2 Ocak 2018 Salı

İslam Deklarasyonu ve günümüz üzerine

Tarih boyunca Batı’nın karşısında “İslam” hep bir öteki konumunda yer almıştır. Carl Schmitt’in[i] de söylediği gibi, “Düşmanlık, ötekinin varoluşsal olumsuzlanması olduğundan, savaş da düşmanlıktan doğar. Savaş düşmanlığın en uç noktada somutlaşmış halidir”[ii]. Batı’nın bu tutumu günümüzde de devam etmektedir. Düşmanlık tutumlarının bir örneği de Bosna… Bu diyarın zulme karşı başkaldırısında önemli bir rol üstlenen Alija İzetbegović (bizim deyimimizle Aliya)… Batı’nın düşmanca tavrının örneklerinden biri olan Bosna’da, Bosnalılar, bir İslam toplumu ve dünya kardeşliği örneği göstererek; dil, din, ırk, mezhep ayrımı yapmadan huzur içinde yaşadılar. Ne yazık ki(!) Bosna’da öteki (Müslüman) mevcuttu. Batı için bu durum yeter bile artardı zulüm için. Buna rağmen Aliya’nın zulüm sonrası, halkı intikamı terk etmeleri, adil şekilde yaşamaları ve masumlara dokunmamaları yönünde tavsiye vermesi ne kadar adil ve hakkaniyetli birisi olduğunu göstermektedir. Hem mücadeleci yapısıyla öne çıkan hem de bilge-entelektüel yapısıyla öne çıkan liderin önemli bir eseri: İslam Deklarasyonu ve İslami Yeniden Doğuşun Sorunları.

Müslümanlar neden geride kaldı?” sorusuna cevap verirken, “Tarih hayat ile alakalı bir hikâyedir. Hayat ise özgürlüğün, kendiliğin ve öngörülmezliğin tezahürüdür. Bundan dolayı bu soruya kesin yanıt olamaz.”, diyerek bu faktörü göz ardı etmememizi söylüyor. İslam Tarihi’nde de Aliya’nın ifadesiyle 2 sebep öne çıkıyor, bu gerilemenin arka planında: Moğol istilası (dış sebep) ve İslam’ın teolojik yorumu (iç sebep). Bilindiği üzere bu toprakları savurup geçen bir istilayla karşılaşıldı yüzyıllar önce. Moğol istilası… Bununla birlikte şehirler-yapıtlar büyük bir yıkımla karşılaşmıştır. Yıkımın getirisi olarak da ne yazık ki muazzam bir kaynak, irfan, medeniyet tarihin puslu zamanlarında yok olup insanlığa yeni gelişimler yolunda fayda sağlayamamıştır. İç sebep olarak bahsedilen İslam’ın teolojik yorumu meselesi ise, insanların İslam’ı sadece din, inanç olarak görmesi ve toplumsal hayattan, gündelikten İslam’ın uzaklaşması… Ki İslam sadece bu değildir. O bir yaşam biçimi, pratikle teoriğin en mükemmel bir şekilde uyumudur. Aliya bu hususta şöyle demiştir, “Hayatı sadece din ve dua ile değil, aynı zamanda çalışma ve bilimle tanzim etmek gerektiğine inanan, dünya tasavvurunda ibadethane ile fabrikanın yan yana olması gerektiğine izin vermekle kalmayıp talep eden, insanları sadece terbiye etmek değil aynı zamanda onların dünyadaki hayatını kolaylaştırmak gerektiğini düşünen ve bu iki hedefin birbirine kurban edilmesi için hiçbir sebebin bulunmadığı fikrinde olan kimse, o İslam’a aittir.

Günümüzün belki de en yaygın skolastik, bağnaz düşüncelerinden olan “İslam’ın gelişmeyi, ilerlemeyi reddeden ve dinin bilimin karşısında yer alması” fikri. Bu ötekileştirmenin bir ürünüdür. Batı’nın İslam’ı yok saymaya çalışması, yeni doğan bir günün habercisi olan tan vaktini engellemeye çalışmasıdır. Ne yazık ki bu fikirler kimi Müslümanların da iç kimliğine işlemiş durumdadır ve kendilerine “biz Batı’ya muhtacız, Batı bilginin ve aydınlığın merkezi vs…” demekten alamıyorlar. Fakat İslam, “Kuran ve Hadisin yanında gerçekte var olan olayların, hukuk, şehir, devlet ve medeniyet yaratan hareketin adıdır.”. İslam gerilemeyi reddeder. Nitekim İslam’ın ana kaynağı olan Kuran-ı Kerim’in ilk emri “Yaratan rabbinin adıyla oku.”[iii] ayetidir. Dahası bizim için yegâne örnek olan Hz. Muhammed (sav), “Hikmet, değerli bilgiler müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa almaya daha hak sahibidir.”[iv] buyurmuştur. Bu yüzden İslam insanın bilgi ve üretim düzeyinde zamanına ayak uydurmasını, kendini her daim donanımlı tutmasını ister. İslam kadere boyun eğmek değil, dünyayı değiştirme arzusunu ortaya koymaktır. Bunun en can alıcı örneklerinden birisi de Peygamberin vefatından 100 yıl sonra gerçekleşen Puvatya Muharebesidir[v].Yenilgiyle sonuçlanmasına rağmen bu çaba dünyayı değiştirme arzusundan dolayı oluşmuştur. O halde bir Müslümanda bulunması gereken en önemli unsurların başında mücadele gelmelidir. Bu hususta Fransız Jacques Rissler bir iddia ortaya atarak İslam’ın 6 şartı olduğunu söyler ve 6. şartı mücadele olarak tanımlar. İslam’a olan bir nefretin, önyargının getirdiği bir sonuç olarak İslam hakkında olumsuz hükümler, görüşler öne sürülmektedir. Günümüz Müslüman topluluklarına da bu algı lanse edilmektedir. Bu görüşlere karşı-tez niteliğinde olabilecek fikirlere Aliya kitapta yer etmiştir. Bunlara örnek verecek olursak Dozy şöyle der, “Bu parlak kültürün çekiciliğinden etkilenen bütün Hristiyan Avrupa’dan çok sayıda gönül adamı ve başkaları, Kurtuba, Toledo ve Sevilya’daki İslam Üniversiteleri’nin derslerine katılmak üzere akın ediyordu.”. İlk Müslümanlar, günümüzde yaygın olunan bir kesim anlayışın aksine pagan kültürü-batı kültürü adı altında olan şeyleri inceleme, tanıma yoluna girmişler, onları çevirip faydalı olanları kendilerine almışlardır.

Aliya Kuran üzerine tefekkür ederek İslam-Kuran ahlakı üzerinde durmuştur. Bu doğrultuda, din ahlaktır, onu hayata geçirmek ise terbiyedir diyerek İslam ahlakının sevgi ve merhamet yerine daha çok hak ve adaleti öncelediğini belirtmiştir. Günümüzde İslam’ın toplumsal hayatta tatbik edilmesi üzerine, “Bugünkü İslam dünyası, içinde gerçek dinin az, fakat sözel, şekli dinin çok olduğu tipik örneğidir. Hiçbir yerde dine adanmışlık yok -fakat aynı zamanda ve sadece prensip olarak- din kayıtsız olarak öne çıkarılır. Ancak talepler pratikte daha az yerine getirilir.” demiştir. Maalesef günümüzde Kuran yalnızca “kutsal” bir sembol konumundadır. Kanun olmaktan çıkmıştır ki tam tersi olması lazım iken. Kanun gibi anlaşılmadığı için de dinin formları karşılıksız kalmakta, insanlar teoriği pratiğe, uygulamaya dönüştürmemektedir. Fakat İslam rahatlık değildir; görevdir, taleptir.

Kitabın bir bölümünde “Müslümanlar ve İsrail” konusuna, günümüz İslam dünyasının en acı olaylarından biri olan Filistin-Kudüs Davası’na değinmektedir, Bilge Kral. Tarihi bilgiler ışığında olayları açıklarken, Yahudilerin Filistin’deki varlığının milattan önce 10. yüzyıla dayandığını söyler, fakat milattan sonra 70. yıldan 1948 işgaline kadar bu topraklarda Yahudi ‘devlet’ topluluğu yoktur. İlk 6 asırda Kudüs hâkimiyeti, Roma-Bizans-Pers arasında değişmiştir. Kudüs’ü 638’de halife Ömer-ul Faruk teslim alır. Şehrin İslam hâkimiyeti boyunca her üç din için özgür bir şehir olduğuna değinerek önemli bir noktaya ulaşmaktadır, Aliya. Küçük bir örnek olarak yola çıkarsak, özgürsüzlük durumu yılları Kudüs tarihinde hâkimiyette Müslümanların olmadığı zamanlardır. İslam hâkim olduğu topraklarda kaosa, adaletsizliğe karşı durmuş hürriyete, hakkaniyete önem vermiştir. Yani vahye dayalı dinlerin tavırlarına karşılık İslam’ın tutumu farklıdır. O bu dinleri hoşgörü üzerine değil, “tanıma” üzerine etkileşime girmiştir. Onların ibadethaneleri, aynı tanrının yüceltildiği gerçek ibadethanelerdir.

Aliya eğitime, İslam’a uygun yetiştirilmeye önem vermiş ve bunu açıklarken “Müslüman mı yoksa Tebaa mı yetiştiriyoruz?” diye sorarak günümüz Müslüman toplumuna yönelik bir özeleştiri yapmıştır. Fertlere yanlış bir eğitim asırlardır söz konusudur. Dinin emirlerinden olan emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i anil münker (iyiliği emredip kötülükten alıkoymak), haksızlığa karşı haklının yanında olmak, zulme karşı sessiz kalmamak bir Müslümanın karakterini oluşturması gerekirken, düşmanın eğitimli, sert ve acımasız olduğu bir zamanda Müslümanlara nazik olmayı, kadere boyun eğmeyi, her türlü iktidara itaat içinde olması öğretiliyor. Maalesef aktif bir hayat yerine önlerine pasif bir hayat sunuluyor. Müslüman halkları idare eden dürüst, adil bir emir olması gerekirken bunu “idare etmek için değil idare edilmek için eğitilme” nedeniyle başaramamaktayız. Bu konuda Aliya’nın şu sözü maalesef üzücü gerçekleri özetlemektedir, “Gencimize İslam’ın ne olması gerektiği değil, eskiden ne olduğu anlatılmaktadır.”. Gerçeklerle yüzleşmek yerine bizim ‘şanlı tarihimiz’i abartıp dersler çıkarmak yerine sadece övünmemiz gibi…

Bu buhran halinin kurtuluşu için bir diriliş, uyanış, devrim gerekli. Evet, ama nasıl? Aliya, devrimi yapabilecek iki çeşit insan vardır der: Müslüman, Komünist. İslam ileriye doğru hareket ederek bir geri dönüşü hedef alır. Eskiyi silip atmaz, kendimize-manevi değerlere dönüşümüzü içine alır. Komünizm ise, devamlılığın kesintiye uğratılması, yıkım-yeniden teşkilatlanmanın mekanik süreci, kurum ilişkilerinin değişimi… Peygamberler dinin elçisi, vahyi insanlara yayan-tebliğ eden… Sadece ibadet yönü ele alındığında elçinin gerçek görevi görünemez. Müslümanların bu durumda olmasının sebeplerinden birisi de bu tek yönlü bakıştır. Peygamberler sosyal ve ahlaki hayatı ıslah etmek için de gönderilmişlerdir. Unutulmamalıdır ki Hz. Muhammed’in geldiği toplum ahlaki çöküntünün içerisindeydi. Reformasyon dinin normlarını kendi asli manasına dönmeleri için bir taleptir ve güçlü bir yenilenmeyi harekete geçirir. İslam’ın bugünkü hayatı Hz. İsa’nın geldiği vakitteki Yahudilere benzer. “Dinin şekli tarafı yerine getiriliyor lakin ruh-heyecan kaybolmuştur.”. İslam sadece onu konuşmak, tebliğ etmek, şekli tarafını ortaya koymak değil, onu hissetmek, yaşamak, ruhlara işlenerek eyleme dönüşerek teoriğin dökümüdür. “İslam, düşünmeden öte eylem biçimidir. Felsefeden öte hayat pratiğidir.”, der Aliya…

Fertlerdeki bu İslami yaşayış, pratik zamanla yayılarak İslami toplum-düzen halini alır. “İslami düzen, din ve kanun, terbiye ve güç, ülkü ve çıkarlar, manevi toplum ve devlet, gönüllülük ve zorlamanın birliğidir. Kelimenin tam manasıyla itidalli davranmaktır.” Orta yoldur bir yanıyla İslami düzen. Fıtrat gereği aşırılıklar rahatsızlık verir. Bu unsurların senteziyle beraber iki yapı ortaya çıkar: İslami toplum ve İslami iktidar. İlki İslami düzenin içeriğidir, ikincisi de formudur. İslami toplumun hayatta kalması için de çalışma-mücadele şarttır. Fakat Aliya bu konuda insanın iki meseleyi kafasından kaldırması gerektiğini söyler: “Mucize inancı ve başkalarından yardım beklemek.". Açık bir düşünceyle tembellikten uzak yolumuza devam etmeliyiz. İslami düzen oluşturma da karşımıza çıkan önemli bir unsur: Ahlak. Dünyadaki her güç ahlaki güçle başlar (örnek: Reform, Kapitalizm). Çünkü insanlarda ahlak oturursa eğer topluma yayılır ve ortak bir fikir, zihniyet; dolayısıyla güç oluşur.

Gerçekleştirilmek istenen şey, öncelikle insanların ruhlarına işlemezse daha ilk aşamada hedef kaybedilir. Bu yüzden, fert kendi hayatını Kuran ahlakı ile şekillendirmeden İslami düzen-toplum-arayış istemek hayalden öteye gidemez. Aliya, İslami düzenin ön şartı olarak dini tecdidi açıklarken şöyle der: “Ahlaki heyecanın kalitesi, eşya üzerinde hakim olma psikolojisi, sıradan insanların olağanüstü işleri yapabilme kabiliyet ve cesaret kazandıkları, fedakarlık gösterdikleri bir gerçek ve pratik idealizmin yaşanmasıdır. Dini tecdid, içinde günlük imkan ölçülerinin kıymetinin kalmadığı birey ve bütün toplulukların kendi idealleri uğruna beklenmedik bir fedakarlık derecesine yükseldikleri, dinin yeni kalitesidir (niteliğidir)”. Ruhun bu hali olmadan değişimin –devrimin- gerçekleşmesi mümkün değildir.

Son olarak dünyada yaşanan ahlaki bunalım, büyük kırılmalar, zulümler vs. gösteriyor ki İslami yeniden doğuş, dünyanın geniş alanında umudun ve çıkışın bir adıdır. Çünkü önemli gelişmeler, atılımlar önemli buhran-kırılmalardan sonra ortaya çıkmıştır. Ki tarih tekerrürden ibarettir. Coğrafya ve zaman yeni bir akım-kişi-fikir doğumunda çok önemlidir. İbn Haldun[vi] o ortam ve zamanda yaşamasaydı dersler çıkartarak başvurduğumuz Tavırlar Nazariyyesi[vii] ortaya çıkar mıydı? Numan bin Sabit[viii] insanların hızla İslam’a girdiği bir dönemde önemli bir kavşak olan Irak’ta doğmuş olmasaydı İmam-ı Azam olur muydu? Günümüzde de son iki yüzyılın vermiş olduğu bir itilmişliğe-ayrıştırılmaya-ötekileştirilmeye rağmen daha güçlü daha kararlı bir şekilde ayağa kalkmaya ihtiyaç vardır. Ümmetin mazlumları bunu bekler…

[i] Alman hukuk profesörü ve siyaset kuramcısı. (1888-1985)
[ii] Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, s.63.
[iii] Alak suresi 1.ayet
[iv] (Tirmizi, İlim 19; İbn Mâce, Zühd 17)
[v] (10 Ekim 732) Endülüs Emevilerileri ile Fransa‘yı yöneten Franklar arasında yapılmış bir muharebedir.
[vi] Modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi. (d.1332/ö.1406)
[vii] İbn Haldun’un ileri sür¬düğü ve devletlerin oluşum ve gelişimleriyle ilgili beş aşama öngören kuram. Kısaca “zafer-hâkim olma mücadelesi-refah-kanaat ve sulh-yıkılış” diye ayırılabilir.
[viii] Ebû Hanîfe Nu‘mân b. Sâbit b. Zûtâ b. Mâh (ö. 150/767) Hanefî mezhebinin imamı, büyük müctehid. İslâm’da hukukî düşüncenin ve ictihad anlayışının gelişmesinde önemli payı olup daha çok Ebû Hanîfe veya İmâm-ı Âzam diye şöhret bulmuştur.

Hasan Basri Yapıcı
twitter.com/hbasriyapici

30 Aralık 2017 Cumartesi

Yeni politik kültür bize ne söylüyor?

Birçok yerde tekrar tekrar söylemekten hiç imtina etmiyorum. Modernleşme denen mefhumu derinlemesine analiz edebilmek, kendi değerlerimizin süzgecinden geçirebilmek ve yeniden tahlil cesaretini gösterebilmek için iki önemli düşünürümüz var: Sadettin Ökten ve Abdurrahman Arslan. Bu iki ismin de baktıkları pencere elbette yüzde yüz aynı pencere değil ama bastıkları zemin aynı. Daima ve daima önce biz neydik, neler yaptık ve neleri yap(a)madık sorularıyla yorumlayan, bu sorulara önemli misaller veren bu iki zihnin temas ettiği en önemli noktaysa şu: Doğru düşünüyor muyuz? Düşüncelerimiz bizden mi yoksa başkalarının düşünce dünyasının taklidi mi? Taklit bilgiyle ortaya koyabileceğimiz şeyler (mimariden müziğe, şiirden politikaya kadar) ne kadar gerçek olabilir? İşte bu sorular bize yeni alanlar açacaktır hiç şüphe yok ki.

Son dönemde Abdurrahman Arslan'ın birer birer söyleşi kitapları neşredildi Beyan Yayınları tarafından. Bunlardan sonuncusu "Yeni Politik Kültürün Dünyasında" adına sahip, 224 sayfa. Asım Öz'ün hem kitaba hem de Arslan'a dair yazdığı "kitap hakkında" bölümü önemli bir giriş. Öz şunun altını çiziyor ki okuyucu dikkat kesilmeli: "Arslan'ın Türkiye ve kısmen dünya siyasetini analiz etmek için kullandığı kavramların basit bir özetini çıkararak tasvir etmek kolay değildir. Onun yaklaşımı ancak yerleşik dikotomiler ile girdiği eleştirel müdahalenin izleğini sürerek anlaşılabilir. Dahası onun mücadelesi sadece Türk siyasetindeki yerleşik dikotomiler ile sınırlı kalmaz; her biri ayrı ayrı bu geleneği aşmak amacıyla siyasal arenanın içine atılmış fakat daha sonra giderek sistemin bir parçasına dönüşen siyasal arayışlar karşısında da süregelen bir tartışmaya dönüştüğü göze çarpar. Şüphesiz bu tartışma, Türkiye'de siyasi yapının günümüzde geldiği yer üzerine derinlemesine düşünme konusundaki en titiz ve iç görülü teşebbüslerden bazıları için gerekli olan birtakım ipuçlarını sunacaktır. Elbette bunun öncelikli şartı meseleleri bihakkın kavramaya niyet etmektir." [sf. 11]

Sözün ve yazının tefekkür dünyamızdaki doğal hâkimiyeti, yerini Paul Virilio'nun deyimiyle 'enformasyon bombası'na bıraktı. Arslan da buna 'görüntü kültürü' diyor. Muazzam bir şekilde artan bilgi yığını, zihinleri de çöpe dönüştürüyor. İnsanların kavramları doğru biçimde anlamlandırması güçleşiyor. Dolayısıyla 'öteki' tarafından anlamlandırılıyor. Buradaki öteki kavramı da yeniden sorgulanabilir esasında. Kimdir öteki ve neden 'öteki'dir? Eğer o ötekiyse biz neyiz? Birine öteki der demez biz de onun tarafından bir öteki olmuyor muyuz? Bu sorular yan yana konulduğunda sizce zihniyetimizin alt-üst olduğu anlaşılmıyor mu? Okuyalım: "İnsanlar bulundukları yerlerde, köylerinde otururken dijital teknolojinin ya da internetin, televizyonun, medya kültürünün yardımıyla zihnen açık toplumun ferdi hâline getirilebiliyorlar. Buna yeni bir sosyolojik uygulama diyebiliriz. Yani maddi alt yapı ya da şartlar değişmeden zihniyetin değişimi. Dolayısıyla toplumun böyle bir değişim, mahiyet olarak bir dönüşümden geçirilebilmesi için onun bir bakıma zihniyet olarak altüst edilmesi gerekiyor. Toplumsal yapıların, toplumsal gerçekliğin, değerlerin, doğruların ve hakikat anlayışının alt-üst edilmesi." [sf. 53]

Abdurrahman Arslan'ı ciddi biçimde okuyan birinin slogancılıktan tez vakitte kurtulacağı önemli bir pratik mesele. Bu kurtuluş meseleleri idrak süzgecinden sabırla geçirerek ortaya yeni ve sağlıklı yorumlar yapabilmeyi de getiriyor. Yani sorulara verdiği cevaplarla Arslan aslında nasıl düşünülmesi gerektiğini de usul usul göstermiş oluyor. Günümüzde en sık kullanılan "kalple akletmek", "tevhidî düşünce", "ahlakın ve adaletin birlikteliği" gibi sözlerin birer slogana dönüştüğünü, bunun da 'ön kabul' denen meseleyi, yani 'yeniden düşünce' konusunda ciddileşmeyi ortadan kaldırdığını söylüyor: "Efendim, işte 'tevhidi bir düşünce'... Hayır, bu çok slogancıdır. Bence bu 1970'lerde, 80'lerde anlamlı olabilirdi ama benim fikrim, artık bunları terk etmek gerektiğidir. Bu, bizim tevhit düşüncesinden -hâşâ- vazgeçeceğimiz anlamına gelmez. Ama bu sorunun çok derinliklerine inilerek ele alınıp analiz edilmesi anlamına gelir. Eğer biz gerçekten tevhit merkezli bir bilgi biçimi üretemezsek ve buna hayat nizamımızın kurucu unsuru hâline getiremezsek bir çıkış yolu bulamayız. Çünkü unutmayın, akıl herhangi bir ön kabul olmadan faaliyette bulunamaz; aklın faaliyete geçebilmesi için bir ön kabule ihtiyacı vardır. İnsan amelleri de böyledir, bir kabul olmadan insan amelde bulunamaz. Her amelin arkasında niyet vardır ve niyeti kuran (hiç şüphe yok ki) bilgidir. Eğer amellerimizi ve düşüncelerimizi kendisine yaslandırdığımız bir bilgi biçimini kuramazsak geleceğin dünyasında biz de onlar gibi olacağız." [sf. 57-58]

Arslan yeni politik kültürün bizleri fıkhı olmayan bir dindarlık yaşattığını söylüyor. Bu yaşadıklarımız uzun süre daha devam edecek ona göre. Yani kutsaldan yoksun, içinde ahlak ve erdem olmayan ama tüm bunların 'lakırdı'larının sık sık edilmesi, neticede değer yargılarını da ortadan kaldıracak ve 'yeniden düşünme'yi akla hayale bile getirmeyecek. Karamsar gibi görünen ama oldukça gerçekçi yaklaşımlarını Arslan şöyle netleştiriyor: "Müslümanlar yeni politik kültürün onlara getirdiği hareket etme serbestisinin sarhoşluğu içindeler. Beni en çok kaygılandıran da budur. Yoksa bu politik kültürü tahlil etmek laiklerin de, Müslümanların da, o güvenlik konsepti arayışı içindeki askerlerin de boynunun borcudur. Çünkü bu politik kültürün toplumu çürütücü bir boyutu var. İnsanları korkunç bir konformizmin içine çekiyor. Bu konformizm içindeki insanlar sadece hayatlarının süfli talepleriyle geçinen birtakım nesnelere dönüşüyorlar. Bu nedenle bekamız açısından tahlil edilmelidir... Unutmamak gerekir ki, İslâm'da ahlak ve hukuk birbirinden ayrıştırılamaz. Bunları ayrıştıran Hıristiyanlıktır. Sonradan buna çok pişman olmuşlardır." [sf. 65]

Gerek politik gerekse kültür iklimimiz her şeyi meşrulaştırma teşebbüsünde ve bundan asla sıyrılmaya niyetli değil. Arslan'a göre bu meşrulaştırmanın altında, tavırların öteki'nden hareket ederek belirlenmesi yatıyor. Sosyal tavırların da sürekli öteki'ye göre düzenleniyor oluşuyla birlikte ahlak sorunu, tutarsızlık, sürekli bir pragmatizm, hazzın peşine düşmek de peşinden geliyor. Arslan "bu bizim hem çıkmazımız hem de helakımızdır" diyor. Peki Arslan için yeni politik kültürü aşma noktasındaki ilk çözüm önerisi nedir? Hak aramaktır. Adalet temelinde gerçekleştirilecek bir hak arayışı, hak talebinde bulunma eylemi, tüm hakkı yenilen ve adaletsizliğe uğrayan insanların da hakkını aramayı sağlıyor. Önce aramak yani, önce bir şey söylemek ve itiraz etmek.

Yeni Politik Kültürün Dünyasında birçok meseleyi ayrı bölümlerde söyleşi biçiminde irdeliyor. Biz ve öteki, medeniyetler çatışması, yaratıcı kaos teorisi, İslâm dünyasının şimdi'si ve geleceği, Filistin meselesi, Hıristiyan Dünya'daki gelişmeler, Papalık ve sıradanmış gibi görünen tehlikeli icraatları, milliyetçilik, Türk milliyetçiliği, bir siyaset aracı olarak irtica, Türkiye'nin mevcut siyasi yapısındaki açmazlar, 'sivil' anayasanın gerçekçiliği ve Türkiye'de siyasetin rotasının ne yönde olduğuna dair çok geniş kapsamlı bir kitap okuyucuya sunuluyor. Arslan'ın görüş genişliğini ispatlama açısından beni son derece etkileyen şu paragrafa dikkatleri çekmek isterim:

"Kanaatime göre İsrail'den ve Filistin topraklarındaki meseleden dolayı İslâm dünyasıyla Batı arasında yaşanan gerilim ciddi bir gerilimdir. Batı kendi aleyhine olan bu gerilime nereye kadar katlanabilir, bundan çok emin değilim. Kanaatime göre, Batı şimdiye kadar ciddi bir şekilde desteklediği İsrail Devleti'ni eskisi kadar desteklemeyecektir. Her ne kadar medyada, orada, burada açıklanmamış olsa bile sıradan kamuoyunda da bence bu destek çok fazla değil. Dolayısıyla orta bir gelecekte İsrail Batı'da şimdiye kadar elde etmiş olduğu desteği büyük oranda kaybedecektir. O zaman belki bazı konularda, bazı şeyleri yenide istemeye istemeye düşünmek mecburiyetinde kalabilir." [sf. 85]

Bu kitapla birlikte Birikim dergisinin 169. sayısında (Mayıs 2003) yazdığı "İslâm, Ortadoğu, Anglosaksonlar" başlıklı yazısı da okunursa Abdurrahman Arslan'ın metinlerinin ve eleştirilerinin ne derece dikkate alınması gerektiği tekrar ortaya çıkacaktır. Bilhassa yaşadığımız bu 'yeni politik kültür' sarhoşluğunda ve bu sarhoşluğa yönelik çözüm odaklı itirazlar konusunda...

Böylece 2017'nin son kitap yazısını da sonlandırmış olduk birlikte. 2018 yılında da 'uyanma' odaklı okumalara devam edebilme dileğiyle...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

28 Aralık 2017 Perşembe

Ezeli bir şifadır yalnızlık

Bazı kelimeler vardır, arası yoktur. Yalnızlık kelimesi de onlardandır. Ya tamamen olumsuzdur ya da tümüyle olumlu şekilde yorumlanabilir. Olumlu şekilde anlaşılabilecek yalnızlık, bireyin kendi rızasıyla bilinçli olarak seçimidir ve bu da iki şekilde açıklanabilir. Birincisi içinde konfor barındıran kendini dinleme, yaşamın dağdağasından uzaklaşma, rahatlama isteğiyle ilişkilidir. Kişi süreç sonunda dinginleşir. İkincisi ise daha tepkiseldir ve hayatın anlamını çözdüren bir olgunlaşma süreciyle bağlantılıdır. Bu anlayış konfordan ziyade çileyle iç içedir ve süreç sonunda kişi dinginleşmekten öte tepki gösterdiği şeye karşı daha kuvvetli daha dirençli hâle gelir. Diğer taraftan olumsuz anlamda yalnızlık bireyin seçiminden ziyade maruz bırakılmasıyla açıklanabilir. Kişi çevresinde bulunanlar tarafından terk edilerek yalnızlığa maruz bırakılır ve bu durumun asıl belirleyicisi kişinin isteği dışında yalnızlığın gelişmesidir. Sonrası, rahatlamanın, gevşemenin, hayatın anlamını bulmanın, olgunlaşmanın aksine psikolojik bunalım, acı, ıstırap ve manevi işkencedir.

Bu değerlendirmenin konusu olan kitap, yukarıda değinilenlerle ilişkili olsa da aslında oldukça farklı. Söz konusu durumun meselenin tümüyle içinde olduğu gerçeği farkını etkisiz hâle getirmiyor. Ortada istenerek seçilen bir yalnızlık var lakin bilinçlilik ve amaçlılık bağlamında tasnife uymuyor. Olgunlaşma, hayatın anlamını bulma gibi amacı gütmeyen bu seçiminin herhangi (bir şeye) tepki olup olmadığı ortaya konulamıyor. Oldukça uzun bir sürece dayanan münzevi bir hayat var ve bir tepkisin ya da bir amacının olmadığını söyleyen hikâyenin kahramanı bu durumu “içimden geldi ve yaptım” diyecek kadar ‘basite’ indirgeyebiliyor. Buradaki basit kelimesini aleladelik anlamında almadığımı belirtmek isterim.

Amerikalı bir gazeteci olan Michael Finkel imzalı “Son Hakiki Münzevinin Sıra Dışı Hikâyesi” alt başlığıyla Heretik Yayınları’ndan çıkan kitabı “Türkçe SöyleyenDevrim Kılıçer. Hikâyeyi önemli hâle getiren şey kurguya yer verilmeden gerçek bir olayın birebir anlatılması diyebiliriz.

1986 yılında aniden ortadan kaybolan Christopher Knight 2013 yılında hırsızlık yaparken yakalanır. Ortadan kaybolduğunda yirmi yaşında olan Knight yakalandığında kırk yedi yaşındadır. Hikâyenin buraya kadar olan kısmı normal gibi görünüyor lakin tuhaflık bu bölümden sonra başlıyor. Yakalanan adam yirmi yedi yıl bir ormanda tek başına yaşamıştır. Yirmi yedi yılda sadece bir kez bir kişiye “selam” demek dışında hiçbir insanla tek kelime bile konuşmamıştır. Bu süreç boyunca yaşadığı yer yerleşim mahalline oldukça yakındır ve yaşadığı bu dönem içinde ihtiyaçlarını çevredeki evlerden, kamplardan hırsızlık yaparak sağlamıştır. Çaldığı şeyler aşağı yukarı hep aynıdır. Yiyecek, pil, ısıtmak için tüp, şekerleme, bira, kitap... Yaptığı hırsızlıklar özenlidir ve en az zarar vermeye yöneliktir. Belli dönemlerde -Knight’ın ihtiyaca binaen dediği- elbise ve yatak gibi şeyler çaldığı da olmuştur. Yirmi yedi yılda binden fazla hırsızlık yaptığı anlaşılan Knight tutuklanmış ve mahkemeye çıkıncaya kadar bölge hapishanesine konulmuştur. Knight’ın yakalanmasında başrol ise o bölgede sonradan görevlendirilen bir güvenlik görevlisidir ve yıllardır yakalanamayan bu hırsızı yakalamak için oldukça gelişmiş bir alarm sistemi kurarak bu işi başarmıştır.

Medyaya yansıyan olay, kendi hayatında da arada bir uygulama imkânı bulduğu inzivaya çekilme eylemine ayrı bir anlam yükleyen kitabın yazarının epey ilgisini çeker. Yakalanmasından itibaren konuyla özel olarak ilgilenen yazar, Knight ile görüşme talebinde bulunarak kendisini ziyaret etmiş ve bu adamı yakından tanımak istemiştir. İçine kapanık, sessiz ve çok fazla konuşmayan bu adamın kendine has bir mizacı olduğunu ilk karşılaşmada anlayan yazar bir yandan davayı takip ederken bir yandan da Knight’ın hırsızlık yaptığı bölgeyi, bölgede yaşayanları, davayla ilgili kurum ve kişileri zaman zaman ziyaret ederek notlar alır. Yazarın güç bela bulduğu Knight’ın kamp alanı doğa tarafından perdelenmiş gibidir. Knight’ın çadırından tuvaletine kadar bir yaşam alanı kurduğu yer özel bir mülktür lakin yirmi yedi yılda kimse yakınından dahi geçmemiş olması hayli ilginçtir. Yapılan hırsızlıklar için arama ve araştırma yapan polis de dâhil ne doğa yürüyüşü yapanlar, ne kamp kuranlar ne de avcılık yapanlar Knight’ın kampına uğramamıştır. Yazar Knight’ın bu kadar uzun süre tecrit yaşayabilmesini sonraki gidişlerinde bile kamp yerini bulmakta oldukça zorlanmasıyla açıklıyor.

Aldığı notları Knight ile yaptığı görüşmeler çerçevesinde birleştirerek kitaplaştıran yazar gerek hapishane gerekse mahkeme sürecini detaylarıyla anlatıyor. Bölge hâkimi, savcısı ve Knight’ın avukatıyla da görüşen yazara göre ortak kanı aynıdır. Doktor ve psikologların da hemfikir olduğu bu görüşe göre Knight’ın durumu bilindik hırsızlık olaylarından/suçundan farklıdır ve öyle değerlendirilmesi gerekmelidir. Mahkeme başkanı bu yönde karar verir ve dava özel statüde gerçekleşir. İşin ilginci bu görüşe Knight’ın hırsızlık yaptığı bölge insanın çoğunluğu da katılmaktadır. Evlerinde hırsızlık yapılan insanların küçük bir kısmı hırsızlık ve çalınan eşyaların maddi kaybının tazmininden ziyade kendilerine yaşattığı psikolojik travma için cezalandırılmasını isterken büyük çoğunluk şikayette bulunmaz. Knight yirmi yedi yılda binden fazla hırsızlık yapmıştır fakat son altı yıldan öncekiler zaman aşımını uğramıştır ve son altı yıldaki hırsızlıkların tümü değil poliste kaydı olan olaylar davaya dâhil edilmiştir. Olayı öğrenenler arasında para gönderenlerden iş teklifinde bulunanlara kadar ilginç bir durumla karşılaşılır. Hatta Knight’a evlilik teklifi eden bile çıkmıştır.

Mahkeme sonrasında kısa bir süre hapiste kalan Knight şartlı olarak tahliye edilir. Yazar, Knight’ın ‘normalleştirilmesi’ ve topluma kazandırılması olarak kabul edilen bu süreci derinlemesine işliyor. Maruz kaldığı olaylara karşı Knight’ın “ben deli miyim” sorusu yazar üzerinde oldukça büyük bir etki bıraktığı görülüyor. Kitapta yer yer değinilen Knight’ın ailesi son bölümlerde konuya dâhil edilerek bu sıra dışı adamın tahliye edilmesinden sonra yaşadığı ağır psikoloji ele alınıyor. En baştan itibaren Knight’ın düşünce yapısını anlamaya, anlamlandırmaya yönelik bir çabanın sergilendiği eser insanı derinden hüzünlendiriyor. Tek amacını, daha doğrusu isteğini “yakalanmasaydım ormanda ölüp yok olacaktım” şeklinde özetleyen Knight insanı derin bir boşlukta bırakıyor. İnsanı içine çeken bu acı verici boşluk neredeyse hayatın sorgulanmasını dahi anlamsız kılıyor.

Kitabın tamamında irdelenen dikkat çekici bir konuda münzevilik ve yalnızlık olarak göze çarpıyor. Kime münzevi denilebileceği, münzeviliğin ne olduğu ve tarihsel seyrine dair açılımlar ve kaynaklar verilmiş. Eser, yalnızlığı ve yalnız kalmayı sevenlerin bile -ki kendimi onlardan biri olarak görüyorum- Knight’ı bir yere kadar anlayabileceği gibi bir gerçekle karşı karşıya bırakıyor insanı. Tuhaf, çaresiz, anlamı belirsiz bir gerçek!

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Fatih diye anılan kişi nasıl bir insandı?

“Bizans kurtarılmıştır. Herkes düşüncesinde serbesttir.”

Bu kitaba nasıl ulaştığımdan bahsedeyim biraz. Yani bu kitap nasıl karşıma çıktı? Geçen sene karlı bir kış akşamında bir tiyatro bileti aldım ve Konya Devlet Tiyatrosu’nun yolunu tuttum. Ayıptır söylemesi, ilk defa gidiyordum devlet tiyatrosuna. Beni neyin beklediğini bilmiyordum. Oyundan çıktıktan sonra adeta mest olmuştum. Kendime gelememiştim birkaç gün. Bunun sebebi hem oyunculukların müthiş olmasıydı hem de oyundaki sözlerin güzelliğiydi. Daha sonra dört kez daha gittim bu oyuna. Fatih (Bizans Düştü). Ve kitabı ısmarladım. Kitabı okumak da oyunu seyretmek kadar lezizdi. Hem çıkarılan kısımları da görmek benim için iyi olmuştu. Zira şu son bir sene içinde, hayatımın bunca senesi neden bu sahnedeki insanları seyretmekten mahrum kaldım serzenişiyle, pek çok defa gitmiştim Konya Devlet Tiyatrosu’na. Tiyatro sanatına merak salmaya başlamıştım. Böylelikle tiyatro aşkı, sahne aşkı canlanmıştı içimde ama bu tek kişilik bir aşktı ve oyundu benim içim her defasında. İçimde oynadım ve bitirdim oyunlarımı. Kitaba dönecek olursak…

Kitaba dönecek olursak ilk baskısı, 1988 yılında Kültür Bakanlığı Yayınları'ndan çıkan bu kitap, son baskısı olan üçüncü baskısını İz Yayınları'ndan yapmış. Kitabın yazarı Turan Oflazoğlu. Oyun üç perdeden oluşuyor. Şahsi fikirlerim kitabın bir an önce alınıp okunması, Fatih’i bir de bu açıdan tanınması ve iyiliğe ve güzelliğe meyilimizin artmasıdır. Gelin sizi sıkmadan kitabın “öndeyiş” bölümünden alıntılar yaparak sözlerime devam edeyim.

Şöyle başlıyor öndeyiş: “Bu oyunda, Bizans’ı düşürdüğü için Fatih diye anılan kişinin, nasıl Fatih olduğu ele alınmakta. Yani sahnede gördüğümüz Sultan Mehmet, daha Bizans’ı fethetmemiştir, ama fethetmek zorunda; çünkü Bizans onun ülkesini tam ortadan bölmekte, kendini sürekli bir pusu gibi duyurmaktadır.

Böyle devam edelim, buyurun: “Yeni araçları bulan, onları gerektiği kullanarak Bizans’ı açan, bunun için Fatih diye anılan kişi nasıl bir insandı? Tiyatro sanatını ilgilendiren, onun boyunun ne kadar, burnunun ne biçim olduğu gibi dış özellikler değil, onun Fatih olmasını sağlayan ruh özellikleridir, iç yapısı, iç portresidir, insanın gerçek boyutlarını ortaya koyan çetin durumlarda nasıl davranmıştır Mehmet?"

Surlarda kendi bayrağını görünce, “Ulubatlı Hasan’a kalırsa, düştü Bizans” der, sonra da Akşemsettin’e döner: “Buyurun, hocam, açtığınız kapıdan!”. Fethi hocasına sunmaktadır. Ancak böylesine büyük çapta vermesini bilenler, gerçekten almaya hak kazanırlar. Akşemsettin ona “Daima muzaffer, daima Fatih” diye karşılık verir.

Kitaptan birkaç alıntı ile sözlerimi noktalamak istiyorum.

Mehmet:
Doğuya yönelsem, arkamda Bizans;
batıya yönelsem, arkamda Bizans;
sürekli bir pusu gibi duyarım onu.
Ulusumuz, Asya’dan boşanan sel
nice zorlu setleri yıkıp parçalayarak
yayıldı uçsuz bucaksız topraklara.
Ama uygun bir yatağa girip ırmaklaşmazsa
zamanla sığlaşır dağılan sular;
ve sığlaşan suları kolay yutar toprak.

Akşemsettin:
Kartal bir kez kanatlandı mı
serçeler havalanmayı göze alamazlar.
Başbuğ düşüncesinin oklarını sivriltti
ve düşmanın yıldızları söndü baştan başa;
Tanrımıza şükürler olsun.

Halil:
Olgun bir meyvenin ağaçtan düşmesi gibi
bir gün nasıl olsa düşecek Bizans
padişahımın kucağına. Böyleyken
ne diye ağacı zamansız silkeleyerek
boş yere harcayalım gücümüzü?

Mehmet:
Sırrımı sakalımın tek kılı bilse…
(Koparıp atar gibi yapar.)
Gerçi biziz güçlü olan, ama daha tehlikelidir
siperdeki beş kişi açıktaki beş yüz kişiden.

Yusuf Karakurt
twitter.com/sanatkemkum

27 Aralık 2017 Çarşamba

Kimlik neyimiz olur?

Kimlik, insanın ontolojik varlığının epistemolojik açılımıdır. Bu bağlamda insanın varlığı kadar niteliklerini de belirler. Kimlik insanı geçmişten geleceğe bağlayan özelliklerin sıkıştırılarak kodlanmış ve gerektiğinde açılarak kullanılacak şekilde oluşmuş hâlidir. Kısaca kimlik insanın özetidir. Elbette bu sadece insana has değildir lakin dünya üzerindeki etkisi açısından düşünüldüğünde -ki diğer ne varsa onları kimliklendirerek bir anlam dünyası kazandıran da insan olduğundan- insana dairdir. Kimlik insana kim olduğunun yanında kendisiyle ilgili her şeyin nedenini ve nasılını ortaya koyarken geleceğe de ışık tutar.

Bazı kitaplar vardır. Okuyucu onları keşfedinceye dek öylece köşesinde durur. Avangard Yayınları’ndan Murat Küçükçifci imzasıyla çıkmış olan Tarih Kimlik Hanefilik adlı yüz yetmiş altı sayfalık kitap da benim için onlardan oldu. Kitap teorik olarak kimliğin oluşumu ile ilgili olmasa da pratikte (Türkiye’de) var olan kimliğin niteliklerini konu ediniyor. Yazarın ana düşüncesini, “İslamcılık özelinde Türk düşüncesini yeniden okumak, ret ve kabulleri göstermek bazen de önemine binaen bilineni göstermek” olarak açıkladığı kitap temel olarak iki bölümden oluşuyor. Daha önce Fayrap dergisinde yayınlanmış olan yazılar bu kitapta bir araya getirilmiş. Kitabın genel çerçevesini çizen konunun ötesinde başkaca düşüncelere kapı aralayan yazılar oldukça zengin bir içeriğe sahip.

Yazar, “birikime dayandığını” ve “geliştirilmeyi beklediğini” söylediği İtikadi Popülizm adlı ilk bölümde “halkçılık, Ehl-i Sünnet, Hanefilik, devlet ve buna benzer pek çok çağrışımı olan kavram, yeni bir tarih yorumu ve bugüne dair söylenmesi gereken bir sözü gözettiğini” belirtiyor. Bu bölümde Osmanlı’nın son dönemleri ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde din alanında çalışmada bulunmuş kişilere değindiğini görüyoruz. Bu kişileri iki gruba ayırmak mümkün. Toplumun büyük kısmının tanıdığı ilk grup din ve devlet konularında daha katı bir yol izlerken ikinci grup toplum tarafından pek bilinmese de dini alanlarda ihtisas yapmış, bu alana kafa yormuş ve en önemlisi toplumsal anlamda din ile devlet ilişkilerinde daha dengeli bir yöntem benimsemiştir. Burada sözü edilen ikinci grubun Müslümanların İslami anlayış ve sorunlarına dair derinlemesine araştırmalar yaparak önemli sonuçlar çıkardığını ve fakat toplumun büyük çoğunluğunun bu çabaya yabancı kaldığını söyleyebiliriz. Yazarın bu bölümde ele aldığı isimlere Said Halim Paşa, Mehmet Akif Ersoy, İsmail Hakkı İzmirli, Ahmet Hamdi Akseki, Yusuf Ziya Yörükan ve Erol Göngör’ü sayabiliriz. Bu bölümde Türkiye’deki İslami hareketlerin tarihsel seyrine değinen yazar, “tercüme Müslümanlığı” dediği 1960’lı yıllar bağlamında Malik Bin Nebi’yi değerlendirerek Malik Bin Nebi seçiminin bilinçli bir tercih oluşunu nedenleriyle birlikte açıklıyor.

İlk bölümdeki yazıların tamamında belirleyici olan Hanefilik, Maturidilik, Ehl-i Sünnet, Türklük ve -bir yazıya da konu edilen Celaleddin Rumi ayrı tutularak- tasavvuf ön plana çıkıyor. Yoğun olarak İslamcılık ve modern İslami yorumların eleştirilerini içeren yazılar başta Türklerin müntesibi olduğu Sünni mezhepler çerçevesinde tasavvufi eğilimlerin, gelenekçiliğin ve muhafazakârlığın savunusuna dönüşüyor. Bu bağlamda yazarın yöntemine baktığımızda, kitaba şeklini veren çerçeveleyicilikten bağımsız olarak İslam’ın öngördüğü kuşatıcılık ve evrensellik konuları arka plana düşüyor diyebiliriz.

Siyasal İslam’dan Seküler Ahlaka adlı ikinci bölüm yazarın deyişiyle “güncele yoğunlaşıyor”. Giderek seküler bir anlayışın hâkim olduğu toplumu siyaset, kültür, din, dil, etnisite, muhafazakârlık, evrensellik, diyanet ve medeniyet kavramları etrafında sosyolojik bir okumaya tabi tutan yazar çıkarımlarını yakın tarihe ait olaylarla ilişkilendirilerek mevcudu ve geleceği yorumlamaya çalışıyor. Bu bağlamda sorunların çözülmesi noktasında tıkanıklığın kaynağı haline gelen yozlaşmış siyasi anlayışın önemi sorgulanıyor. Yazar yine ilk bölümde yaptığı gibi buradaki görüşlerinde de geleneğe vurgu yapıp ilk bölümde altını çizdiği ‘kimlik’ üzerinden bir anlam dünyası oluşturarak sonuca ulaşmaya çalışıyor.

Kitabın çerçevesini çizen ve yazarın şahsını bağlayan vurguların dışında oldukça geniş bir araştırma alanına sahip olan yazıların farklı bağlamlarda tekrar tekrar açımlanmaya ve yorumlanmaya muhtaç olduğunu düşünüyorum.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Dünyanın en ince işçiliği: baba olmak

"Baba çocuğun öğretmenidir, ona dünyaya açılan yolu gösteren kimsedir."
- Erich Fromm, Sevme Sanatı

Evi ev yapan, içinde bir ailenin olmasıdır. Bu aileyi aile yapan ise çocuktur. Çocuk varsa evin içinde, orada mücadele vardır. Yaşamın tüm acımasızlığı, zalimliği ve adaletsizliği çocukla rafa kalkar. Onun bir gülüşü, konuşması, oyun oynaması, istekleri ve soruları; insana insanlığını hatırlatır. Bilhassa çocukta muazzam boyutlarda yer alan hayret ve merak duyguları, incelenmeye değer duygulardır. Çocuğun evin içindeki tüm varlığına ve gelişimine ailede en hakim olan kişi elbette annedir. Çünkü eve en yakın kişi odur. Baba her ne kadar 'öteki' gibi konumlansa da modern zamanlarda, ailenin 'kahraman'ıdır. Anne için de çocuk için de.

"Mükemmel annelik nedir, nasıl olur?" gibi bolca soruya cevap arandığı bir çağdayız. Bu gibi soruların annelere ve anneliğe bir değer kattığını düşünmüyorum. Aksine onları ikonlaştırıyor. Sanki kapitalizm ve sermaye ikilisine emanet edilmenin formülleri aranıyor gibi. Burada devreye giren de baba, yani babalık oluyor. Ancak babalık üzerine de hiç ciddi sorular sorulmuyor. Hatta babalığın ne olduğu, nasıl olması gerektiği, açmazları ve sıkıntıları bile konuşulmuyor. Sanki baba gerçekten de bir çizgi film kahramanı. Yahut çocuğun gelişiminde bir sponsor. Oysa babalığın ardında o kadar derin mevzular yatmaktadır ki tabiri gayet de caiz olarak söylemek gerekirse ancak yaşayan bilir. Bunu ancak babalar bilir. İşte "Size Baba Diyebilir Miyim?" adlı kitabın önemi de burada. Büşra Hacısalihoğlu ve Tuğçe Yılmaz'ın hazırladığı, Küsurat Yayınları tarafından neşredilen kitapta sadece babalar konuşuyor. Soru yok, tartışma yok. Her baba, kendi penceresinden babalığı yorumluyor. Oldukça samimi ve gerçekçi bir kitap. Denemelerdeki duygusallıklarda hiç abartı yok. Ne yaşanıyorsa o var.

160 sayfalık kitapta birçok meslek kolundan baba misafir ediliyor. Oyuncu da var mali müşavir de.Yazar da var mimar da. Müzisyen de var diplomat da. Peki kimler var? Ali Taylan Çulpan, Basri Yılmaz, Bülent İpek, Erdem Öztop, Erdinç Çetinkaya, Ertuğ Uçar, Fikret Kuşkan, Hakan Duran, Hakan Kalkavan, Hakan Ural, İlker Şahin, Nebil Özgentürk, Özdemir Hiçdurmaz, Özgün Uğurlu, Özgür Poyrazoğlu, Recai Çakır, Salih Seçkin Sevinç, Selçuk Aydemir, Serdar Kölürbaşı, Serkan Çağrı, Serkan Turhan, Süreyya Soner, Tuncay Baydur, Uraz Kaygılaroğlu, Ümit Alan, Yusuf Reha Alp.

Kitabın ilk sayfalarında Selçuk Aydemir hem mizah hem de gözlem yeteneğini sergiliyor. Anneliğin yanında babalığın öneminin tartışılmaması gerektiğini çünkü babanın hükmen mağlup olduğunu söylüyor ki gayet haklı. Annenin mücadelesi, sevgisi ve merhameti yanında babalar -elbette bu bir genelleme de olabilir- biraz yedek oyuncu gibidir. Kenardan izler olan biteni. Gerektiği anda, yani 'hoca uygun görürse' oyuna girer, meziyetlerini gösterir. Aydemir, benim de hemfikir olduğum ve çok etkilendiğim şu paragrafla babalara 'al da at' dercesine bir pas veriyor: "Anladığım kadarıyla, babalar çocuklarını eşlerinin gözlerinde, yüzlerinde severler. Anne sadece çocukla değil, çocuğun babasıyla da ilgileniyor sürekli. Ben senin gününün nasıl geçtiğini annenin yüzünden anlıyorum kızım. Ne kadar yorulmuş olursa olsun, eğer huzurluysan o gün, gülücükler saçmışsan; UEFA kupasını kazanmış Galatasaraylı futbolcu ifadesi oluyor yüzünde. Yorulmuş, bitmiş, sakatlıklar atlatmış ama bir gör öyle mutlu ki." [sf. 13]

42 ve 51 yaşında baba olduğunu söylüyor. Fikret Kuşkan. İki oğluna verdiği isim de çok latif: Gün Kuzgun ve Gece Asaf. Babalık dürtüleri zayıf olanların çocuk sahibi olmamaları gerektiğini, muhakkak ehliyet sahibi insanların çocuk yapması gerektiğini söyleyecek kadar değer veriyor babalığa. Herkesin malumu, yaşam boyu süren bir sorumluluk babalık. Neşeli tarafları ne kadar varsa, dertli tarafları da var. Dolayısıyla yaşamın en gerçekçi sahası babalık. Kuşkan, çok güzel ifade ediyor babalığı, altını çizmemek mümkün değil: "Baba olmak; götü çıplak ayazda kalmak, dallarında kuzgunların geceyle sarmaş dolaş huzurla güvenle uyuduğu ölümsüz bir çınar olmak. Yaşamı sona erinceye kadar, meyve veren bir ağaç olmak. Her türlü fırtınada, yağmur, çamur, sel, deprem, ayazda, buzda, kavurucu sıcakta, tuzlu ya da tatlı suda, ya da hiç su yokken, yaşamını sürdüren bir ılgın, hiçbir zaman kırılmadan, yerlere kadar eğilip, savrulup, yine dimdik ayakta kalan bir servi, hatta uçan kanatlı bir fil olmak, bazen de Kermit, Kurabiye Canavarı, küçük bir fındık faresi, masallar, destanlar, hikâyeler, romanlar, kıymetli bir tablo, ona özel yazılmış bir şiir, şarkı sözü, bir bestedir babalık ya da piyano tuşundan çıkan acemi bir Si notasıdır bazen. Şifalı bir ot, yeşili karası ilaç, asırlık bir zeytindir baba olmak, kurumsallaşmak değildir. Belki de, en içten özgünlük, samimiyet, karşılıksız bir sevgidir." [sf. 33]

Serkan Çağrı, tıpkı klarnetini konuştururken yaptığı gibi derinden giriyor mevzuya. Başta oğullar olmak üzere kızların da hayatında muhakkak yeri olan bazı 'travma'lardan bahsediyor. Eksikliklerden, yaralardan, asla boşverilmemesi gereken dertlerden. Bu dertler ki nice çocuğu gelecekte mutsuz, sevgisiz, öfkeli ve yalnız bırakabilir. Tedavi edilmesi gerekir üstelik ve maalesef bu tedavide yeri dolmayacak en büyük kuyu ise sevgidir. Bilhassa sevginin 'gösterim'i: "Baba olmak demek evlatların süpergücü, kahramanı olmaktır. Ömrünüz boyunca onların her şeyince gücünüz yettiğince eşlik edebilmektir. Benim babam da, benim için her şeyi yapabilen, güçlü biriydi. Benim güneşimdi. Onun çözemeyeceği hiçbir şey yoktu. Yanında yürürken tarif edemeyeceğim bir duygu kaplardı içimi. Birbirimize bakmaya bile kıyamazdık, o yüzden birbirimizi yıllarca gizli sevdik. Konuşurken bile göz göze gelemezdik. Birbirimize bir şey olmasından çok korkardık. Yeterince sarılamadık babamla ve birbirimize hep hasrettik." [sf. 136]

Nebil Özgentürk, yaşam tecrübesi gereği çok güzel bir formül veriyor babalara. Mesela bir baba 'kitab'ı hayatının en önemli yerine koyduysa ve çocuğunda da bu özelliğin olmasını istiyorsa şöyle bir yol izleyebilir ki bunu nasip olursa muhakkak uygulayacağım: "Masal okurken bazen masalın içerisine cümleler serpiştiriyorum. Masal kahramanından bahsederken "Çok kitap okurmuş" diyorum mesela. O aşıyı verdiğim zaman "Bak ne güzel, bir şey daha yer etti zihninde" diyorum. Tuvalette on dakika kalacak örneğin, "Baba bana kitap getirebilir misin?" diyor. Aman, harika! Koşa koşa gidip kitap veriyorum ona. Kitap götüren adam olmaya bayılıyorum, bunu öğreniyorum Arın'la. Okusun, bu alışkanlığı kazansın çok istiyorum." [sf. 144]

Âşık Veysel sazına yazdığı şiirinde "Ben bir insanoğlu sen bir dut dalı / ben babamı sen ustanı unutma" demiş. Bundan büyük vasiyet olur mu? Olmaz. Elbette o 'unutulmaz'lığın ardında sevgi vardır, şefkat vardır, merhamet vardır. Bir baba ile evlat arasında bu duygular sönükse, o babanın o evlat için iz bırakma olasılığı da çok azdır. Yaşamın her alanında birse, babalıkta yüzdür iz bırakmanın önemi. Çünkü babalarının izlerini sürer çocuklar. Babaların kaderidir, sırrıdır, gölgesidir çocuklar. Kader, sır ve gölge her zaman kendine iz arar, güzel bir yol arar. Çok sevdiğim şair Ahmet Erhan belki de bunun için "Baba bana yürüdüğün / o yolları göster / baba bana dünyanın / yüreğine inen geçidi." diye yazmıştır. Kim bilir? Kimse tam olarak bilemez babalığı. O, dünyanın en ağır işçiliğidir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

25 Aralık 2017 Pazartesi

Türk romancılığının şair-sosyoloğu Kemal Tahir

Kemal Tahir’in eserlerine duyulan teveccühün bizatihi Türkiye’nin ve Türk toplumunun kendisine duyulan alaka olarak değerlendirilmesi gerekir. Çünkü romanlarından notlarına, tefrikalarından polisiyelerine kadar kaleme aldığı her metin, görmek ve göstermek için yanıp tutuştuğu “Türk ruhu”na dokunabilmek adına bazen güçlü bazense çaresiz bir el uzatıştır. Haldun Taner’in ifadesiyle Kemal Tahir, Türk edebiyatının ‘karınca romancısı’dır. Her romanı için yüzlerce sayfa not çıkaran ve mümkün olduğu kadar birincil kaynaklardan istifade ederek eserlerini kaleme alan Kemal Tahir, ne yazık ki kıymeti yeterince takdir edilmemiş yazarlarımızın başında geliyor. Üzerinde tartıştığı ya da kalem oynattığı hiçbir mesele yoktur ki, kendisinin “yanılma payını” baştan teslim etmemiş olsun. Bir romancı olmasına rağmen sergilediği bu tavır, bilimsel çalışma yapanlara örnek olacak mahiyettedir.

Kilis 7 Aralık Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan Muhammed Hüküm’ün edebiyat sosyolojisi açısından Kemal Tahir’in bütün kalem işlerini inceleyerek entelektüel biyografisini ortaya çıkardığı "Şair-Sosyolog Kemal Tahir: Sosyolojik Bakışla Kemal Tahir Romanları" 2017 yılında İthaki Yayınları’ndan çıktı. Entelektüel biyografi yazımı pek çok güçlüğü içinde barındıran bir alan. Buna rağmen Muhammed Hüküm’ün Kemal Tahir’in bütün eserlerini sadece konusu icabı değil, onun aradığı ruhun peşine düşerek hazırladığı anlaşılıyor. Bir romancı için bugün bizi yadırgatan bir niteleme olan ‘şair-sosyolog’ aslında Kemal Tahir’in kullandığı bir tanımlama. Muhammed Hüküm’e göre, “yazarın ve şairin dili, yaşamı ve kurguladıkları bir milletin ideolojik tutumundan öte o milletin ruhu hakkında derin ve geniş bilgiler vermeye müsait bir alan oluşturur. Bir romancının bu bağlamda halkının hislerini kendi zihninde ve gönlünde hissetmesi, o romancıyı o halkın ‘şairi’ yapar.

Muhammed Hüküm’ün üç geniş bölüme ayırdığı çalışmasının birinci bölümü Kemal Tahir’in Türk edebiyatındaki yerini, dönemin aydınlarının büyük romancıya karşı acımasız tutumlarını ve onu yok sayma girişimlerini ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Hatta bu bölümde, Marksist ve sosyalist Türk aydınlarının Kemal Tahir’i ölüme vardıracak derecede nasıl insafsızca yalnızlaştırdıklarına dair ilginç anekdotlar bulunuyor. Kitabın ikinci ve en hacimli kısmı, Kemal Tahir’in romanlarında ele alınan meseleleri ve bunların Türk toplumundaki yansımalarını göstermesi bakımından büyük önem taşıyor. Köylülük, yerlilik, Osmanlı, din, Marksizm, sosyalizm, Batılılaşma, bürokratik yozlaşma, kapitalizm ve emperyalizm gibi meselelere Kemal Tahir’in romanlarında nasıl yer verdiği ve bunların o günkü aydın zümrelerce nasıl değerlendirildiğini görüyoruz. Üçüncü ve son bölümde ise Kemal Tahir’in eserlerinde tercih edilen dil ve üslûp yaklaşımlarının toplumsal karşılığına dair ayrıntılı çözümlemeler mevcut. Kurtuluş Kayalı’nın önsöz yazdığı kitabın sadece Kemal Tahir okurları tarafından değil, ideolojik angajmanları olmayan, hakikati arayan, milletine inanan ve her şeyden önemlisi Türkiye’nin ruhunu görmek isteyen okuyucular tarafından beğenileceğini düşünüyorum.

Kadir Yılmaz
twitter.com/Kadir_Yilmaz_

24 Aralık 2017 Pazar

İşte Kırım ve Kırım Tatarları'nın tarihi budur

Kırım, tarihi boyunca Rusya’nın Karadeniz’e inme ve Güney’de nüfuz sahibi olma politikalarının kilit noktası olmuştur. 1475’te Sultan Mehmet döneminde fethedilmesinden sonra Osmanlı İmparatorluğunun Doğu Avrupa’daki gelişmeleri kontrol etmesi sağlanmıştır. Biliyoruz ki Yavuz Selim Han şehzadeliği zamanında Kırım Kefe’yi sancak şehzadesi olarak yönetti.1784 yılından itibaren işgal politikalarını uygulamaya geçiren Rusya 19. yüzyıl da dâhil olmak üzere yüzyıllarca süren acılara sebebiyet vermiş ve bölge Müslümanlarını anavatanlarını terk etmek zorunda bırakmıştır. Stalin zamanında bölgede işgal, sürgün, katliam, kültürel asimilasyon politikaları Tatarlarda unutulması imkânsız acılara sebep olmuştur. Şu Mübarek Topraklar kitabı, iktisadi ve siyasi öneme sahip bölge olan Kırım yarımadası ve bölgenin etnik grubu olan Kırım Tatarlarının tarihinin izini sürmektedir. Yapı Kredi Yayınları tarafından neşredilen kitap, Paul Robert Magocsi tarafından kaleme alınmış ve 10 bölümden oluşmaktadır. Kitaba Kırım’ın jeopolitik tanımıyla giriş yapan yazar; “bol güneşli bir memleket. Geniş sahilleri denizlerinin hem bedene hem de ruha deva hafif tuzlu sularıyla yıkanan bir memleket. İşte Kırım budur.”(sf. 9) diye tarif etmektedir.

Stratejik konumu ve verimli arazileriyle dikkat çeken Kırım, Hunlardan Venediklilere, Bizans’tan Osmanlı’ya birçok medeniyete ‘ev sahipliği’ yaptı. MÖ 1100 yılında Ukrayna’ya gelen Kimmerler MÖ 7. Yüzyıl’da Kırım topraklarına ulaştıklarında, hali hazırda orada yaşayan bir halk karşılaşırlar… Tauriler. Kırım’ın ilk yerleşimcileri olarak görülür. (sf. 19)

Kırım bölgesine ilk Türk akınları Hunlarla birlikte başlamıştır. Türkistan coğrafyasında ki olaylar sebebiyle İskitler, Hunların önünden, bu günkü İdil-Ural sahasına gelmişler ve merkez olarak da kendilerine Kırım’ı yurt edinmişler. Yazar Magocsi ise bu durumu “Yunan denizcilerinin ve yerleşimcilerinin Kırım’ın güney kıyılarına ulaştığı dönemde, İskitler Ukrayna bozkırlarına ulaşmış ve Kimmerleri yerlerinden ederek bugün Don nehri’nden Tuna deltasına kadar olan kısma egemen olmuştur.” (sf. 21) diye anlatırken İskitleri İran kökenli olduklarını belirtmiştir. Hazar Devletinin yıkılmasından sonra Peçenekler, Oğuzlar ve Berendiler arasında çatışmalar vukuu bulmuştur. Fakat kalıcı olmayı başaran ise Kıpçakladır. Bizansla ekonomik bağlarını geliştiren Kıpçaklar, Bizans ürünlerin Kırım dağlarının ötesine kadar nakledip Kiev Knezliğine kadar varıyor. (sf. 33) Doğu’dan Moğolların gelmesiyle bu düzen son bulmuştur. Yazar kısa Cengiz Han tarihini anlatırken, ordularının fetihleri sırasında ele geçirdiği Türkî gruplar olduğundan bahsetmektedir. (sf. 35)

Cengiz Han’ın vefatı üzerine Ukranya’dan, Kafkas Dağlarına kadar uzanan geniş bir bölgede Altınorda devleti adını almıştır. Bugün Müslümanların içeresinde bulunduğu durumu 1204 yılında Hristiyanlar kendi içlerinde mezhep savaşı veriyorlardı. Batı Avrupalı Hristiyanlar, bölücü olarak gördükleri, Doğu Ortodoks Hristiyanları ile savaşmaktadır. Bu süreçte 1220’ler tarihinde Selçuklular, Mezhep savaşı içinde ki Hristiyan Bizans elinde ki kıyı bölgeleri ele geçirmiş ve “Altınorda ile sıkı ilişkileri Anadolu’dan Türki (Oğuz) yerleşimcilerin, özellikle de 13. Yüzyılın ikinci yarısında, Kırım bozkırlarına akın etmelerini doğurdu.” (sf. 38)

Altınorda devleti yıkılmadan 1428 yılında, Hacı Giray da, diğer hanlar gibi üzerinde hak iddia ettiği Altınordu tahtını ele geçirmek için, Lehistan Kralı ve Moskova Rus Prensi ile anlaşma yapmaktan çekinmedi. Bu arada, Kefe Cenevizlilerine karşı, Fâtih Sultan Mehmed Han ile de anlaştı. Hacı Giray, yerel Tatar beyleri tarafından Kırım’ı yönetmek üzere davet edilecektir. (sf. 43) Kırım hanı, 1502’de Saray şehrine hücum ederek Altınordu Devleti’nin yıkılmasına sebep olacaktır. Giray hanları mutlakiyetçi hükümdarlar değildi ve ülkeyi Kırım Tatar beylerinin aktif katılımıyla yönetiyorlardı. (sf. 49)

Kırım coğrafyası ticari faaliyetlerin yoğun bir şekilde kullanılan güzergâhtır. Bundan dolayı yıllardır doğu ve batı milletlerden gelenlerin tacirlere ve mallarına ev sahipliği yapmıştır. Kırım’ın ekonomi açısından temeli köle ticaretine dayanmakla (sf. 54) birlikte kürk ticareti de öne çıkmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğunu durumu kötüye gitmesiyle birlikte Kırım hanlarının ve beylerin payına düşen savaş ganimet gelirleri azalmıştır. Bu durum 1783’te II. Katerina döneminde Kırım devletine son vererek işgal etti. (sf. 59)

Rus Çarlığı Kırım’ı işgal ettikten sonra Kırım’ın demografik yapısını değiştirmiştir. Rusya ilk aşamada Kırım’dan Müslüman Tatar nüfusunu göç ettirmiş, göç edenlerin sayısının 10 ile 30 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. (sf. 63) İkinci aşamada ise Kırım’a dışarıdan Rus, Kazak, Alman gibi çeşitli toplulukları getirerek iskân etmiş. Rus Çarlığı tatarların Kırım’ı ilhak ettikten sonra kültürel değerlerini yok etmeye yönelik bir politika izlemiştir. Kırım Hanlığından kalma saraylar, parklar, çeşmeler, camiler bakımsızlıktan çürümeye terk edilmiş ya da bazı durumlarda kent temelli Rus imparatorluk idaresinin ihtiyaç duyduğu projelere yer açmak amacıyla kasten yıkılmıştı. (sf. 66) Kırım’dan Tatar nüfusu göçe zorlayan önemli nedenlerden biri bölgedeki Tatar nüfusun mülkiyet hakkının ellerinden alınması görünmektedir. 1820’lerden itibaren imparatorluk, Rusları Kırım’a yerleştirmekte ve ilerleyen yıllarda ise Kırım sakinlerinin 70 binden fazlasını Ruslar oluşturuyordu. (sf. 70) Takvimler 1863 yılını gösterdiğinde 140 binin üstünde Kırım Tatarının Osmanlı İmparatorluğuna kalıcı olarak göç etmiş ve bunun 784 köy boşaltılmıştır. (sf. 72) Rus İmparatorluğu hükümeti bu nüfus kaybını imparatorluğun diğer bölgelerinden Kırım’a yerleşmek isteyenlere özel parasal ve toplumsal ayrıcalıkla sağlayarak telafi etti. (sf. 74)

Birinci Dünya Savaşı yıllarında Rus İmparatorluk toplumunda devrimci dönüşümlere giden yol hazırlandı. Kırım Tatarları 1919 ve 1920 yıllarında Kırım’da devrim ve iç savaş döneminin aşaması oldu. (sf. 97) 1922 yılında Sovyet yetkilileri Arap alfabesi destekçilerini burjuva milliyetçisi olmakla suçladı. (sf. 113) Kırım Tatarı olan 3.500’e yakın devlet görevlisi, parti yöneticisi tutuklandı. 1931-35 yılları arasında ise yüzlerce camii kapatılması ve yarımadanın Müslüman din adamlarının çoğunun Sibirya’ya sürgüne gönderildi.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Alman işgalci güçleriyle aktif işbirliği yapmış olmak suçlanıp, 18 mayıs 1944’te Stalin emrni hayata geçirdi ve tüm Kırım Tatar nüfusunu sürmeye başladı (sf. 127) ve Kırımda fiilen etnik temizlik yapılıyordu. Ezici çoğunluğu oluşturan kadın ve çocukların üst üste kamyonlara doldurdular. Ölüm yaşlı, genç, zayıf dinlemiyordu. Susuzluktan ve pis kokudan ölen vardı. Savaş sonrası Sovyet rejimi bu idari değişikliğin yanı sıra Tatarlardan kalan tüm anıları ve Kırım’daki asırlık varlıkların izlerini silmeye girişti. (sf. 135)

Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan

23 Aralık 2017 Cumartesi

Unutmak ihanettir

Unutmayı, ihanet addeden bir zihniyete sahip birinin hikâyesidir bu.

Dünyadaki en büyük suçun ırkçılık olduğunu söyleyen aydının düşüncesine sahip bir adamın kitabı bu.

Ahlâk, utanmayı bilmektir diyebilen bir babanın oğluna aittir bu kitap.

Üç mühim soru soruyor bizlere belleğimizi tazelemek için:

1. Gazze’de kardeşinin biraz önceki patlamadan geriye kalan cansız bedenine bakan küçük kızın kara gözlerindeki acı, bundan sonra hangi toplumsal yaranın merhemi olur ki?

2. Filistin’deki çocuk, babasının onu korumak için siper ettiği gövdesini altından sağ çıkabilseydi eğer, bizim dünyamıza dair ne söyleyip ne yapacaktı kim bilir?

3. İki çocuğunu evde bırakıp işe giden genç annenin geride kalan yavrularının,çıkan yangında kanepenin arkasına sığınmakla kurtulacaklarını zannedip birbirlerine sarılmış halde bulunan cesetleri; hangi ekonomik göstergenin karşılığıdır sizce?

Dünya bizim için bir duraktır, mealinde olan İslam inancımıza göre tek düşüncesi bir ev satın almak için on yıllık ev kredisini alıp on yıl durmadan ev kredisini ödemekle uğraşan insanlara; Sicilyalı köylülerin kaç bin yıllık düsturunu bir kez daha bize göstermiştir bu:

Yalnızca, öldüğümüz yer bizimdir.

Suriyeli mültecilere ansızın ve iyi niyetle sorduğu "Size nasıl yardımcı olabilirim,neye ihtiyacınız var sizin” sorusuna ağlamaklı ve bir o kadar da hazin bir cevaba maruz kalan bir adamın hikâyesidir bu kitap: "Bizim, sadece güvene ihtiyacımız var, sadece güvene. Buraya geldiğimizden beri beş kız çocuğumuzu bizden çaldılar."

Havamız kirli, toprağımız verimsiz, bulutumuz asitli, şelalemiz mahpus, ırmağımız şaşkın, ağacımız kesilmiş, ormanımız yol olmuş.” diyen bir adamın hikâyesidir bu.

Mekân ile yer kavramını doyurucu bir tanımlamayla ayırt eden adamın hikâyesidir bu.

İyi yazının “kısa cümlelerle, samimi ve yalın bir üslupla ve sahici bir dille kurulduğuna” inanan naif bir düşünceye sahip bir adamın hikâyesidir bu.

İyi bir filmin “Başka bir dille oynamasının, ondan etkilenmeyeceğimiz” anlamına gelmeyeceğini dile getiren bir olgunluğa sahip adamın hikâyesidir bu.

Kendi yaşam öyküsünden on beş yıl öncesinde anlattığı “seyirci ve edilgen” bir olayı, on beş yıl sonrasında “fail ve etken” olarak anlatmasını ise şu cümlenin anlamına yürekten inandığı için anlatır: “Devrim gibidir bazı başlangıçlar, inanır ve vazgeçmezseniz eğer, mutlaka gerçekleşir.

Ülkemizde yazmaktan, okumaya vakit ayıramayanlar için şu cümleyi kuran bir adamın hikâyesidir bu: “Okumak, bende yazmak denen eylemi de aynı anda doğurdu.

Gogol’un Ölü Canlar’ını okuduğu günlerde, kitabın ikinci cildini bir çılgınlık anında şöminede yaktığını öğrendiğinde içinden “ah!” iniltisine benzer bir acı hisseden adamın hikâyesidir bu.

Hikâyesi olmayan adamlara acıyor gibiyim.” diyen bir adamın hikayesidir bu.

Rüyalarımızı, kalplerimizden başka soracağımız hiç kimsemiz yok.” diyebilen naif bir ruha sahip bir adamın hikâyesidir bu.

Oyunculuk kariyeri için kendi kendisine içinden şunları geçiren bir adamın hikâyesidir bu: “Sakın rol yapmaya kalkma, rezil olursun.

Yazdıkça içimdeki tortulardan kurtuluyorum diyen bir adamın hikâyesidir bu.

Söz söylemenin bedelinin ağır ödendiği bir coğrafya olduğunu belirten bir açık sözlülüğe sahip bir adamın hikâyesidir bu.

Abdulkerim Bülbül

21 Aralık 2017 Perşembe

IŞİD zihniyetinin arka planı

Her ne kadar son dönemde etkisi biraz azalsa da geçtiğimiz birkaç yılın en popüler konularından birisi IŞİD idi. IŞİD ve gündeme getirdikleri başta Orta Doğu olmak üzere İslam’dan sekülarizme, siyasetten ekonomiye, tarihten sosyolojiye, hukuktan psikolojiye, insan haklarından çevreye ve sanattan kültüre kadar oldukça geniş bir alanı ilgilendiren/etkileyen bir ‘gerçekliktir’. Dahası sadece bu coğrafyanın gündemine değil, geçtiğimiz dönemde, dünya siyasetine de damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. IŞİD bağlamında bizi ilgilendiren en önemli durum konunun İslam ile ilgili oluşu. Buradaki İslam kavramı, en yalın anlatımla, Müslümanların hâlihazırda yaşadığı din eksenli kültürel birikim ve İslam’ı konu edinerek bu yaşantıyı gerekçelendiren b/ilim dallarının ortaya koyduğu literal birikim olarak açımlanabilir. Konu bu hâliyle IŞİD’i aşan bir özelliğe bürünüyor ve sağduyulu şekilde derinlemesine bir analiz gerektiriyor. Bu değerlendirmede ele alacağımız kitap, yazarının da belirttiği gibi, “tüm eksiklerine rağmen” tam da bu noktaya tekabül ediyor diyebiliriz.

"Modern Dünyada İslami Yaklaşımlar" alt başlığıyla NotaBene Yayınları’ndan çıkan Peygamber'den IŞİD’e adlı yüz kırk sayfalık çalışmanın yazarı Ali Murat İrat. Yazarı önceki çalışmalarından tanıyanlar benzeri konulara çok uzak olmadığını bilir. Bu çalışma özelinde belirtmek gerekirse, farklı taraflara çekilmemeye gayret edilen konu sağduyulu bir yaklaşımla ele alınmış diyebiliriz.

Meseleyi en baştan analiz etmeye çalışan yazar konuya Selefilik kavramını irdeleyerek başlıyor. Selefilik kavramının ne olduğunu, nasıl ve nereden neşet ettiğini ortaya koymaya çalışıyor. Daha sonra Selefi görüşün günümüz temsilcisi olarak tanımlanan gruplar üzerinden ‘öteki’ Müslümanlar ile bu grupların etkileşimi ve Müslümanların tarihsel süreç içinde akıl ile olan “sorunlu” ilişkileri analiz ediliyor. Yazar ayrıca, Selefi görüşün önde gelen temsilcilerini ele alarak Selefi zihniyetinin zaman içinde geçtiği aşamalara değiniyor. Modernist olarak değerlendirilen Müslüman düşünürleri İslam’ı anlamak üzerinden değerlendiren İrat, itikadi tavrın siyasi açılımlarına, dönüşümlerine değiniyor. İslam ile politikliğin ilişkisi, özgürlük sorunsalı, ayrışmada Araplık-Şiilik gerilimi ve bu gerilimin ortaya çıkardığı şeriat karmaşası kitaptaki diğer konular arasında yer alıyor. Baştaki bölümlere göre daha kısa tutulan son bölümlerin konularını, Türkiye toplumunun İslami anlayışı, Müslümanların zaman algısı, heretik addedilen gruplar ve kitaba dair genel bir değerlendirme şeklinde sayabiliriz. Yazar, tüm bu konular bağlamında kendini dinin tek temsilcisi addeden her bir grubun ortaya koyduğu itikadi olmaktan çok siyasi yorumun “şeriat” olduğuna dair görüşlerin çelişkilerini ortaya koymaya çalışmış. Meseleyi etraflıca analiz etmek için konunun kökenine inme çabasına giren yazar, ele aldığı sorunu Allah Resulü’nün vefatıyla başlatıyor. Buna göre, Müslümanlar tarafından yüceltilse de dört halife devri sorunların başladığı dönemdir. Bu güne kadar geçen süreçte oluşan kırıklar o dönemin çatlaklarının sonuçlarıdır ve değişen zaman ve mekânla birlikte ortaya çıkan ayrışmalar neticesinde oluşan yeni şartlar karşısında Müslümanların ilahi mesajı gündelik yaşam üzerine yorumlamada başarısız olmaları sorunları daha da büyütmüştür. O dönem ortaya çıkan ayrılıkçı tarafların birbirleri hakkındaki tekfirci görüşleri bugünkü tekfirci anlayışın izdüşümüdür. Peygamberden sonra ortaya çıkan ayrılıklar içinde katı nakilciliği benimseyen Selefi anlayışın takipçilerinden olan IŞİD ve benzeri yapılanmaların hem teoride hem de pratikte kayda değer bir geçmişe sahiptir. IŞİD yapılanmasının devletleşme sürecini ele alan yazar, söz konusu yapılanmanın tarihi teolojik kökenlerinin yanında var olan bu alt yapıya konjonktürün eklenmesiyle IŞİD’in devletleşmesini sağladığını belirtiyor. Yazar göre Müslümanların yaşadığı coğrafyaya on yıllardır yapılan saldırı, katliam ve işgaller ilk dönemden beri var olan ama yeterli desteği bulamayan Selefi düşünceyi harekete geçirerek devlet kurmaya kadar götürmüştür.

Söylemek istedikleri göz önüne alındığında, yazar, oldukça kapsamlı bir konuyu başarılı bir özet çalışma hâlinde sunmuş diyebilirim. Genelden daha özele inildiğinde, gerek Türkiye için yaptığı analizlerde gerekse kitabın tamamında Türkiye’yle ilgili değinilerinde Alevilik ve Bektaşiliği konuya dâhil eden yazar, Sünniliğin bir asimilasyon ve/veya bir iktidar aracı olarak kullanılıp kullanılmadığını sorguluyor. Ayrıca, bu sorgulamaya bölgedeki etnik toplumları ekleyerek bu grupların genel kabul tarafından heretik olarak nitelendirilmelerinin nedenleri üzerinde duruyor.

Kitap boyunca epeyce tespit yaparak çözüm önerisi sunmaya çalışan yazar, “okuyucunun kişisel birikimi hiç kuşkusuz bu kitapta bahsedilmemiş birçok farklı konu başlığını da ortaya çıkaracak ve kitabın eksikliğini yüzüne vuracaktır” diyerek okuyucuya anlamlı bir açık kapı bırakıyor. Ali Murat İrat’ın yaptığı tespitlerden bir kaçını şöyle sıralayabiliriz: Kendi içinde müsamahası olmayan ve sorun üreten bir yapı olarak yekvücut olamayan İslam dünyasının bütüncül bir siyaset üretmesi de mümkün görünmemektedir. İslam’ı siyasal ve siyasal olmayan şekilde ayrıma tabii tutmak hatalı bir yaklaşımdır. Türkiye toplumu Sünnilik de dâhil Alevilik ile sağlıksız bir ilişki içerisindedir. İslam bugün yapıbozumuna uğratılarak şiddet yanlısı ve totaliter bir şekle dönüştürülmektedir. Yazarın yaptığı birçok tespit içinde benim en ilginç bulduğum ise, ‘Marksizm’in düştüğü tuzağa “İslamcılar” da düşme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarının farkında olmadıkları’ şeklinde özetlenebilecek olanı diyebilirim. Liberallerin toplumu birey eksenli değerlendirmelerine karşı Marksistlerin toplumu sınıf eksenli okumaları modernizmin getirdiği her şeye karşı çıkmalarına neden olmuştu diyen yazar İslamcıların da aynı şeyi yaparak yani modernizmin getirdiği her şeye karşı çıkarak Batı’nın istediği gibi davrandığını belirtiyor. Buradaki bir diğer ilginç nokta ise, modernizmin -bir anlamda Batı’nın- dayattığı şeylere karşı çıkışın yine Batı’dan ithal edilen yol ve yöntemlerle yapılmasıdır. Yazar, yaptığı bu tespiti, “İslamcıların her şeyden önce söylemsel bir değişiklik oluşturmaları şarttır. Aksi halde modern Ortodoks solun içinde düştüğü bunalıma düşmek üzeredir ve sözü edilen bunalım onları yok ederken diğer İslami anlayışlara da zararlar verecektir” diyerek çözüm önerisine dönüştürüyor ve belki geç kalınmadığını ama zamanın hızla aleyhte aktığını da belirtiyor. Kitapta hem tarihsel açıdan hem de güncel durum bağlamında yapılan değerli tespitler sunulan çözüm önerilerini gölgede bırakıyor diyebilirim. Gerçi çözüm önerilerini bir kenara bırakırsak İslami camiadan bu kadar rasyonalist ve cesur analizlerin azlığı göz önüne alındığında yapılan tespitlerin önemi daha bir artıyor.

Yukarıda da değindiğim gibi, genel çerçeve ve ana fikir açısından başarılı bulmama rağmen yer yer İslami terminoloji ve literatüre dair eksiklikler olan eser için en bariz eleştirim, yazarın İslam’ın bir paradigmaya sahip “ol(a)maması” şeklinde yaptığı çıkarım. Bunun yanında yazar, İslam ile diğer inançlar/dinler arasında bir değerlendirme yaparken hemen hemen herkesin düştüğü hataya takılmaktan kurtulamıyor maalesef. Öyle ki, iman bağlamında teslis inancını Tevhit inancıyla özdeşleştirebiliyor (sf.73). İslam’a göre Allah’ın insanlara peygamberler aracılığıyla ilettiği tek din İslam’dır ve dolayısıyla farklı zaman dilimlerinde insanlara tebliğ yapmış olan tüm peygamberler ‘aynı’dan ziyade tek bir dinin, Tevhit dininin elçileridir. İlahi dinler, tevhidi dinler, İbrahimi dinler ya da semavi dinler tanımlamasıyla kastedilen şey farklı olsa bile İslam’ın en temel kavramı olan Tevhit kavramı üzerine bu denli aşikâr bilgiye sahip ‘ol(a)mayan’ birisinin ‘İslami paradigma’nın ol(a)mayacağını iddia etmesi basit kalıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp