş Sözler’de bunun böyle olmadığını anlatmış: İnsanı o dokunulmaz biricikliğinden alarak asıl yerine, evrendeki çokluğun içine bırakmış. Bu açıdan Boş Sözler ismiyle müsemma olmayan bir eser. Bu tamlama için ironi hatta oksimoron demek mümkün.

Nebula Kitap tarafından neşredilen Boş Sözler’i Türkçeye Başak Güntekin çevirmiş. Yüz yirmi sekiz sayfalık roman üç bölümden oluşuyor fakat salt olay ya da durum hikâyesi diyemeyeceğimiz yapısı için bu bölümlemenin pek bir önemi yok. Romanın başlangıcı, akışı ve bitişi bitimsiz bir sirkülasyonun kesitinden ibaret.

Eserin hemen başında yazarın kitaba dair bir değerlendirmesi bulunuyor. Levrero burada eserindeki kurgunun “iki ayrı bakış açısı veya metin grubuyla örülü” olduğunu belirterek bu iki bakış açısı veya metin grubunu “Alıştırmalar” ve “Boş Diskur” olarak kategorize ediyor. Eserin tümünü ise bu iki yapının “edebi olma niyetiyle” birleştirilmiş hâli olarak tanımlıyor. Levrero, yine buradaki değerlendirmesinde eserininin basılmadan önce bir “günlüğe benzediğini” söylüyor. Metni okurken ne demek istediği daha net anlaşılıyor zira başlık olarak ‘alıştırma’ veya ‘diskur’ olarak tanımlanan metin gruplarına tarih girilerek başlanmış.

Romana geçmeden önce yazarın kitapta yer verilen kısa biyografisinin dikkate alınmasında fayda olduğu kanaatineyim. Burada yazarla ilgili verilen bilgiler romanın dili ve içeriğini anlamlandırmayı kolaylaştırıyor. Biyografiden anlaşıldığına göre Mario Levrero sıradışı karakterinin ötesinde psikolojik gerilimleri olan biri ve özel hayatında da bunun yansımaları görülüyor. Bu açıdan Levrero’nun psikososyal durumu romana da yansımış diyebiliriz. Zaten ben anlatıcı tekniğiyle yazılan metin kendini çevresinden tecrit etmeye çalışan bir karakterin iç monologlarından oluşuyor. Kısacası roman otobiyografik bir kesit olarak da değerlendirilebilir.

Bir Latin Amerika Edebiyatı örneği olmasının yanında Boş Sözler’i en ilginç kılan nokta konusu olsa gerek. Kitap kendinden pek hoşnut olmayan ve bu yüzden davranışlarını değiştirmek isteyen bir insanın durumunu ele alıyor. Davranışsalcı öğretiye göre insanın karakter özelliği ve el yazısı arasında derin bir bağ bulunmaktadır. Romanın başkahramanı bu iddiadan hareketle el yazısını geliştirerek karakterini değiştirebileceği varsayımında bulunuyor ve “alıştırmalar” dediği çalışmalarına başlıyor. Yaptığını “oto-terapi” olarak nitelendiren roman kahramanı el yazısını değiştirdiğinde davranışlarını da değiştirebileceğini düşünüyor. Davranışlarını değiştirerek karakterini değiştirmeyi ve karakterini değiştirerek de karakterini istediği şekilde geliştirmeyi amaçlıyor. Amacına ulaşmak için günlük çalışmalarına geçiyor. Harfleri nasıl yazacağına yönelik notları bir mucidin günlük kayıtlarını anımsatıyor. Yazmayı adeta bir ritüel hâline getirmesinin yanında yaptığının kaligrafi çalışması olmadığını belirtmesi önemli bir detay. Yalnız işler roman kahramanının hesapladığı gibi gitmiyor ve alıştırmalar sırasında büyük bir sorun ortaya çıkıyor. Başarılı olabilmek için sadece el yazısına odaklanmak ve harfleri düzgün yazabilmek gerekmektedir. En önemlisi çalışmada anlamlı metinler ortaya çıkmamalıdır. Yazılanların anlamlı metinler olması hâlinde odak noktası yazının anlamına kayacağı için el yazısı istenildiği oranda gelişmeyecektir. Dolayısıyla karakter değişimi de söz konusu olamayacaktır.

Romanın kahramanı bu sorunu yazdığı yazıları ‘alıştırmalar’ ve ‘diskur’ olarak kategorize ederek aşmayı deniyor. Fakat her defasında alıştırma kategorisinde sıkıntı yaşıyor. Aynı anda iki şeye konsantre olamadığı düşüncesiyle salt şekle dayalı yazılar yazmayı deniyor ce içerik yerine şekile konsantre olmaya çalışıyor fakat yeterli başarıyı sağlayamıyor. Gelinen aşama roman kahramanının disiplinli çalışmasına engel olduğundan görevini savsaklamasına yol açıyor ve yazma işine aralıklarla devam etmeye başlıyor.

Boş Sözler psikolojik eşiği yüksek ve biraz da kasvetli bir roman. Kaygıları yer yer depresyona dönüşen roman kahramanı gördüğü rüyalarla gerçeği iç içe geçecek şekilde aktarıyor. Bilinçaltını açığa çıkaran aykırı hayalleri ve antidepresan kullanımı pek de iç açıcı olmayan ruhsal durumunu gösteriyor. Diğer yandan psikolojik açıdan sorunlu gibi görüntü oluşsa da kitapta hayatın gerçekliğine dair önemli detaylara yer verilmiş. Sıradan insanın gündelik hayat içerisinde karşı karşıya geldiği/kaldığı bu durumlara aile içi ilişkiler, iş hayatı, politik atmosfer, sosyal ortam, yalnızlık ve mahremiyet gibi örnekler verilebilir. Bu bağlamda roman kahramanı yazmayı bir yüzleşme eylemi hâline getiriyor. Her ne kadar anlamlı metinler yazmak istemese de diskur kategorisi altında bilimden dine, eğitimden politikaya, sosyal hayattan ekonomiye kadar bir çok konuya değiniyor. Diğer yandan zaman, mekân, ruh, özgürlük, güzellik, ahlak, sevgi gibi kavramlara felsefi bir derinlik kazandırıyor. Kısacası ‘boş sözler’ dolu hâle geliyor ve Mario Levrero nahifçe günlük hayatın edebiyatını yapıyor.

* Alejandro Zambra’nın Mario Levrero’ya da değindiği Serbest Kürsü’de kitabın “El Discurso Vacío” olan orijinal ismi Türkçeye “Boş Söylev” olarak çevrilmiş. ‘Diskur’ kelimesinin ‘söylev’ şeklindeki çevirisinin anlamsal açıdan maksada ve içeriğe daha uygun olduğu kanaatindeyim.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

31 Mart 2020 Salı

Hecenin izinde bir şarklı

“Ağır aksak üç beş vezin ama şöyle dedirten;
Her mısrada buram buram rayihası Türkçenin."

Bir şairin dünyasına girmek, o dünyanın bir sakini olmaya niyetle başlayıp, onun adımlarını takiple devam ediyor ve yolculuk bittiğinde şairin bizi indirdiği durakta dünyamız zenginleşiyor. Çünkü her seyr-ü sefer de olduğu gibi şairle çıktığımız yolculuk ta bizi dönüştürüyor.

Abdulhalik Aker’in şiirleri Şehrin Şarklısı ismiyle Ketebe Yayınları'ndan çıktı. Böylece sesine dergilerden aşina olduğumuz Aker’in şairliğini deneyimleme fırsatımız oldu zira son dönemde dikkat çeken isimlerden biri olmuştu.

Şiirler üç bölümde toplanmış kitapta. Şiir, Şair ve Hüzne Dair.

İlk göze çarpan Aker’in şiirde biçime dair bir düsturunun olduğu ve bu düsturun dışına hiç çıkmadığı. Önderliğini Süleyman Çobanoğlu’nun yaptığı “modern hece” hareketinin izinden gidiyor şairimiz. Garip akımıyla birlikte nerdeyse Türk şiirinden kovulan hece vezni ve kafiye yıllar sonra Çobanoğlu’nun yetkin şairliğiyle birlikte tekrar gün yüzüne çıkmış ve dikkat çekmişti. Çobanoğlu bu tavrıyla Türk şiirinin asıl karakterinin bu olduğuna işaret ediyordu ayrıca. Türk şiirinin tarihi seyri incelendiğinde ise şairin çok da haksız olmadığı aşikâr ama konu tartışmaya açık. Benim gibi zihni modernizm ile fazlaca sakatlanmış biri için kalıplar bir zorlaştırıcı iken başkası için bir imkân olabiliyor. Galiba bu mesele zihin dünyamızın şekillenmesi ve dil ile münasebetimiz ile alakalı. Şunu da eklemeliyim ki şiirlerini çok beğendiğim Çobanoğlu’nun heceye olan inancını şiirimiz için bir zenginlik olarak görüyorum. Hece ile yazan şairlerden İbrahim Tenekeci’nin de bu kanalı zenginleştirenlerden biri olduğunu düşünüyorum.

Sanırım yazı boyunca bu konudan ayrılamayacağız. Şiirleri incelerken de hep önümüzde olacak. Lethe Irmağı şiiriyle açılıyor kitap ve şöyle bir dua ile sonlanıyor şiir.

"Lütfet Allah’ım, lütfet el açıp yüz döndüğüm / lütfet ki lisanımdan çözülsün şu kördüğüm."

Lethe Irmağı sanıyorum mitolojide geçmişi unutturduğu rivayet olunan su anlamına geliyor. Şair daha ilk şiiriyle geçmişi unutturulan bir neslin üzüntüsüyle Rabb'inden bu kördüğümün lisanınca çözülmesini diliyor. Aynı itiraz ilk bölümdeki Burçlarda Yalnız şiiriyle devam ediyor.

"Dilimi fersah fersah uzaklara sürdüler / dilim döner eğer o kıvrak bir küheylansa."

Ve geldik Hece ismini verdiği şiirine. Süleyman Çobanoğlu’na ithaf edilen şiirinde Aker “bir şairin temenni ettiği kalıptanım” diyerek durduğu yeri işaret ediyor bizlere.

Sırada Yay şiiri var. Hece vezninin en önemli temsilcilerinden biri olan Yahya Kemal’in Ok şiirine vefa ile diye başlayan şiir klasik Türk şiirin aruz vezinlerinden birinin kalıbı ile hece veznine sadık kalınarak yazılmış ve bu kalıp şiirin altına not düşülmüş. Yanlış hatırlamıyorsam divan edebiyatında en sık kullanılan aruz vezninden yani “fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün”den bahsediyoruz. Ayrıca Ok şiirinde Yahya Kemal'in hece ölçüsüyle yazdığı tek şiir olduğu bilgisiyle okununca taşlar yerine iyice oturuyor.

Yarım Şiir isimli şiirinde ise kıyamet gününde elindeki fidanı dikme metaforu ile kendi şiir tanımını yapıyor şair. “Defterlerin kapanıp dürüldükleri günde / ne âlemi var ise fidana yer kazmanın; -şiir böyle bir şeydir hakikaten özünde- / budur nedeni işte yarım şiir yazmanın."

Aker’in Şair ismini verdiği ikinci bölümünde ise Necip Fazıl’dan bir epigraf karşılıyor bizi. Şair hece vezninin bir diğer önemli temsilcisini hatırlatıyor bize.

Bu bölüm kitaba da ismini veren Şehrin Şarklısı ile açılıyor. Bu metafor ile yabancılaşma ve dışlanma vurgusu yapılıyor. Üyesi olduğu topluma ait olamama, iğreti durma vurgusu yapılıyor ama bunu şairliğin şanından sayıyor şair.

Kitabın üçüncü bölümünde ise Cahit Sıtkı’dan bir epigraf karşılıyor. Yani hecenin en iyi şairlerden biri. Bu bölümde bir de Cahit Sıtkı Tarancı isimli şiir var ayrıca.

Yolun ilk yarısında renkler siyaha döndü
Semada bir kuş gibi o bombalar uçarken
On altı yıllığına dünya güzel göründü
Bir şair bisikletle Nazilerden kaçarken

Mısralar sevinmişti felçli dudaklarını
Kırk beşinde yeniden “anne” için açarken

Bu şiiri anlamak için ise Cahit Sıtkı’nın hayatını bilmek elzem. Yükseköğrenimi tamamlamak için Paris’e giden şair İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle ülkesine dönmek zorunda kalır fakat sınırlar kapalı olduğu için dönemez ve bir bisiklet bularak dağ yollarından İsviçre’ye gitmeyi başarır. İstanbul’a döndükten yıllar sonra ise felç nedeniyle Viyana’ya götürülür ve orada kırk altı yaşında vefat eder.

Aker’in şiirinde bariz bir Cahit Sıtkı etkisi görülür. Tarancı gibi çocukluğa özlem, yalnızlık ve yaşadığı çağa ait hissetmeme şiirlerinde göze çarpar. Bunda iki şairin de aynı toprağın insanı olmasının da payı var mı bilinmez ancak bir ruh arkadaşlıkları olduğu aşikâr. Galiba bu yüzden kitap boyunca sanki hecenin bu önemli şairleriyle aynı kuşaktan bir şairin gün yüzüne çıkmamış bir kitabını keşfetmişsiniz de onunla hemhal oluyorsunuz gibi bir his çevreliyor sizi. Bana öyle oldu en azından.

Tüm bunların ışığında şairin biçimle ilgili olgunlaşmış bir meselesinin olduğu ve bundan mülhem de şiir üzerine kafa yoran ve bu konudaki arayışını bitirmiş bir şair olduğunu söyleyebilirim. Dil konusunda ise pürüzsüz akıcı bir üslupla karşılaşıyoruz. İmgeler genel olarak kendini hemen açık etmeyen üzerine düşünmenizi isteyen tarzdan. Bazı şiirleri ise içine ipuçları saklanmış tarzdalar ve ancak o ek anlamlardan haberdarsanız tam olarak nasibinizi alıyorsunuz. Aker’in bunu da kasten yaptığı zaten belli. Her mısraında bize Türkçenin türlü rayihalarını buram buram hissettiren, beni fakülte günlerime götüren Aker’in ikinci kitabının yolunu gözlüyor olacağım.

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf

30 Mart 2020 Pazartesi

Süslü heveslerin öldürdüğü atlar ve sancılı yıllar

"At nemize? diyeceksiniz; 
At-mat değil ki söz konusu ettiğim, 
çağ şimdilerinde; İnsanoğlu basbayağ."
- Metin Eloğlu, A (Edip Cansever'e)

"Çırpını çırpını giden atlardan indik 
Girmek için patavatsız yurttaşlar sırasına."
- İsmet Özel, Naat

Toplumun değişen, dönüşen ve her ne kadar geride bırakıldığı zannedilse de zaman zaman önüne çıkan meselelerine değinen romanlar her zaman ilgi çekmiştir. Kentleşme, aile kurumunun bozuluşu, maddiyatın insan ilişkilerinde en önemli konuma yükselişi, dilin esnekliğini kaybedişi, teknolojinin hakimiyeti, doğanın harap olması gibi türlü mevzular geçmişte de şimdi de her yaştan okuyucuyu etkilemiştir. Okuyucu, romanını seçerken bunları göz önünde bulundurduğu gibi kimi zaman da koleksiyon arzusuyla yaklaşabilir kitaplara. Mesela ben At Sancısı'nı adı sebebiyle aldım. Kapakta 2019 Everest İlk Roman Ödülü yazmasına pek takılmadım. İsminde at geçen bütün kitapları biriktirmiyorum elbette ama Per Petterson'ın At Çalmaya Gidiyoruz'u ve Abbas Sayar'ın Yılkı Atı gibi okurken güzel zaman geçireceğimi sezmiştim. Sezgimde haklı çıkarken Jorge Luis Borges'in o nefis cümlesini de anmak isterim: Başkaları yazdıkları sayfalarla övünebilirler;/ ben okuduklarımla gurur duyuyorum.

Hiç abartısız, harikulade bir dil işçiliği var romanda. En önce bunu söylemeliyim. Kitaba başlarken kadar yazarın kaç yaşında olduğuyla ve daha önce neler yazdığıyla hiç ilgilenmemiştim ancak bu dil işçiliği bazı meraklar uyandırdı elbette. Elvan Kaya Aksarı'1990 doğumlu olduğunu öğrenince şaşırdım, sonra da şaşırdığım için utandım. Çünkü yazar gayet titiz davranmıştı ve ciddi bir mesai harcadığı da ortadaydı. Okuyucunun kelime haznesiyle dalga geçmemiş, atlara dair hakimiyetini belli ederken dahi mütevazı davranmış, kurgusunu diziye-filme de uysun diye görsel detaylara boğmamıştı. Daha ne olsundu? Zorunlu inzivaya maruz kalıp adeta ev sancısı yaşadığımız bu dönemde At Sancısı, insanı bir gün de olsa gündemin kaosundan ve telaşından uzaklaştıran güzellikte bir roman.

Demokrat Parti iktidarının koyduğu en yüksek hedeflerden biri, halkı motorlu taşıtların konforuyla tanıştırmaktır. Kararı alanlarla kararı uygulatacak olanlar arasında fikir birliği vardır fakat bu karara maruz kalacak olanlar, yani geçimini atlı taşımacılıkla sürdürenler tarafında iş nasıl olurunu bulacaktır? At menkıbeleriyle büyüyen ve atları çok önemseyen, kanaat esasına göre yaşayıp oğlununun huzurlu bir yuva kurmasından başka derdi olmayan Süleyman var karakterler arasında. Turşu Baba, atçı tayfasının soluk almak için hem muhabbetine hem de fikirlerine başvurduğu tek kişilik ihtiyar heyeti. Barış Bey; devletin yetiştirdiği, İstanbul'u at arabalarından kurtaracak olan yüce(!) fikri ilan edecek ve en hızlı biçimde uygulayacak olan bir memur. Hanımı Birçe, ne kadar batıyı takip etse de bir ayağı kendi topraklarında. Barış'ın yaveri Yakup, müneccimliğe meraklı, zayiçelerle meşgul olmayı seviyor, yerde bulamadığını gökte arıyor yani. Kahveci Köse var, o zamanların lezzetli kahvehane sohbetlerine onun mekânı sayesinde tanıklık ediyoruz romanı okurken. İki sağlam dost, Fenerbahçeli Nedim ve Nazım var sonra. Aralarında geçen çok hoş bir konu var, buraya almazsam rahat edemem. Biraz uzun olabilir ama inanın değecek, buyursunlar:

" - Yahu Nedim, ayağına top değdiğini görmedim ama sendeki şu Fenerbahçe iptilası nedir be kardeşlik? Şahsî fikrim, Şark'ta her şeyin cem olmaktan geçmesine isnat ediyor bu durum. Camisi, cemiyeti, mecmuası, cemaati, say sayabildiğine her şey cem makamından. Koskoca memleket, işte bu kadar ahali, bir camiadan ibaret. Ama hayat öteki türlüsüne de izin vermiyor. Bunca adam yarın bir sobanın etrafında toplanacak. Her odasında kalorifer yansa böyle mi olur? Üşüyen adam ferdiyetçiliği neylesin, evvela kemikleri ısınmalı. Koyunlar bile üşüyünce birbirine sokulur. Alışmamışız fert olmaya. Herifçioğlu günahın affı için papazın karşısına çıkar bizde âminler bile müşterektir. Hangisi doğru kestirmek güç, gerçi kestirsen ne olacak, öteki türlüsüne de züppe denilmez mi bizde?"
- Nazım ben senin gibi alengirli tantanalı konuşamam. Kelimeler ağzımda aşure olur, onun da kıvamı tutmaz. Ama insan dediğin seçer, seçmek ister. Seçerek var olur. Yapmanın müşkülü çok lakin seçmek öyle mi? Çay içerim, kahve aramam mesela. Sigara içerim de ot nedir bilmem. Bunlar hem rahatlatır beni hem de işte o 'camia' dediğin teşkilatta mensubiyetimi berkitir. Çayı seçmesem, tütünü bilmesem şuraya gelir miydim, oldu ki geldim, ne kadar gönül eğlendirebilirdim? Fenerbahçe de böyle. Semtin takımını tutacaksın ki, o semti sahipleneceksin. Sen semti sahiplenirsen semt de seni sahiplenir. Nasıl diyeyim bu tercihler sayesinde ben seni, yaşadığım semti, karımı, aşımı sahiplenebiliyorum. Fenerbahçesiz Kadıköy, herhangi bir köydür, lafını etmeye değmez. Yapmaya fırsatın yoksa da seçmeye de mi yok? Hem seçmek o kadar kötü olsa millet rey vermek için birbirini yer miydi? Cumhur seçmesin de cumhuriyet sele mi gitsin?"

Romanın geçtiği tarih 1958. Yazarın bir röportajında gayet yerinde hatırlattığı gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın günlüklerinde "Türkiye beni yedin!" yazdığı, çok sevdiğim şair Metin Eloğlu'nun bir şiirinde "Burası önce Türkiye, sonra Pompei’nin son günleri" dediği yıllar. Atların bir sancı olarak görüldüğü, karayollarının genişletildiği, motorlu araçların girmedik sokak bırakmayacağı yılların başı. 1947-48'de ise at vebası bahanesiyle Türkiye'deki atların neredeyse hepsinin öldürüldüğünü İsmet Özel defaatle hatırlatmış, "Eğer biz Türkiye olarak süvari birlikleri olan bir ordumuz olsaydı bugün dünyada parmakla gösterilen bir ülke olacaktık. İkinci Dünya Savaşı sırasında motorize birliklerinin yapamadıklarını süvari birlikleri yaptı ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya hiçbir zaman ciddi bir savaş görmedi" demiştir. Ne önemi var bunların diye düşünen biri roman okumamalı, şiir hiç okumamalı. İkisi de asgaride kalmak istemeyenler için yazılır çünkü. Nedeni sorgulamak, yaşamı detaylandırmak için. Derinde, dipte duranı keşfetmek için. 

Elvan Kaya Aksarı'yı yürekten tebrik ediyorum. Dilimizin tüm lezzetiyle atlara dair gösterdiği hatırşinaslık için. Romandan Sümbül'ün sözleri hem o günleri hem de bu günleri ne güzel anlatıyor aslında: "Kehribara naylon karıştı, surun üflenmesi yakındır."

Yağız Gönüler

25 Mart 2020 Çarşamba

Nostalji nedir?

Zygmunt Bauman (1927-2017) insanın gelecekte yaşamayı arzuladığı yeri kurgularken geçmişten (tarihten) referans aldığını söyler[1]. Ona göre geçmişte pratize edilmiş bir örneği olmayan ‘nostaljik’ bir yanılsamadır bu. Burada dikkat çeken kavramın nostalji olduğunu görüyoruz. Zira gelecek için geçmişe atıf yapılan bir kavram kullanılıyor. Nostalji kelimesi sözlükte “geçmişte kalan güzelliklere duyulan özlem; geçmişe duyulan aşırı özlem; sıla özlemi” veya “değişime karşı duyulan korku nedeniyle geçmişe sığınma; geçmişseverlik” olarak tanımlanıyor[2]. Son derece hisli ve nahif bir kavram. Günlük hayatta kullanıldığında insanın içinde gayriihtiyari bir hoşluğa yol açıyor. Geçmişi yad etmek ister istemez bir sıcaklık hissi doğuruyor.

Kolektif Kitap’tan çıkan Nostalji adlı çalışma bu nahif kavramı ele alıyor. Felsefe alanında akademisyen ve filolog olan Barbara Cassin imzalı yüz on iki sayfalık eserin çevirisi Seçil Kıvrak tarafından yapılmış. Nostalji kelimesini etimolojik yönleniyle ele alarak felsefi, tarihi ve kültürel açıdan analiz eden yazar mitolojiden büyük oranda faydalanıyor. Cassin önce Yunan mitolojisiyle başlayıp ardından Roma mitolojisine değinerek karşılaştırmalı bir değerlendirme yapıyor. Daha sonra nostalji kavramı üzerinde yaptığı mitolojik değerlendirmeyi dil bağlamında genişleterek günümüz dünyası açısından yorumluyor. Cassin amacını “Bu kitap ‘nostalji’yle birlikte vatan, sürgün ve anadil arasındaki ilişkiyi irdeliyor.” şeklinde özetliyor.

Detaya geçmeden önce kitaba ismini veren nostalji kelimesinin kökenine değinmek gerekirse, Barbara Cassin kelimenin Antik Yunanca gibi durduğunu ama çok daha yakın dönemde kullanıma girdiğini belirtiyor. İsviçre’den dünyaya yayılan bu kelimenin hikâyesi oldukça dokunaklıdır. İlk defa 1600’lerin ikinci yarısında memleketini özleyen İsviçreli asker ya da öğrencilerin ‘hastalığı’ için kullanılmıştır. Öyle ki sılaya döndüklerinde kısa sürede iyileştikleri kayıtlara geçmiştir.

İnsan Ne Zaman Evindedir?” alt başlığını taşıyan kitap toplamda dört bölümden oluşuyor. Barbara Cassin, giriş olarak da nitelendirebileceğimiz “Korsika Misafirperverliği” başlıklı ilk bölümde ev, eve dönüş ve evde oluş konularına anıları üzerinden açılım getirmeye çalışıyor. Paris’te yaşayan Cassin “evim olmayan evim” olarak nitelediği Korsika’ya yaptığı seyahat(ler)in hangi anlamlara gelebileceğini sorguluyor ve ‘insanın geçmişinde yurt olarak bir alakasının olmadığı bir yerle ilgili nostaljik hisler duyup duyamayacağını’ gündeme getiriyor. Yazarı bu düşünceye sevk eden şey, garip kültürüyle modern yaşamın biraz dışında kalan Korsikalıların onu evinde hissettirecek şekilde davranmalarıdır.

Odysseus ve Eve Dönüş Günü” adını taşıyan ikinci bölümde Yunan ozan Homeros’un (MÖ 9. yüzyıl) Odysseia adlı destanın başkarakteri Odysseus’un başından geçenler nostalji kavramı bağlamında ele alınıyor. Odysseus doğduğu yerden yani memleketinden sürgün edilmiş ve ancak uzun yıllar sonra dönebilmiştir. Öyle ki, Odysseus döndüğünde yaşlı köpeği hâricinde karısı dâhil kimse tanımamıştır onu. Cassin, bu süreç içinde Odysseus’un yaşadığı ‘sıla ve aile özlemi’ nostalji olarak değerlendirilebilir mi diye soruyor. Sorunun en can alıcı noktası Odysseus’un tekrar yola çıkacağını bilerek yurduna dönüşüdür. Sılaya dönüş olup olmadığı tartışılabilir olan bu ânın ortaya çıkardığı his nostalji anlamında değerlendirilebilir mi? Zira yıllar sonra aynı mekâna gelen kişi yıllar öncesinin imajıyla karşılaşmak ister fakat gerçeklik artık farklı bir durumdur. Cassin bu durumu şöyle açıklıyor: “Odysseus sonunda oradadır ama aslında hiç de orada değildir; başka bir biçimde, başka bir idededir.

Üçüncü bölüm “Aeneas: Nostaljiden Sürgüne” başlığını taşıyor. Romalı şair Publius Vergilius Maro’nun (MÖ 1. yüzyıl) eseri olan Aeneis’in başkarakteri Aeneas da yurdundan ayrılmıştır. Bu açıdan Yunan mitolojisindeki Odysseus’un Roma mitolojisindeki muadili gibi düşünülebilir fakat Aeneas’in yurdundan ayrılışı sürgün değildir. Aeneas İtalya’yı kurmak için Troya’dan yani Helen (Yunan) topraklarından ayrılmıştır. Dolayısıyla, bölüm başlığında da ima edildiği üzere geleceğe yönelik bir nostaljidir bu. Aeneas köklerinin ayrıldığı mekâna dönerek tekrar kök salmayı amaçlamaktadır. Barbara Cassin, Aeneas’in durumunun nostalji kavramı açısından ne anlama gelebileceğini sorguluyor. Zira Aeneas aslında yolculuğunu atalarının yurduna yapmaktadır. Bu açıdan ‘yaşanmamış’ geçmişe özlemle ilişkilendirilebilir bir alan doğmaktadır ama olay gelecekte gerçekleşecektir.

Barbara Cassin ele aldığı iki destandan yola çıkarak Yunan ve Roma (İtalyan) halklarının hem etnik hem de kültürel olarak birbirine karıştığını fakat kullanılan dil açısından kesin biçimde ayrıştığını belirtiyor. Filolog olan Cassin buradan hareketle bir millet için asıl belirleyici olanın dil olduğu vurgusunu yapıyor ve dil konusuna ayrı bir alan açarak anadilin anlamı ve sürgün olunan/gidilen yerde maruz kalınan dilin etkileri üzerinde duruyor. Örneğin Odysseus yıllar sonra bile Yunanca konuşurken, geçmişinde Yunanca konuşan Aeneas artık Latince konuşmaya başlamıştır. Latince Yunanca’ya galip gelmiştir. Diğer yandan Cassin’e göre Romalıların dilinin ‘Romaca’ değil de Latince olması ayrıca irdelenmesi gereken bir konudur. Bu açıdan Romalılık kurgusal bir kimliktir. Roma halkının biri doğduğu yer diğeri vatandaşlık olmak üzere iki kimliği, iki vatandaşlığı vardır. Bunun anlamı, Guillermo Rosales’in dediği gibi topyekûn sürgünlüktür[3]. Cassin topyekûn sürgünlüğü “dâhil eden ötekilik” olarak tanımlıyor. Yapılan tanımlar modern insanın bugün içinde olduğu durumu anlamak açısından oldukça manidar.

Arendt: Vatan Yerine Dile Sahip Olmak” başlığını taşıyan dördüncü bölüm Alman Yahudisi olan Hannah Arendt’in (1906-1975) İkinci Dünya Savaşı sırasında önce Fransa’ya, oradan da Portekiz üzerinden ABD’ye olan ‘sürgününe’ dair düşüncelerini içeriyor. Başlığından anlaşılacağı üzere bölümün temel noktası anadil olarak belirlenmiş. Arendt’e göre anadilin kültürü ve kimliği korumadaki işleviyle geçmişle bağı koparmamaya yarayan nostaljik bir tarafı vardır. Sürgün ise anadili ‘denatrüralize’ ederek bozguna uğratır ve insan için doğallığını bozar. Bir başka deyişle dil olgusunun nostaljik yanı bozuma uğrar. Sürgün, birey için yeni bir dili ‘naturel’ hâle getirir. Bu süreci yaşayan Arendt’e göre “vatanı belirleyen atalarının toprağı değil, konuştuğu dildir.” Bir söyleşide Hitler öncesi Almanya’yı özleyip özlemediği sorulduğunda “Ona hiç nostalji duymadığımı söyleyemem../..Ondan geriye dil kaldı.” demiştir. Bu bağlamda Almanca’yı farklı bir yere koyan Arendt öğretilen/öğrenilen bir kimlik olarak tanımladığı Yahudiliğini önemsemekle itham edilmiştir. Ona göre dil insanın kimliği, kültürü ve aidiyeti açısından çok önemlidir çünkü o ‘Almanya’dan sürgün edilmekten öte Almanca’dan sürgün edildiğini’ düşünmektedir. Bu anlamda halk ve vatan değişir; asıl belirleyici olan dildir. Zaten sürgün edilen birinin de yanında götürebileceği yegâne şey anadilidir. Diğer yandan yaşadıkları yüzünden sürgünler iki dilin kekemesi olurlar. Tam olarak kullanamadıkları anadilleri ve tam olarak edinemeyip maruz kaldıkları dilin kekemesidir onlar. Anadil ortadan kalktığında kullanılan dil sadece propagandadır. Bütün bunların nihayetinde sürgünlük başta olmak üzere insanın içinde olduğu durum Edward W. Said’in (1935-2003) tabiriyle Yersiz Yurtsuz’luktur[4]. Said otobiyografik eserinde çok kimliliğine vurgu yaparak aslında hiçbir yere ait olmadığını açıklamaya çalışmıştır. O Filistinli bir Hıristiyan olarak önce Mısır’a ardından ABD’ye gitmek zorunda kalmış ve ABD vatandaşı olmuştur fakat yaşadığı tüm bu süreçleri açıklayan en net tabir yersiz-yurtsuzluktur. Bir mekâna ait ya da sahip değildir.

Nostalji birçok açıdan dolu bir kitap. Avrupalılık kültürünün da temelinde yer bulan iki antik destan ve geçtiğimiz yüzyılda iz bırakmış bir yazarın ele alındığı bir metnin edebi açıdan doyurucu olmaması düşünülemez. Nostalji’de felsefeden mitolojiye, filolojiden tarihe, coğrafyadan ekolojiye, dinden edebiyata, siyasetten kültüre kadar geniş bir alanda düşünsel bir devinim söz konusu. Batı kültürünün iki kurucu metni üzerinden kısmen de olsa antik dönemin hayata bakış açısını yansıtıyor. Bunun ötesinde günümüzün en önemli sorunlarından olan göçmenlik olgusuna dair önemli açılımlar yapmaya imkan tanıyan bir metin.

Kaynakça:
[1] Bauman, Zygmunt: Retrotopya, Çeviren: Ali Karatay, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2018.
[2] Türk Dil Kurumu: Türkçe Sözlük. Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, 2005.
[3] Rosales, Guillermo: Felaketzedeler Evi. Çeviren: Gökhan Aksay. İstanbul: Jaguar Kitap, 2017.
[4] Said, W. Edward: Yersiz Yurtsuz. Çeviren: Aylin Ülçer. İstanbul: Metis Yayınları, 2014.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

23 Mart 2020 Pazartesi

Gönlün yorgun olduğu yerden hiçbir şey çıkmaz

“İnsan sadece mantıkla tatmin olmaz, duygu arar. Duygununsa İslam’daki karşılığı muhabbettir.”
- Sadettin Ökten

Kalpten kalbe bir yol var demişti Neşet Ertaş o kendine has şivesiyle. Gönle dokunan türkülerinde bir muhabbet havasının yüceliği ve aynı zamanda mütevazılığı göze çarpıyordu. Geçmişimizde muhabbet ve gönül ehli birçok mütefekkirimiz oldu, birçok şairimiz, yazarımız ve daha birçok büyüğümüz. Tıpkı Neşet Ertaş gibi muhabbete, gönle dokunan sözleriyle yer ettiler bizde. Bize muhabbetin ve gönlün önemini söylemeden hissettirdiler bazen. İnsan konuşacak bir dost bulduğunda varlığının büyük kısmını tamamlar. Bu dost illaki bizimle aynı sosyal statüde, yakın yaşlarda veya benzer mertebede olmak zorunda değildir. Arada muhabbet ve gönül bağı kurulduğunda her şey hallolur ve ondan sonra muhabbetin lezzetinden söz edilir sadece (Gerçi artık sohbetler ‘politik olarak aynı bakış’a indirgendi). Hangi konudan konuşulursa konuşulsun, en dünyevi konudan bahis açılsa bile dostla konuşulan konu farklı hissettirir insana. Çünkü insanın ruhu bir muhabbet arar. Bu en münzevi yaşayanda da böyledir. O da kendiyle muhabbet eder dost olmadığında. Gerçek diyebileceğimiz dostu bulduğunda ise ona yönelir. Sadettin Ökten’i de Kemal Sayar’ı da okuryazarlıkla biraz hemhal olan herkes bilir. İkisi de muhabbet ehli kimselerdir. Gönle dokunan yazıları, kitapları vardır. İkisi de aslında muhabbet kavramına uzak mesleklere sahiptir. Sadettin Ökten inşaat mühendisi, Kemal Sayar ise psikiyatristtir. Elbette psikiyatri konuşarak ifa edilen bir meslektir ancak bu konuşmalar bir dostla edilen muhabbet gibi değildir. Ve bu iki değerli insan da gönül ehli oluşlarını mesleklerine yansıtmışlar ve mesleklerine yeni bir tanım getirmişlerdir.

Erkam Radyo’da Gönül Sadası programıyla hatırladığımız bu iki değerli insanın o programda yaptıkları konuşmalar Turkuvaz Kitap'tan neşredildi ve çok kısa sürede üst üste yeni baskılar yaptı. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Dünyaya Geldim Gitmeye dizesiyle üst başlığı oluşturulan kitap Gönül Sadası’ndan Akisler alt başlığına sahip ve tıpkı alt başlığına uygun bir konuşma metniyle açılıyor. Gönül, mânâ, güzel bakmak gibi kavramlar etrafında dönen konuşma zaman zaman modern hayatın yıkıcılığıyla ilgili tespitler ve eleştiriler de içeriyor. Bu konuşmadan ise bir sonuç çıkarıyoruz: İnsan dünyada garip ve yalnızdır. Fakat burada Kemal Sayar’ın henüz ilk cümlesi dikkat çekiyor. İki güzel kelimemiz var: gönül ve sada. Bunlar bize mahsus kelimeler. Batı dillerinde tam manasıyla karşılığı yok. Bu cümleyi kuran bir psikiyatr olunca benim daha da dikkatimi çekti. Çünkü günümüzde her şey gibi ruh bilimiyle ilgili meslekler de mekanikleşmeye başladı. Bu mekanikleşmeye direnen bir görüntüsü var Kemal Sayar’ın ve bu tespiti de çekinmeden yapması bir okur ve ruh sağlığıyla ilgili bir alanda çalışan biri olarak hoşuma gitti. İlk söyleşiden sonra kalan otuz söyleşinin de gidişatı ya da en azından ne gibi konulara değinileceği ve hangi bakış açısıyla konuşulacağı anlaşılıyor. Kemal Sayar konuşmaya sık sık ruh hekimi kimliğini de katmış ve bu konuşmaya farklı bir bakış sağlamış. Sadettin Ökten Hoca ise hep aynı bildiğimiz gibi: Derin, bilgili ve nahif.

Sohbetlerdeki sıcak ve samimi hitap hem okuru kitaba daha da çekiyor hem de bir seviyeyi koruyor. Ancak bundan, sohbetlerin günlük rutin konuşmalardan oluştuğu anlamı çıkmasın. Evet spontane gelişen sohbetler bunlar. Herhangi bir metne bağlı değil ancak sıkı konular konuşuluyor. Örneğin henüz ikinci konuşmada Sadettin Ökten’in sağlam bir determinizm eleştirisi yapması, ‘ben ve ‘biz’ kavramları etrafında batının ve İslam’ın bakış açılarının karşılaştırılıp incelenmesi, Sadettin Ökten’in kendi kitaplarında sık sık yaptığı gibi şehircilikle ilgili tespit, eleştiri ve önerileri bunlardan sadece bazıları. Estetik değerlerin göz ardı edilmeden ve İslam dairesinden çıkmadan yapılan istisnasız her konuşma (31 tane) okura mutlaka farklı bir kapı açıyor. Mesela, daha önceki kitaplarının birinde şehir bir ahlâk meselesidir diyen Ökten Hoca’nın bu kitapta da “şehir sadece akılla kurulan bir yapı değildir, şehirde maneviyat vardır. Bir gotik kilisede de kendine özgü maneviyat vardır. Kendi şehrimizi biz imar edeceğiz, dolayısıyla koruyacağız, dönüştüreceğiz” demesi gibi. Şehircilik konusu açılınca bilge mimar Turgut Cansever’i de anmamak olmaz ki zaten Sadettin Ökten hocanın da birçok düşüncesi Cansever’le örtüşüyor. Çünkü benzer yerlerden bakıyorlar dünyaya.

Büyük şehirlerdeki insanlar için artık iş kavramı tamamen mekanik bir hâle dönmüş durumda. Sabah kalk-araca bin-işe git-yemek ye-mesaiyi bitir ve eve gel. Hatta eve geldikten sonra yapılan şeyler bile sanki bir makineymişiz de onun gereğini yapıyormuşuz gibi hareketlerden oluşuyor. Bununla ilgili son zamanlarda çıkan bir kitap vardı: 6.27 Treni. Kitabın asıl konusu insanın mekanikleşmesi olmasa da arka planda eleştirilen bir hâldi bu. Oysaki kadim medeniyetimizde böyle bir şey yoktur, olsa da büyük çoğunluğu kapsamaz. Elbette klişe bir şekilde geçmiş övgüsü yapmayacağım. Şu anda yaşıyoruz ve geçmiş bazı yönleriyle her zaman daha cazip gelebilir birçok dezavantajları da olmasına rağmen. Fakat şu andaki hayatımızdan atamayacağımız birçok şeyi de barındırmaz. Ancak iş hayatı söz konusu olduğunda şimdiki mekanikleşmeyi kaç kişi o zamanki iş/meslek/uğraş durumlarına tercih edebilir? Kim gününün çok fazla bir kısmını para kazandığı işe harcamak ister? Kaç kişi işten arta kalan zamanlarda bir sanatla, hobiyle, ailesiyle, doğayla ilgilenebiliyor? Bu açıdan geriye gittiğimiz kesin. Modern hatta postmodern zamanlarda yaşıyoruz ve bunun gereği de ‘ölümüne çalışmak’. Koreli filozof Byung-Chul Han da buna benzer şekilde, modernite döneminde hedefin hep ileride olduğunu, bu yüzden insanın daima hızlandığını çünkü anlamı orada bulduğunu, belirtir. Sadettin Ökten ise iş hayatının bu olumsuzluklarını karaktere ve ruhun hazzına bağlar:

İş hayatının, hayatın bütününü inhisar etmesi, maalesef karakter erozyonunu beraberinde getiriyor.

Ruh haz alırsa o çizgiye tekrar dönmez. Gönül o hazzı tadarsa biçime bakar, belki imrenir, sonra ‘Bırak benim yolum doğrudur,’ der. Mühim olan gönüldür, kalptir, onun haz almasıdır, o da bir lütf-i ilahidir.

Tabii bunları bu şekilde düşünebilmek için ‘isteme’ denilen kapitalizmin en büyük silahının tahakkümü altına girmemek gerekir. İsteme, daha fazla isteme, elde edince ise bir kenara fırlatıp ya da harcayıp yeniden isteme. İnsanı çürüten bir döngüdür bu. Cioran, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine adlı kitabında “İstemeye başlar başlamaz Şeytan’ın hükmü altına gireriz” demişti. Kemal Sayar ise “Yeter! diyebilmek en büyük zenginliktir” diyor ve mesleki bir sebep getiriyor buna: “Kâfi diyemediğimiz için içimizdeki boşluğu daha fazla şeyle doldurabileceğimizi zannediyoruz.

Hem Sadettin Ökten’in hem de Kemal Sayar’ın bütün sohbetlerin içinde konuyla ilgi anılarından bahsetmeleri, özellikle Kemal Sayar’ın mesleğindeki bazı olayları konuyla bağdaştırıp örnek vermesi okuru bir üçüncü kişi olarak konuşmaya katması açısından çok isabetli olmuş. Sadettin Ökten ise konuya uygun öneriler de getiriyor anılarının yanında. Hayatın içinde bir mola verip bir an için tefekküre dalma, doğayı izleme, gökyüzüne bakma önerilerini ve halihazırda uyguladığı davranışları söyleşi boyunca tekrarlıyor. Tabii Kemal Sayar da bu önerilere katılıyor ve kendi önerilerini söylüyor. Bu iki değerli insanın da dediği şeyler şimdiki hayatın akışı içinde belki de çok ütopik görünebilir; ancak uygulanabildiği takdirde insana bir nefes sağlayacak önerilerdir. Çünkü sadece bedene ve akla sahip değiliz, bir ruhumuz ve bir de gönlümüz var. Onları da beslemek gerekir. O zaman Sadettin Ökten’in ‘içe dönmek’ ile ilgili şu önerisini de verip yazıyı bitirelim:

…kendinize zaman ayırın. İnsanlarla çok ülfet etmeyin. Kendinize diri zaman ayırın, yorgun zaman değil; zihnin ve bedenin diri zamanlarını ayırın ve yalnız kalmasını öğrenin. Yorgun oluyorsunuz, zihin de gönül de yorgun oluyor, oradan bir şey çıkmaz, çıkmıyor.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10