29 Eylül 2018 Cumartesi

Nuri Pakdil’in gözüyle batı

“Direniş, varoluşun deneyidir.”
- Nuri Pakdil, Batı Notları

Bazı edebiyatçıların düz yazıları şiirlerinden sonra gelir. Gelmelidir de. Örneğin Necip Fazıl Kısakürek, İsmet Özel ya da Attila İlhan… Liste uzayabilir. Diğer yandan bu edebiyatçıların düz yazıları dikkatle okunduğunda önemli veriler sunar. Söz konusu eserlerin içinde yaşadığımız toplumu ‘daha iyi yansıttığını’ düşünüyorum. Çabuk galeyana gelen, haddinden fazla heyecanlı, sabırsız, gergin, kontrolsüz davranma eğilimi yüksek bir toplumuz. Uzun vadeli planları yapamıyor, sakin hareket edemiyoruz. Dolayısıyla kültürel yapımız ve toplumsal karakterimiz nesir gibi üzerinde uzun süre çalışılan, felsefi derinliği bulunan, detaylarla işlenen bir türden çok nazım gibi nispeten daha hızlı, yormayacak uzunlukta, retoriği öne çıkaran, detay yerine hamasetle işlenen kısacası heyecanı yüksek bir türe daha uygun. Bu özelliğimiz geleneğimizin önemli bir parçası olan sözlü kültürün bir yansıması diyebiliriz.

Şahsen, Yedi Güzel Adam’ın ‘aykırı’ ismi Nuri Pakdil’i de yukarıdaki listeye eklerim. Zira şiirini düz yazısından daha güçlü bulurum. Bu, düz yazısı önemsiz demek değil elbette. Aksine, (yukarıda da değindiğim gibi) söz konusu eserleri, kaleme alındıkları döneme ve yazarlarına dair sundukları veriler sebebiyle oldukça önemserim. Öncelikle bu yazının bir Nuri Pakdil değerlendirmesi olmadığını, sadece bir eserinin analizini içerdiğini belirtmem gerekiyor sanırım.

Edebiyat Dergisi Yayınları tarafından neşredilen Batı Notları yüz on beş sayfadan oluşuyor. Eserin tanıtım yazısında her ne kadar “Nuri Pakdil’in Paris, Brüksel ve Roma’ya yaptığı gezinin notlarını içeriyor” denilse de yazıların hemen hemen tamamı Paris özelinde yapılan değerlendirmelerden oluşuyor. Kitabın ilk baskısı 1972 yılında yapılmış. Bu açıdan ‘İslamcı’ olarak tanımlanan kesimin ve Nuri Pakdil’in temsil ettiği ‘entelektüel ekol’ün 1970’lerde dünyaya bakışını yansıtması bağlamında değerlendirilebilir. Söz konusu dönemde çerçevesi tam çizilemese de bir “uygarlık sorunu” üzerinde durulduğu görülüyor.

Eser kısa kısa denemelerden oluşuyor. Denemeler salt gezi izlenimlerinin ötesinde bir anlatıma sahip. Nuri Pakdil bu durumu “yalnızca izlenimlerimi değil, Batı’nın bende yaptığı çağrışımları da yazdım” şeklinde açıklıyor. Yazarın sorgulamacı tavrı daha uçağa binerken başlıyor. “Buralar bizim yurdumuzdu” dediği “Trakya ve Balkanlar’ı nasıl yitirdik” sorusunun cevabı verilmeli diyor. Hemen arkasından kitap boyunca tekrarladığı konulardan birisi olan “Batı öykünmeciliğimiz”e değiniyor. Öykünmemizin temelinde Batı’nın en iyi bilen olduğuna inancımız bulunmaktadır. Dolayısıyla örneklerin en makbulüdür Batı. Bizi bizden uzaklaştıran, kendimize yabancılaştıran bir eğilimdir bu. Avrupa’ya indiğinde sistemin geometri ve mekanik ağırlıklı ‘düzeninden’ rahatsız olmuştur. Nuri Pakdil’in tepkisel eleştirilerini abarttığını düşünüyorum. Örneğin Hıristiyanlık için “bir avuç tutarsızlık” ya da Fransızlar için “başkası için fedakarlık yapmayan ulus” veya Kilise mimarisi için “gözüme batan çöp” diyebiliyor. Osmanlı’yı koşulsuz yüceltirken Batı’nın ürettiği her şeyi değersizlik kefesine koyabiliyor. Ya hepçi ya hiççi; bir orta yolu yok.

Nuri Pakdil’e göre Paris’in özel bir anlamı vardır. Batılılaşma anlamında ilk şok Paris üzerinden Fransız kültürüyle gelmiştir toplumumuza. Eğitim için gönderilenler “utanılacak bir tarih ve kültürümüz olduğu düşüncesiyle” dönmüştür. Utançtan kurtulmak için acilen Batı gibi olmak gerekmektedir. Milli bir görev addedilen Batı’ya övgü eğitim sistemimizin en önemli parçası hâline gelmiştir. İkinci olarak politik düzeydeki negatif etki İngilizler eliyle olmuştur. Cumhuriyet dönemi bu anlayışın zirve yaptığı dönemdir. Yazar, kastını “1923 devriminden beri, boynumuz ağrıdı Batı’ya bakmaktan” diyerek özetliyor.

Paris sokaklarını, kafeleri, toplumu, sosyal yaşantıyı gözlemliyor Nuri Pakdil. Fransız toplumunun çürümüşlüğünden bahsediyor. Sonra bu çürümüşlüğü Batı’nın tümüne genelliyor ve Ortadoğu toplumları için fırsat olarak yorumluyor. Paris sokaklarında gördüğü Afrikalılar ile emperyalizme maruz kalmışlık üzerinden bir yakınlık kuruyor. Bu tutumu ‘ötekileştirilme duygudaşlığı’ olarak tanımlayabiliriz. Nuri Pakdil “ırkçı değiliz; çünkü, uygarlığımızın özündeki inanç, ırkçılığı kesinlikle reddeder” diyor fakat denemelerde gizli bir ulusçuluk söyleminin alt metinde var olduğunu söylemeliyim. Türklerin, Türkiye’nin sömürülen ülkeler için umut olduğu, heyecanla beklendiği gibi cümleler kuruyor. Yer yer tarihin Türkiye’ye yüklediği misyon ve ecdat güzellemesi yapıyor. Ona göre önemli bir belirleyici olan tarih bu söylemin arkasındadır. Zaten Batı’nın bilinçaltında da Ortadoğu korkusu vardır ve Müslümanların harekete geçmemesi için her şeyi yapmaktadırlar.

Nuri Pakdil’e göre makinalaşma gibi teknoloji de insanı konformistleştirmektedir. Bu durum insanın özgürlüğünü yok etmenin yanında zihinsel tembellik, ruhsal açlık ve toplumsal yıkım getirecektir. “Teknoloji putu” insan için bir “tufandır”.

Denemelerinde şiirsel bir dil kullanıyor Nuri Pakdil. Kendine has sert üslubunun (aşırı) romantizm barındırdığını düşünüyorum. Mağduriyeti hamasi söylemle harmanlayarak odağı değiştiren bir romantizm bu. Nuri Pakdil, ‘olan’ ya da ‘olması gereken’ yerine ‘olmasını arzuladığı şeyi’ yazıyor veya öyle yorumluyor. Yaptığı karşılaştırmalardaki tepkisel tavrını tümüyle ‘Batı yericililiği’ üzerine oluşturuyor. Buna karşın dikkate değer bir çözüm önerisi sunmuyor. Hemen her sayfada göze çarpan ‘reaksiyoner tutum’ ve/veya ‘anti olma’ çabasının ortaya çıkardığı sorunlu anlayış kendini gösteriyor. Reaksiyonerlik ve/veya antilik bir meseleye sağduyulu yaklaşmayı engelleyerek bakış açısını daralttığından yetersiz ve tutarsız sonuçlara sebebiyet veriyor. Eserin dilinde gördüğümüz bu tutumun müspet ya da menfi bir çok kavram, olgu ve eşyaya aşırı anlam yüklenmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Yazdıklarını izlenim ve çağrışım olarak belirtse de (ön) yargılarının şekillendirdiği görülüyor.

Batı Notları Nuri Pakdil’in uygarlık anlayışının çizgilerini ortaya koyan bir eser. Ayrıca ‘mukaddesatçı’ zihniyeti anlamaya yardımcı olacak türden. Yazarın şairane üslubuna aşina olanlar edebi haz alacaktır. Metin içinde aşağıdaki örneklerde olduğu gibi şiir tadı veren cümleleri keşfetmek oldukça keyifli.

Gökyüzü, dörtbaşı bayındır bir ülkedir.
Herşey, bıraksanız yıkılacak gibi; bir tufan sonrası ıslaklığında.
Yabancılaşma bıçaklarıyla doğramışlar yüreklerimizi.
Kocaman bir aydınlık çöküyor alana. Geçen gün tarttılar, dokuzyüz yıllık Buhara aydınlığındaydı.
Hız telaşı tedirgin etti iç sistemimizi. Belki 'en iyisi yürüyerek gidilir yaşamaya'.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

28 Eylül 2018 Cuma

Ahlâk, cahillik ve kadın mahkûmlar

Karılar Koğuşu, Kemal Tahir’in ölümünden sonra yayımlanan romanlarından biridir. Aslında tıpkı, Kelleci Memet, Namuscular gibi bu kitap da romandan ziyade anlatı türüne bir örnek gösterilebilir. 1974’te ilk kez yayımlanmasına rağmen, 1943 yılında yazılmıştır. Kemal Tahir’in Malatya cezaevinde yaşadıklarını, İkinci Dünya Savaşı yıllarını, Malatya’nın ve genel olarak ülkemizin toplumsal olaylarını, özellikle kadın mahkûmlar üzerinden anlattığı bir kitaptır.

Otobiyografik olayların ağır bastığı bir romandır Karılar Koğuşu. Kemal Tahir bu romanda karşımıza siyasi mahkûm İstanbullu Murat olarak çıkar. Hemen bütün mahkûmların sevdiği ve saydığı biridir Murat Bey. Çünkü her mahkûmun yardımına koşar. Aşığıyla beraber kocasını öldüren kadına da yardım eder, Malatya genel evinden gelen kadınlara da. Yazar, anlatımı öyle bir kurar ki, okur kimseyi acımasızca yargılamaz. Hatta herkese acır. Ve hatta idama götürülen kadının son anlarında Murat’la birlikte herkese bir hüzün çöker. Bu kadın kocasını aldatıp onu öldürse bile.

İsminden de anlaşıldığı gibi, kitabın merkezinde İstanbullu Murat olsa da, romanın diğer ana karakterleri kadın mahkûmlardır. Tözey, Hanım, Ayşe Ana, İnci, Gardiyan Şefika, Hubuş Bacı vs. olayların ama az ama çok merkezindedir. Kemal Tahir sorgulamak istediği adalet düzenini, halkın cahilliğini, ahlâk düzenini bu kadınlar üzerinden İstanbullunun bakışıyla okura yansıtır.

Ahlâk bolca irdelenir romanda. Fakat bu irdeleme yargılayıcı biçimde değildir. Yaşadığımız zamanla 1943 yılının Malatya’sında yaşanan olaylar birbirinden tamamen farklı olsa da, hatta o zamanın olayları şimdiki düzende ‘ahlâksızlık’ ve suç olarak karşımıza çıksa da okur bu duruma kötü bakmaz. Tözey ve İstanbullu arasındaki şu konuşmayı buna örnek verebiliriz. Ki bu şekilde onlarca diyalog vardır kitapta:

Murat Bey: 16 yaşında… İstanbul’da o yaştakilere biz çocuk deriz.
Tözey: Vah vah… İstanbullular şu halde körpe kıza hasret ölürler. Bizim buralarda erkekler ağızlarının tadını biliyorlar. Vaktiyle everselerdi şimdi üç tane çocuğu olurdu, sizin çocuk dediğiniz malın.

Romanda cinsellik kavramı ön plandadır. Fakat bu kavram Namuscular kitabındaki gibi erkekler üzerinden değil, daha çok kadınlar üzerinden kurgulanır. Kadınları cahilliklerinden ötürü şehevi duygularının esiri olmuş gibi gösterir Kemal Tahir. Fakat bunu suçlar gibi yapmaz. Yani suçladığı kadınlar değildir. Bazen hukuk sistemi bazen de geleneklerdir. İlk bakışta kadınları suçlar gibi görünse de koruduğu aslında kadın mahkûmlardır ve bunu Murat Bey’in cümleleriyle anlar okur:

Herkes kabahatli de cezayı Tözey, Hanım, Şefika çekiyor. Hanım’ın oğlancılık eden kocası, Şefika’nın eve orospu getiren kocası suçsuz mu? Tözey’i Maho Ağa’nın hizmetkârına verdikleri zaman 13 yaşındaymış. Üç aylık gelinken ağa, üstüne hücum ederek cebren ırzına geçmiş. Şimdi kız kerhanede, Ağa, Akçadağ Belediye Reisi.

Hapishanede hayat normal bir şekilde akar. Ancak 15 yıl hapse mahkûm olan ve bunun sadece 5 yılını tamamlayan İstanbullunun nezdinde bazen psikolojik sıkıntılar, daha doğru deyimle iç sıkıntısı görülebilir. Fakat Kemal Tahir kitabını İstanbullu Murat’ın iç sıkıntısına değil sorgulamak istediği kavramlar üzerine bina etmiştir. Yine de zaman zaman İstanbullunun nezdinde Kemal Tahir’i şu şekilde görebiliriz:

Mahpushanede yazdan kışa girmek de, kıştan bahara çıkmak da insanı manen yıpratan bir şeydi. Dünyada vuku bulan esaslı değişiklikler, mahpuslara, hürriyetsizliği daha gaddarca hatırlatıyorlardı. Aynı his, bayramlarda da gelir, gırtlağa sarılır. Terk edilmiş olmanın ütün biçareliği manasız bir öfke halinde, yüreğe çöker.

Devir, İkinci Dünya Savaşı devridir. Savaşın ortaya çıkardığı ortam da kitapta yerini alır. Kemal Tahir donanma davasından içeri düşmüştür. Kendi deyimiyle ‘komünistliğin ne olduğunu bilmeden, haksız yere’ içeri atılmıştır. Biz komünistliği içerde öğrendik der Tahir. İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili düşüncelerini açıklarken de ‘komünistliğinden’ esintiler sunar. Birkaç yerde görünen bu durum çok baskın değildir. bazı diyaloglarda kendini belli eder:

Sıcaklar birdenbire çökmüştü. Uzaklarda, harp oluyor, İstanbullu için, sıcaklar harbin dehşetini, harbin dehşeti de sanki sıcakları arttırıp tahammül edilmez hale getiriyordu. Bu harp karşısında bitaraf değildi. Hayatında bazı şehirlerin ne mühim bir yeri oluverdiğini birkaç seneden beri anlamıştı. Mesela Moskova, mesela Stalingrat, mesela Paris, mesela Vichy… Kiminde dostları, kiminde düşmanları oturuyordu. Nasıl bitaraf olmalı. Hem bitaraflık ne demek? Bu bir çeşit alçaklık…

Karılar Koğuşu ilk okunduğunda, söylemesi gereken birçok şeyi belli etmeyebilir. İkinci, üçüncü defa okunacak eserlerdendir. Kemal Tahir’in en önemli eserlerinden gösterilmez fakat kurgu olarak değil, sadece mahkûmlar ve İstanbullu Murat Bey’in diyalogları açısından bile kült bir eserdir. Bu diyalogların çarpıcılığını ikinci okuyuşta daha çok fark edecektir okurlar.

Karakterler üzerinden şekil alan bir kitaptır Karılar Koğuşu. Her karakterin kendine has özellikleri vardır. Kitabın içinde zaman zaman ana karakterler yer değiştirse de İstanbullunun yanında bir kadın karakter her zaman baskındır. Hapishanenin sözü geçen tek mahkûmu olan Murat Bey, kitabın en etkin karakteridir. (Ara not: Nâzım Hikmet’in duvardaki fotoğrafıyla da dertleşmeleri vardır İstanbullu Murat Bey’in.)

Görülüyor ki, Kemal Tahir bu kitapta, Malatya hapishanesinde 1943 senesinde geçen bir zamanı anlatmaktan ziyade, toplumun inanışlarını, ahlâk ve adalet düzenini sorgulamak istemiştir ve bana göre de oldukça başarılı olmuştur. Her kitabında bunu yapsa da, bu kitabın diğer kitaplarından geride görülmesi sanırım belli bir olaya yer vermiyor olması.

Klişe yerler yoktur kitapta. Diyaloglar çok sahicidir. Zaten Tahir’in diğer hapishane kitaplarını okuyanlar bunu anlayacaktır. (Yol Ayrımı hariç.)

Güce göre şekil alınan devirler, bazı geleneklerin kokuşmuşluğu, cehaletin yanında İstanbullunun, Hanım’ın idamı için söylediği son sözler, aslında sorgulanmak istenen her şeyi kapsayacak niteliktedir. Bu pasajla da yazıyı hitama erdirelim:

… Kanunu bildin mi? Küçük sineklerin takılıp kaldıkları, büyük sineklerin delip geçtikleri örümcek ağı… Yahut da Artaki’nin meşhur saz’ı…

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

26 Eylül 2018 Çarşamba

Bu coğrafyanın en önemli, en büyük eserlerinden biri

Uçsuz bucaksız topraklara hâkim Pers imparatorluğunu dağıtan, binlerce askeri ile Anadolu, Orta Asya ve Hindistan’a kadar ayak basmadık yer bırakmayan Makedonya’nın kralı İskender, kendi döneminden itibaren ideal yönetici modeli olmuş; O ve efsanesi asırlardır pek çok ülkenin edebiyat ve anlatılarında işlenmiş, Osmanlı imparatorluğunda da çok sevilip Kuruluştan Klasik Çağına uzanan zaman dilimini de içine alarak tarihimiz için özel bir anlam kazanmıştır.

Beylikler dönemi dediğimiz zamanlarda, Batı Anadolu’nun Kütahya merkezli en güçlü ve zengin beyliği Germiyanoğulları, uçlarda kültürel açıdan merkez durumundaydı.

Sahip olduğu madenler sayesinde gelişen ve zengin bir yapıda olan Kütahya aynı zamanda Konya, Aksaray, Kırşehir, Kayseri gibi Orta Anadolu kültür merkezlerine de yakın konumdaydı.

Kütahya sarayında yerleşik bu kültür ortamına Osmanlıların nasıl gıpta ettikleri Sultan Murad zamanında Şehzade Bayezid ile Devlet Hatun’un evlilik merasimi oldukça güzel anlatmaktadır. Osmanlılar bu saray kültürünü daha ciddi benimsemeye çalışacaktır.

Rumeli ve Anadolu’da ilk merkezi yapıyı kurma başarısına çok yaklaşan, gücünü kabul ettiren Sultan Murad, Germiyan beyliği madenlerini ele geçirmiş ve çeyiz olarak alınan şehirler ile beyliğin omurgasını dağıtmış, şehzade Bayezid’i buraya sancak beyi yapmıştır.

Bu esnada sarayda olan birçok şair ve edip Osmanlı himayesine girmiştir.

Bu şairlerden biri de Ahmedî idi.

Germiyanlı sarayında bulunan, Ahmed-i Dâ’i, Şeyhi, Şeyhoğlu Mustafa gibi çok önemli büyük şairler arasında eserinin genişliği ve yarattığı etki bakımından en önemlisi olan bu şair; Âşık Çelebi ve Latîfî tezkirelerinde anlatıldığına göre, Ahmedî mahlasını kullanan Mevlânâ Tâceddîn İbrahim b. Hızır’dır.

Gençliğinde Mısır’a gitmiş Klasik İslam ilimlerini okumuş, sonra gelip Kütahya’ya yerleşmişti.

Başlıca eserlerini Germiyan beyleri Süleymanşâh ve II. Yakub’un musahibi olarak yazmıştır.

Her ne kadar Latîfî onun şiiri hakkında olumsuz düşüncelere sahip de olsa farklı bir formda yazılan İskendernâme kuşkusuz Ahmedî’nin ve bu coğrafyanın en önemli, en büyük eserlerinden biridir.

Kur’an’da geçen Zülkarneyn ile özdeşleştirilen Büyük İskender, İslam uygarlığı çevresinde tüm cihanı fethetmek isteyen bir fatih olduğu kadar meraklı, bilgi peşinde koşan bir bilge olarak anlatı, tabakat ve biyografik yapıtlarda yerini almıştır.

Şehrezûrî’nin Nüzhetü’l -Ervâh adlı kitabında yüz otuz yedi bilgeden biri olarak geçen İskender, Anadolu coğrafyasının en özel ailelerinden olan Yazıcıoğlu Ahmed Bican’ın kaleme aldığı Dürr-i Meknûn eserinde dünya harikalarının peşinde koşan bir bilge olarak sunulur.

MÖ 334 yılında sınırları hâlen tartışılan uçsuz bucaksız memleketler sahibi Pers’ler üzerine sayısız asker ile yürüyen İskender, Anadolu’da başlattığı harekât sonrası Pers imparatoru Dareios’u kuşatarak yenmiş, Orta Asya bozkırlarından Hindistan’a kadar ayak basmadık yer bırakmamıştır. Makedonya kralı 22 yaşındaki İskender’in bu harekâtı Helenistik kültür dönemi başlangıcı olmuş ve buna paralel hükümdarlıklar ortaya çıkmış, sonrasında ise Orta ve Yeni Çağlar boyunca efsanesi hükümdar portlerinin aynası olmuştur.

Ahmedî’nin İskendernâme’si 15. Yüzyılın başlarında kaleme aldığı mesnevi formunda yazılmış Helenistik kültür öğeleri barındıran bir eserdir.

İran edebiyat destanlarından izler barındırmakla beraber Dünya Tarihi, Osmanlı Tarihi ve Mevlid bölümlerini yazmasına ekleyen Ahmedî eserini özgün bir hale getirmeyi başarmıştır. Üstelik içerisinde yer alan Osmanlı Tarihinin anlatıldığı bölümler en eski iki kronikten biri olarak Osmanlı tarihlerinin önsüzü durumundadır, sonraki zaman dilimlerinde yazılan Âşıkpaşazâde, Neşri, Şükrullah, Oruç Bey tarihlerinin kaynağıdır, buna Dâsitan-i Tevârih-i Âl-i Osman ismi verilir.

İskender zamanına kadar gelen dünya tarihi Keyümers ile başlar, bu tarihi anlatılar İran’ın yazı inşa üstadları Firdevsi ve Nizami ile ortak gidiyor görünse de bir yerden sonra Mevlid, Miraçnâme, Osmanlı Tarihi, Gülşah gibi ek anlatılar gelir. Hızır’ın ağzından dünya tarihi anlatılmaya devam ederken Hz. Muhammed’in doğumuna ve mucizelerine değinilir.

Bazı nüshalarda Mevlid ve Miraçnâme bölümlerinin yazmanın başında olduğu biliniyorsa da özellikle Mevlid konusunda İsmail Ünver’in bilinen ilk Mevlid nüshasının Ahmedî tarafından yazıldığını ortaya çıkartması ayrıca önemlidir. Süleyman Çelebi tarafından yazıldığı düşünülen ilk Mevlid'in aynı yerde Bursa’da iki şair tarafında da yazıldığı ancak ilk yazarın Ahmedî olduğu kitap giriş bölümünde çevirmen Furkan Öztürk tarafından özenle işlenmiştir.

Osmanlı tarihi, Mevlid gibi özgün anlatılara İskender ve Gülşah aşkının eklendiği bölümü atlamamak gerekmektedir. Bu bölüm şiirsel bir dille Leyla ile Mecnun, Mahmut-Ayaz gibi büyük aşk destanlarından romantik epizotlar taşır.

1380 yılları civarında yükselen bir beylik olan Osmanlı hizmetine Kütahya’da giren, Timur darbesinin yaşandığı dönemde onun iltifatına mazhar olan daha sonra Çelebiler savaşında Emir Süleyman hizmetinde gördüğümüz ancak o hayatını kaybettikten sonra ise Sultan I. Mehmet dönemini yaşayan Ahmedî’nin dev yazması İskendernâme; Hocası Aristo’nun dünya tarihini kendisine nakletmesini rica etmiş gibi göstererek kurguladığı felsefe, ilahiyat, tıp, tarih üzerine yazılmış mesnevi formlu ansiklopedik bir eser hüviyetindedir.

Eserde, kurt başlı fil burunlu tek ayaklı insanlar, kadınlar adası, karanlıklar ülkesi, elmaslar vadisi, vak vak adası, Çin denizindeki esrarengiz adalar, Hint adaları ve harikaları, ak dev, konuşan ağaç gündüz denizde yüzen gece havada uçan balık, bütün dünyada olup bitenleri gösteren ayna, dev maymunlar, tek boynuzlu tavşanlar, çıplak insanlar ülkesi gibi fantastik mekanlar ve düşsel varlıklar ile okuyucusunun karşısına çıkmaktadır.

Zengin kültürümüzün önemli bir parçası olan, Ahmedî’nin İskendernâme‘si, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi yazma eserler 921 numarayla kayıtlı nüshanın İsmail Ünver tarafından hazırlanmış tıpkı basımını, İş Bankası Kültür Yayınları tekrar ele almış, bu tıpkı basım Furkan Öztürk tarafından çevrilerek, Ahmedî’nin hayatından parçalar, İskendernâme üzerine giriş, notlar, işlevsel sözlük, açıklamalar ile okuyucunun ilgisine sunulmuştur.

Olgay Söyler
twitter.com/olgaysyler1

Siyasetin üzerimize çöken kötücül ruhu

"Yetsin demir çağının beyliği 
Yeni bir gün başlıyor demek 
Yeryüzünde korkusuz yaşamak 
İki milyar kişiye bir dünya 
İki milyar kişiye iki milyar ekmek."
- Melih Cevdet Anday (Olsun da Gör)

"Ölesiye yaşarken, 
can çekişirliğimize kulak kabarttınız mı hiç?
- Metin Eloğlu (Yumuşak G, Ç)

Bu yazıyı Neşet Ertaş'ın vefat yıldönümünde yazıyorum. Her ne kadar yazıya epigraf olarak iki şiir alsam da şiirden hiç de uzak olmayan türkü(ler) eşlik edebilir aslında bahsedeceğim kitaba. Türkü demişken; ömrün boyunca alın terinden, emekten, işçiden bahseden türküler, şarkılar okuyup sonra gidip deodorant reklamında oynamak elbette "şöhret afettir" uyarısını hatırlatıyor. Afete kapılmak da günün modası malum. Diğer yandaysa devlet sanatçısı olmayı elinin tersiyle itip mazlumun erdemine avaz olarak yaşamaya devam etmek ve öyle de ölmek var...

Hazır "böyle mi olacaktı?" gibi birtakım muhafazakar yazar-şair serzenişleri başlamışken -ki son derece plastiktir bu serzenişler- söylemek lazım, son 15 yılın bizim için en değerli kısmı şu: lise yıllarından itibaren okuduğumuz yazar-şair kısmının ne olduğunu öğrendik. Neymişler? Kimi şantiye şefi, köşe yastığı. Kimi satranç oyuncusu, palm yağı. Gözümüz gönlümüz af buyursun, gerisi hikâye. Ama Türkiye'nin son yıllarının -buradaki son, güncele dairdir- bir hikâye olmadığı ve basbayağı her şeyin gözlerimizin önünde cereyan ettiği de bir gerçek. Adaletsizlik bu ülkenin artık bornozu olmuş durumda. Geride yatan çıplaklıkta ise Zafer Yılmaz'ın "Yeni Türkiye'nin Ruhu" olarak özetlediği üçlü var: hınç, tahakküm, muhtaçlaştırma.

Üzerimize kapkara bir biçimde çöktü Yeni Türkiye'nin ruhu. Korku ve umutsuzluk, şimdi ile gelecek adına bir gayret inancı bırakmadı. Düşünmek tehlikeli, düşündüğünü söylemek daha tehlikeli. Ya önündekine razı olup susacaksın -ve bu esnada başkalarının başka biçimlerdeki büyü(klen)mesine de karışmayacaksın- ya da sen de diğerlerinden olacaksın. Kimdir bu diğerleri? Onlardan olmayan herkes. Dolayısıyla her an her şekilde terörist de olabilirsin, vatan haini de, gavur ajanı da. Her türlü linç seninle beraber. Asla yalnız yürümeyeceksin. Sadece kaş göz işaretleriyle değil, parmak gösterilerek lanetleneceksin. Gırtlağında eller hissedeceksin her an sıkmaya hazır ve zaman zaman sıkan, hiç rahat bırakmayan. Göreceğin rüyalarda hep aynı kelimeler kendine imge arayacak. Her şeyin kutsallaştığı ama hiçbir şeyin hakikati söylemediği bir yerde yaşadığının farkına varacaksın. Bildiklerini unutacaksın. Yeni bir yerdesin sen artık. Eskiyi unut, yeniye bak, anı yaşa, arkanı kolla.

Reaksiyoner-paranoyak bir ruh halinin özetini sunuyor kitabının ilk bölümünde Yılmaz. Sadece birileri tarafından belirlenene razı olmalısın, yani kanaat endüstrisinde herkesin aynı gemide olduğunu bilmelisin ve öyle istatistik olsun sosyoloji olsun bu 'boş işler'i bırakmalısın. Yoksa hınç toplumunda mağduriyete teslim olup bundan sonraki hayatını daima muhtaç olarak yaşayacaksın. Yazarın deyimiyle 'minnet üretmek' bu. "Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz" derken bunu kastediyordu bir sağlık bakanı. Ülke sağlığını apaçık anlatıyordu aslında. "Paternalizm" diyor Yılmaz, "doğası gereği koruduğunu kendi iktidarına tabi kılmaya çalışırken, onun bağımsız hareketini de kendine bir tehdit olarak kodlar ve bu bağımsız hareketin olası zeminini mümkün olduğunca aşındırarak, benliklerde kendi iktidarına karşı olası bir karşı çıkış ihtimalini de yok etmeyi amaçlar. Bunu hayatını kaybeden bir Soma emekçisinin yakınının, "Vura vura bizi büktüler..." sözlerinden daha iyi ne ifade edebilir ki."

Veren elin hem alan eli hem de o elin sahip olduğu gönlü paramparça ettiği bir hayırseverlik devrindeyiz. Bunları dillendirmek yapılan o 'küçük hata'ları kusurlaştırmak olduğundan aslında siz Cemil Meriç'in "bu vatanı yaşanmaz bulanlar... yaşanmazlaştıranlar" dediği kitleye dahil bile olabilirsiniz. Ne büyük lutuf. Peki bu lutfu kim(ler) sunuyor size? Kendini liderde bulanlar, liderde olanlar. Bu lider statükocu bir köy muhtarı, mezarlığa bile 'burayı ben yaptım' tabelası asabilecek bir belediye başkanı yahut "hadi takla at, oyna da görelim" diyen bir cümbüş meraklısı bakan, hatta "ananı da al git" diyebilen bir başbakan, cumhurbaşkanı, devlet başkanı olabilir, olmuştur, olacaktır. Sonra sen bu sözleri ve tutumları ailene, çevrene daha gelişmiş bir versiyonla sunacaksın. Ne demiştik, liderde bulma, liderde olma hâli. Adorno'nun işaret ettiği gibi: "Kitleler tam da lideri kendi ideali yaparak kendilerini severler ve kendi hayal kırıklıklarından ve benliklerini kirleten 'lekelerden' kurtulurlar."

Bugün psikoloğundan avukatına, marangozundan oto yıkamacısına, öğretmeninden şairine herkes bir öfkeden bahsediyor. "Neden öfkeliyiz bu kadar?" diye soruyor. Çoğu da "korku toplumu olduk ondan" cevabını veriyor kendi kendine. Bu cevap bir sonuç aslında. Adaletsiz yaşamın sonucu. Adaletsizliğin açtığı korku dolu yarık, gelip haysiyet yaralarına kadar götürüyor Yılmaz'a göre: "Hiç kuşku yok ki bu kaygı ve korku, en seçkin zihinleri bile kilitleyerek köreltiyor ve bizleri korkudan özgürleştirecek kolektif imkânların üzerini örter ve bu imkânları onların peşinden koşanlar için görünmezleştirirken, eşitlik, adalet ve özgürlük isteyenleri bir kez daha ruhen, aklen ve bedenen kudretsizleştiriyor. Dersliklerimizden sokağa, işyerlerimizden bedenlerimize hayatın her alanına yayılmaya başlayan bu korku ve kaygı, sadece kolektif siyasal sonuçlar doğurmuyor hiç kuşkusuz. Oğuz Atay'ın Korkuyu Beklerken'de yazdığı gibi, kişiyi korku veren tarafınkinden çok daha önce, ilk olarak kendi gözünde küçülterek, maruz kalanlarda haysiyet yaraları açıyor. Sokaklardan önce bedenlerimizde ve ruhlarımızda kendini örgütlemeye girişen bu korku ve kaygı, bizleri tümüyle birbirinden yalıtarak yalnızlaştırmayı, olan biten karşısında topyekûn çaresizleştirmeyi ve pek tabii ki tüm varlığımızı sarsacak şekilde iktidar karşısında kudretsizleştirerek, bizleri gelmekte olana karşı seyircileştirmeyi amaçlıyor. Kabul edelim ya da etmeyelim, bu strateji şimdiye kadar amacına da ulaştı gibi görünüyor."

Parmak sallamanın ve gırtlağa sarılmanın sevildiği bir toplumda ilk darbeyi çocukluk yer. Neşe ve güven yerine korku ve endişe hâkim olur çocuklarda. Çocuklarımız bu toplumda gülümseyerek değil huzursuz kalarak büyümek zorunda. Kaygı, panik, endişe hayatımızın olmazsa olmazına dönüşüyor böylece. Heidegger'in söylediği gibi, sürekli bir şeyin gelmekte olduğunu düşünmek, o şeyin ne olduğundan bağımsız bir hisle insan zihnini kuşatıyor. Söylevler'inde Machiavelli, her rejimde bozulma olabileceğini bunun sadece kurumları kapsamayacağını, insanların da bu bozulmadan mutlaka etkieleneceğini yazmıştır: "Artık insanlar arasındaki adalet ortaklığı yerini suç ortaklığına bırakır."

Zafer Yılmaz; narsist kişiliklerimizden, mesnetsiz hınçlarımızdan, konformist tutumlarımızdan sıyrılıp Godot'yu beklemeyi bilmemiz gerektiğini söylüyor. Konstantinos Kavafis'in o nefis şiiri Şehir'deki gibi devam ediyor: "Nereye gidersek gidelim yeni bir ülke bulamayız, nereye bakarsak nakalım başka bir deniz göremeyiz. Bu ülke onun içinde yaşayan tüm canlıların ve biz de her şeyimizle bu ülkeyiz. Bu gerçeği hiçbir siyasi hareket, hiçbir askerî darbe, hiçbir siyasal rejim değiştiremez."

"Bir Kanaat Toplumu Olarak Türkiye ve İşlevsel Entelektüelleri" ile "Bir Meslek Olarak İtaat ve Üniversite" bölümleri, sağın da solun da ciddi biçimde yaralandığı konuları anlatıyor. Ülkemizin en hassas damarları kökten kuruyor. Aydınlar, yine Adorno'nun dediği gibi birbirlerini en utanç verici ve alçaltıcı ortamda tanıyabiliyorlar: rekabet içindeki ricacılar ortamı. Ali Birinci hocadan "Tarihin Kara Kitabı" okunsa kafi. O zamandan bu zamana değişen tek şey gerçeğin dijital imkânlarla daha kolay ortaya çıkıp daha kolay duyurulması. Utanç ise çoktan yer değiştirdi. Artık mazlum olan daha çok utanıyor: Ayakkabılarımı çıkarayım sedye kirlenmesin.

Dava seferberliği her geçen gün kuvvet kazanırken dava muarızları ve sahte fanatikler de kendilerine biçilen, emredilen rolü hakkıyla yerine getiriyor. Yılmaz'ın ifadesiyle dört bir yanımızı kürsü peygamberleri kuşatmış durumda. Hoparlörlerden işitilen boğuk ve yürek karartıcı seslerinde hep bir kul hakkı var. En önce onlar söylüyor, en önce onlar yapıyor. Böylece daha fazla dindar, daha fazla muhafazakâr, güçlü, delikanlı, zengin oluyorlar yahut 'gibi' görünüyorlar: "Kendi çıkarına işleyen her tür rantı kovalayan, devleti kısa süreli amaçları açısından bir araç olarak gören ve çıkarı olan her şeyi hakkı olarak addeden pragmatist bir tutumun da, haklar ve devlet eliyle bölüşüm politikaları söz konusu olduğunda son on yılda meşru hale geldiğini ve yurttaşlık alanını önemli ölçüde daralttığını görüyoruz. Temel hakları çıkarlara indirgeyen ve sürekli olarak kendi yaşam tarzının/çıkarının genelleşmesi üzerinden sivil-siyasal hakları kurmaya çalışan bu duruş, aslında bir yurttaşlık alanının oluşmasını kendi varlık koşullarının devamı açısından pek de istemiyor ve ona her yoldan ayak diriyor."

"Yeni Türkiye'nin Ruhu: Hınç, Tahakküm, Muhtaçlaştırma" uzun yıllardır siyaset sahnesinden üzerimize çöken o kötücül ruhun bir analizi. Tespitleri ve çözümleri iç içe. Elbette abartı, bir harekete fazla anlam yükleyen, hayalperest yanları var. Ancak bunların hepsi lazım değil mi bize? Hepsinden çıkmayacak mı kolektif bir tavır? İlki için evet, ikincisi için hiç sanmıyorum diyebiliyorum. Çünkü ne yazık ki sahne sadece kendini düşünenlerin elinde. Ulufenin miktarına göre alkış şekillenir, ıslık asla yok. Tüm bu oyuna katılanlarla birlikte Guy Debord'un Gösteri Toplumu da tamamlanıyor: "Gösteri kendini tartışılmaz ve erişilmez devasa bir olumluluk olarak sunar. Görünen şey iyidir, iyi olan şey görünür, der. Başka bir şey demez..."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

24 Eylül 2018 Pazartesi

Nostaljik ütopyadan gerçekçi distopyaya

Bazı düşünürlerin ortaya koyduğu çalışmalar salt bilim içindir. Bazı düşünürlerse ideolojileri veya bağlı bulundukları organizasyona hizmet için fikir üretir. Düşünürlerin bazıları da vardır ki ürettikleri düşünceler insanlığın vicdanı gibidir. Zygmunt Bauman (1927-2017) bu minvalde tanımlanabilecek bir düşünür. Genel olarak modernleşme ve küreselleşmenin neden olduğu sorunları sosyolojik açıdan ele alan Bauman, Batı düşüncesi için bir ayna işlevi görüyor. Eleştirinin ötesinde daha çok özeleştiri mahiyetindeki çalışmaları ‘ilerleme’ temeli üzerine yükselen uygarlığın kendisiyle yüzleşmesine olanak sağlıyor. Çalışmalarında şahsını korumaya alarak bir kenara çekmiyor Zygmunt Bauman. Aksine, eserlerinde kendisini içine konumlandırdığı Batı uygarlığının insanlık adına yaptıklarının hüznünü ve huzursuzluğunu yaşadığını görüyorsunuz. Zygmunt Bauman son derece realist bir filozof. Aynı zamanda çok az düşünürde görebileceğimiz duygulu bir felsefesi var. O, felsefesini ne romantizme ne de realizme kurban ediyor. Bu iki fenomen arasında dengeyi kurmaya çalışması vicdani yönünü ortaya çıkarıyor sanırım.

Zygmunt Bauman’ın elinden çıkan tüm eserler pek alışık olmadığımız sosyo-felsefi yoğunluğa sahip. ‘Sosyologlar tespit yapar, çözüm sunmaz’ şiarına karşın Bauman hatalara işaret ederek çözüm önerileri sunuyor. Bu niteliği sosyolog titrli çoğu düşünürde görmek pek mümkün değil. Diğer taraftan onun gerçekçiliği idealistliğine mani olmuyor. Eserleri değerini evrensel ölçülerde insana ‘nasihat’ veren bilge üslubundan alıyor diyebiliriz. Sel Yayınları’ndan çıkan Retrotopya da onlardan. Yüz almış dört sayfalık kitabın çevirisi Ali Karatay tarafından yapılmış. ‘Bauman özgünlüğü’nü yansıtan kitap isminin ilginçliği içeriğine de yansımış. Yani içerik de bir o kadar özgün. Retrotopya ‘hibrit’ bir kavramsallaştırma. ‘Geçmiş, geriye, geride’ anlamlarına gelen ‘retro’ ve ‘olmayan yer’ anlamındaki ütopya kelimelerinin birleşiminden oluşuyor. Ütopyadaki mekân geleceğe atıf yapan hayali bir yerdir. İnsanın refah ve huzur içinde yaşayacağı biçimde idealize edilmiştir. Retrotopya, geçmiş ve gelecek karşıtlığını insanın sahip olduğu paradoksal gerçekliğiyle örtüştürüyor.

Kitap; giriş ve sonuç dışında dört bölümden oluşuyor. İlk bölüme “Hobbes’a Dönüş mü” ismini vermiş Bauman. Bilindiği gibi Thomas Hobbes’un (1588-1679) siyasi bir kavramsallaştırması olan Leviathan modern anlamda devlet-toplum ilişkini/oluşumunu anlatır. Çatışmayı bırakıp bir arada yaşamaya karar veren insan bazı haklarını devlet denilen organizasyona devretmiştir. Bu sayede ‘yalnız yaşayamayan insan’ için toplumsal düzenin sağlanması amaçlanmıştır. Kendi haklarından feragat eden bireyin hakkını bireye ve topluma karşı devlet gözetecek ve savunacaktır. Bu durum yeni bir hukuk ve yaşam tasavvurunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Daha eşitlikçi, daha güvenli, daha adil bir düzen öngörülmektedir. Bauman, insanlığın bu öngörüsünün hiç bir zaman gerçekleşmediğini savunuyor. Ona göre insan uygarlık aşamasına geçmiş olsa bile ilkelliğinden ve vahşiliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir. İnsanlığın yok edemediği ilkelliğinin uygarlık etiketli estetik rötuşlarla veya bilim ilüzyonuyla makyajlanarak üzeri kapatılmıştır. Şiddet farklı adlar ve görünümlerde devam etmektedir. Leviathan bu sürecin meşrulaştırılmasıdır. Modern insan ya suni değerler üreterek vahşiliğini kamufle etmiş ya da mağduriyetlerinden faydalanarak “pis işlerini” gördürecek tetikçiler/taşeronlar bulmuştur. Bu anlamda sistem gizli bir kast yapısındadır ve uygun görülüp izin verilenler nispeten daha rahat yaşamaktadır. Günümüzde bu anlayışı “post-Leviathan” olarak tanımlamak mümkündür zira teknoloji vasıtasıyla küreselleşerek etki alanını genişletmiştir. Özellikle internetle birlikte tabana yayılarak görünüm değiştirmiştir. Yeni oluşumda insanlar aynı anda bireysel davranarak sosyalleşmeyi istemektedir. Bu sayede insan kendi gardiyanlığını kendi yapmaktadır. Sanal uygulamalar üzerinden hem ait olma hem de ayrı durma gibi bir anlayış ortaya çıkmıştır. Beğen-paylaş (ya da tam tersi) insanın içinde bulunan vahşiliğin ve şiddetin postmodern tezahürüdür. Bu eğilim “uygar duyarsızlık” olarak tanımlanabilir. Süreç sonunda insanlık ‘çoklu Leviathan’ların saldırısı altında kalmıştır. Bu durum insanın ilkelliğinin ve vahşiliğinin meşrulaştırılmasının sonucudur.

Zygmunt Bauman “Kabileye Dönüş” başlığını verdiği ikinci bölümde iktidar ve siyasetin ayrıştığını belirtiyor. Bu dönemde devlet belirsizleşmiş, silikleşmiş ve otoritesini kaybetmiştir. Bireyin modernizmle kazandığı şey ‘Pirus Zaferi’dir: Bu sahte zaferde güvenlik için feda edilen şey ise özgürlüktür. İnsan bireysel kalmak istemekle kollektif hareket etmek arasında ikilemdedir. Geçmişin bilinirliğine karşın geleceğin müphemliği ümitsizliğe yol açmaktadır. Bugünün insanı bu durumu gelecek korkusu yaşayarak idrak etmektedir. Korkuları insanı geçmişe, geçmişin azametli mirasına yöneltmektedir. Çünkü tarih stabildir ve istenildiği gibi kurgulanmıştır. Ortaya çıkan nostaljik atmosfer kabileci anlayışın kapılarını aralar. Geleceğin müphemliği küreselleşme ile daha da dehşetli bir hâl alacağından insan aşina olduğuna yakın olmak istemektedir. Bauman’ın “kabilecelik” dediği bu eğilim insanı yakın çevresine yönlendirir. Bu aşamada devreye popülizm girer ve insanlar genel fayda yerine kimliklerini öne çıkaran politikaları destekler. Korku ve içe yönelim şiddeti meşrulaştırır. Şiddetin illa fiziki olmasına gerek yoktur. Postmodernizm ekonomik şiddetten dijital şiddete kadar geniş bir alanda yaptırım olanağı sunar. Uygulanan şiddet karşılık gördüğünde bir kısır döngüye girilir ve ırkçılık ya da terör saldırıları açığa çıkar. Günümüzde dünyanın içinde olduğu durum da tam olarak budur. İlkel bir eğilim olan kabilecelik modern anlamda ulusçuluktur ve ulusçuluk modern paradigmanın ürettiği insanın kendini güvende hissetmesi için önemli bir aparattır. İnsan olma üzerinden değil de ulus olma üzerinden hareket etmek haşmetli geçmiş özleminin açığa çıkışıdır.

Eserde “Eşitsizliğe Dönüş” başlığını taşıyan üçüncü bölümde toplumun ikiye ayrıştığı bu ayrışmanın zenginler ve yoksullar şeklinde gerçekleştiğini söylüyor Bauman. Üstelik bu ayrışma ya da kategorizeleştirme yeni değildir. Yoksul-zengin sınıflandırması ilkelliğin devamıdır. Modernizmle birlikte insanlık “yoksulluğu yok etme” gibi ütopik bir hedef koymuş ve daha önemlisi bu hedefe devlet eliyle ulaşacağını hayal etmiştir. Lakin bu romantik öngörü gerçekleşmediği gibi yoksulluğu üreten sorunlu emek-sermaye ilişkisi devlet tarafından sermaye lehine pekiştirilmiştir. ‘Refah devleti’, ‘sosyal haklar’ gibi iyileştirme çabaları neoliberal ekonomiyle birlikte tamamen kaybedilmiş, verilen haklar geri alınmıştır. Teknolojik gelişmeler ve hızla otomasyona geçiş istihdamı aşağı çekerken postfordizm tüketimi yukarı çekmeye dayalı bir sistem olduğundan zengin daha zengin yoksul daha yoksul olmuştur. Ortadan kaldırılmak istenen eşitsizlik (ve yoksulluk) daha da büyüyerek geri dönmüştür.

Kitaptaki dördüncü bölüm “Ana Rahmine Dönüş” başlığını taşıyor. Bauman göre koca bir pazara dönen dünyada işçi kesimi kolektif ruhu yitirmiş, bireyselliğe dönüşen hareket anlayışı başarıyı imkansızlaştırmıştır. Bu yeni durum nesnel etik veya ahlakın öznel faydayla çatışmasını doğurmuştur. Ortaya çıkan görelilik iyi-kötü kavramlarını kişiye ve duruma göre değişkenlik gösterecek biçimde konumlandırmıştır. Çünkü etik ve/veya ahlak ile çatışan ego/benlik öznel faydayı gözeterek subjektifliği meşrulaştırmaktadır. Bugünün insanının öznel seçimi olan bireysellik doğal değil yapay yalnızlığı ortaya çıkarır. Sorunlu olan yapay yalnızlık ‘para’ ile giderilmeye çalışılır. Terapistler, danışmanlar, (sanal) eşlikçiler para odaklı çözüm önerileridir. Bu aşamada kişisel sorunların dış kaynakla çözülmeye çalışıldığı görülür. En önemli şey sorunlara dış güçlerin sebep olduğu söylemi ve inancıdır. Güven duygusunu zedeleyen bu anlayış insanı güvenli olana yönlendirir. İnsanın bildiği en güvenli ortam ana rahmidir. Bauman burada insanın ana rahmine dönüş isteğini insanoğlunun kovulduğu cennete dönme arzusuyla örtüştürüyor. İlginçtir ki insandaki ana rahmi tasavvuru da geçmişe dönüktür. Geçmişle kurulan güven ilişkisi güvensiz görülen gelecekten uzaklaşmaya neden olur fakat insanın paradoksal şekilde geçmişe özlemle içine gömüldüğü (sanal) dünya (ya da ütopya veya distopya) geleceğin parçasıdır. İnsan kurguladığı bu ütopyada gerçekte bireyselleşmeyi, sanalda sosyalleşmeyi arzular. Bauman’a göre tüm bu sorunların temelinde insanın kendini fazla önemseme problemi bulunmaktadır. Diğer bir sorun da insanın kendini tanımlarken öznel değerlendirmelerle ötekileştirdiği üzerinden konumlanmadır. Kimliğin belirleyicisi olan kültürel farklılıklar üzerinden ayrımcılık başlatılmıştır.

Zygmunt Bauman geçmiş ve gelecek arasında sıkışan insanın ütopya ve distopya karışımı bir gerçekliği yaşadığını söylüyor. Bu bağlamda insan belirsizlik içeren gelecek yerine ‘net’ olan geçmişe sığınarak çıkış yolu arıyor. Geçmişle kurulan bağ ‘bir zamanlar’ üstün bir varlık gösterildiği ‘kurgu’su üzerinde şekilleniyor. Kanıtlanabilirliği bulunmayan bu kurgunun gerçekliğinin olması gerekmiyor. Dolayısıyla gerçekte yaşanmamış ama geçmiş bir ütopya oluşturulmuş oluyor. Bu ütopyaya kendini kaptıran insan gelecekteki distopyaya doğru hareket ettiğini görmüyor ya da görmek istemiyor. İnsan mazide olmayan yerde yaşamayı seçerek büyük, nostaljik bir yanılsamanın içine giriyor.

Zygmunt Bauman’ın tespitleri, dünya görüşünü ‘tarih kutsamacılığı’ üzerinden oluşturmuş modern toplumları anlamak adına önemli veriler sunuyor. “Retrotopya” kavramsallaştırması ideolojik görüşü, siyasi duruşu, yaşam biçimi farketmeksizin içinde yaşadığımız toplumu deşifre ediyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp