8 Mart 2020 Pazar

Kimlik neyimiz olur? - II

Üzerinden iki yılı aşkın süre geçmiş: Tarih Kimlik Hanefilik adlı kitabın değerlendirmesinde Türkiye’deki mevcut kimliğin pratikteki kullanımına vurgu yapmıştım. Orada da belirttiğim üzere, çalışma kısıtlı bir alanı/bölgeyi/toplumu ele almasının dışında kimlik oluşumuna dair teorik bir açılım barındırmıyordu. Kitapta yazılanlar bu topraklardaki geleneksel İslami anlayışın olumladığı ‘hamasi’ (ya da biraz yumuşatırsak melankolik) kimlik olgusunun ‘pratikteki’ anlamsal karşılığına denk geliyordu. Oysa zamanın ruhu sosyolojik ve felsefi açıdan çok daha derin ve teorik açıdan çok daha kapsamlı analizleri zorunlu kılıyor. Bu yazıda ele alınan kitap söz konusu zorunluluğu anlamlandırmaya yönelik dikkate değer bir çalışma diyebiliriz.

Kimlik insanın nerede durduğunu gösterir. Bir başka deyişle, bireyi ya da toplumu etnik, dini, siyasi, sosyal veya kültürel açıdan konumlandırır. Kısacası duygu, düşünce ve hareketin zeminidir kimlik. Peki, bu kadar önemli bir olgunun meydana gelmesinde insan müdahil midir yoksa kimlik insana ‘verili hâlde’ mi ulaşır. Bu konuda insanın etkisi ya da etkilenirliği ne kadardır?

Zygmunt Bauman (1925-2017) Kimlik adlı çalışmada bu soruların cevabını arıyor. Perspektifi oldukça geniş tutan Bauman, kimlik kavramını modernizm ve postmodernizm bağlamında değerlendirerek farklılıklarını ortaya koymaya çalışıyor. Bauman’nın kullandığı başat kavramların ‘akışkan modernite’, ‘katı modernite’, ‘küreselleşme’ ve ‘ulus’ olduğunu görüyoruz. Bu kavramlar ve bu kavramları ele alış biçimi onun sosyolojisine aşina olanlar için kolaylık sağlayarak konuyu anlamlandırmaya yardımcı oluyor.

Heretik Yayıncılık etiketini taşıyan yüz yirmi sayfalık eserin çevirisi Mesut Hazır tarafından yapılmış. Kitaptaki akış bir söyleşiyi andıran soru-cevap şeklinde ilerliyor fakat kitabın ilk sayfalarında söz konusu iletişimin yüz yüze değil de, (Benedotto Vecchi ile) elektronik posta aracılığıyla yapıldığını öğreniyoruz. Bu yöntem bir taraftan konunun kopuk kopuk ele alınmasına yol açarken bir taraftan da konuyu soruları yönelten kişinin etkisinden çıkararak tümüyle Bauman’ın kontrolüne (bir anlamda keyfiyetine) bırakmasına neden oluyor.

Kitabın tümüne bakıldığında kimliğin tarihsel olarak geçirdiği aşamaların izi sürülebilir. Bu bağlamda kimlik olgusunun arkaik dönemdeki durumu ve bildiğimiz manada ne zaman kullanılmaya başlandığı, ulusçuluk akımının ortaya çıkışı ve etkisi, modernleşmenin oluşturduğu katı ve net çerçeve, postmodernizmin yol açtığı akışkan ve müphem anlayış ile küreselleşmenin getirdiği parçalayıcı süreçlere değiniliyor. Bununla birlikte günümüzde kabul gören kimlik kavramı açısından önemli parametreler olan ulus, millet ya da cemaat olmanın birey ve toplum açısından anlamsal karşılıkları sorgulanıyor. Bauman, insanın kimliğiyle ilgili seçme şansı ya da tercih ihtimali üzerinde dururken kurgulanan kimlik olgusunun buna müsaade edip etmediğini tespit etmeyi deniyor. Küresellik, yerellik, millilik, ulusluk, köktencilik gibi kimliklerin olumlu ve olumsuz yönlerinin neler olabileceğini belirlemeye çalışıyor. Özellikle karşıtlığının mümkün olmadığını iddia ettiği küreselleşmeyi tüm insanlık için nasıl olumlu hâle dönüştürülebileceğinin arayışına giriyor.

Bauman’a göre çok bileşenli, kaotik ve komplike bir kavram olan kimlik bir baskı ve/veya çıkar unsuru olarak kullanılmaktadır. Bu bağlamda ulusal kimlik gücünü birleştirici olmaktan ziyade kavgacı olmasından alır. Zira ulus kimlik oluşturulurken doğallık (organik) adı altında doğal dışılık (inorganik) kurgulanır. Devlet mekanizması devamlılığı ve etkisi için buna ihtiyaç duyar. Katı modernite dönemi için devletin sahip olduğu bu pozisyon akışkan modernite döneminde sermayenin etki alanına girerek devlet mekanizmasını sermaye için garantörlük konumuna indirgenmiştir. Devlet mekanizmasının biçim ve görevinin değiştiği bu süreçte liberal düşünce sosyal devlet anlayışını galebe çalmış, anayasalar dahi bu değişime uyumlu hâle gelmiştir. Kısacası kimlik kurgusal bir olgudur ve kurgular meşruiyet alanı oluşturmak için yapılır. Tüm bu yaşananlar sırasında toplumsal yapı ve sınıfsal farklar da değiştirmiş ve isçi olgusu ‘sosyalist’ manasını kaybederek burjuva kavramına yaklaşmıştır.

Zygmunt Bauman farklı siyasi, ekonomik, ideolojik ve dini yaklaşımların kimlik üzerindeki etkisinin katı modernite döneminde etkin olduğunu, bugün ise akışkan modernite sebebiyle paradigmanın tümüyle değiştiğini iddia ediyor. Katı modernite dönemindeki kesin çizgilerle çevrilmiş kavramsal çerçevelerin aşınması sonucunda kimlik olgusununun muğlak hâle geldiğini fakat küreselleşmenin getirilerinden yeterli oranda faydalanamamanın ters etki yaptığını belirtiyor. Ona göre başta dini olmak üzere tüm köktenci yaklaşımlar buradaki ‘yok sayılma’ sebebiyle oluşmaktadır. Sonuç itibariyle ötekileştirilen kişi ve gruplar için köktencilik cazip hâle gelmektedir. Zira köktencilik anında sert şekilde karşı koymakla birlikte katı modernite dönemindeki kesinliğe dayanan önerilerde bulunur. Böylelikle ölmek veya yaşamak anlamlı hâle gelmektedir.

Kimlik üzerindeki değişim insanın tüm ilişkilerinde de dönüşümlere neden olmuştur. Tüketim kültürünün parçası hâline gelen bireyler tatminsizlik ön kabulüyle başladıkları ilişkilerinde ‘kullan-at’ anlayışıyla hareket etmektedir. Bu anlayış aynı zamanda nitelikten ziyade niceliğe önem verdiğinden ilişki çokluğu kazanım/zenginlik/statü olarak kabul edilmektedir. Anı yaşamayı salık veren bu anlayışın ilk işi uhrevi olanı yaşamın dışına çıkarmaktır. Sonraki süreçte ‘Kanon’ yıpranmış ve etkisini yitirmiştir. Bu aşamada iletişim olgusu ve teknoloji kimlik yıpratmada ya da yeni kimlik oluşturmada kullanılan önemli araçlardır.

Kimlik, içerik açısından Bauman’ın diğer tüm eserleri gibi oldukça zengin bir kitap. Bu bağlamda kitabın ana konusu kimlik olsa da toplum, siyaset, ekonomi, din, etnik köken ve kültür gibi birçok konuya dair ufuk açıcı değerlendirmeler barındırıyor. Kendisi de bir savaş mağduru ve göçmen olan Bauman ara ara hayatı boyunca yaşadığı kimlik sorunlarına değinerek konuyu salt teorik çerçeveyle ele almak yerine hayatın içine yansıyan şekliyle de değerlendiriyor ve bu sayede gerçeğe/gerçekliğe çok daha yakın bir kuramsal anlatımı ortaya çıkarıyor. En önemlisi, Bauman yaptığı açılımlarla kimlik meselesini hem sosyolojik bir uğraş hem de felsefi bir konu olacak şekilde temellendirerek anlamlı hâle getiriyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

6 Mart 2020 Cuma

İnsanın aradığı ona ne kadar yakındır?

Bir şey, tek bir şey tüm yıkıma rağmen ayakta durur: İnsanın insanla karşılaşması… Gün oldu, bir yabancının bize bakışıyla bize göz kırpmasıyla uçurumun kıyısından döndük..."
- Cesare Pavese

Evet, yukarıda yazıldığı üzere, Manolya Gürocak’ın, Sağanak isimli romanı başlamadan evvel yazar, bizlere Cesare Pavese ile bir nevi romanın ana düşüncesini sunuyor. İz Yayıncılık’tan 2019 yılında çıkan bu nadide roman, bize gerek dünyanın gerçekleriyle ve birtakım sorunlarıyla yüzleşmemiz bakımından gerekse zengin edebiyat dili açısından güzel tecrübeler sunarken, Türk edebiyatı böyle değerli bir yazarın sahneye çıkarmanın tadını yaşıyor olsa gerek diye düşünüyorum.

İntiharın eşiğine gelen Efsun’un, Meryem ile tanıştıktan sonraki rahmani değişim hikayesini konu edinen romanda, kapitalizmin bünyesine yerleşen feminizmin genel deformasyonunu ile birlikte feminizmin önüne bambaşka, “izm”den uzak ve kadın ile erkeğin yaradılış kimliğini yadsımayan bir fikrin, bozulmuş ve kokuşmuş sisteme karşı oluşturulması yolunda ilerliyor. Fakat teoride ilerleme kaydedilse de pratikte işler istenildiği gibi gitmediğinden kapitalist sisteme karşı kapitalist sistemin içinde ölen bir insanla birlikte o yüce fikir de yok oluveriyor adeta. Ve aslında yazarın da dediği üzere şu sonuç ortaya çıkıyor: “İstersen en kusursuz, tıkır tıkır işleyen, en adil sistemi kur, insanoğlu bizzat kendisi kusurlu olduğu sürece o kusursuz sistemi de bozar ve kendine benzetir.

Fikirlerimi sonu 'izm' ile biten bir kelimeye sığdırmaya korkuyorum.

Ayrıca kitapta didaktik hava hemen seziliyor. Manolya Gürocak’ın edebi dili çok kuvvetli olmakla birlikte kitapta olay örgüsü sağlam planlanmış. Bazı bölümler, yazar istediği mesajı verdiğini düşündüğünden olsa gerek yüzeysel anlatılıp geçilse de bu romanın bütünlüğüne açıkçası pek zarar vermemiş. Akıcı bir şekilde ilerleyen kitabın sonlarına yaklaştığınızda insan ister istemez kendine soruyor: Birkaç sayfa daha fazla olamaz mıydı? Bu, tabii ki romanın lezzetinden ve bir o kadar kısalığından kaynaklanıyor.

Sonuç olarak sağlam bir kitap ile karşı karşıyayız. Bu kitap daha çok kişi tarafından okunup daha çok inceleme ve eleştiri yazısı yazılmalı ve Manolya Gürocak’ın kalemi hiç durmamalı diye naçizane düşünüyorum ve sözlerimi kitabın arka kapağındaki yazı ile bitiriyorum: Sağanak, hayatındaki savrulmalardan iniş çıkışlardan sonra kendisini bir gölün kıyısında bulan Efsun adlı karakterin deyim yerindeyse yeniden dirilişinin, kendini, hayatı ve bir nevi hakikatini bulmasının romanı. Kadın cinsiyetini yeniden tanımlayıp, kapitalist düzenin kadına ve aslında insana biçtiği role bir karşı duruş çabası. Güçlü bir dil ile inşa edilen roman, insanın aradığı her şeyin ne kadar yakında olduğunu sarsıcı bir kurguyla ortaya koyuyor.

Kitaptan birkaç alıntı:

Demek düşünmek herkese göre değil. Demek ki düşünmek herkese ferahlık vermiyor.

Doğduğun andan ölümüne kadar ismini işiteceksin. Bir telkin gibi… Büyü gibi… İsmin neyse o olmaktan kaçamayacaksın.

Yine de mümkün olsa o an, siz ile sen arasında orta mesafede bir zamir icat etmek isterdi.

Gözlerini suya dikti. Hiçbir yere gitmeyen, devinip dalgalanmayan, çoğalmayan, bulanıklığından gocunmayan, yarı bataklık durgun su birikintisine...

Yusuf Karakurt
twitter.com/sonsuzsakin

5 Mart 2020 Perşembe

Ancak anlamlı bir hayatta teselli bulunabilir

"Yaşamak acı çekmek midir ve yaşamı devam ettirmek çekilen bu acıda anlam bulmak mıdır sahi?"

Yirminci yüzyılın önde gelen ve varoluşçu terapinin temsilcilerinden olan, Avusturyalı psikiyatrist Viktor E. Frankl yazdığı bu başucu kitabıyla, hayatın anlamını gerçek anlamda sorgulama deneyimi sunuyor okurlarına.

İnsanın Anlam Arayışı'ndaki olaylar dramatik fakat Frankl’ın bu olaylara bakış açısı oldukça felsefi bir derinliğe sahip. Victor Frankl, ikinci dünya savaşı sırasında 4 milyondan fazla tutsağın imha edildiği Auschwitz Nazi toplama kamplarında yaşadığı mücadeleyi, tanık olduklarını, bu esnada hayatta kalabilmek için geliştirdiği Logo terapiyi ve insanın hayattaki acılara karşı nasıl iyimser olabileceğine dair düşüncelerini çarpıcı bir dille anlatıyor eserinde.

Kitabın ilk bölümünde yazar, Nazi toplama kamplarında yaşadığı olayları ve bu olaylarla başa çıkma mücadelesini sunuyor bize. Bir psikiyatrist olan Victor Frankl, toplama kampına gelişiyle birlikte ailesiyle olan bütün bağlarından uzakta, kendisi gibi kurban olarak seçilmiş bir ırka mensup insanların arasındadır.

Gaz odaları ve krematoryumlarda -ölü yakma odaları- cansız bedenlerini kül olmaya bırakanlar; sevdiklerinin, ailelerinin günden güne açlıktan, soğuktan, hastalıktan kıvrandığını, eriyip yok olduğunu görenler, tarihte yaşanmış en büyük acılara tanık olanlardır muhakkak. Frankl’ın yaşadıklarını dile dökmesi ne kadar zorsa, bizim onun yaşadıklarını anlamaya çalışmamız da bir o kadar zor. Zira senelerce süren bir katliama sabretmek, başa gelen bu acı olayların en çok da o manevi ızdırabını hissetmek, yaralı bir insanı onunla aynı yerden yara almadan anlamak hiç de kolay olmasa gerek.

İnsanın insana karşı her türlü zulmüne karşı ‘insan’ hayatta kalabilir mi? Bu sorunun cevabı ilerleyen sayfalarda veriliyor. “Yaşamak için bir ‘nedeni’ olan kişi, hemen her ‘nasıl’a’ dayanabilir”.  Nietzsche’nin bu sözü Frankl’in düşüncelerinin dayanak noktası olmuşa benziyor, çünkü toplama kampında yaşamı devam ettirebilmek ancak yaşamak için herhangi bir nedeni olanlar için mümkün oluyor. Yaşama yüklediği anlam, hayattan beklentiler veya hayatın bizden bekledikleri çok büyük acılarla dahi baş edebilmek için insana her zaman güç ve umut vermiştir. Umudunu ve gücünü yitirenler yaşam anlamını bulamamış olanlardır. Bugünün dünyasında pek çok insan da büyük bir boşluk ve anlamsızlık hissinden yakınıyor ve bu sebepten antidepresanlara sığınıyor değil mi? Psikolojide yaşama anlam verme ihtiyacının farkında olmama haline ‘Varoluşsal boşluk‘ deniliyor. Varoluşsal boşluk kendini ‘sıkılmışlık hissi’ ile dışa vuruyor. İnsanlar ev-iş arasındaki rutin hayattan sıkılıyor. Gerçekte bu sıkıntının yaşamın anlamını bulamamaktan kaynaklandığını ise pek azımız fark ediyor ve mutlu olmak için daha da anlamsız hayatlara sürükleniyoruz. Oysa mutluluk aranmaz anlam aranır, mutluluk ise bulunan bu anlamla beraber açığa çıkar. İnsan yaşadığı acılarda anlam, bu anlamda da mutluluk bulmayı öğrenirse bu başarı aynı zamanda insana acıyla başa çıkacak bir yeti de kazandırır. Herhangi bir dünyevi hazdan doğan hiçbir mutluluk, anlamın huzurunu sunamaz insana. "Hazlar gebe bırakır, acılar doğurtur" der William Blake, sadece hazlarla dolu fakat acının doğurduğu anlamdan yoksun hayatlar, yaşam boyu süren bir gebelik bulantısı verir. Wilhelm Schmid bir beyanda buluyor: “Mutluluk önemlidir ama anlam daha önemlidir. Hayatta tek meselenin mutluluk olduğu, modern hayattaki anlam kaybını mutlulukla ikame etmek isteyenlerin bir masalıdır; ama sırtına kesinlikle taşıyamayacağı bir yük yüklemiş olurlar böylece. Mutluluk hayatın güzel bir ilavesidir, mutluluktan nasibine bir şeyler düşen herkes buna minnettar olabilir ama insanlar ancak kısmen pay alabilirler ondan”. Bu durum, Terry Eagleton’da ise şöyle karşılık buluyor: “Kendine ‘Hayatım nasıl gidiyor?’ ya da ‘Hayatım daha iyi olabilir mi?’ gibi sorular sormamış bir kişi bilhassa öz farkındalık bakımından eksiktir”. Anlamın peşine düşmek bir çeşit farkındalığa ya da farkındalığa ulaşma çabasına işaret eder. Farkındalık dünyada olup biten bir yığın kötülüğün farkında olunması ve kişinin kendini tüm bunlardan münezzeh düşünmemesi anlamına da gelir.

Bir insanın, Auschwitz toplama kamplarındaki ağır yaşam koşulları, salgın hastalıklar, gaz odaları, açlık, soğuk, dayanılmaz işkenceler altında hayata devam edebilmesi ancak hayata verdiği anlamla mümkün olabilirdi. Auschwitz toplama kamplarındaki hayat, insanın zorluklara ne derece ve nasıl dayanabildiğinin en büyük örneklerinden biriydi. Bu insanlardan bazıları kendi yaşamlarında bir anlam- amaç bulamadıkları için mücadele etmeden ölmeyi göze almıştılar.

"Yaşamında hiçbir anlam, amaç, hedef göremeyen ve bu nedenle yaşamı sürdürmeyi anlamsız bulan kişinin vay haline!"

Albert Camus şöyle demişti: "Gerçekten ciddi olan tek bir sorun vardır; yaşam, yaşamaya değer mi değmez mi?' Peki ya anlamsız bir hayatta mutluluk mümkün müdür?". ‘Anlam yoluyla iyileşmek' anlamına gelen 'logoterapi'nin kurucusu Victor E. Frankl'ın da söylediği gibi insan sürekli bir anlam arayışı içindedir. Afrikalılar iki tür açlıktan söz ederlermiş. Biri maddi olan; yiyeceğe, giyeceğe, barınağa olan ihtiyaç. Diğeri ise ‘niçin?’ sorusunun cevabına duyulan açlık: Anlam açlığı. Auschwitz toplama kamplarında yaşananların sebebi neydi? Bugün dünyamızda var olan savaşların, katliamların amacı nedir? Vatanından sürülen ve evladı gözünün önünde öldürülen bir insan kendini nasıl iyileştirir? Yıllarca hapishanede düşman askerlerin tecavüzüne uğrayan bir kadın, bu acıya dayanacak gücü nerden alır? İnsanlar bunca acı ve ızdıraba niçin ve nasıl katlanıyor? Benim acı eşiğim nedir? Sen, en son ne için- ne kadar acı çektin ya da kimin acısını hissettin, hafiflettin? Acı çekmek ancak çektiğimiz acının bir anlamı varsa var oluşumuza bir katkı sağlıyor. Çekilen acı, yaşamda anlam bulmanın en önemli yollarından biri olabiliyor.

Yaşamını devam ettirmek için gelişmiş yaşam koşullarına sahip olmasına rağmen, insan, uğruna yaşanılacak bir şeyin olmayışından yakınıyor. Pek çoğumuzun yaşamak için sayısız aracı var fakat hiçbir amacı yok. Psikoterapi’nin savunduğu “Terapi yoluyla anlam” düşüncesine tamamen ters düşen ‘Logoterapi’, yani ‘anlam yoluyla terapi’ Frankl’ın öncülüğünde kurulmuş bir yaklaşım olarak Freud’un teorisinden ayrılıyor. Freud’un aksine Frankl nevroz türlerini kendi içinde kısımlara ayırıyor ve bu nevrozlardan bazılarını acı çeken kişinin, varoluşunda bir anlam duygusu bulamayışına bağlıyor. Oysa dinsel inancın derinliği ve gücü insana sonsuz bir anlam duygusu verebiliyor. ‘Sevgi’ yaşamak için başka bir neden olabiliyor.

Acı çeken insanın acısına burun kıvırmak asil insanlara yakışmaz. Öyleyse acı çeken insanı anlamla şifalandıralım, zira ancak anlamlı bir hayatta teselli bulunabilir.

Sevil Türkyilmaz
twitter.com/arzhal_

2 Mart 2020 Pazartesi

Şartlı veliler, şartlanmış çocuklar

İlk peygamber ve ilk insan Hz. Adem, aynı zamanda ilk baba yani ilk velidir. Habil de onun evladı Kabil de. Hz. Havva, Habil'e verdiği sevgiyi Kabil'den esirgemiş miydi ya da Kabil yeterince onaylanmamış mıydı ailesince. Neydi iki kardeşi birbirinden farklı iki karaktere bürüyen, çocuklar sadece birey midir yoksa toplumun - en küçük toplumsal birim olan ailenin de- bir parçası olması dolayısıyla onun izdüşümü müdür? Çocuklar anne ve babalarını gözleyerek öğreniyorsa Kabil'in gördüğü isyan Hz. Adem'e elmayı yediren isyan mıydı, Habil'in teslimiyetinde Adem'in Rabb'ine teslimiyeti mi gizli?

"İyi çocuk" nispeten de olsa tanımlanabilir bir şeydir ama "iyi çocuk yetiştirmenin yolları" biraz daha karmaşık bir süreç. Hepimiz çocuğumuzun onaylanabilir biçimde davranmasını bekleriz ama onay merciinin kim olacağı konusu genellikle belirsizdir. Kimi anne-baba söz konusu onaylanmış davranış için kendini tek ve kesin onay mercii olarak görürken kimileri de davranışın sonucunun kar-zarar oranına bakar. Her iki durumda da çocukların sözkonusu davranışı sergilemesinin gelişime, öğrenmeye ya da mutlu olmaya bir katkısı olmaz.

Çocuklara dair en kritik hatamız, onların da bir "kimliği" olduğu gerçeğini göz ardı etmemizdir. Nasıl ki bir yetişkin keyif almadığı, kendine faydası olmayacağını düşündüğü bir davranışı yapmaktan kaçınırsa çocuklar da - biz istesek de hatta çocuk için gerekli olduğunu düşünüp zorlasak da- keyif almadığı bir işi yapmak istemeyecektir. Dolayısıyla çocuğun kazanmasını istediğimiz bir alışkanlık için esas yapmamız gereken şey bu isteksizliğin altında yatan sebepleri bulmak ve çocukla birlikte bu sebepleri ortadan kaldırmaktır.

Dr. Özgür Bolat, çocuk yetiştirmede başvurduğumuz en önemli hatalardan biri olan "ödül ve ceza" yöntemlerinin hiçbir işe yaramadığını hatta öğrenmeyi ve kişilik gelişimini gerilettiğini eğitim psikolojisi alanında yapılan dünyaca ünlü pekçok deneyi ve yaşanmış hikayeleri referans göstererek ortaya koyuyor. Beni Ödülle Cezalandırma, bir seminer üslubuyla, hiçbir soruyu gözardı etmeyecek bir netlikte hazırlanmış. Okuyucu, herhangi bir bölümü okuduğunda kafasında oluşabilecek herhangi bir belirsizliğe karşı yazar bu olası belirsizliklere dair soruları kadar ndisi bölüm sonunda soruyor ve bir sonraki bölümde cevaplıyor. Kitap bize özetle; "çocuklarınızı şekillendirmeyin, onlara hayat yolculuklarında rehberlik edin" mesajını veriyor.

Kitabı okuyunca ister istemez çocuklarıyla özdeşleşmiş anne ve babalar geldi aklıma. Doğar doğmaz babasının tuttuğu takımın zıbınına sarınan bir bebek ya da annesinin izlediği gündüz kuşağı programlarını izlemek zorunda kalan bir çocuk bu durumdan nasıl etkilenir. Erkek çocuklar silah araba ve askerlerle oynarken neden kız çocukları bebeklerle evcilik oynar peki? Bu durum ne dereceye kadar normal karşılanmalı? Toplumsal ve ailevi aidiyeti önemsiyorsak çocuklarımıza dair bir inisiyatif almamız gerekir ama bunun sınırı neresidir?

Yazar kitabın sonunda Halil Cibran'ın "Ermiş" adlı kitabında yer alan şu sözlerle özetliyor aslında her şeyi:

"Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz,düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz,ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez,dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız,çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu,sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu,uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever."

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

1 Mart 2020 Pazar

Sonuçlarla meşgul olmak yerine elimizdekine bakmak

"Var olan tek fobi kendini bilme fobisidir. (...) Kim olduğumuz her daim ziyadesiyle gözümüzü korkutur."
- Adam Phillips, Kaçırdıklarımız

Birikim dergisindeki yazılarını okumadan edemediğim Erdoğan Özmen, uzun soluklu "Oedipus Karmaşası" serisinden sonra "Depresyon ve Melankoli" serisine başladı ve oldukça önemli konular üzerine yazıyor. 19 Şubat 2020 tarihli "Depresyon ve Melankoli (V): Depresyon ve Kapitalizm" başlıklı yazısında şöyle diyor: "Kendimi tüm diğerlerinin karşısında konumlandırmamı gerektiren bireysel mutluluk ve başarı 'eşyanın tabiatına' aykırı olduğu için, işe yaramazlık / başarısızlık / suçluluk hislerinin bütün varlığımızı kat ettiği bir sorumluluk ve mecburiyet hastalığıdır depresyon. Sınırsız olasılıklar ve seçimler çağında bütün yolları deneyerek kendi bedensel ve ruhsal kapasitelerimizi mütemadiyen zorlamanın sonu, kendimize ve geleceğimize beslediğimiz ümidi ve inancı daha da kaybetmek ve tam bir çökkünlük ve tükeniştir. Öldürücü olabilen, intiharları tetikleyen şey biraz da budur. Kahredici yoksulluk ve çaresizliğimiz için sadece kendimizi suçlu ve sorumlu ilan etmenin koşullarının çoktan orada, hazır halde olmasıdır."

Uzun bir giriş olduğunun farkındayım ama mesele de gayet uzun. Varoluş, kendin olmak, hafiflik gibi üç upuzun -üstelik kıldan ince kılıçtan keskin- mesele var karşımızda. Özmen'in yukarıda söylediği, her yanımızdan fışkırıveren "başarılı ol, kendin ol, hem başarılı hem kendin ol!" tehditleri -evet ben de Özmen gibi bunların tehdit olduğunu düşünüyorum- bizi daha büyük duygu boşluklarına sürüklüyor. İnsan en çok ne zaman sürüklenir? Ne yapacağını bilemediğinde. Bu bilememe hâlinin varoluş üzerine düşünmekle, okumakla ve hatta yazmakla bir nebze olsun giderilebileceğini düşünüyorum. Anlatmak, dinlemek, okumak ve yazmak, tüm sıkışmışlıklar içinde insana nefes oluyor. Tıpkı bahse konu kitabın yazarı Ferhat Jak İçöz gibi varoluşçu psikoterapistlerin, varoluşçu yazarların her daim buluşmaya hazır şahsiyetler olduklarını düşünüyorum. Onlar bunun farkında olmayabilirler, bir çoğu zaten göçtü, ama düşününce; konuşmaları ve yazmaları öyle varlık-yokluk dengesinde ki insan kendi dengesizliğinde de onlara başvurmadan edemiyor. Bu kimi zaman eziyete dönüşen çabadan da lezzet alıyor üstelik. Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği; Sartre, Heidegger, Nietzsche, Viktor Frankl, Camus, Kierkegaard, Tillich ve daha birçok ismi misafir ediyor. İçöz, bir varoluşçu psikoterapist olarak bu isimlerin gölgesinde dinlenmek yerine sık sık güneşe çıkıyor bizim yerimize. Çünkü biz varlık meselesinde gölgeleri seviyoruz. Maalesef bu konuda biraz 'laissez-faire'ciyiz elhamdülillah. Ama sorsalar hep gayretteyiz. Bu çarpışma da şüphesiz varoluşsal...

Yazar bizi Sokrates'çi bir yaklaşımla "incelenmeyen hayat yaşanmaya değmez" diyerek karşılıyor. Kendini tanımaya hevesli, gerekirse yaralanmayı göze alabilen varsa bu işe kalkışsın diyor tabiri caizse. Zira felsefeyle yakınlaşmak binanın temeline inmekten farksız. Kaç katlı olursa olsun, bir binanın temelinde, toprağın altına girip yukarıya dair gözlemler yapmaya çalışmak her zaman sarsıcıdır. İşte bazı sarsıntılar da ya binayı yerine daha iyi oturtur ya da çoktan terk edilmesi gereken binayı harabeye çevirir. Felsefe insanı uyarır. İçöz şöyle diyor yolun başında: "Felsefe en temelde kendimize ve içinde yaşadığımız dünyaya dair bir bilgelik aşkıdır. Hayata felsefî bir yerden bakan kişi kendini ve içinde yaşadığı dünyayı anlamlandırmaya tutkuyla adanmış kişidir. Bunu yapmak için filozof veya psikolog olmak gerekmez. Bu bir yaşam tarzı seçimidir."

Ferhat Jak İçöz, insanın varoluşuna dört farklı pencereden bakıyor. Fiziksel olarak insanın varoluşuna dair neler söylenebileceği konusunda beden, vücut, cinsellik, yemek, bağımlılık, evler, mekânlar, ölüm ve canlılık gibi belki de bu çağın en önemli, en çok konuşulması gereken meselelerine eğiliyor. İnsanın sayılı ömrü olduğunu hatırlatırken bu sayının bilinmezliğinin hem ürpertici hem de insanı daima ayakta tutan bir tarafı olduğunu vurguluyor. Kitaplarla ilgili bir örnek veriyor. Hepimizi ilgilendirdiği için özetlemeye çalışayım: Diyelim ki şu anda 40 yaşındayız ve -bereketli bir yaşam dileğiyle- 90 yaşına kadar sağlıklı olduğunu düşünecek olursak ve haftada bir kitap bitirdiğinizi düşünürsek, yılda 52 kitaba ulaşırız. Bu da demek oluyor ki gelecek 50 yılda 2600 kitap daha okuyabileceğiz. Okumak isteyip de okumaya zaman bulamadığımız ya da biz okurken daha nice güzel kitabın yayınlandığını düşünürsek, çok ciddi bir sorumlulukla karşılaşıyoruz: seçme sorumluluğu. Bu sorumluluğumuzu memnun ve doymuş olacağımız kitaplardan yana kullanmamız gerekiyor. Sezgilerimiz, kalbimiz, duygularımız ve düşüncelerimiz bizi seçme konusunda etkileyecek, tüm bunları önemseyip öyle karar vereceğiz. Gelişigüzel değil, sahiden güzel yaşamak için bize uygun -doğru demedim- seçimler yapmaya çalışacağız. Kitap burada bir örnek diyor İçöz. Hayatımızdaki her şey için bu seçimleri yapma sorumluluğumuz var.

Sosyal bir şekilde var olmak denince, ucu bucağı olmayan bir dünya açılıyor önümüze. Duygular, bağlılıklar, aşklar, ilişkiler, ilişkilerle birlikte gelen aldatılma, kıskançlık, ikiyüzlülük, manipüle etmek ya da edilmek, kötüler ve kötülük, yalnızlık, kalabalık, aile, birine -kendinden farklı biri için sorumlu olarak- bakmak, laga luga etmek, sosyal medya, kayıp, yas... Her biri üzerine tarih boyunca yorum getirilse de gayet bariz ve doğal nedenlerle tek bir gerçek, tek bir doğru bulmak mümkün değil. Zaten mesele de bulmak değil, daima bir arayışın içinde olmak. Bunun için de, kitabın en sevdiğim bölümlerinden biri olan laga luga etmek bahsinden bir paragraf aktarmak istiyorum: "Ağzınızdan çıkan kelimelere, ifadelere bir bakın. Laga luga mı ediyorsunuz, yoksa ortaya gerçek bir söz, söylem mi koyuyorsunuz? İlişkilerinizde kendinize sahip çıkarak kendinizi mi ifşa ediyorsunuz, yoksa ortam ne gerektirirse onu mu sayıklıyorsunuz? Laga luga etmekle ortaya net bir söylem koymak arasındaki fark hangi konulardan konuştuğumuzda yatmaz. Y model bir araba almaktan bahsederken de ortaya bir söylem koyabilirsiniz; "Üç köpeğimi de alıp yola çıkabileceğim bir arabam olsun çok isterim" dediğimde arabanın benim hayatımdaki asıl değerini ortaya koymuş olurum. Laga luga etmek ile söz söylemek arasındaki fark, söylemek istediğimle kendime dair ne anlattığıma sahip çıkmamdır. Belki bir özlemimi, belki bir arzumu, belki bir beklentimi, belki de sadece hislerimi ifade etmek istiyorumdur."

Bireysel bir şekilde var olmak denince hangi konularla karşılaşırız? Kendilik, travma, hayaller, hayal kırıklıkları, yabancılaşma, otantiklik, mükemmelliyetçilik, kaygı, korku, cesaret, statü, başarısızlık, hayatın üzerimize fırlattıkları, kararsızlık, sorumluluklar, nefret, depresif hissetmek, umutsuzluk... Okurken insanı en çok kendiyle baş başa bırakan meseleler bunlar. Çalışan-çalışmayan, erkek-kadın, zengin-fakir, şehirli-köylü fark etmeksizin herkesin başında olan dertler her biri. Kimimiz bu dertlerle yüzleşmemek için sabahın altısında uyanıp spora koşuyoruz, kimimiz bir sigara daha yakıyoruz. Kimse kusura bakmasın, insanın kendiyle meşgul olması maç izlemek, kanaviçe yapmak, kitap okumak gibi meselelerden çok bağımsız, çok yara verici işlere uzanıyor. Yaralarla yüzleşmek hem yeniden kanamaya hem de şifa bulmaya kapılar açıyor. İnsan için her kapıyı zorlamak güçtür. İçöz'ün şu sözleri böylesine meseleler arasında bir oksijen tüpü oluyor: "Yaşadığımız sürece aslında hiçbir zaman 'yolumuzdan çıkmayız', tam aksine kendimize sadık ve dürüst kaldığımız sürece 'yeni yollar keşfederiz'. Unutmayın ki insan olmak demek hep biraz eksik, biraz huzursuz, biraz arayışta olmak demektir. Sadece öldüğümüzde tamamlanacağız."

Kitabın son bölümünde tinsel bir şekilde var olma penceresini aralıyor Ferhat Jak İçöz. Burada da bizi esasında okuması ve üzerine düşünülmesi 'lezzetli' konular karşılıyor. Dolu dolu yaşamakla tıka basa doldurmak arasındaki farklar, fazla tutunmak yahut tutunamamak, anda kalmak, ikilemler ve çelişkiler, gündelik hayatta hapsolmak ve dayanılmaz bir hafiflikte yaşamak, potansiyelimizi gerçekleştirmek, değerler ve kendimizle ters düşmek, politik duruş, bilinçdışı, rüyalar, sonsuzluk, sonluluk, anlam, canlılık... Bu geniş bölümden, hem kitabın özeti gibi olan hem de günümüzün en sık 'duyulan' hastalığına da atıfla son derece canlı birkaç cümle aktarmak isterim: "Kendi arzumuza kulak verdiğimizde, kendimize ait ne varsa; nefretimiz, mükemmel olma isteğimiz, korkularımız, kaygılarımız, statü arzumuz veya başarısızlık korkumuz, hepsine sahip çıktığımızda hafifleriz. Depresif hissetmek, umutsuzluk gibi hallerimize kulak verdikçe canlılığımızı tekrar yakalarız. Zihnimizle değil, bütün varoluşumuzla seçtiğimizde sonrasında gelecek sorumluluk bir yük olmaktan çıkar. Kendimiz için anlamlı olanın peşinden gidince, sırf tanıdık olduğu için bize acı verenlere tutunmayı bırakınca, yaslarımızı tutacak alanı kendimize açınca ve hayatın getirdiklerine gözlerimizi açıp "bu da benim hayatım" deyip içimize derin bir nefes çekince dayanılmaz bir hafifliğe ulaşırız. Merak etmeyin, sonra da bu hafifliği kaybederiz. Önemli olan nasıl ağırlaştığımızı görebilmek ve sonra tekrar hafiflemeyi başarmak. Ve sonra tekrar kaybederiz ve bu döngüde yaşar gideriz."

Ferhat Jak İçöz'ün Doğan Novus etiketiyle çıkan kitabı Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği, ismiyle cismiyle insanı kendi gündemine taşıyan bir kitap. Tüm bu olup bitenlerden sağ salim çıkabilmek adına değerli meseleler barındırıyor, sonundaki okuma listesiyle yeni keşiflere ışık tutuyor. Sonuçlarla meşgul olmak yerine her daim elimizdekine bakmaktan yana bir tavır koyuyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf