25 Mart 2020 Çarşamba

Nostalji nedir?

Zygmunt Bauman (1927-2017) insanın gelecekte yaşamayı arzuladığı yeri kurgularken geçmişten (tarihten) referans aldığını söyler[1]. Ona göre geçmişte pratize edilmiş bir örneği olmayan ‘nostaljik’ bir yanılsamadır bu. Burada dikkat çeken kavramın nostalji olduğunu görüyoruz. Zira gelecek için geçmişe atıf yapılan bir kavram kullanılıyor. Nostalji kelimesi sözlükte “geçmişte kalan güzelliklere duyulan özlem; geçmişe duyulan aşırı özlem; sıla özlemi” veya “değişime karşı duyulan korku nedeniyle geçmişe sığınma; geçmişseverlik” olarak tanımlanıyor[2]. Son derece hisli ve nahif bir kavram. Günlük hayatta kullanıldığında insanın içinde gayriihtiyari bir hoşluğa yol açıyor. Geçmişi yad etmek ister istemez bir sıcaklık hissi doğuruyor.

Kolektif Kitap’tan çıkan Nostalji adlı çalışma bu nahif kavramı ele alıyor. Felsefe alanında akademisyen ve filolog olan Barbara Cassin imzalı yüz on iki sayfalık eserin çevirisi Seçil Kıvrak tarafından yapılmış. Nostalji kelimesini etimolojik yönleniyle ele alarak felsefi, tarihi ve kültürel açıdan analiz eden yazar mitolojiden büyük oranda faydalanıyor. Cassin önce Yunan mitolojisiyle başlayıp ardından Roma mitolojisine değinerek karşılaştırmalı bir değerlendirme yapıyor. Daha sonra nostalji kavramı üzerinde yaptığı mitolojik değerlendirmeyi dil bağlamında genişleterek günümüz dünyası açısından yorumluyor. Cassin amacını “Bu kitap ‘nostalji’yle birlikte vatan, sürgün ve anadil arasındaki ilişkiyi irdeliyor.” şeklinde özetliyor.

Detaya geçmeden önce kitaba ismini veren nostalji kelimesinin kökenine değinmek gerekirse, Barbara Cassin kelimenin Antik Yunanca gibi durduğunu ama çok daha yakın dönemde kullanıma girdiğini belirtiyor. İsviçre’den dünyaya yayılan bu kelimenin hikâyesi oldukça dokunaklıdır. İlk defa 1600’lerin ikinci yarısında memleketini özleyen İsviçreli asker ya da öğrencilerin ‘hastalığı’ için kullanılmıştır. Öyle ki sılaya döndüklerinde kısa sürede iyileştikleri kayıtlara geçmiştir.

İnsan Ne Zaman Evindedir?” alt başlığını taşıyan kitap toplamda dört bölümden oluşuyor. Barbara Cassin, giriş olarak da nitelendirebileceğimiz “Korsika Misafirperverliği” başlıklı ilk bölümde ev, eve dönüş ve evde oluş konularına anıları üzerinden açılım getirmeye çalışıyor. Paris’te yaşayan Cassin “evim olmayan evim” olarak nitelediği Korsika’ya yaptığı seyahat(ler)in hangi anlamlara gelebileceğini sorguluyor ve ‘insanın geçmişinde yurt olarak bir alakasının olmadığı bir yerle ilgili nostaljik hisler duyup duyamayacağını’ gündeme getiriyor. Yazarı bu düşünceye sevk eden şey, garip kültürüyle modern yaşamın biraz dışında kalan Korsikalıların onu evinde hissettirecek şekilde davranmalarıdır.

Odysseus ve Eve Dönüş Günü” adını taşıyan ikinci bölümde Yunan ozan Homeros’un (MÖ 9. yüzyıl) Odysseia adlı destanın başkarakteri Odysseus’un başından geçenler nostalji kavramı bağlamında ele alınıyor. Odysseus doğduğu yerden yani memleketinden sürgün edilmiş ve ancak uzun yıllar sonra dönebilmiştir. Öyle ki, Odysseus döndüğünde yaşlı köpeği hâricinde karısı dâhil kimse tanımamıştır onu. Cassin, bu süreç içinde Odysseus’un yaşadığı ‘sıla ve aile özlemi’ nostalji olarak değerlendirilebilir mi diye soruyor. Sorunun en can alıcı noktası Odysseus’un tekrar yola çıkacağını bilerek yurduna dönüşüdür. Sılaya dönüş olup olmadığı tartışılabilir olan bu ânın ortaya çıkardığı his nostalji anlamında değerlendirilebilir mi? Zira yıllar sonra aynı mekâna gelen kişi yıllar öncesinin imajıyla karşılaşmak ister fakat gerçeklik artık farklı bir durumdur. Cassin bu durumu şöyle açıklıyor: “Odysseus sonunda oradadır ama aslında hiç de orada değildir; başka bir biçimde, başka bir idededir.

Üçüncü bölüm “Aeneas: Nostaljiden Sürgüne” başlığını taşıyor. Romalı şair Publius Vergilius Maro’nun (MÖ 1. yüzyıl) eseri olan Aeneis’in başkarakteri Aeneas da yurdundan ayrılmıştır. Bu açıdan Yunan mitolojisindeki Odysseus’un Roma mitolojisindeki muadili gibi düşünülebilir fakat Aeneas’in yurdundan ayrılışı sürgün değildir. Aeneas İtalya’yı kurmak için Troya’dan yani Helen (Yunan) topraklarından ayrılmıştır. Dolayısıyla, bölüm başlığında da ima edildiği üzere geleceğe yönelik bir nostaljidir bu. Aeneas köklerinin ayrıldığı mekâna dönerek tekrar kök salmayı amaçlamaktadır. Barbara Cassin, Aeneas’in durumunun nostalji kavramı açısından ne anlama gelebileceğini sorguluyor. Zira Aeneas aslında yolculuğunu atalarının yurduna yapmaktadır. Bu açıdan ‘yaşanmamış’ geçmişe özlemle ilişkilendirilebilir bir alan doğmaktadır ama olay gelecekte gerçekleşecektir.

Barbara Cassin ele aldığı iki destandan yola çıkarak Yunan ve Roma (İtalyan) halklarının hem etnik hem de kültürel olarak birbirine karıştığını fakat kullanılan dil açısından kesin biçimde ayrıştığını belirtiyor. Filolog olan Cassin buradan hareketle bir millet için asıl belirleyici olanın dil olduğu vurgusunu yapıyor ve dil konusuna ayrı bir alan açarak anadilin anlamı ve sürgün olunan/gidilen yerde maruz kalınan dilin etkileri üzerinde duruyor. Örneğin Odysseus yıllar sonra bile Yunanca konuşurken, geçmişinde Yunanca konuşan Aeneas artık Latince konuşmaya başlamıştır. Latince Yunanca’ya galip gelmiştir. Diğer yandan Cassin’e göre Romalıların dilinin ‘Romaca’ değil de Latince olması ayrıca irdelenmesi gereken bir konudur. Bu açıdan Romalılık kurgusal bir kimliktir. Roma halkının biri doğduğu yer diğeri vatandaşlık olmak üzere iki kimliği, iki vatandaşlığı vardır. Bunun anlamı, Guillermo Rosales’in dediği gibi topyekûn sürgünlüktür[3]. Cassin topyekûn sürgünlüğü “dâhil eden ötekilik” olarak tanımlıyor. Yapılan tanımlar modern insanın bugün içinde olduğu durumu anlamak açısından oldukça manidar.

Arendt: Vatan Yerine Dile Sahip Olmak” başlığını taşıyan dördüncü bölüm Alman Yahudisi olan Hannah Arendt’in (1906-1975) İkinci Dünya Savaşı sırasında önce Fransa’ya, oradan da Portekiz üzerinden ABD’ye olan ‘sürgününe’ dair düşüncelerini içeriyor. Başlığından anlaşılacağı üzere bölümün temel noktası anadil olarak belirlenmiş. Arendt’e göre anadilin kültürü ve kimliği korumadaki işleviyle geçmişle bağı koparmamaya yarayan nostaljik bir tarafı vardır. Sürgün ise anadili ‘denatrüralize’ ederek bozguna uğratır ve insan için doğallığını bozar. Bir başka deyişle dil olgusunun nostaljik yanı bozuma uğrar. Sürgün, birey için yeni bir dili ‘naturel’ hâle getirir. Bu süreci yaşayan Arendt’e göre “vatanı belirleyen atalarının toprağı değil, konuştuğu dildir.” Bir söyleşide Hitler öncesi Almanya’yı özleyip özlemediği sorulduğunda “Ona hiç nostalji duymadığımı söyleyemem../..Ondan geriye dil kaldı.” demiştir. Bu bağlamda Almanca’yı farklı bir yere koyan Arendt öğretilen/öğrenilen bir kimlik olarak tanımladığı Yahudiliğini önemsemekle itham edilmiştir. Ona göre dil insanın kimliği, kültürü ve aidiyeti açısından çok önemlidir çünkü o ‘Almanya’dan sürgün edilmekten öte Almanca’dan sürgün edildiğini’ düşünmektedir. Bu anlamda halk ve vatan değişir; asıl belirleyici olan dildir. Zaten sürgün edilen birinin de yanında götürebileceği yegâne şey anadilidir. Diğer yandan yaşadıkları yüzünden sürgünler iki dilin kekemesi olurlar. Tam olarak kullanamadıkları anadilleri ve tam olarak edinemeyip maruz kaldıkları dilin kekemesidir onlar. Anadil ortadan kalktığında kullanılan dil sadece propagandadır. Bütün bunların nihayetinde sürgünlük başta olmak üzere insanın içinde olduğu durum Edward W. Said’in (1935-2003) tabiriyle Yersiz Yurtsuz’luktur[4]. Said otobiyografik eserinde çok kimliliğine vurgu yaparak aslında hiçbir yere ait olmadığını açıklamaya çalışmıştır. O Filistinli bir Hıristiyan olarak önce Mısır’a ardından ABD’ye gitmek zorunda kalmış ve ABD vatandaşı olmuştur fakat yaşadığı tüm bu süreçleri açıklayan en net tabir yersiz-yurtsuzluktur. Bir mekâna ait ya da sahip değildir.

Nostalji birçok açıdan dolu bir kitap. Avrupalılık kültürünün da temelinde yer bulan iki antik destan ve geçtiğimiz yüzyılda iz bırakmış bir yazarın ele alındığı bir metnin edebi açıdan doyurucu olmaması düşünülemez. Nostalji’de felsefeden mitolojiye, filolojiden tarihe, coğrafyadan ekolojiye, dinden edebiyata, siyasetten kültüre kadar geniş bir alanda düşünsel bir devinim söz konusu. Batı kültürünün iki kurucu metni üzerinden kısmen de olsa antik dönemin hayata bakış açısını yansıtıyor. Bunun ötesinde günümüzün en önemli sorunlarından olan göçmenlik olgusuna dair önemli açılımlar yapmaya imkan tanıyan bir metin.

Kaynakça:
[1] Bauman, Zygmunt: Retrotopya, Çeviren: Ali Karatay, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2018.
[2] Türk Dil Kurumu: Türkçe Sözlük. Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, 2005.
[3] Rosales, Guillermo: Felaketzedeler Evi. Çeviren: Gökhan Aksay. İstanbul: Jaguar Kitap, 2017.
[4] Said, W. Edward: Yersiz Yurtsuz. Çeviren: Aylin Ülçer. İstanbul: Metis Yayınları, 2014.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

23 Mart 2020 Pazartesi

Gönlün yorgun olduğu yerden hiçbir şey çıkmaz

“İnsan sadece mantıkla tatmin olmaz, duygu arar. Duygununsa İslam’daki karşılığı muhabbettir.”
- Sadettin Ökten

Kalpten kalbe bir yol var demişti Neşet Ertaş o kendine has şivesiyle. Gönle dokunan türkülerinde bir muhabbet havasının yüceliği ve aynı zamanda mütevazılığı göze çarpıyordu. Geçmişimizde muhabbet ve gönül ehli birçok mütefekkirimiz oldu, birçok şairimiz, yazarımız ve daha birçok büyüğümüz. Tıpkı Neşet Ertaş gibi muhabbete, gönle dokunan sözleriyle yer ettiler bizde. Bize muhabbetin ve gönlün önemini söylemeden hissettirdiler bazen. İnsan konuşacak bir dost bulduğunda varlığının büyük kısmını tamamlar. Bu dost illaki bizimle aynı sosyal statüde, yakın yaşlarda veya benzer mertebede olmak zorunda değildir. Arada muhabbet ve gönül bağı kurulduğunda her şey hallolur ve ondan sonra muhabbetin lezzetinden söz edilir sadece (Gerçi artık sohbetler ‘politik olarak aynı bakış’a indirgendi). Hangi konudan konuşulursa konuşulsun, en dünyevi konudan bahis açılsa bile dostla konuşulan konu farklı hissettirir insana. Çünkü insanın ruhu bir muhabbet arar. Bu en münzevi yaşayanda da böyledir. O da kendiyle muhabbet eder dost olmadığında. Gerçek diyebileceğimiz dostu bulduğunda ise ona yönelir. Sadettin Ökten’i de Kemal Sayar’ı da okuryazarlıkla biraz hemhal olan herkes bilir. İkisi de muhabbet ehli kimselerdir. Gönle dokunan yazıları, kitapları vardır. İkisi de aslında muhabbet kavramına uzak mesleklere sahiptir. Sadettin Ökten inşaat mühendisi, Kemal Sayar ise psikiyatristtir. Elbette psikiyatri konuşarak ifa edilen bir meslektir ancak bu konuşmalar bir dostla edilen muhabbet gibi değildir. Ve bu iki değerli insan da gönül ehli oluşlarını mesleklerine yansıtmışlar ve mesleklerine yeni bir tanım getirmişlerdir.

Erkam Radyo’da Gönül Sadası programıyla hatırladığımız bu iki değerli insanın o programda yaptıkları konuşmalar Turkuvaz Kitap'tan neşredildi ve çok kısa sürede üst üste yeni baskılar yaptı. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Dünyaya Geldim Gitmeye dizesiyle üst başlığı oluşturulan kitap Gönül Sadası’ndan Akisler alt başlığına sahip ve tıpkı alt başlığına uygun bir konuşma metniyle açılıyor. Gönül, mânâ, güzel bakmak gibi kavramlar etrafında dönen konuşma zaman zaman modern hayatın yıkıcılığıyla ilgili tespitler ve eleştiriler de içeriyor. Bu konuşmadan ise bir sonuç çıkarıyoruz: İnsan dünyada garip ve yalnızdır. Fakat burada Kemal Sayar’ın henüz ilk cümlesi dikkat çekiyor. İki güzel kelimemiz var: gönül ve sada. Bunlar bize mahsus kelimeler. Batı dillerinde tam manasıyla karşılığı yok. Bu cümleyi kuran bir psikiyatr olunca benim daha da dikkatimi çekti. Çünkü günümüzde her şey gibi ruh bilimiyle ilgili meslekler de mekanikleşmeye başladı. Bu mekanikleşmeye direnen bir görüntüsü var Kemal Sayar’ın ve bu tespiti de çekinmeden yapması bir okur ve ruh sağlığıyla ilgili bir alanda çalışan biri olarak hoşuma gitti. İlk söyleşiden sonra kalan otuz söyleşinin de gidişatı ya da en azından ne gibi konulara değinileceği ve hangi bakış açısıyla konuşulacağı anlaşılıyor. Kemal Sayar konuşmaya sık sık ruh hekimi kimliğini de katmış ve bu konuşmaya farklı bir bakış sağlamış. Sadettin Ökten Hoca ise hep aynı bildiğimiz gibi: Derin, bilgili ve nahif.

Sohbetlerdeki sıcak ve samimi hitap hem okuru kitaba daha da çekiyor hem de bir seviyeyi koruyor. Ancak bundan, sohbetlerin günlük rutin konuşmalardan oluştuğu anlamı çıkmasın. Evet spontane gelişen sohbetler bunlar. Herhangi bir metne bağlı değil ancak sıkı konular konuşuluyor. Örneğin henüz ikinci konuşmada Sadettin Ökten’in sağlam bir determinizm eleştirisi yapması, ‘ben ve ‘biz’ kavramları etrafında batının ve İslam’ın bakış açılarının karşılaştırılıp incelenmesi, Sadettin Ökten’in kendi kitaplarında sık sık yaptığı gibi şehircilikle ilgili tespit, eleştiri ve önerileri bunlardan sadece bazıları. Estetik değerlerin göz ardı edilmeden ve İslam dairesinden çıkmadan yapılan istisnasız her konuşma (31 tane) okura mutlaka farklı bir kapı açıyor. Mesela, daha önceki kitaplarının birinde şehir bir ahlâk meselesidir diyen Ökten Hoca’nın bu kitapta da “şehir sadece akılla kurulan bir yapı değildir, şehirde maneviyat vardır. Bir gotik kilisede de kendine özgü maneviyat vardır. Kendi şehrimizi biz imar edeceğiz, dolayısıyla koruyacağız, dönüştüreceğiz” demesi gibi. Şehircilik konusu açılınca bilge mimar Turgut Cansever’i de anmamak olmaz ki zaten Sadettin Ökten hocanın da birçok düşüncesi Cansever’le örtüşüyor. Çünkü benzer yerlerden bakıyorlar dünyaya.

Büyük şehirlerdeki insanlar için artık iş kavramı tamamen mekanik bir hâle dönmüş durumda. Sabah kalk-araca bin-işe git-yemek ye-mesaiyi bitir ve eve gel. Hatta eve geldikten sonra yapılan şeyler bile sanki bir makineymişiz de onun gereğini yapıyormuşuz gibi hareketlerden oluşuyor. Bununla ilgili son zamanlarda çıkan bir kitap vardı: 6.27 Treni. Kitabın asıl konusu insanın mekanikleşmesi olmasa da arka planda eleştirilen bir hâldi bu. Oysaki kadim medeniyetimizde böyle bir şey yoktur, olsa da büyük çoğunluğu kapsamaz. Elbette klişe bir şekilde geçmiş övgüsü yapmayacağım. Şu anda yaşıyoruz ve geçmiş bazı yönleriyle her zaman daha cazip gelebilir birçok dezavantajları da olmasına rağmen. Fakat şu andaki hayatımızdan atamayacağımız birçok şeyi de barındırmaz. Ancak iş hayatı söz konusu olduğunda şimdiki mekanikleşmeyi kaç kişi o zamanki iş/meslek/uğraş durumlarına tercih edebilir? Kim gününün çok fazla bir kısmını para kazandığı işe harcamak ister? Kaç kişi işten arta kalan zamanlarda bir sanatla, hobiyle, ailesiyle, doğayla ilgilenebiliyor? Bu açıdan geriye gittiğimiz kesin. Modern hatta postmodern zamanlarda yaşıyoruz ve bunun gereği de ‘ölümüne çalışmak’. Koreli filozof Byung-Chul Han da buna benzer şekilde, modernite döneminde hedefin hep ileride olduğunu, bu yüzden insanın daima hızlandığını çünkü anlamı orada bulduğunu, belirtir. Sadettin Ökten ise iş hayatının bu olumsuzluklarını karaktere ve ruhun hazzına bağlar:

İş hayatının, hayatın bütününü inhisar etmesi, maalesef karakter erozyonunu beraberinde getiriyor.

Ruh haz alırsa o çizgiye tekrar dönmez. Gönül o hazzı tadarsa biçime bakar, belki imrenir, sonra ‘Bırak benim yolum doğrudur,’ der. Mühim olan gönüldür, kalptir, onun haz almasıdır, o da bir lütf-i ilahidir.

Tabii bunları bu şekilde düşünebilmek için ‘isteme’ denilen kapitalizmin en büyük silahının tahakkümü altına girmemek gerekir. İsteme, daha fazla isteme, elde edince ise bir kenara fırlatıp ya da harcayıp yeniden isteme. İnsanı çürüten bir döngüdür bu. Cioran, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine adlı kitabında “İstemeye başlar başlamaz Şeytan’ın hükmü altına gireriz” demişti. Kemal Sayar ise “Yeter! diyebilmek en büyük zenginliktir” diyor ve mesleki bir sebep getiriyor buna: “Kâfi diyemediğimiz için içimizdeki boşluğu daha fazla şeyle doldurabileceğimizi zannediyoruz.

Hem Sadettin Ökten’in hem de Kemal Sayar’ın bütün sohbetlerin içinde konuyla ilgi anılarından bahsetmeleri, özellikle Kemal Sayar’ın mesleğindeki bazı olayları konuyla bağdaştırıp örnek vermesi okuru bir üçüncü kişi olarak konuşmaya katması açısından çok isabetli olmuş. Sadettin Ökten ise konuya uygun öneriler de getiriyor anılarının yanında. Hayatın içinde bir mola verip bir an için tefekküre dalma, doğayı izleme, gökyüzüne bakma önerilerini ve halihazırda uyguladığı davranışları söyleşi boyunca tekrarlıyor. Tabii Kemal Sayar da bu önerilere katılıyor ve kendi önerilerini söylüyor. Bu iki değerli insanın da dediği şeyler şimdiki hayatın akışı içinde belki de çok ütopik görünebilir; ancak uygulanabildiği takdirde insana bir nefes sağlayacak önerilerdir. Çünkü sadece bedene ve akla sahip değiliz, bir ruhumuz ve bir de gönlümüz var. Onları da beslemek gerekir. O zaman Sadettin Ökten’in ‘içe dönmek’ ile ilgili şu önerisini de verip yazıyı bitirelim:

…kendinize zaman ayırın. İnsanlarla çok ülfet etmeyin. Kendinize diri zaman ayırın, yorgun zaman değil; zihnin ve bedenin diri zamanlarını ayırın ve yalnız kalmasını öğrenin. Yorgun oluyorsunuz, zihin de gönül de yorgun oluyor, oradan bir şey çıkmaz, çıkmıyor.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

21 Mart 2020 Cumartesi

Geçmiş ve düşlerle yaşamak

Otto Rank ayrılık travmasının da içinde yer aldığı doğum sürecinin, insana özgü bütün ruhsal hâllerin temeli olduğunu ileri sürüyordu. Ruhsal yapının ortaya çıkması doğum travmasıyla baş etme çabasının bir sonucuydu ona göre. Dolayısıyla doğum travması dediğimiz şey, büyük ölçüde anneyle yaşanılan ilk ayrılık, yani ilk taşınma… İlk mekânımız olan anne bedeni, daha sonra diğer tüm mekânlarla kurulacak ilişkilerin temellerini oluşturur.

Anne, çocuk için tarifi zor bir nesnedir. Diğer nesneler gibi çocuğa dışarıdan belirmez; anne, içinden çıkılan bir nesnedir. Bu nedenle de anneyle kurulan ilişkide sınırlar biraz karmaşıktır. İçinden çıkılan bir mekân olarak anne bedeni; çocuk için oldukça tanıdık, bildik, güvenilir bir yer olma özelliği taşımaktadır. Anne, çocuğu içinde tutan, besleyen, koruyan, sıcaklık veren, dünyayla arasına tampon oluşturan temel nesnedir. Hayat döngüsünün temel arzusu da o ilk ve sonsuz güven, konfor içinde olduğumuz rahme geri dönmektir. Anne, sadece içinden çıkılan ve tekrar içine girilemeyen; ev ise hem içine girilen hem de içinden çıkılabilen bir nesnedir.

Rahme tekrar geri dönüş mümkün olmadığı için rahimdeki güven ve konfor hâlinin kısmen gerçekleştirilmeye çalışıldığı yerdir ev. Yani bir bakıma anneyle birleşmenin…

Ne zaman ev’den konuşsak, bilinç dışında anneyle kurulan ilişkiye, evlerden taşınmak dediğimizde ise anne rahminden taşınma sonucu yaşadığımız “doğum travması”na yani ilk taşınmaya bir atıfta bulunuyoruz demektir.

İlk evimize geri dönüş mümkün olmadığı için bu kaybı fark edip ve bunu nasıl telafi etmeye çalıştığımız, bu gerçeklikle baş etme yöntemlerimiz belki de “yaratıcı bir yaşam” için ödediğimiz bir bedeldir. Yaratıcı yaşamlarımızın önemli bir parçası ise geçmişte ve şimdi yaşadığımız evlerde mayalanır.

Psikanalist Alberto Eiguer, Evin Bilinçdışı isimli kitabında; “Eski evlerin anıları düş gibi yeniden yaşandığı içindir ki, geçmişte oturduğumuz evler içimizde sürüp giderler” der. Ve ekler; “Bütün bu evler zihnimizde içinde doğduğumuz hakiki, özgün evi canlandırır. O içimizde yaşar, düşlerimizde tazeler kendini. Ve doğdumuz evden söz etmek, kökenlerimizden, dünyaya gelişimizden ve atalarımızdan söz etmektir.

Yeni gittiğimiz evde bütün bir geçmişimizle, anılarımızla ve aynı zamanda düşlerimizle yaşamaya koyuluruz. Anılar ve düşler zaman ve mekânın dışında olmalarından mütevellit sınırları belirsizdir. Bu sebeple kolilere sığmaz ve iki oda bir salondan çok daha fazla yerde atar nabızları. Bizimle evden eve dolaşırlar.

Önceki evlerde yaşarken biriktirdiğimiz bütün bir geçmişimiz yeni evde nasıl konumlanacaktır? Koltuklar, tablolar, biblolar tamam da geçmişimizi nereye yerleştireceğizdir? Peki ya düşlerimizi?

Gaston Bachelard, başyapıtı Mekânın Poetikası’nda geçmişte oturduğumuz evler içimizde yıkılıp gitmediğinden, eski evlerin anılarını birer düşleme olarak yeniden yaşadığımızı söyler. Ve evin insanın düşünceleri, anıları ve düşleri için en büyük bütünleştirici güçlerden biri olduğunu gösterir.

Taşınmak her insanda farklı ruhsal tezahürlere yol açıyor olsa da, bir yerden bir yere taşınırkenki o geçiş hâlinin yani fiziksel anlamda tam olarak yerleşemeyişin getirdiği belirsizlik, daha çok ruhsal olarak yerleşemeyişin getirdiği bir huzursuzluk olarak da ele alınabilir. O huzursuzluğa, kopuş duygusu, tekinsizlik de eşlik edebilir.

Ruhsal yerleşim için o mekânla zamanı paylaşmak, mekânın içine girmek, mekânı içine almak ve “orada” olmak gerekmektedir. Taşınmak bir değişim ve hatta neredeyse bir mutasyon süreci gibidir. Her taşınma aynı değildir elbette.

Alberto Eiguer’in aktardığına göre; “Taşınmanın temsil ettiği sınır durum taşınma öncesinde, sırasında ya da sonrasında psikopatolojinin kendine bir ifade bulmasını açıklar. Farklı koşullar devreye girer: iş nedeniyle taşınmak, kavgalı bir şekilde ya da zorunlu bir boşanmanın ardından taşınmak, iyiliksever ebeveynlerin evinden gitmek, göç ya da sürgün çerçevesinde taşınmak aynı şeyler değildir." (A. Yahyaoui, 1999)

Her türlü taşınmanın kişide bireysel anlamda travmatik bir etki yaratabileceğini “ilk taşınma” bölümünde ifade etmeye çalıştım. Ancak Eiguer’in de dediği gibi, her taşınma birbirinden farklıdır.

Özellikle savaş nedeniyle iltica etmek, göçler, geçmişte yaşanılan mübadeleler bireysel olduğu kadar toplumsal anlamda da travmaya neden olabilmekte ve sadece bunları deneyimleyen kişilerin değil, hepimizin ortak bir meselesi hâline gelmektedir. Sözgelimi yıllarca birlikte yaşadığımız komşularımızın bir sabah ansızın evlerini terk etmek zorunda kalmasına tanıklık etmek elbette bizim de “ev” ve dolayısıyla güvenlik algımızı derinden etkileyecektir.

Tuğçe Isıyel
twitter.com/tugceisiyel
*Yazarın "İki oda bir salona sığmayanlar" başlıklı yazısından derlenmiştir.

20 Mart 2020 Cuma

Her şeye rağmen kendimizle hesaplaşmamız gerekiyor

"Dünya acıyla dolu bir hapishanedir, öyle inşa edilmiştir ki yaşamak için insanın diğerlerine acı çektirmesi gerekir.”

Adalet, eşitlik gibi kavramlar gündelik hayatta ne kadar da dilimizde, öyle değil mi? Oysa adalet isterken de eşitlik isterken de kendi türümüzün sınırlarında kaldığımız düşünüldüğünde bu adaletsizlik ve eşitsizliği yaratan düzenin temel bir parçası olduğumuzu kolaylıkla fark edebiliriz. Bir hayvanın bedenini parçalayıp, alışkanlıklarımız uğruna onun bedeniyle beslenmeye bu denli alışmışken adaletten söz etmek bize mi düştü sahiden? Tatillerimiz, alışkanlıklarımız, seçimlerimiz ile dünyayı her geçen saniye daha çok tüketirken eşitliğin peşine düşecek yüzümüz var mı?

Olga Tokarczuk’un Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde isimli romanı okurken zihnim yukarıdakine benzer düşünceler ve öfke ile hayal kırıklığı karışımı hislerle doluydu. Romanın kapanışında ise yaşlı kadının zaferine ortak oldum: Yaşam hakkı yok sayılan türlerle yan yana durmak, intikam için atan kalbin uğultusu… İşte dedim, zamanı geldi! Nobelli yazar Tokarczuk’un polisiye türünde sayılabilecek, ritmi yüksek, tekinsizliği ürkütücü kitabı Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde, geçtiğimiz günlerde Timaş Yayınları tarafından, Neşe Taluy Yüce’nin Lehçe aslından çevirisiyle yayımlandı. Roman taşrada, kendine özgü dinamiklere sahip bir ölüm-yaşam hikâyesi anlatıyor. Bu roman, klasik polisiyeler gibi değil. Yazarın da okurun da amacı, katili bulmak ve rahat bir nefes almak değil. Burada, üstünlük savaşında yenilen insan ile türler arası eşitliğe inananlar arasında sembolik bir savaş var. Karakterler, bu sembolik savaşın sözcüleri gibi. Roman, doğanın intikamla ve kendini yeniden doğurarak insan ile eşitliği sağlayacağı mesajını veren masalsı bir polisiye olarak da tanımlanıyor.

Tokarczuk, 1962 yılında Polonya’nın batısındaki küçük bir kasabada dünyaya gelir. Yazarlık serüveni başlamadan önce Varşova Üniversitesi’nde psikolog olarak çalışır, uzmanlık alanları arasında Jung ve onun kurduğu sistem de vardır. Bu bilginin Tokarczuk okurlarını şaşırtacağını sanmam çünkü özellikle Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’yi okuyanlar fark edecektir ki semboller, rüyalar, astroloji, doğanın ve dişil olanın gücü romanın ön plana çıkan ögeleri arasında.

Yazar, kitaplarıyla birçok ödülünde de sahibi olur. Kuşçular romanıyla 2018 yılında Booker Ödülü’nün, Polonya’nın en prestijli edebiyat ödüllerinden biri olarak kabul edilen Nike Ödülü’nün ve 2018 yılında da Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olan Tokarczuk, Sür Pulluğu Ölülerin Kemikleri Üzerinde ile de 2019 Booker’ın finalistleri arasında yer alır.

Günlerini astroloji ve William Blake şiirlerini tercüme ederek geçiren roman kahramanı Janina, insanlar yerine hayvanlar ve doğa ile vakit geçirmeyi tercih eden bir yaşam dinamiğine sahiptir. İnsanlar ile hayvanlara, onların kendisinde bıraktığı izlenim ve duygularla ilişkili isimler verir. Gecenin bir vakti komşusu Garip’in kapısına gelmesiyle karmaşa başlar: Komşuları Koca Ayak evinde ölü bulunur. Koca Ayak’ın ölümünü takip eden süreçte birbiriyle bağlantılı gibi görünen tuhaf ölümler yaşanır. Janina, Koca Ayak’ın ölümünün, avladığı geyiklerin intikamı olabileceğini düşünür ve bu düşüncesine kendince kanıtlar aramaya başlar. Kitabın ilk bölümlerinde Janina’nın tesadüf eseri bulduğu fotoğrafın yakaladığı anda tanık olduğu görüntü, kitabın sonunda okura ilan edilir ve hem cinayetin hem anlatının düğümü çözülür. Kasvetli başlayan roman, Janina’nın kendini soruşturmanın göbeğine atması sonrası kara mizahla birleşen felsefi yorumların ortaya çıktığı, okuru da düşünmeye ve kendini sorgulamaya davet eden bir noktaya sürüklenir. Janina’nın Blake şiirlerini çevirmesi ve anlam üzerine sıkça düşünmesi de boşuna değil: Tokarczuk, okurlarının, romandaki her bir ögenin anlamı üzerine bir çevirmen titizliğiyle eğilip semboller, feminist mesajları ve insan odaklı dünya görüşünün batışı üzerine daha çok düşünmesini talep eder.

Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’yi bitirdikten sonra Kafka’nın Yasanın Önünde metnini yeniden gözden geçirdim. Yasanın kapısına giden, ömrü boyunca eşikten geçmeyi bekleyen taşralıyı düşündüm. Janina, kavuşmak istediği adaleti ararken ne kapıcıyı umursuyor ne de yasayı. Kendisi için açılan kapıdan öfkeyle geçiyor; dili olmayanların dili oluyor, eylemiyle ve duygusuyla konuşuyor. Çünkü içsel yasa, adaleti sağlamanın birinci yolu; eşikten geçip hesap sorma cesareti ise pekâlâ bir tür erginlenme töreni olarak okunabilir.

Olga Tokarczuk, sarsıcı ve içsel hesaplaşmalara vardıran bir roman yazmış. Ötemizde duranla, bizim dışımızdaki şeylerle hesaplaşmak belki kolay ancak her şeye rağmen, tüm sustuklarımıza, engel olmadıklarımıza hatta bizzat faili olduklarımıza rağmen kendimizle hesaplaşmamız gerekiyor. Dünyanın ve içindeki tüm canlıların insana hizmet için yaratıldığı düşüncesinin ne kadar uzağında kalırsak, intikamdan o kadar az korkarız. “Kimin intikamından korkmam gerekiyor?” diye soranları Janina’nın tekinsiz anlatısına ortak olmaya davet ediyorum.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

19 Mart 2020 Perşembe

Kendimi anla(t)mam için başkasına ihtiyacım var

İşte şimdi köşeye sıkıştık. İster dini bir ritüel, ister rutin denen mikro putlar eşliğinde geçirdiğimiz günlerin sonuna geldik. Artık bir virüs çiziyor sınırlarımızı. Nereye gideceğimizi, kimlerle konuşacağımızı, nerelerden ve kimlerden kaçmamız gerektiğini belirleyen şey, bir virüs. Öte yandan, bir imkân(sızlık) olarak duruyor karşımızda. Bunca korkunçluğunun yanında görünmez ellerle birbirimize ne kadar bağlı olduğumuzu gösteriyor aslında. Dayanışmayı, desteği, direnci. "Bu virüs orta-üst sınıfların sağlık hizmetlerinin yalnızca kendilerinin satın alabileceği bir hizmet olmasının sağlıklı olmak için yeterli olmadığını anlamasına sebep olabilir. Kapınıza gelen postacı sağlıklı değilse siz nasıl sağlıklı kalabilirsiniz?" diye soran Evren Balta'ya katılıyorum.

Sıkıştığımız köşede uykularımız derin değil artık. Tedbir ve teyakkuz birleşti, tedirginlik arttı. Ceylan Uykusu'dur bu. Ayşegül Genç'in harikulade öykülerinin bir araya gelişidir. Maddeyi manayı, iyiyi kötüyü, güzeli çirkini; okurken kimi zaman şiir okuyormuş gibi hissettiren dil hüneriyle ortaya serişidir. Hayatın akışında nadiren karşılaştığımız bazı nesnelerden bahsederken içimizi büker, kalabalıklarla konutlar arasında gözden kaybolduğunu düşündüğümüz hâl ehli kimselerden bahsederken yüreğimize su serper. Peş peşe iki misal verelim:

"Bir yatağın ölüm döşeği olup olmadığını anlamanız için yataktaki kişinin ölmesi gerekiyor. Ölmeden önce anlaşılacak bir durum değil bu. Bir hastaya babacım beş dakika kalk da ölüm döşeğinin çarşafını değiştirelim denilmez. Yahut ölüm döşeğini yan odaya taşıyalım, pencerenin önüne koyalım gibi lakırdılar da edilmez. Ölüm döşeği ölümden sonra odamızın ortasına güp diye düşüveren çiçekleri solmuş ağır yün minder gibidir." (sf. 15)

"Ahmet Bey, dini ilimlere önem veren, gece gündüz ibadet etmeye çalışan, ibadet etmediği anların yerini meşru davranışlarla doldurmaya gayret eden, secdenin üzerinde derinleşmişken "derin değilsem sebebi var" diyerek gözyaşlarına gark olan biriydi. Eşi Hatice Hanım kendisi bilmese de hâl ilminde pek ilerideydi. Gönlün sahibine yâr olsam yeter derdi. Kendini bil her şeyi bil derdi bir de. Ahmet Bey'e namazı kıldın, gayesini de kıldın mı diye sorardı. Dudağın depreşti, kalbin de depreşsin derdi. Güzeli gör ama maksadını gözetmeyi unutma derdi." (sf. 97)

Öykülerin hemen hemen hepsi bana Gülten Akın'ın "ötekini oku, derinde dipte duranı" dizesini hatırlattı. Zira Ayşegül Genç her öyküsünde ötekini getiriyor okurun gözlerinin önüne. Bak diyor, o senin pek önemsemediğin kimseler de şöyle yaşamıştı. Gör diyor, daha önce gözünden kaçmıştı ama onda ne büyük kalp vardı. Duy diyor, yeryüzünde sesi çıkabilen tek insan sen değilsin. Kokla diyor, hem güle hem de baltaya benzeyen sümbülteberde senin için çok kıymetli manalar var. Öyküyü şiire yaklaştıran da işte bunlar olsa gerek, tüm duyuları harekete geçirişi, kalbin ritmiyle oynayışı, bir öyküden başka bir öyküye geçerken acaba bir şey kaçırdım mı, yeniden bakıp okusa mıydım diye düşündürmesi. Kitaptaki Ali Efendi’nin Gözleri adlı öykü mesela, tam böyle bir öykü. Bunca duyu organımız varken biz nasıl bu kadar duyarsız oluruz meselesine ışık tutuyor. Sonsuz, Şimdi ve Dün adlı öyküde insanın öyle veya böyle yürümeye devam edeceğini hatırlatan bir umut var. Kırlangıç Uşağı bol metaforlu olmasının yanı sıra, hani mûsıkîmizde 'meyan' diye tabir edilen bir yer vardır ya, solist orada artık bütün hünerini döker, işte öyle bir öykü. Kafesi ile uçabilen tek kuşun kalp olduğunu hatırlatan, kendine nasip olarak karanlıktan korkmamak düşenlere omuz veren...

"Kendimi anlatmaya kimin yarasından başlayayım. Kendimi, kimin tökezleyip düştüğü yerden kaldırayım. Attığım her adımın kocaman ağzı var, bak. Çatılan tüfekleri, yetim kalmış bebeleri, ayrana uzanan kuru ekmeği, denkleri, fındık çanlarını, tahlil sonuçlarını, doktor odalarını yutup baba bir tas su veriyor bu adımlar. Ben de suya parmağımı batırıp kaşlarıma gözlerime sürüyorum. Yorgun dedelerden öğrendiğim gibi." (sf. 57)

Ayşegül Genç'in öyküleri bana çocukluğumda severek izlediğim dizilerin kırılma anlarını hatırlattı. Kapısı açılır açılmaz yüze vuran kokularıyla evleri. Yanında olmaktan daima güven duyduğumuz kimseleri... Sonra da şöyle dedirtti: Kimseyi özlemek istemiyorum. Depremde de hastalıklarda da beni en çok yoran düşünce bu oluyor. Her şey bittiğinde yine birbirimizin omzuna başımızı yaslayalım, şükür diyelim, kaldığımız yerden devam edelim. Ama kimseyi özlemeyelim be. Özlemek çok ağır, çok zor. Ölüm gibi...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İnsandan içeri ama insandan öte öyküler

İlgimi tümüyle üzerinde yoğunlaştıran ‘agresif’ diye tanımladığım ‘aykırı’ üsluplu metinleri daha bir keyifle okuyorum. Elbette yazıdaki agresifliğin/aykırılığın dozu önemli. Zira bu üslubu metni saçmalamaya vardıran ‘absürt edebiyat’ ile ince bir çizgi ayırıyor. Her cümlesine aforizma, kelime oyunu ve/veya espri boca eden takıntılı/kasıntılı yazarların boğucu eserlerini okumak yoruyor.

Akademisyen olarak tanıdığımız Alper Bilgili’nin öykü kitabı Karınca İncitmez Arthur Balyan’ın Tuhaf İntikam Planı söz konusu çizgiyi koruyanlardan. Vadi Yayınları’ndan çıkan doksan beş sayfalık eserde on iki öykü bulunuyor. Kitapta anlatılanlar genel olarak sosyoloji, psikoloji, felsefe, tarih, coğrafya, sanat, bilim ve din konuları etrafında şekilleniyor. Uzak ve yakın tarihin işlendiği öyküler bir yerden sonra modernizm eleştirisine dönüşüyor. Bu eleştiride modern paradigmanın figüranı olmayı seçen insan da nasibini alıyor. Kitaptaki öyküleri konuların ele alınış biçimi ve üslup açısından postmodern edebiyat örneği olarak değerlendirebiliriz. Bunun yanı sıra Bilgili’nin sıkça başvurduğu atıf ve analojilerde akademik birikimi ve disipliner yaklaşımının etkisi olduğu açıkça anlaşılıyor.

Alper Bilgili öykülerinde bir dekor olarak kullandığı İstanbul’un tarihsel süreç içinde şekillenen farklı etnisite ve dinsel mensubiyete dayalı kozmopolit yapısından yararlanmış. Bazı öykülerde ise İstanbul’a dair tarihi kişi ve mekânlara yer vermenin ötesine geçerek Anadolu’dan Endülüs’e, Balkanlar’dan Avrupa’nın içlerine kadar geniş bir coğrafyada dolaşıyor. Geçmişte insanlığı etkileyen olaylardan günlük hayata akseden kesitlere ve çoğu zaman dikkate almadığımız detaylara yer veriyor. Burada dikkat çeken en önemli nokta, yazarın mensubu olduğu sosyo-kültürel yapının değerlerini önemsiyor oluşu diyebiliriz.

Müellif öykülerinde yalnızca yukarıdaki konuları kullanmıyor. İnsanın karakterini yansıtan aşk, fedakârlık, özgürlük, inanç gibi his ve eğilimlere de yer veriyor. Sevgiden nefrete varacak şekilde geçişken etkileşimi bireyden başlayıp toplumu da içine alan sosyo-psikolojik analize tabi tutmuş diyebiliriz. Bazı öykülerde gerçek ile gerçeküstünün bir arada kullanıldığını görüyoruz. Bu bağlamda zamanda yolculuk ve metamorfoz olguları mistik/metaforik bir üslupla ele alınmış. Söz konusu yöntem örtük bir anlam dünyası oluşturarak mesajın muhteviyatını ve sınırlarını okurun muhayyilesine bırakıyor. Ayrıca alt metin olarak modern düşüncenin insanı kendine yabancılaştıran yapısının günlük hayata yansımaları şeklinde okumak da mümkün. Alper Bilgili, bilgiyi dünyalığa indirgeyerek hikmetin üzerini örten anlayışın yol açtığı atomize olmuş hayatın fotoğrafını çekiyor. Karınca İncitmez Arthur Balyan’ın Tuhaf İntikam Planı insana ve hayata farklı bağlamlarda bakmaya olanak sağlayan bir kitap.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

12 Mart 2020 Perşembe

1990'lı yıllardan beri hiç değişmeyen hâllerimiz

Eyüp Aygün Tayşir, Türk edebiyatına çok geç girdi. Araştırma ve akademik uğraşlarının sonunda, ancak 2016 senesinde bir roman yayımladı ve aslında daha o romanıyla yazarlık becerisi hakkında sağlam kanıtlar sundu okura. 4 Hane 1 Teslim kitabından sonra 2018 yılında Tuhaflıklar Fabrikası ve geçtiğimiz yıl da akademik yönü olan, "Bu Tez Nasıl Bitecek?" isimli bir kitap yayımladı. Tür olarak romanı tercih eden yazarın öyküye geçişi ise 2020 yılının başında gerçekleşti: Sabitâlem Mahallesi.

Tayşir’in bu son kitabı bize, onun öykü türünde de ne kadar yetkin bir yazar olduğunu gösteriyor. On bir öykünün bulunduğu Sabitâlem Mahallesi 163 sayfadan oluşuyor. Öykülerinde genel olarak insan ilişkilerini ve toplumsal davranışlardaki ince detayları kaçırmadığını görüyoruz Tayşir’in. En önemli özelliklerinden biri ise yazarın her sosyo-ekonomik düzeydeki insanı aynı hassasiyetle gözlemleme yeteneği. Tayşir’in öykülerinde insanı insanın kurdu olarak görenlerin de bulabileceği şeyler var, umudu olarak görenlerin de.

İlk öykü Anadolu Kaplanı Halis Bey ve ailesinin yolculuklarını işliyor. Ailenin nereye gittiğini bilmediğimiz bu öyküde yazar, özellikle Halis Bey üzerinden realist bir anlatımla öyküsünü sürdürüyor. Özellikle atmosfer oluşturma konusunda kitabın başarılı öykülerinden Anadolu Kaplanı. Karakterler veya olay hakkında fazla bir detaya girmeyen yazar 90’lı yılların politik ve ekonomik durumuna hem kısa birer cümleyle hem de Halis Bey’in iç düşünceleriyle değiniyor. Anlık bir durumdan bir hikâye çıkarıyor yazar. Hem de okurun gözüne gözüne sokmadan, hem örtük hem de açık bir anlatımla.

Kitaba adını veren Sabitâlem Mahallesi öyküsünde yazar en iyi anlatımlarından birini gerçekleştirmiş. Bir topluluğun nasıl değişebildiğini, toplumun iç dinamiklerini, insanların iyi ve kötü yönleriyle beraber olaylar karşısında tavır alışlarını bir kenar mahalleden, mahalleye nereden geldiği belli olmayan bir çiçek metaforuyla anlatan Tayşir’in gözlem gücü dikkat çekiyor. Nüfusunu Allah’tan gayrı bilenin olmadığı, yamaç yönündeki gökdelenin tepe katlarından bakıldığında, sokaklarında bir aşağı bir yukarı koşturup duran küçüklü büyüklü çocuklarıyla mahalle, yazlık yörelerdeki ‘her şey dâhil’ otellerin su parklarına benzeyen Sabitâlem Mahallesi’nde sıradan bir günde başlayan olaylar zincirinde yazar hem politik bir tavır alış ve eleştiri örneği sunuyor hem de toplumu ‘alt’ tabakasının hayatını karakterler üzerinden detaylı bir gözleme tâbi tutuyor. Yerel ağzı iyi kullanan ve insanları iyi tanıyan yazar başarılı bir mahalle havası çiziyor ve insanın ‘ne’ olup ‘neye’ dönüşebileceğini ustaca anlatıyor. Politikacılara zaman zaman ‘sitemlerini’ sunarak: “Seçimler yaklaşmıştır. Yanında arsa ve inşaat imparatoru olarak tanına ve Şekip’in derhal koşarak elini öptüğü bir kalantorla kahveye gelen belediye başkan adayı, ‘Böyle acılı günde oy lafı yapacak kadar namert değiliz,’ diyerek başladığı sözü, ‘seçilirsek Şehitler Anıtı’nı biz yapacağız ve tapuları derhal dağıtacağız!’ diyerek sürdürmüştür.

Üçüncü öykü olan ve farklı bir anlatım içeren İntikam öyküsüne de kısaca değinmek gerekir. Bu öyküde yazar diğer öykülerindeki realist veya romantik anlatım yerine sürreal bir anlatım tercih etmiş. İnsanın geçmiş ve geleceğiyle hesaplaşmasını bu anlatım tarzı üzerinden anlatmayı tercih etmiş yazar. Kim geçmiş, kim gelecek, kim daha farklı bir geçmiş gibi bazı durumların zaman zaman silikleştiği ve iç içe geçtiği öyküde en başarılı şey, karakterin duygu durumunun okura iyi bir şekilde hissettirilmesi: “Kalbine kulak veriyor; ritim, suda arka arkaya hızla seken düzgün yüzeyli çakıl taşı gibi gitgide yavaşlıyor ve bir noktada sakinleşip doğasına uyarak usulca batıyor. Yapabilecek mi? Bir anlık boşluk…

Kitabın üç tane uzun öyküsü var. Ve fark ediliyor ki yazar uzun tuttuğu öykülerinde hem anlatım hem de konu olarak daha başarılı oluyor. Bu demek değildir ki kısa öyküleri kötü; ancak uzun öyküler parlıyor kitapta. Çünkü yazar, en önemli gücü olan insanı anlatma başarısını bu öykülerde daha çok detaylandırabildiği için öykünün kalitesi de artıyor. Fakat bu öykülerinin bence bir olumsuz yönü var: Tayşir’in karakter kadrosunu geniş tutması ve her karaktere isim vermesi. İsim verilen her karakter öyküde daha bir kanlı canlı oluyor ve dikkat edilmesi gereken unsurlar arasına giriyor. Bu da okuru yorabiliyor bir yerden sonra.

İnsanın ‘yorgunluğu’nu anlatabilmesi ve bazı anıların kişi üzerinde bıraktığı psikolojik durumları başarılı bir şekilde işleyebilmesi yazarın bir diğer başarısı. Belli bir alana hapsolmamış yazar. İnsanı fiziksel, ruhsal, gelecek, geçmiş vs. yönlerinden gözlemleyip değerlendirmiş. Aynı zamanda insanın zaafları da (örneğin sebepsiz önyargı) öykülerde kendine yer bulanlardan. Nakliyeci Zeki 1 ve Nakliyeci Zeki 2, iki ayrı öykü olarak bu durumun biraz da mizahi bir anlatımla işlendiği öykülerden. İnsan nedir? Birbirinin devamı niteliğinde olan bu iki öyküde bunu net şekilde görebiliyoruz.

Yazar her öyküsünün başına farklı yerlerden bir veya iki tane alıntı koymuş. Tabiî bu alıntılar rastgele seçilmemiş, öykünün anlatmak istediğini veya öyküdeki karakterin duygusunun ipuçlarını verebilecek içerikte alıntılar seçilmiş. Bu durum benim için artı bir puan demek. Çünkü bununla okurun öyküye hazırlandığını düşünüyorum.

Fazla karakter kullanımından başka bir eleştirimi daha belirtip yazıyı sonlandırmak istiyorum. Yazar zaman zaman kişi veya çevre tasvirini fazla uzatmış. Bu, romanda veya uzun öykülerde çok da dikkat çekmeyebilir; dikkat çekse bile roman veya uzun öykü bunu kaldırabilir ancak 8-10 sayfalık öyküler bu durumu kaldıramayabiliyor. Bunun törpülendiği öyküler daha sade olurken yoğunlaştığı öyküler okurken aksaklık meydana getirebiliyor.

Öykü yazmak roman yazmaya göre daha zordur derler bu işin ustaları. Çünkü öyküde, özellikle kısa öyküde vurucu olmak zorundadır yazar. Tayşir’in birçok öykülerinde bu durum var. Öykü olarak ilk kitabı bu yazarın ama okunduğunda gayet başarılı öyküler görecektir okur. Bazı yazarlardan anlatım olarak ufak esintiler de olsa kendi tarzını net biçimde görüyoruz yazarın. Çevremizde her an görebileceğimiz insanların karakter olarak karşımıza çıktığı Sabitâlem Mahallesi kitabı, bize insanı anlatması bakımından son derece değerli bir yerde olacaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10