29 Kasım 2019 Cuma

Nevi şahsına münhasır şair: Asaf Hâlet Çelebi

Nevi şahsına münhasır” nitelemesini bir iltifat olarak zaman zaman kullanırız. Bu söz kimilerine dar gelir kimilerine bol. Halbuki öyle bir şairimiz var ki nevi şahsına münhasır ifadesi daha önce mevcut olmasaydı onu ifade etmek için bulmak zorunda kalacaktık. Sözü çok uzattığımın farkındayım ancak nasılsa söz konusu şairin Asaf Hâlet Çelebi olduğunu söylemek de malumu ilamdan öteye geçmediği için kimse beni merakta bırakmakla suçlayamaz.

Her ne kadar Asaf Halet Çelebi hakkında Mustafa Miyasoğlu’nun ve Mehmet Can Doğan’ın kitapları olsa da, Hakan Sazyek de düzyazılarını bir araya getirse de, Hece Yayınları da güzel bir Asaf Halet Çelebi kitabı yayınlasa da Asaf Halet Çelebi hakkında kapsamlı bir biyografi eksikliği vardı. Beşir Ayvazoğlu, işte tam bu noktada imdada yetişti.

Beşir Ayvazoğlu her biyografisinde olduğu gibi titiz bir çalışmayla dönemin gazete ve dergilerini sayfa sayfa okuyarak ilerlemiş. Asaf Halet Çelebi’nin hemen her yazdığı dergiye, hakkında çıkan her yazıya, karikatüre ulaşarak kaleme aldığı bu biyografide Ayvazoğlu gerek Çelebi’nin yazdıklarını gerekse de hakkında çıkan yazılar yayınladığı zamanın, kaleme alan kişinin ve yayınlandığı yayının bütünlüğü içinde değerlendirerek titizliğini ve hassasiyetini bir kez daha kanıtlıyor. Kurulan her cümlenin, bildirilen her kanaatin zamandan ve mekandan azade olmadığını dikkate almadan aşırı yorumlar yapanların Beşir Ayvazoğlu’ndan öğrenmesi gereken çok şey var. Kitap Asaf Halet Çelebi’nin ölüm haberiyle başlıyor. Bu önemli çünkü yaşadığı dönemde Asaf Halet’in nasıl algılandığını devrin gazetelerinde çıkan haber ve yorumlardan öğreniyoruz. Vefatı hakkında hüzünlü yazılar kaleme alan bazı yazarların Çelebi hayattayken onu hafife alan hatta onunla alay eden metinlere imza attığını öğrenmek ise bizim için ibret verici oluyor.

Ayvazoğlu’nun Çelebi’nin şiirleriyle hayatını iç içe anlatmayı tercih etmiş olması ise kitabın bir başka güzelliği. Sonuçta sanatçının eseri, onun biyografisine indirgenemezse de kaleme aldığı metinle hayat hikayesi birbirinden tamamen bağımsız değildir. Şairin Mevlana ile Budizm ile bağları onun şiirinin ve hayat görüşünün kültürel kodlarını okuma şansı veriyor. Yazdığı dergiler ise içinde bulunduğu entelektüel muhiti ve muhitteki konumunu okumamızı sağlıyor. Kitapta yer alan el yazıları, fotoğraflar, desenler, resimler, şiirlerinin ve yazılarının yer aldığı dergi sayfaları ise sadece Asaf Halet Çelebi’nin değil onun dönemi hakkında da bilgi sahibi olmamızı sağlıyor.

Asaf Halet Çelebi’nin memuriyeti esnasında yaşadıkları ise onun kişisel gailesinde yaşadıklarının bir panoraması niteliğinde. Kaç defa görev yerini değiştirmek zorunda kalan, amirleri tarafından sürekli şikayet konusu olan Asaf Halet Çelebi’nin hayat hikayesi bir gün sinemaya uyarlanacaksa bu bölümden çokça istifade edilebileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabii devrin devlet anlayışı ve bürokrasisiyle ilgili okumalar yapmak isteyenlere de bu bölüm farklı ufuklar açabilir. Tıpkı şiirinde birkaç dolaylı istisna haricinde sosyal temalara hiç yer vermeyen Çelebi’nin bağımsız milletvekili adayı olmasıyla ilgili bölümün devrin politik atmosferi hakkında ufuk açıcı olması gibi. Asaf Halet Çelebi’nin bağımsız bir namzet olarak yaptığı konuşmanın tam metnini uzun uzun tahlil etmek mümkün ve gerekli. Elbette bu konuşma ayrı bir yazının konusu.

Ancak bu noktada hem size hem de kendime ihtar etmem gereken bir durum var. Bundan önce Beşir Ayvazoğlu’nun kitaplarında üç boyut olduğuna işaret eden bir yazı kaleme almıştım. “Beşir Ayvazoğlu’nun kitapları kültürü üç boyutuyla ele alır. İnsan, zaman ve mekân. Portreleri, biyografileri ve monografileri kültürün “insan” boyutunun bir tezahürüdür. Tanrı Dağından Hira Dağına, Aşk Estetiği, İslam Estetiği ve İnsan, Geleneğin Direnişi gibi kitapları zamanın ruhunun değişimini farklı boyutlarda işler. Şehir odaklı kitapları ise “mekân” odaklı kültür okumalarının bir neticesidir. Beşir Ayvazoğlu’nun zahiren birbiriyle “dolaylı” bağları varmış gibi görünen kitaplarına bu açıdan bakıldığında ağır ağır büyük bir tabloyu yahut yapbozu tamamlar gibi çalıştığını görmek mümkün.” diyordum. Ancak bu boyutlarda insanı biyografi, mekânı şehir zamanı ise monografilerden ibaret görmemek gerektiğini vurgulamamış ve üç boyutun ortak paydaları olabileceğini göz ardı etmişim. Mesela her ne kadar bir biyografi çalışması olsa da He’nin İki Gözü İki Çeşme’yi söz konusu üç boyuttan birine indirgemek haksızlık etmek olur. Ayvazoğlu’nun bir kitabı hangi türden olursa olsun bu üç boyutundan soyutlanamaz zira. Asaf Halet çelebi hakkında kaleme aldığı kitap da Çelebi’nin bulunduğu mekanları, tanıştığı yahut polemik yaptığı insanları, onu anlamayanları yanlış anlayanları veya hafife alanları da anlatıyor.

Beşir Ayvazoğlu, kitabın giriş bölümünde Asaf Halet Çelebi’nin kendi kişisel hayatındaki karşılığını ve hikayesini anlatıyor. Bu önemli zira Çelebi, bir ağabeyin tavsiye edebileceği bir şair değil. Daha çok bir şekilde denk düşülüp tanınacak ve karizmasıyla kendini tanıtacak şairlerden. Zira dava adamı değil, bir politik görüşe angaje değil, bir akımın öncüsü veya takipçisi sayılmaz. Tamamen bireysel bir şair Çelebi. Bu tercihi de insanların onun şiiriyle karşılaşma ihtimalini azaltıyor. Kendi hesabıma rahmetli Mustafa Miyasoğlu’nun kitabının Asaf Halet Çelebi ile tanışmamda çok büyük payı olduğunu söylemem gerek. Bir Necip Fazıl ile Mehmet Akif ile yahut Nazım Hikmet ile tanışmaya benzemiyor Asaf Halet Çelebi ile tanışmak.

Beşir Ayvazoğlu, He’nin İki Gözü İki Çeşme adlı kitabıyla Asaf Halet Çelebi hakkındaki yayınlarda çıtayı yukarı taşıdı. Umulur ki onun belirlediği çıtayı aşmaya ve daha yukarı taşımaya da talip olunur. Asaf Halet Çelebi, bence daha pek çok kitap için ilham kaynağı olmaya devam edecektir.

Son bir not daha… Beşir Ayvazoğlu’nun pek çok kitabı arasında gizli kapılar var esasen. Kitaplarının satır aralarından birbirine geçmek ve okumaya diğer kitaptan devam etmek mümkün. Beşir Ayvazoğlu’nun farklı kitaplarını birbiriyle bağımlı bir külliyeye benzetiyorum bu yüzden. Bu külliye hangi kitabından başlanırsa diğerlerine de göz atma isteği duyacağınız türden.

He’nin İki Gözü İki Çeşme, bu külliyenin özel kitaplarından biri olmaya aday…

Suavi Kemal Yazgıç

27 Kasım 2019 Çarşamba

Neoliberal dünyada insan kalmak mümkün mü?

Kore asıllı Alman filozof Byun-Chul Han’ın kitapları yavaş yavaş dilimize çevrilmeye devam ediyor. Bu duruma da Metis Yayınları öncülük ediyor. 2018 yılında, biri Metis’ten biri de İnsan Yayınları’ndan olmak üzere iki Han kitabından sonra geçtiğimiz Ekim ayında dilimize çevrilen son Han kitabı Psikopolitika oldu. Kitap "Neoliberalizm Ve Yeni İktidar Teknikleri" alt başlığına sahip aynı zamanda.

Kısa bir kitap Psikopolitika. Yazarın en kısa kitabı değil ama sonundaki notlarıyla beraber 98 sayfa ve 13 bölüme sahip: Özgürlüğün Krizi, Akıllı İktidar, Köstebek ve Yılan, Biyopolitika, Foucault’un İkilemi, Öldürerek Tedavi, Şok, Dost Big Brother, Heyecan Kapitalizmi, Oyunlaştırma, Big Data, Öznenin Ötesinde, Budalalık (Yazarı okurken tamamen karamsar bir ruh haline bürünüp kendimizi Black Mirror dizisinin içinde gibi hissetmemiz çok mümkün).

Yukarıdaki başlıklara baktığımızda ve Han’ı da biraz tanıyorsak, başlıkların içeriklerini tahmin edebiliriz aslında. Han’ın hemen her kitabı zaten sıkı bir kapitalizm ve modern zamanlar eleştirisine sahip denemelerden oluşuyor. Bu kitapta da farklı bir şey yapmamış yazar. Daha çok üslûp ve dil açısından farklılıklar var. Diğer eserlerine göre bu kitap çok daha rahat okunuyor ve çok daha kolay anlaşılabiliyor.

Han, keskin bir giriş yapıyor kitaba. Hegel ve Karl Marx’ın görüşlerini ele alarak ve bu ikilinin görüşlerine sermaye hakkındaki görüşlerini de ekleyerek özgürlük kavramını inceliyor. Özgürlüğün, yani bildiğimiz özgürlüğün, kapitalizmin mutasyona uğramış hali olan neoliberalizmin bir oyuncağı olduğunu savunuyor. Hatta bu sistemin, birey tekinin özgürlüğünü, kendi kendinin üremesini sağlama aracıyla kullanıldığını belirtiyor. Ona göre bireysel özgürlük aracılığıyla sermayenin özgürlüğü gerçekleşir. Böylelikle özgür birey sermayenin cinsel organı durumuna indirgenir. Bireysel özgürlük sermayeye, onu aktif üremeye yönelten ‘otomatik’ bir öznellik kazandırır. Böylelikle de sermaye sürekli olarak ‘canlı yavrular’ doğurur.

Han’a göre bugün artık Marx’ın öngördüğü sömüren-sömürülen, işçi-patron ilişkisi çok geride kalmıştır. Çünkü birey, kendi özgürlüğü sayesinde sermayeye hizmet eder. Marx’tan ziyade Benjamin’in tanımıyla konuşuyor yazar: Kapitalizm artık yeni Tanrı’dır. Aslında çok da farklı şeyler söylemiyor Han; ancak görüşlerini derli toplu halde verdiğinde etkileyiciliği yükseliyor. Örnekler ve kelimelere verdiği yeni tanımlarla da yazısının canlılığını artırıyor.

Yazar, komünizm ve kapitalizm arasındaki farkı ortadan kaldırıyor. Hayalet bir sınır çekiyor bu iki kavramın arasına. Bir gün olur da komünizm gelirse, bunun sadece patronların değişmesi anlamına geleceğini savunuyor. Han’ın belki de en doğru görüşlerini bu bölüm ve bu cümleler içeriyor. Daha geniş bir perspektiften bakan yazarın bu kavramları açıklarken sığındığı bir liman da insanın getirildiği nokta ve insanın psikolojisidir. Komünizm, kapitalizm, sosyalizm fark etmez, insan sermayeye teslim olmuştur. Sömürülmeye dayanmasının sebebi bir gün patron olarak aynı sömürmeyi gerçekleştirmek istiyor olmasıdır. İsmet Özel’in deyimine yakın söylersek, birileri hükmeder birileri de hükmetmeyi bekler. Aralarındaki tek fark budur. Yani insan çıkmazdadır.

Kitabın en önemli bölümlerinden biri olan ilk bölümü kısaca özetleyecek olursak şunu diyebiliriz: Özgür olduğunu sanan bireyin aslında sadece ipi uzun tutulmuştur ve belirli daire içinde, iç organlarına kadar izlenerek, hâkim sermayeye hizmet etmek zorunda bırakılmıştır. İşin ilginç tarafı, birey bundan memnundur. Sermayeye eklemlenecek üretim için birey mekanik bir şekilde çalışır. Mantalite, “Evet bunlar gizlice örgütlenerek alnımıza / verem Olmak Üretimi Düşürür ibaresini çizer” anlayışıdır. Bu konuyu yüksek rezidanslardaki yaşamlara kadar götürmek mümkündür. Hatta buradan Sadettin Ökten’e veya Semih Akşeker’e bile bağlanabilir konu.

Byung-Chul Han bu kitabında anlatmak istediklerini birkaç kelime üzerinde yükseltmiş: Ruh, sermaye, tahakküm, optimizasyon vb. Han yukarıdaki görüşlerinin diğer tarafına geçer, neoliberal psikopolitikanın temeldeki amacının insan ruhunu öldürmek olduğunu savunur. Ona göre insan ruhu da birçok şey gibi sömürülmesi gereken şeylerin başında gelir. Bunu da çok farklı şekillerde sağlamaya çalışır: Atölyeler, yaşam koçluğu, hafta sonu etkinlikleri… Amaç insanı tektipleştirmektir. Amaç duyguları köreltmek değil kesip atmaktır. Amaç sadece sermaye düzenine hizmet eden robotlar üretmektir. Özellikle şehir insanı için söyleyecek olursak, sadece bir avuç insan dışında amacına da ulaşmıştır bu konuda neoliberal politika. Artık hafta sonlarının dahi planlanıp saatlere ayrıldığı, ani kararların yok olmaya yüz tuttuğu, duanın insan hayatından çıkarılıp kişisel gelişime, kendini sağlatma tekniklerine yer verilen bir dünyanın tam da ortasındayız. Sistem için hazır ve nazır, optimizasyonunun zirvesinde, kusursuz iş görmeye odaklı insan-robotlar yetiştirmiştir bu sistem. Ruh’la oynayarak, ruh’u bozarak:

Günümüz finans kapitalizminde değerler radikal biçimde yok edilmektedir. Neoliberal rejim tükenme çağını başlatmıştır. Şimdi sömürülecek olan ruhtur. Bu yüzdendir ki bu çağa depresyon ya da tükeniş (burnout) gibi ruhsal rahatsızlıklar eşlik ediyor.”.  Fakat bence, insanın depresyon ya da tükeniş belirtileri göstermesi bile ufak bir ruh kalıntısının kaldığını gösterir.

Kim olduğumuzu yüzyıllar boyunca felsefeciler, tasavvufçular, psikologlar kendi bilgi veya gönül genişliğince sorgulamışlardır. Bu sorgu bitmedi, bitmeyecek de. Benlik söz konusu olduğunda -sayamadığımız, tartamadığımız, ölçemediğimiz benliğimiz söz konusu olduğunda- ‘kimim’ sorusuna cevap bulmak oldukça zordur hatta imkânsızdır. Benliğimiz ‘quentified self’ nicelikleştirildiğinde bu soru yine cevap bulamayacak ancak en azından ortadan kalkacaktır. Han, dijital çağın ‘özne’ üzerindeki etkilerini ve potansiyel etkilerini inceleyerek bu çağın benlik kavramını da sorgular. Dijital çağın bütününe hayatın ölçülebilir ve nicelik olarak ifade edilebilir olduğu inancı hâkimdir diyen Han, kitabın en uzun denemesi olan ‘Big Data’ bölümünde insan bedeni-ruhu ve dijitalleşme ilişkisini inceler. Veri’nin yüceltildiği, istatistik biliminden dataizme geçişin gerçekleştirildiği bu çağda birer sayıdan ibaret olan insan tekini bir kurban olarak görüyor diyebilirim. Anlamın ve anlatımın bitirilip yok edildiği bu dönemde etrafta nicelik-insan’dan başka bir şey kalmayacaktır zaten:

Nicelikleştirilmiş Benlik’in sloganı ‘Self knowledge through Numbers’dır- sayılar üzerinden kendini tanıma, bilme. Sadece veriler ve sayılardan, bunlar ne denli kapsamlı olurlarsa olsun, kendini tanımaya varılamaz. Sayılar kendilik hakkında hiçbir şey anlatmaz. Sayma (Zahlung) anlatma (Erzahlung) değildir. Hâlbuki kendilik dediğimiz şey varlığını anlatıya borçludur. Saymak değil, anlatmaktır kişinin kendini bulmasını ya da kendini tanımasını sağlayan.

Modern zamanlar insanı bir yere ittirdi. Han, insanın ittirildiği noktayı en iyi yakalayabilen filozoflardan biri. Ancak bana göre Han’ın iki tane sorunlu noktası bulunuyor: Bunlardan biri anlattığı şeyleri sürekli tekrarlaması. Bu hem kitaplarının bölümleri için hem de kitapları için geçerli. Yani Han aslında iki üç kitapla anlatabileceği şeyleri tek kitapla, iki üç bölümle anlatabileceği şeyleri tek bölümle anlatabilirdi. Türkçeye çevrilen külliyatı içerisinde bir Güzeli Kurtarmak bir de Metis’ten çıkan son kitabı Zamanın Kokusu biraz daha spesifik konuları içeriyor. Bu durum dediklerinin kıymetini asla azaltmıyor ancak bir tekrara girdiği de kaçınılmaz bir gerçek. İkinci nokta ise, Han muhteşem bir patolog fakat asla bir cerrah değil. Yani muhteşem tespit ve teşhisi var ancak bir çıkış yolu, bir öneri getirmiyor incelediği, gözlemlediği topluma veya insana. Fakat her şeye rağmen Han’ın her kitabını okumaya devam edeceğiz çevrildiği müddetçe.

Bulunduğu çağı ve bulunduğu konumu sosyolojik ve biraz da psikolojik açıdan merak eden herkesin yolu Han’dan geçecektir. Üstelik bu kitabın, yazarın en rahat okunan ve anlaşılabilen kitabı olduğunu söyleyebilirim.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

26 Kasım 2019 Salı

Çocuktan hareketle toplumsal iyileşme

Alfred Adler, Sigmund Freud ve Carl Gustav Jung ile birlikte psikoloji üzerine söylenmesi gerekenleri söyleyip kalanlarının sadece bu üçü arasında gidip gelerek eğlendiği zemini atıp geçmişler bu yuvarlaktan.

Herkesin içi, birine, diğerinden daha çok ısınır. Ama iyi bir okur veya iyi bir sosyal bilimler piri olmanın yolu üçünün de söylediklerinin haklı olduğu vakaları, etrafında görmeye başladığı anlarda saklıdır. Adler’in deha yanı da bu bütün bakışa sahip olmasıdır denilebilir; “bireyle ilgili sorunlara insancıl, bütün ve organik cepheden bakabilmek…

Adler, Freud’un önce öğrencisi olsa da, sonra, gerek “seks içgüdüsünün baskınlığı” gerekse “bilinç altına atma” üzerine söylemlerinin karşısına geçer. Onun için: “Öz erek arzulara toplum ve gelenek karşı koyar” ; yani bireysel dürtü ile toplumsal doğru karşı karşıyadır. Bunun her iki tarafa da evrilmesi insanın ruh sağlığının aksine hareket eder. Optimum bir yerde buluşmak gerekir. Gerek İslam gerek Türk medeniyetinden edindiğimiz öz düşünülünce, aşırılıklardan uzak olmak düsturu bizi, bir parça daha Adler’e yaklaştırmaktadır denilebilir.

Bu özellikler sizi, aynaya baktığınızda tatmin eden yanınız ise hastasınız. Uzun uzun anlattıklarından bunu söyler Adler. Ben ile başlayan cümleleri çok fazla kuruyorsanız veya ben yaptım doğrusu bu diye netseniz hayata, eleştirilere kapalıysanız; güç sizi ifade eden tek uyanma sebebiniz ve o olmasa varlığınızın anlamsız kalacağına inandığınız yanınız ise; tüm bunları size ifade etmeye çalışanlar veya aksi yönde hareket edenlere hatta bazen kendinize dahi saldırgansanız… Bir durup nefes almanın zamanı gelmiştir!

Adler “yaşamsal sorunlar” demiş bu sorunlara. Bu yaşamsal sorunların oluşmaması için ise çocuktan hareketle toplumsal iyileşmenin sağlanabileceğini düşünmüş. Bu yüzden “Yaşamsal Sorunlar” isimli Adler kitabı, organik görünenle psikolojinin bir edildiği temeli ortaya koymuş:

Aşırı koruma sağlayan, çocuğu evin reisi kılan anne babaların ilgisiz anne-babalara oranla çocuklarına çok daha fazla hasar verdiklerini; Kişiliğin Gelişmesinde Anne-baba Etkisi; Vücudun Konuştuğu Dil; Zorba Anne; Sokaktan Suça; Lider Olmak İstiyor; Büyümek İstemiyor; Asi “Kötü” Bir Oğlan; Açlık Grevi; Liderin İzinde; Aşırı Uysal Çocuk; Bir Nevrozun Temel Taşı; Doğuştan Zeka Geriliği; Hastalığın Zulmü gibi bölümlerle on iki örnek vaka incelemiş. Tüm bu inceleme süresince okuyucuyu, kendisine veya çocuğunuza ait onlarca detay ve farkındalık içeren satır aralarında pür dikkat bekliyor. Açık üslup ve dilden ötürü, anlamayıp, atlama imkanı da vermiyor. Yüzünüze çarpa çarpa ilerliyor sayfalar.

Ufak ipuçları:

Yalancı ve gerçek epilepsi arasındaki farkın çocuğunuzun zekası kadar parlak olabileceğini biliyor muyuz mesela?

Ufak tefek sessiz bir baba, baskın bir anne ve konuşamayan, babasına benzetilen “geri zekalı” olduğuna karar verilmiş oğlan çocukları ne çok değil mi etrafımızda? Hatırladık mı? Ziyadesi ile zeki olduklarından emin olduğumuz bu çocukların, konuşmayarak geliştirdikleri reddi nasıl haklı bulmayız ki artık?

10 yıl hüküm sürdüğü eve gelen küçük kardeşe karşı oluşan “karşıt tepki geliştirme” türü bir savunma mekanizması, çok seviyormuş gibi abartılmış bir nefret kime uzak ki?

Veya:

Yaşama amacının bilincinde olmayan, varoluşsal bir kaygı üzerine hiç kelam edilmemiş bir çocuğa, getirildiği psikoloğun yaşam amacını monte etmesini bekleyen ailelerin uzak olduğu kendileri…

Onun neden bu şekilde davrandığını biliyorum” diyen ebeveynler değil; “benim neden bu şekilde davrandığımı biliyorum” diyebilen ergenler ile çözüme ulaşılabileceğini defaatle hatırlatan Adler’in etik ve toplumla buluşturduğu birey dinginliği…

Çocukla ilgili komplekslerin peşine düşüp yetersizliği ortadan kaldırmak çok da zor olmamakla beraber; asıl zor olanın kendi yaptığı ve bedel ödediği hataların hiçbirini yapmayan kusursuz çocuklar isteyen anne-baba nevrozu olduğu gerçeği…

Bir “asfiksi nöbeti”nin hastalığın ve solunum organlarının dili ile “benimle ilgilen yoksa hastalanırım ve üzülürsün” tehdidi olabileceği…

Tüm bunların özelinde gidilen genelde; çocukların da tıpkı bizim gibi silahlarının olabileceğini bilmek ve karşılıklı silahların tanıtıldığı bir savaşın sulhe dönüşme olasılığının daha yüksek olduğuna inanmak gerekir. Tanışmak, tanıtmak, barışmak gerekir! Çünkü, ana yolda, yeterince ve doğru dinlediğiniz çocuk dikkat çekmek için ara yollara gidip kaybolmayı tercih etmeyecektir.

Hem bir anne babanın çocuğunu kötülemesi size de bir yazarın eserini kötülemesi gibi gelmiyor mu? Üstelik bunun kağıdı bile kendinden!

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

İbretlik olmamak için ibret almak gerekiyor

Moderniteyle birlikte “kimlik” bilgisi bütün dünyada bir mesele oldu. Bu mesele kimi milletler için daha erken gündeme geldi kimi milletlerin de gündemine adeta bir bomba gibi düştü. Hemen her millet, kim olduğu sorusuna verilen cevapların kah sinerjisiyle kah çatışmasıyla baş başa kaldı. Kim olduğumuz bilgisinin üç cephesi var. Biz kimdik, biz kimiz ve biz kim olacağız? Bu sorular sebebiyle kimlik kuyularına atılan taşların bir kısmı geçmişe ait kıymetli ya da en azından kıymet verilen mücevherler oluyor bir kısmı ise dilek paraları gibi geleceğe dair temennileri içeriyor. Bir zamanlar yayınlanan kitabına isim olarak Yozlaşmadan Uzlaşmak’ı seçen Hüsrev Hatemi, Kimlik Kuyusu’nda da aynı tavrını sürdürüyor ve kimlik bilgimize dair soruların ve cevapların çatışmasını bir sinerjiye dönüştürmeyi amaçlıyor.

Hatemi; kimliği etnik, dini, kültürel boyutlarıyla kucaklayarak anlatıyor. Ancak hassas bir şekilde bir kimlik icat etmemek için özen gösteriyor. O kimlik bilgisinin üstündeki örtüyü açıp keşfetmeye çalışıyor. Bu keşif süreci titiz bir emek gerektiriyor. Hatemi’nin bu titizliği ulaştığı, dikkate aldığı kaynakları okumaya çalışmak bile büyük bir kütüphane çalışmasının yol haritasını sunabilir bizlere. O rağbette olana, alkışlanana yer vermek ve bunun üzerinden “prim yapmaya” çalışmak yerine kıymetli olanı bulmaya, kıymetli olana işaret etmeye çalışıyor.

Kimlik Kuyusu’na esas olan konular birkaç bin yıllık bir süreci kapsadığı için elbette bütün çağrışımlarıyla, bütün boyutlarıyla bir kitabın kapsamına sığması mümkün olmayan bir oyluma sahip. Ancak Hüsrev Hatemi, işaret ettikleriyle o büyük külliyenin unutulmuş odalarını hatırlatıyor, sürekli geçildiği için körleştiğimiz koridorlarına farklı bir açıdan bakmamız için de ilham veriyor. Bu sebeple Hüsrev Hatemi’nin ezbere tukaka edilen pek çok kişi ve görüşü aslında layıkıyla fark etmediğimizi bize hatırlattığını, varlığını bilmeyecek kadar körleştiğimiz değer ve kişileri de tekrar gündemimize getirdiğini söylemem gerek. Kimlik meselemizin baş meselesi olan “yabancılaşmaya” yazılmış bir reçete olarak görüyorum Kimlik Kuyusu’nu…

Kendi adıma kitabın en çok önem verdiğim bölümlerinden biri “kimlik” kağıdımızın pek kıymeti bilinmeyen yönü olan Selçukluları hatırlatması. “Bizim İlginç Ortaçağımız: Selçuklular” başlıklı yazı her ne kadar kitapta 4-5 sayfalık bir yekün içinde anlatılsa da yazının olası açılımlarının başlı başına bir kitap hacmine ulaşabileceğinden ve hatta bir kitap hacmine ulaşması gerektiğinden yana hiçbir tereddüttüm yok. Belki bu kitabı okuyan başka bir erbabı kalem söz konusu mesaiyi göze alır ve Selçukluların bu coğrafyanın vatana dönüşmesinde verdiği emek layıkıyla dile getirilir. Bu gerçeğin dile getirilmesi sadece büyük dedelerimize gösterilmesi gereken vefa için değil bu toprakların bin yıl daha vatanımız kalabilmesi adına yapılması şart olan bir mesai bence. Hüsrev Hatemi ayrıca yazıda Selçuklular ile ilgilenmenin meslekten tarihçilerle sınırlı bir mesai olmaması gerektiğinin de altını çiziyor. Evet, bu anlamda edebiyatçılara da bir mesai düşüyor elbette…

Okuruna kim olduğunun bilgisini verdiğini iddia eden kitapların büyük bir bölümünün ortak paydası, üst perdeden ve buyurgan bir eda ile iddiasını okura adeta empoze etmesidir. Okur “bilen” yazara teslim olmalıdır sanki. Hüsrev Hatemi, bu tip yazarlardan biri değil. O araştırmalarının, okumalarının, tecrübelerinin hasılasını bir araya getirip okura sunarken muhabbetle söyleşen, okuruna meramını anlatıp ötesini onun idrakine bırakan bir yazar. Deneme türü biraz da bu sebeple şair Hüsrev Hatemi’nin kalemine çok yakışıyor. Evet toplum mühendisleriyle, “laylaylom aydınlar” diye tabir ettiği kesimlerle inceden inceye ironik bir dille bahis açıyor ama onlardan bile şefkat ve muhabbetle bahsediyor. Kimseyi incitmemek ama bir yandan da hakikatin hatırını da incitmemeye çalışmak Hüsrev Hatemi’nin temel düsturu gibi. Hatemi’nin ilk kitaplarından birinin adı Yozlaşmadan Uzlaşmak idi. Kimlik Kuyusu’nu okurken Hatemi’nin aynı tavrı korumaya devam ettiğine şahit oldum. Kimseyi “ötekileştirmeden” ama herkesi “biz” yapmak için kendini “başkasına” dönüştürmeden, kendinden taviz vermeden hareket etmesi Hüsrev Hatemi’nin en çok etkilendiğim yönlerinden biri. Keşke daha çok insanın temel düsturu bu olsaydı demeden geçemeyeceğim bu noktada.

Kimlik Kuyusu kitabının son cümlesi bir ihtar içeriyor. “Kendimizi toparlamazsak trajikomik oluruz” diyor Hüsrev Hatemi. Kimlik Kuyusu’nu kendimizi toparlamaya çağrı kitabı olarak okumak mümkün. Umarım bu davet ciddiye alınır. Zira trajikomik olursak ne gülmeye ne de ağlamaya mecalimiz kalmaz. Kendimiz için değil başkaları için trajik ve komik olmanın da bizim için ne bir anlamı var ne de önemi. İbretlik olmamak için ibret almak gerekiyor. Kimlik Kuyusu işte bunun yol haritası...

Suavi Kemal Yazgıç

25 Kasım 2019 Pazartesi

Gerçeğin sert tokadı: Rumeli'de bizden ne kaldı?

Dünyanın son büyük imparatorluğu Osmanlı’nın egemenliği altına almış olduğu ve yıkılışıyla birlikte kaybettiği topraklarda sorunlar hiçbir zaman bitmiyor. Değişimler, dönüşümler, savaşlar, iç mücadeleler, yıkımlar, yeniden yapılanmalar… durmaksızın devam ediyor. Bu topraklardan biri de Rumeli. Balkan yarımadası ve bu bölgeyi içine alan eyalete Osmanlı tarafından Rumeli denmişti. Daha önce Bizans egemenliğinde olan, Türkler tarafından fethedilen buralara aynı zamanda suyun öte yanı da denilmektedir. Rumeli’deki hem hıristiyan hem müslüman/türklerin sorunları, sıkıntıları tüm güncelliğiyle hissedilmekte. Ayrıca buradalardaki Türklerin Türkiye ile ilişkileri, Türkiye’nin bölgeye yönelik siyaseti önem arzeden bir konu.

Aslında dünyanın son emperyal imparatorluğu Osmanlı’nın bölgeden çekilişinin etkileri hâlen bütün canlılığıyla gündemde. Buradaki emperyal kavramını klasik emperyalist devlet anlamında kullanmıyoruz. Emperyal gücü ve etkiyi ifade eden bir kavram. Yani Osmanlı sonrası hesap kitap kapanmış değil.

Emekli bir asker ve akademisyen olan Hasip Saygılı Bey’in "Rumeli’de Bizden Ne Kaldı?" adlı eseri, Rumeli ile ilgili derin meseleleri çok boyutlu bir açıdan dile getiriyor. Kitabı öneli kılan en büyük noktalardan biri Saygılı’nın Rumeli’de iki yıl civarında Kurmay Subay olarak görev yapmış olması. Metinler masa başında akademik dille yazılmamış. Oradaki yaşananlara şahitlik eden bir vicdanın satırlara yansıması sözkonusu.

Osmanlı, Rumeli deyince söylenenlere genelde acaip bir hamaset eşlik eder. Duygusallık, hamaset gerçekleri görmeyi zorlaştırır. Hatıraların, kahramanlık hikâyelerinin coşkusuyla olan biten gözlerden kaybolur gider. Hasip Saygılı bu handikapa düşmeden meseleleri yorumluyor. Ne yazıkki bölge konusunda ciddi politik ve kültürel projeler gerçekleştirilmiş değil. Ordaki Türkler dillerini ve kültürlerini kaybetme riskiyle karşı karşıya. Kültürel faaliyetler göstermelik. Hasip Bey bu durumu kitabında dile getiriyor. “Yoğun hamaset söylemlerine rağmen oydaşlarımızın günbegün nüfus, eğitim ve kültür bakımından erimekte olduklarını kitapta hemen her fırsatta örnekledim. Zira hastalığın nerlere kadar sirayet ettiği görülmeden tedavisinin imkânsız olduğu açıktır. Bugüne kadar sürdürülen problemlerimizin giderilmesine hizmet etmeyen sadece muhatapların hoşuna gidecek söylemlerin çıkar yol olmadığını düşünüyorum.” (sf. 11)

Evet, Rumeli’yi turistik gezi alanı olarak gören, nerede güzel yemek var onun reklemını yapan bir anlayış meseleleri göremez. En basit tarih bilincinden yoksun, bölgeyi tanımayan insanlarla Rumeli ve Türkiye arasında kavi bağlar kurulamaz. Hasip Bey’in de kitapta vurguladığı gibi Osmanlı Anadolu’ya yapmadığı mimarı eserleri buralara yapmıştır. Köprü, han, hamam, kervansaray, çeşme, türbe, camii… Yalnınz bugünlerde bu eserler yıkıma, yokolmaya bırakılmıştır. Bölgedeki koyu Hıristiyan taassup tarihi değere sahip mimari açıdan da muhteşem bu eserleri kökünden kazıyıp atmaktadır.

Hasip Saygılı, Kosova Türk Temsil Heyeti Başkanı olarak görev yapması dolayısıyla kitabında ağırlıklı olarak Kosova’yı ele alıyor. Makedonya, Batı Trakya, Bulgaristan ve Sırbistan gezilerinde ve buralarda aldığı notlarda gözlemlediği problemlerin aslında hep biribirinin benzeri olduğunu söylüyor. ‘Kosova Türklerinde Türkiye Algısı’ başlıklı makalesi öneml tespitler içeriyor. Balkan Harbi bozgunuyla Rumeli’den göçlerin buradaki Türk varlığını zedelediğini belirtiyor. Türkiye’ye göçler dolayısıyla Kosova’nın birçok şehrinde Türklerin varlığının tamamen silindiğini, 1999 yılından bu tarafa Türkiye’nin buralarda yoğun varlık gösterdiğini ama Türk Dış Politikasının Kosovalı Türkler açısından başarılı sonuçlar doğurmadığını söylüyor. Kosovalı Türklerin ülkenin diğer vatandaşları arasında iş hayatı, eğitim, siyasi nüfuz alanlarında göze görünü bir performaslarının olmadığını belirtiyor. Ne acıdır ki siyasi mücadele denilince, Kosova Türklerinin birbirini mahfeden, ahlaki norm tanımayan, şahsi ve ailevi çıkar çevresinde şekillenen ilkesiz, kısa vadeli bir mücadelenin varlığından bahsediliyor. Yürütülen siyasi mücadele parti yönetimine girmek, ön sıralardan aday olarak isim duyurmak, siyasi bir etikete sahip olarak Türkiye ve Kosova yetkililerinin kendilerini muhtap alması olarak gerçekleşiyor. “Bu durum parti KDTP (Kosova Demokratik Türk Partisi) ön saflarına çıkma mücadelesinin Türk toplumunun sosyo-kültürel seviyesini düzeltme ve yükseltme hedefinden ziyade partinin üst yöneticilerine Türkiye’den sağlanan itibar ve kolaylıklara erişim için vasıta olarak görüldüğü algısını güçlendirir.” (sf. 56)

235 sayfadan oluşan kitap fotoğraflarla ve konuyla ilgili gazete yazılarıyla da zenginleştirilmiş. Anıların ve tarihi hatıraların kitapta yer alması da ayrıca önem arzediyor. 1999 yılında Prizren’de sırplar tarafından bütün ezanların susturulmasına rağmen Katip Sinan Camisi müezzini Hacı Adnan Nurko’nun her şeyi göze alarak ezan okuması, Prizren’deki Melami Tekkesi'nin şeyhinin kahramanlıkları, 500 yıl önce bölgeye giden şair, öğretmen ve kadı Suzi Çelebi’nin kabrinin tanzim edilmesi, Mareşal Mehmet Ali Paşa’nın hatırlatılması, “baş vererim bir taş vermen” diyen Saraybosnalıların hikâyeleri, Gazi Hüsrev Bey’in yadedilmesi kitaptaki bazı konulardan.

Kitapta dikkatimi çeken bir yer de "91 Yıl Gecikmiş Bir Terhis Merasimi" adlı makale oldu. Burada Hasip Bey, Kosova’da görev yaparken kendisine getirilen bir metinle ilgili olayı anlatıyor: "Prizren’in Kule Köyünden 1891 doğumlu Nazif Oğlu Hamdi, 4 Şubat 1917 günü Prizren Askerlik Şubesince askere alınmış… 15. Fırka, 56. Alay, 1. Tabur, 4. Makineli Tüfek Bölüğünde numara eri olarak Galiçya ve Bakü’de muharebelere katılmış ve 19 Aralık 1918 günü 9. Ordu’nun emriyle terhis edilmiş…”. Bunu okuyan Hasip Saygılı mütevazi bir törenle 91 yıl sonra Er Hamdi’nin terhis törenini gerçekleştirmek için hazırlığa başlar. Çeşitli yazışmalardan sonra, Prizren’deki Murat Paşa Kışlası'nda beşyüz civarında soydaş ve dindarın huzurunda çeşitli ikramlarla ve muharrem ayı olması dolayısıyla aşure ikram edilerek tören yapılır.

"Keşiş Ksenofont ve Sultan Murat Kışlası", "Prizren’de Bir Melami Tekkesi", "Gilan’dan Prizren’e Mektup", "Tekke’de Beste ve Derlemeler", "Kosova’da Bayrağımız Niye Çiğnenir", "Üsküp’ten Ohri’ye: Derd-ü Gam Bize Aşina Düştü", "Rumeli Türklüğünü Göçler Bitirdi", kitabın önemli ve dikkatle okunması gereken makalelerinden.

Gezi notları, söyleşiler, fotoğraflar ve tarihi belgelerle zenginleştirilen kitapta, oralarda askeri görevle bulunmuş Hasip Saygılı’nın aynı zamanda bir feryadı olarak okunabilir. Milli hamaseti köpürtmeden, bazen acı tespitleri dolayısıyla sert eleştirilere muhatap olsa da gerçekleri söylemek ve yazmaktan geri durmayan cesur bir zihnin bölgeye dair tespit ve tavsiyeleri… Bosna Hersek’i, Kosova’yı turistik bir metaya gören sakat mantığımıza tarihi gerçeklerin sert tokadı… Balkanları Saraybosna Başçarşı’da Boşnak Böreği yemek ve kahve içmekten ibaret gören aymazlığa karşı neleri kaybettiğimizin ve kaybediyor olduğumuzun derin muhasebesi…

Biz Türkler etrafımızda olup bitenleri aklı selimle değerlendirmekten, bir irade sergilemekten, dünyaya karşı bir duruştan uzağız. Rüzgarın önündeki yaprak misali gelişmeler nereye sürklerse oraya savruluyoruz. Kitabı okurken bölgedeki Hıristiyanların, Sırpların ve daha başka unsurların bize karşı kin ve öfkelerinin dipdiri olduğunu görüyoruz. Özellikle Hasip Saygılı’nın mektuplaştığı Keşiş Ksenofont’un satırlarından bu kinin nasıl yaşatıldığını hissediyoruz. Buna karşın bölgedeki Türkler olsun Türkiye olsun biz olayın ciddiyetinin farkına varabilmiş değiliz. En iyi yaptığımız kaybetmek ve sonrasında yakınmak. Yitirdiklerimizin arkasından çok güzel ağlayıp feryad ediyoruz. Tehlike geliyorum diyor ama görmek istemiyoruz. Bu sebepten tarih bizim için hep tekerrür ediyor. Yılan deliğinden bir kez değil binlerce kez ısırılıyoruz. Buradan herkesle kavga edelim, kimseyle diyalog kurmayalım anlamı çıkmasın. Dünyayla sürekli irtibat halinde olalım, çevremizden uzak kalmayalım ama bir ilkemiz, idealimiz, bir siyasetimiz olsun. Bir ileri iki geri yürümeyelim.

Kitabın yazarı Hasip Saygılı ve yayınevi İlgi Kültür Sanat'a teşekkür ediyoruz. Bize okuyup, değerlendirme, ders alma fırsatı sunan kitap dolayısıyla…

Muaz Ergü

İstanbul'un gözler önünde kaybolan tarihi

"Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz."
- Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir

İtalya'ya gittiğimde aklımın -hâlâ- almadığı tek şey çağların, geleneklerin ve dolayısıyla huyların bunca değişmesine rağmen tarihi eserlerin ilk günkü gibi korunması olmuştu. Sonra uzun uzun düşünmüştüm. Nasıl olur da böyle bir hassasiyet için "aklım almıyor" diyebiliyordum? Şüphesiz bundaki en büyük sebep, doğup büyüdüğüm ve yaşadığım ülkenin vaziyetiydi. İnsanımız, maalesef ki değerlerine sadık değil. Değerleriyle yaşıyor değil. Lafa söze gelince, bilhassa film endüstrisinin de katkısıyla dünyanın en memleketçi milletiyiz. Vatan, devlet dendi mi kendimizden geçeriz. Ama bu mefhumları yaşatan eserlerle aramız hiç iyi değil. Kendi konforumuz için onların her birinden vazgeçebiliyoruz. Yaşadığımız zamanlar bunu apaçık ortaya koyuyor.

Mehmet Dilbaz çok uzun zamandır Twitter'daki paylaşımları dolayısıyla takip ettiğim bir isim. İstanbul özelinde memleketin kaybolan değerlerini gün yüzüne çıkarıyor. Araştırmacı-yazar profilini hakkıyla yerine getiriyor. Tüm paylaşımlarından İstanbul'a ve memleket değerlerine ne kadar tutkulu olduğunu görebiliyoruz. İşte bu tutkusunu şimdi bir kitapla okuyucuya sundu. Kitaptan bahsetmeden evvel, okuyucular eğer en az Dilbaz kadar tutkulu, sevdalı değilse, bu kitaptan gereken lezzeti alamayacaklarını düşünüyorum. Çünkü emek karşılıklıdır. Bir yazar, hangi derdin peşine düşüp eserini ortaya koyduysa, okuyucunun da aynı derde sahip olması gerekir. O derdi yüklenmesi, derdi paylaşması şarttır. Yoksa kitap, sıradan bir kitap olarak raflarda duracaktır.

Timaş etiketiyle çıkan Kaybolan Tarihin Peşinde, esasında hazin bir kitap. Çünkü her sayfasında tarihimizi çağırırken elimizden göz göre göre kaybolup giden İstanbul'un da yasını tutturuyor. Haziresi şimdilerde bir otelin eğlence yeri olarak kullanılan Beşiktaş Mevlevîhanesi, artık yerinde bir benzin istasyonu olan Beşiktaş Sinan Paşa Hamamı, semte adını verse de ortadan kaybolmuş Çağlayan Sarayı, Lale Devri'nin şimdilerde otopark olmuş zarif Fatma Sultan Camii, hırdavatçılar çarşısı sebebiyle tarihe gömülen koskoca bir cami, artık bir halı saha olan Mir-i Ahur Kasrı, kendisinden geriye kırık mezar taşları ve harabe bir kapı kalan Kasımpaşa Mevlevîhanesi, Millet Caddesi'nin altında kalan Oğlanlar Tekkesi, otobüs garajına dönüşmüş Poligon Sarayı, üç yüz yıllık tarihi karşısında göz göre göre kaybolan Rumelihisarı Kaleiçi Mahallesi...

İstanbul'un nasıl bu hâle geldiğini konuşurken, onu hangi ellerin bu hâle getirdiğini ve daha da yok olmasına fırsat tanıdığını da konuşmak gerekir. Mehmet Dilbaz bu görevi de açık yüreklilikle yerine getiriyor. Günümüzün haşin ve memleketini en çok seven muhafazakârları, Adnan Menderes döneminde yapılan yıkımlardan hâlâ bihaber. Menderes, Prost Planı'nı esas alan şehri imar(?) etme projesine göre birçok yeri tarihe gömdü. Bilhassa Beşiktaş-Kabataş-Tophane yolunun genişletilmesi meselesinde ve Millet Caddesi'nin oluşumunda pek çok tarihi eser tarihe(!) gömüldü. 1957 yılı bu anlamda İstanbul için en kara yıllardan biridir. İşte Beşiktaş'taki, Mimar Sinan nadide bir eseri olan Sinanpaşa Hamamı'da Menderes ve ekibi tarafından gadre uğrayan tarihi yapılarımızdan biri oldu, yıktırıldı. Bu hamamın yıktırılmaması için büyük İstanbul sevdalısı Reşat Ekrem Koçu çok büyük mücadeleler verdiğini öğreniyoruz kitaptan. Yıkımdan sonra isyanını şöyle dile getirmiş:

"Menderes imarı adı verilen ve Türk İstanbul'unun üzerinden korkunç bir tayfun, barbar vandal akını gibi geçen kör kazmanın kurbanı sanat şaheseri bir yapı; yıkılması için zannederiz ki salahiyetli bir kuruldan yahut ilmî otorite bilinen bir şahıstan, fâni ceberûta hasisi pis kaygularla, zelil inkiyadın eseri bir höccet alınmış olacaktır. Bir dâhinin eseri olan bu hamam, yıktıranı ve yıkılmasına cevaz vereni, verenleri, o tüyler ürpetici vandalizmin yok ettiği ecdad yadigârı yüzlerce yapı ile beraber kıyamata kadar lanetle andıracaktır."

Dönemin uygulamaları ve onların neticeleri için gayet net bir açıklama olsa gerek. Merhum bilge mimar Turgut Cansever de yine Adnan Menderes'e projeleri için elinden geldiğinde itiraz etmiş bir isim. Yine Millet Caddesi uygulamalarından önce Menderes'i santim santim uyarmış bir isim. Buna rağmen Menderes, tıpkı şimdinin idarecileri gibi "bana 3 metrenin 5 metrenin lafını etmeyin" diyerek kıymış İstanbul'a. Devamında Turgut Özal'ı da anmalı. Amerika'ya gittiği ilk günlerde, kendisine özellikle yüksek binaların gösterilmesini ister. Sonra aynı binaları çevresindeki arkadaşlarına göstererek "Bir gün İstanbul'u da bunlarla süsleyeceğiz" der. Nitekim olaylar gelişir. Muhafazakârlar ne hikmetse İstanbul'u kendi görgüleri doğrultusunda süslemeyi çok seviyorlar. Ne yazık ki bu görgü, tamamen gösterişe dayanıyor.

Mesela Sarayburnu Tıbbiye (Yedekçiler) Mescidi de yol uğruna feda edilen bir medeniyet mirası idi. Şöyle anlatıyor Dilbaz: "Mescit, 1930'lu yıllara kadar aktif olarak kullanılıyordu. 1930'larda çevresi iyice boşalan mescit ne yazık ki bakımsız kalmış ve minaresinin bir kısmı da çökmüştü. Onarılması gereken mescit için maalesef ki bu yola başvurulmamış, 1945 yılında minarenin kalan kısmı da yıktırılmıştı. Menderes döneminde, sahil yolunda açılan Kennedy Caddesi için pek çok yapının istimlâk edilmesi planlanmıştı. Yolun geçeceği güzergâh ile alakasız bir yerde bulunan Yedekçiler Mescidi de ne yazık ki yıkılması planlanan yapılar arasındaydı. Böylece 1957 yılında 'yol medeniyeti' adına 400 yıllık bu yapıda kurban edilmiş oldu."

Brezilyalı mimar ve şehir plancısı Jaime Lerner, son ziyaretinden sonra İstanbul için "Bu şehri Mimar Sinan’ın torunları inşa etmiş olamaz" demişti. Zaten inşa, bir medeniyet telakkisidir. Geçmişten gelen tecrübenin; ahenk, estetik, görgü gibi argümanlarla ortaya konmasıdır. Şimdinin inşa faaliyetlerinde bir medeniyet telakkisi yok, müteahhit zihniyeti var. Maksimum kâra dayalı, en hızlı biçimde üretilen, ailelerin huzurunu, güvenliğini ve konforunu önemsemeyen, paraya dayalı bir zihniyet. Bu zihniyetten de ev çıkmıyor, konut çıkıyor. Geçmişi anımsatan eserler çıkmıyor, taklit çıkıyor. Tüm bunların altındaki duygular ise hırs, kibir, mükemmelliyetçilik hastalığı...

Mehmet Dilbaz; toplumsal ve kentsel değişimin azizliğine uğrayarak kaybolan mekânların izini sürerken bizi kadim zamanların hikâyeleriyle buluşturuyor. Mekânlar kaybolsa da hikâyeler yaşamaya devam ediyor. Kimi zaman yürüdüğümüz sokakların mazisini bilmiyoruz, kimi zaman da muhafaza etmeyi sadece kârı muhafaza etmek zannediyoruz. Kitap bu anlamda hatırlatıcılık görevi üstleniyor. "Çünkü" diyor Dilbaz, "şehir yalnızca atalarımızın bize mirası değildir; aynı zamanda şehir çocuklarımızın bize emanetidir..."

Kaybolan Tarihin Peşinde, bir 'hareket' olarak sosyal medyanın da desteğiyle ciddi bir kamuoyu oluşturmuştu. Kitap, bir medeniyetin gözlerimizin önünden nasıl kaybolup gittiğini fotoğraflar eşliğinde ve 'zamanda yolculuk' tadında gösteriyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

21 Kasım 2019 Perşembe

Kelimeler arasından köklere yolculuk

"Biliyoruz ki, bazı sesler, bazı sahneler, bazı renkler ya da bazı cümleler insanın aklına mıh gibi çakılıp kalıyor."
- Hasan Ali Toptaş, Harfler ve Notalar

Türkçe, kainattır. İster dilimizde yazılmış olsun, ister dilimize tercüme edilmiş olsun, her güzel kitap bize bunu bir kez daha hatırlatır: Türkçe, uçsuz bucaksız, sınırsız sonsuz bir kainattır. İşte bu kainatta kimi okur kitabın bütününe, kimi bazı sayfalarına, kimi bir paragrafına, kimi de belki sadece bir cümlesine vurgun olur. Harfler bir bütün hâlinde okuyucunun duygularını, düşüncelerini ifade eder, yani tercüman durumuna geçer. Bazı okuyucular da kelimelerin kalbi olduğu inancıyla kimi kelimelerin üzerinde özellikle durur. Altını çizmekle yetinmez. Onları hayatında önemli bir yere koyar ve asla orada bırakmaz. Zamanla hem o kelime okurun hayatına hem de okur o kelimenin manasına aşina olur. Bir nevi yoldaşlık vuku bulur. Kainat neticede bir kitaptır ve en önce onu okumak lazımdır.

Alp Paksoy, Ötüken Neşriyat etiketiyle çıkan Kök adlı kitabında dilimizin bazı güzide kelimelerinin serüvenini yazmış. Böyle bir kitabı yazmak ancak dilini çok seven, onu bir şeref meselesi hâline getiren, meraklı, tutkulu insanların işidir. Kendisini hiç tanımıyorum ama bu gayretinin aklıma getirdiği öz nitelikler bunlar oldu. Hani Nef‘î, "Gönül ne gök ne elâ ne lâciverd arıyor / âh bu gönül, bu gönül kendine derd arıyor" diyor ya, işte bunlar da insanı yaşatan öz dertler olsa gerek.

Yazar, kelimelerin hiç kimsenin öz malı olmadığı kabulüyle başlıyor eserini takdime. Milletin ortak malı olan kelimeler şüphe yok ki kullanıldıkça yaşıyor. Diğer yandan, biz bazen "ya hu ne güzel kelimelerimiz varmış" gibi cümleler kurabiliyoruz. Oysa daha cümleyi kurar kurmaz -mış, geçersizliğini kaybetmiş oluyor. O kelimeyi hatırlıyoruz, onu seviyoruz ve daha çok kullanmak istiyoruz. Demek ki o kelime yaşıyor ve hatta ölümsüz.

Kitaba başlar başlamaz, "ulan" kelimesine dair bilgiler dikkatimi çekti. Günlük hayatta, özellikle sevgi sözcüğü olarak kullandığım için özel bir ilgiyle okudum. Şimdilerde öfke ve nefret anlatan bir seslenme sözcüğü olan ulan, lan gibi kelimelerin "oğul, oğlan" sözlerinden türediğini görmek sevindirdi. Anadolu'da "oğlan burusu" diye bir deyim varmış bir de. Gebe kalmak, oğlana kalmak, doğum sancısı anlamlarında kullanılıyormuş.

Çok sevdiğim kahvenin kelime kökenine dair bilgileri okurken, adımla ilgili bilgilerle karşılaşmak da beni çarptı. Tüm dillere Arapçadan yayılan kahveyle beraber kahverengi de dilimize yerleşmiş zamanla. Kahverengiden önce bu renge boz deniyormuş; toprak rengi, kül rengi, sürülmemiş toprak anlamında. Şimdi adımla ilgili bölüme geliyoruz: "Yağız kelimesi 'yak-' fiilinden türemiş ve 'esmer, doru, kızıl ile kara arasındaki renk, kahverengi' gibi anlamlara gelmekte ve yer yer 'kahverengi'nin yerine de kullanılmaktaydı. İlginçtir ki İngilizcede var olan ve kahverengi anlamına gelen 'brown' sözcüğünün de kökü 'burn' (yanmak, yanık) kelimesinden gelmektedir."

Türk dilinin devasa bir bulmaca olduğunu hatırlatıyor yazarın çabası. Bir kökten yola çıkarak kendimizi bambaşka köklerin, kelimelerin ve hatta duyguların, yaşayışların içinde bulabiliyoruz. Tarih kelimesinin kökeni bu anlamda çok etkileyici. Arapçadaki 'varh' kökünden geldiği söyleniyor, gök cismi ve zaman birimi olan ay anlamına geliyormuş. Yine müverrih kelimesi de bu kökten geliyor elbette. Yazar 'doğru bilinen yanlışlar'a da işaret ediyor burada. Mesela bazı metinlerde İngilizcede history'nin 'his' ve 'story', yani 'onun hikâyesi' anlamına geldiği yazar. Böyle bir şeyin olmadığını söylüyor yazar zira 'history' kelimesinin kökü Hint-Avrupa dilinde 'görmek' anlamına gelen 'weid-' sözcüğüne kadar gidiyormuş. Bu kök ayrıca 'wid-tor' hâline bürününerek Yunancaya 'histor' şeklinde geçmiş ve 'bilge adam, hâkim' anlamlarına geliyormuş. Devamını kitaptan okuyalım: "Yunancada bir zaman sonra 'sormak' anlamıyla 'historien' şekline girmiş ve daha sonraları da 'soruşturma' yoluyla 'bilip öğrenme, tarih, kaydetmek' manalarıyla 'historia' biçiminde görülmüştür. Latincede de 'historia' biçiminde görülen kelime, 'geçmiş olayların anlatımı, masal' gibi anlamlara gelmektedir. Eski Fransızcada 'estoire, estorie' tarzında olup 'kronik, tarih' anlamıyla nihayet İngilizceye 'history' biçimiyle geçip varlığını sürdürmektedir. Etimoloji âleminde sürekli bir serüven içinde olan 'history' sözcüğü için seçilmiş basit bir 'his story' açıklaması bize, ecnebinin de halk etimolojisinin çekilecek dert olmadığını net bir şekilde göstermektedir."

Alp Paksoy'un peşine düştüğü diğer dikkat çekici kelimelerden bazıları şöyle: boş zaman, tüy, miğfer, yalan, unutmabeni, hayvanat bahçesi, kötürüm, beniâdem, duayen, sancı, çok güzel sanatlar (müzik, opera, bale, tiyatro, sinema, fotoğraf, dans), arkadaş, eğitim, ev ve onun nezdinde soba, kalorifer, halı, perde, gardırop, masa, sandalye, yatak, süpürge, dal, uçmak, gamzedeyim... Kitapta bazı deyimlerin de hangi kelimelerden ve dolayısıyla köklerden geldiğine dair bilgiler de var. Mesela: sıfırı tüketmek, hile hurda bilmemek, eski çamlar bardak oldu, ateş olsa cirmi kadar yer yakar, sittinsene, küplere binmek, gözden sürmeyi çekmek, darısı başına...

Kök'te ayrıca "daha önce biliyor muydunuz?" minvalinde bilgiler de mevcut. Mesela X harfi, 1765 yılında yazılmış bir mektupta 'öpücük' simgesi olarak kayda alınmış. Yazar haklı olarak soruyor; acaba dünya tarihindeki ilk 'emoji' bu olabilir mi? Kim bilir... Basmakalıp bilgiler yok Kök'te, tam aksine zihinlere yerleşmiş arızalı bilgileri onaran bir yanı var. Diğer yandan, kaynakçasıyla sözlük ve sözcük okumalarında derinleşmek isteyenlere de yardımcı oluyor.

"Harf dediğimiz işaretler belli sesleri ifade ettikleri için, sayfanın yüzüne döküldüklerinde, ister istemez orada bir müzik oluştururlar zaten" diyor Hasan Ali Toptaş, epigrafı seçtiğim güzel kitabı Harfler ve Notalar'da. İşte Alp Paksoy da Kök'te Türkçe âşıklarını müziğe davet ediyor. Müziklerin en güzelini yeniden keşfetmeye...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf