14 Kasım 2016 Pazartesi

Dünyanın gelip geçiciliğini hatırlatan öyküler


Yunus Emre ne doğru demiş: “Bu dünyada bir tek şeye yanar içim, göynür özüm; Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi.”. Ölüm vakitli vakitsiz demeden kapıyı çalıverir. Hazırlıksız yakalanırız çoğu zaman. Sevdiklerimizi bir bir toprağa sırlarız adeta. Okan Alay ilk öykü kitabını kaybettiklerine adamış.

Okan Alay’ın öykülerinde şiirsel bir dil kullandığını söyleyebiliriz: “Susan Adem’di, Havva’ydı, konuşan yüzde solan gül, yitip giden gündü.”. Dünyanın gelip geçiciliğini hatırlatıyor öykülerinde: “Susuyordu herkes. Babaannem, kadın, çocuk ve ben… Konuşan; o!..”. Susarken sesleri daha iyi duyabilen karakterler var. “Kadın ve çocuk, ikisi de susuyordu. Biri ceylan oluyordu, öteki elleri böğründe annesi…

Bir Yanıtı Yoktur…” kısa, yoğun bir öykü. Ölüme işaret ediyor.

Geçmiş Haller Albümü”nde şehir hayatı içine savrulmuş, apartmanlar arasında sıkışmış karakterin ahvalidir anlatılan. Eski bir fotoğraf albümü sayesinde geçmişine yolculuk yapmasına, anılarını tazelemesine, özlemlerine tanık oluyoruz:

Birden vitrine bakarken dikkatimi fotoğraf albümü çekti. Sanırım kayıptı uzun süre. Aklım onda kaldı. Onun şekillere aksetmiş dünyasına girmek, orada müstesna anların sonsuzluğa uzanan akışına dalmak istedim.

Yitik Zaman Yolcusu” başkası tarafından tecavüze uğrayan ve de sevdiğine kavuşamayan Müjgan’ın halleri, kendi ağzından anlatılmış:

Çıldıracağım! Nasıl yok sayayım geçmişi! Süslenmeliymişim, yok niye genç bir kız gibi değilmişim, yok neden makyaj yapmıyormuşum! Hıh güldürme beni anne. Sinir krizleri geçirdiğim zamanların şahidi jilet kesiği kollarımı mı görsünler, tenimde bir ömürdür sakladığım kiri mi görsünler. Yapma be anne, kandırmayalım birbirimizi.

Müjgan bir ırmağa atlayarak intihar ediyor. İçsel konuşmalarla örülü bir öyküden bahsedebiliriz. “İğreti” öyküsü ise, Almanya’ya çalışmaya giden kaçak işçilerin hayatlarından kesitler sunmuş bize:

Oysa burada hangimiz iç açan bir öyküye sahiptik ki! Her birimiz bir başka coğrafyadan kopup gelsek de acılarımızın, gözyaşlarımızın dili bir değil miydi? Yalnız, yorgun ve sürgün kimselerdik bu uzak yerde.

Kara Kaplı Kitap” bir deprem sonrası bulunan bir şiir kitabının sahibine, ölenlere, kalanlara dair acı bir öykü. “Yalnızlık Şehirde Saklı” ve “Bir Aşkın Kıyısında” giden ve kalanlara dair sorgulamalarla dolu iki öyküden söz edebiliriz.

Birbirinden güzel on iki öykü var İçimdeki Uzak’ta. Hel Yayınları’ndan 2015 yılında çıktı. Okan Alay akademik çalışmalarını yaparken, Türkçe, Farsça, Kürtçe çevirileri ile de bir yandan Halk edebiyatına katkılarını sürdürüyor. Çeşitli ödüllere layık görüldüğü şiirleri, Suyun Gölgeye Karıştığı (2005, Yom Yayınları) ve Yanılgılar Evi (2010, Yasakmeyve Yayınları) adlı iki şiir kitabıyla gün yüzüne kavuşmuş oldu. Yazarın Varlık, Hayal, Hece Öykü, Yedi İklim, Mühür, Temrin, Lamure gibi dergilerde inceleme-metin, öykü, şiirleri yayımlanmıştı. Halen çeşitli dergilerde ürünleri yayımlanmaya devam ediyor.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

9 Kasım 2016 Çarşamba

Bir dönemin zihin dünyasına ışık tutan üç seyahatname

18. Yüzyıl sonrası dönemde Osmanlı’nın hasta adam olarak tanımlandığı bilinen bir vak’adır. Bunu daha önce bu sayfalarda dile getirmiştik. Bu ayki kitaplarımızda bu minval üzerindedir. Bunlardan ilki Ömer Lütfi’nin Yüz Yıl Önce Güney Afrika, Ümit Burnu Seyahatnamesi adlı kitabıdır. Bu seyahatnamenin arka planı seyahatname kadar ilgi çekicidir. İngiliz himayesinde olan Güney Afrika’daki Müslümanlar arasında dini hususlarda çıkan bazı münakaşaların neticesinde İngiliz Kraliçesi, devrin Sultanı Abdülaziz’den bu hususta yardım ister. Sultan, Güney Afrika’ya gitmek üzere dini konularda mütekamil bir kişinin görevlendirilmesini uygun görür. Masrafları Devlet-i Âliyye tarafından karşılanmak üzere Ebubekir Efendi ve ona yardım için Ömer Lütfi görevlendirilir. 1862’de İstanbul’dan yola çıkan Ömer Lütfi ve Ebubekir Efendi, Akdeniz üzerinden Marsilya’ya, oradan Paris’e, daha sonra da Londra’ya yolculuk etmişlerdir. Londra’dan kırk dört günlük uzun bir deniz seyahatinin sonunda Güney Afrika’ya 17 Ocak 1863’de varırlar. Yanlarında götürdükleri dini kitaplarla eğitime başlarlar. Bunun dışında Ömer Lütfi, Güney Afrika’da gezdikleri yerler ve Müslüman cemiyeti hakkında da yazılar kaleme alır. Ömer Lütfi, burada dört sene kaldıktan sonra İstanbul’a dönmek için yola çıkar. Dönüşte Mekke i Mükerrem’e, oradan da Mısır’daki El Ezher Medresesi’ne ilim tahsili için gider.

Diğer iki seyahatname ise aynı gemide yola çıkan iki Osmanlı memuruna aittir. Devlet-i Âliyye’ye ait Bursa ve İzmir korvetleri, Basra körfezine gitmek üzere 12 Eylül 1865’te yola çıkarlar. Basra’ya Afrika’nın çevresini dolaşarak gitmeyi planlamışlardır. Afrika’nın en batı ucu olan Yeşil Burun civarında büyük bir fırtınaya yakalanan gemiler, kendilerini Güney Amerika’da bulurlar. Brezilya’nın Rio de Jenario şehrinde çeşitli tamirat işlerini yapmak için gemiler burada demir atar. Bu sırada Osmanlı gemisinin şehre geldiğini duyanlar gemiye gelirler. Bunlar arasında Afrikalı Müslümanlar da vardır. Müslüman halk gemideki Osmanlı askerlerine büyük hürmet gösterirler. Seyahatname yazarlarımızdan biri olan ve Bursa korvetinde imamlık vazifesi ifa eden Bağdatlı Abdurrahman Efendi, bazı dini konularda eksikliğini gördüğü Müslüman halkla yakından alakadar olur. Gemilerin tamiri bitip yola çıkmaya hazırlanılırken gemi imamı Abdurrahman Efendi, kaptanın da mutabakatıyla Brezilya’da kalmaya karar verir. Gemi ayrıldıktan sonra buradaki Müslümanların problemlerini çözmek için çaba sarfetmeye başlar. Burada kaldığı süre boyunca Brezilya’da başka bölgelere de gider. Daha sonra da vatana dönmek için yola çıkar. Bu dönüş yolculuğu sırasında “Brezilya Seyahatnamesi” adlı eseri kaleme alır.

Gemi, imamını Brezilya’da bırakarak yola çıkmış olan Bursa korveti, Basra Körfezi’ne doğru yola çıkar. Gemi, Güney Afrika’ya uğrar. Burada Devlet-i Âliyye’nin görevlendirdiği Ebubekir Efendi gemi mürettebatı tarafından gemide misafir edilir. Güney Afrika’yı geride bırakan gemi, Basra’ya doğru yola çıkar. Bu yolculuğu sırasında gemide bulunan Mühendis Faik, yolculuğun başından itibaren tuttuğu notları Seyahatname-i Bahr-i Muhit adlı eserde toplamıştır.

Daha önce sadece kitabî bilgiler düzeyinde bilgi sahibi olunan diyarların bil-fiil tecrübe edilmesi, Osmanlı insanında daha sağlıklı intibaların oluşmasını sağlamıştır. Zahmetli tecrübeler neticesinde edinilen bilgi ya da intibaların kitaba dönüşerek bugüne aktarılması sayesindedir ki günümüz okuyucusu da onlardan istifade edebilmektedir.

Bu yazının ana konusunu teşkil eden üç eser de bir dönemin zihin dünyasına ışık tutmaları yönüyle belli bir kıymeti ifade etmektedir. Genel itibariyle birbirine yakın zamanlarda kaleme alınmış olan bu üç kitapta Müslüman dünyanın ilgili devirlerdeki ahvaline dair aktarılan bilgiler, geçmişin olduğu kadar bugünün okuyucusu için de ufuk açıcı değerdedir.

Mühendis Faik, Türk Denizcilerinin İlk Amerika Seferi, Seyahatname-i Bahr-i Muhit, Kitabevi, İstanbul, Ocak 2006, ISBN 975-6403-83-7.

Bağdatlı Abdurrahman Efendi, Brezilya’da ilk Müslümanlar , Brezilya Seyahatnamesi, Kitabevi, İstanbul, Ocak 2006, ISBN 975-6403-76-4.

Ömer Lütfi, Yüz Yıl Önce Güney Afrika, Ümitburnu Seyahatnamesi, Kitabevi, İstanbul, Ocak 2006 ISBN 975-6403-80-2.

Ozan Sağsöz
https://twitter.com/terraincognitae

Pembe İncili Kaftan'da fütüvvet

Fütüvvet yazarı Ömer Seyfettin'in hatırasına

Sadrazam, Şah İsmail’e gönderilecek bir elçi aramaktadır. Elçinin şecaat sahibi, feta ehli ve devletin izzetini gösterecek biri olması gerekmektedir. Sadrazam bu vasıfta elçi bulamamaktadır; zira Şah İsmail şediddir. Ömer Seyfettin, Şah’ı şöyle tasvir eder: “Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi.”. Sadrazam toplantıda konuyu açınca hazirûndan kırmızı tuğlu kavuklu biri Muhsin Çelebi derler birinin varlığından bahseder. Muhsin Çelebi civanmert, yani özü-sözü bir, yiğit, yürekli, yüce gönüllü biridir.

Yazar Muhsin Çelebi’yi şöyle tanıtır:

Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Hiç büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez. Ama çok yüreklidir. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok kez savaşmıştır. Yüzünde kılıç yaraları vardır. Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir. (…) çok akıllı bir insandı! Yiğide, alçağa gerek duymayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandırayla büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi. Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı. Dinine bağlıydı. Ama tutucu değildi. Din, ulus, padişah aşkını ta yüreğinde duyanlardandı. Devletin büyüklüğünü, kutsallığını anlardı. Tek ülküsü, “Tanrı’dan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak”tı... Bilgisi, olgunluğu, herkesçe biliniyordu. İbni Kemal ondan söz ederken, “Beni okutur!” derdi. Şairdi. Ama ömründe daha bir tek kaside yazmamıştı. Hatta böyle övgüleri okumazdı bile... Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan yükselme yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurlu yolların sonunda, hep “kirli bir etek mihrabı” bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun gözünde çok yüksek, çok büyüktü. İnsan yeryüzünün üzerinde, Tanrı'nın bir çeşit temsilcisiydi. Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her varlığın üstündeydi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı; ama insan… Muhsin Çelebi her türlü aşağılanmayı sindirerek yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuştu. Yalnız savaş zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için ortaya çıkardı.

Sadrazam kendisini görmek ister. Diyalog şöyle gelişir: “Sadrazam (S): Bir kere kendisini görsek. Diğeri (D): Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi? (S): Nasıl gelmez? (D): Gelmez işte… Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir. (S): Devletini sevmez mi? (D): Sever sanırım. (S): O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.

Muhsin Çelebi “devlet için” çağrılınca icabet eder. Sadrazam’ın odasına “palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam” olarak girer. Sadrazam, “Bütün kullarının etek öpmesine, secdesine alıştığından, bir an eteğine kapanılmasını bekler. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm durmaktadır.” Ancak Muhsin Çelebi “göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adam”dır ve etek öpmez. Hatta “çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden çok rahat bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturur.

(S): Tebriz’e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin oğlum? der. (Muhsin Çelebi): Ne ilgisi var? (S): Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da. (Muhsin Çelebi): Ben şimdiye kadar devlet memurluğuna girmedim. (S): Niçin girmedin?

(Muhsin Çelebi): “Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi. Oysa zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü yaltaklanmayla, ikiyüzlülükle, dalkavuklukla çıktıklarından, çevrelerine hep bu aşağılayıcı geçmişlerin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimeleri, korudukları, hep alçak ikiyüzlüler, ahlâksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır. Yiğit, doğru, kendisine saygılı, özgür vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar.

Sadrazam: “Bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, dünya düzenine karşı çıkmak değil miydi? Şunun başını vurdursam” yollu düşünceler içindeyken ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitir: “İşte sen de yaltaklanma, ikiyüzlülük, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi, dürüstçe bir sözü çekemiyorsun! Sen de karşında yiğit bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, hor görülmenin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!” Sonra vicdanından gelen ses düşüncelerini şekillendirir: “Tam bizim aradığımız adam işte. Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, ulusuna yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi.

Muhsin Çelebi’yi uyarır: Şah İsmail “elçiye zeval yok” kuralını kabul etmez. Ola ki işkenceyle idam eder.

Muhsin Çelebi elçiliği görev değil fedakârlık olarak kabul eder ve şöyle der:

Mademki bu bir fedakârlıktır, ücretle olmaz. Karşılıksız olur. Hazineden bir pul almam. Gerekli göz alıcı muhteşem takımlı atları, süslü hizmetkârları ben kendi paramla düzeceğim. Sırtıma Şah İsmail’in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim. Sırmakeş Toroğlu’ndaki, kumaşı Hint’ten, harcı Venedik’ten gelme, “Pembe İncili Kaftan”ı alacağım. Sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun… Devletten hep alınmaz ya… Biraz da verilir!

Muhsin Çelebi, çiftliğini, mandırasını ve tüm servetini ortaya koyup kaftana sahip olup Şah İsmail’e gider. Şah’ın eteğini öpmez. Sultan I. Selim’den getirdiği fermanı teslim eder [Şöyle bir çevresine baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, “Beni zorla ayakta, saygı duruşunda tutmak istiyorlar galiba…” dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl karşılık vermeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili kaftanını çıkardı. Tahtın önüne yere serdi. Şah İsmail, vezirleri kumandanları aptallaşmışlar, şaşkınlık içinde bakıyorlardı. Sonra bu değerli kaftanın üzerine bağdaş kurdu].

Muhsin Çelebi Türkçe olarak bağırdıkça Şah İsmail kızar, sararır, morarır, elinde heyecandan açamadığı mektup tir tir titrer; sinirinden hiçbir şey yapamaz. Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filan istemeden, kalkıp kapıya doğru yürür.

Şah İsmail “Şunun kaftanını veriniz!” der. Savaşçılardan biri “Buyurun, kaftanınızı unuttunuz” diyerek kaftanı uzatır.

Muhsin Çelebi “Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok… Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz… Bunu bilmiyor musunuz?” diyerek her şeyini uğruna sattığı kaftanı İran sarayında ülkesi uğruna bırakır.

Ülkesine döndüğünde elçilikten yadigâr kalan atıyla değerli taşlarla süslü takımını satıp, Kuzguncuk’ta minimini bir bahçe alır. Onu ekip biçer. Çoluk çocuğunun ekmeğini çıkarır. Ölünceye kadar Üsküdar Pazarı’nda sebze satar. Pek yoksul, pek acı, pek yoksun bir hayat geçirir. Buna rağmen hayat boyu ne kimseye boyun eğer, ne de gösterdiği fedakârlık üzerine gevezelikler yapar.

Ömer Seyfettin Pembe İncili Kaftan hikâyesinde Şah İsmail’in adını zikrettiği halde Muhsin Çelebi dışındaki iki saraylının ismini zikretmez. Muhsin Çelebi “gazi-ahî” bir tiplemedir, hayatın içinde “ahî” geleneğine uygun bir “ekmek davası” ile yaşamaktadır. Bu hikâyenin önemi, kahramanın meslek erbabı olması, kimseye muhtaç düşmeyecek kadar bir geçimliği kesb etmesi, iflas etse dahi helâl yoldan geçim tutması, yiğitliği yere düşürmemesi, dünya malına değer vermemesidir.

Kahraman, yılların birikimi olan “maddiyatı”, değerlerinin karşısında kıymetsiz görmektedir. “Kaftan” yaşaması gereken “gövdenin” selameti için feda edilir. Sembolik anlamda “gövde”nin millet-devlet; Şah’a atılan kaftanın ise zenginlik-refah olduğu ortadadır. Bu sembolizmiyle hikâye, 10-13. asırlarda Anadolu’yu İslâmlaştıran fütüvvet topluluklarının esaslarıyla mutabıktır. Ne var ki hikâyede fütüvvetin “musâhiplik-muâhatlık” ilişkisinin bir toplumla yürütülebileceği vurgusu yapılmamıştır. Çünkü bu değerleri yürütecek bir toplum kalmamıştır. Sadrazam’ın civanmert bir adam bulmakta zorlanması da fütüvvetten kopulduğunun işaretidir. Nitekim Sadrazam, Şah İsmail’e elçi gönderecek olmasaydı Muhsin Çelebi’nin boynunu vurduracak bir niyete dahi kapılmak üzeredir. Oysa Muhsin Çelebi, kendi halinde bir adamdır. Saraya da menfaati için değil “devlet hizmeti” için gitmiş, hatta çağrılmıştır.

Hikâye, Osmanlı’nın fütüvvet topluluklarının civanmertliğine ne kadar muhtaç olduğunu, fütüvvet programının neticesinde Bu Ülke’de devlet kurulduğunu satır aralarında anlatmaktadır. Anadolu, civanmert adamların yurt tuttuğu bir ülkedir.

Anadoluculuk, “ruh cephesinin maden işçileri” olan bu hizmet ehli fetalar ile dün olduğu üzere şimdi de Yarınki Türkiye’yi kurmanın peşindedir.

Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi

25 Ekim 2016 Salı

Masalların sakladıkları: Bir toplumsal cinsiyet tartışması

“Ormanda iki yol belirdi önümde ve ben
Daha az yürünmüş olanını seçtim.
Bütün fark buradaydı işte.”
- Paulo Coelho

Dünyada yaşayan onlarca insanın büyüme dönemleri ile ilgili birçok şey söyleyebiliriz. Ancak beni en çok heyecanlandıran, hepimizin çocukluğuna şahitlik eden, ortak noktamız masallar. Zenginler, fakirler, sağlık problemi olanlar, turp gibi olanlar, yaramazlar, uslular, tek çocuklar ya da kalabalık bir ailede büyüyenler; birbirimizi tanımasak da bir arada olduğumuz, ilk duygularımızı yaşama fırsatı bulduğumuz, güldüren, öğreten, korkutan masallar, yüzyıllardır bu koca evrende bizlerin ortak yuvası oldu ve olmaya da devam ediyor.

Masal, insanın zihninde çeşitli algılar oluşmasını sağlamak, insanların davranış biçimlerini ve hayata bakışlarını biçimlendirmek için en temel ve en kestirme yollardan biri. Son dönemde masalların potansiyelleri, bilişsel psikoterapi yöntemlerine de yansıdı. Masal, insanların kendilerine zarar veren kalıplaşmış algılarının değiştirilmesi ve sağlıklı bir hale getirilmesinde bir tür tedavi yöntemine de dönüşmüş durumda. Her ne kadar sevimli görünseler de masallar, barındırdıkları “algı yönetme” potansiyelleriyle, yanlış ellerde sonu çok da tatlı olmayan yerlere varmamıza neden olabilir, hatta hepimizin bildiği birçok masalın, toplumsal algı yönetimleri için incelikle kurgulandığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla, masallar, yalnızca çocukların evreninde etkiye sahip değil, biz “büyükler”in dünyasında da masalın izlerini takip etmek mümkün oluyor.

Masallar ve Toplumsal Cinsiyet, masalların barındırdığı algı yönetimi politikalarını ve dünya çocukları olarak paylaştığımız ortak anlam yuvamızın tehlikeleriyle ilgili daha önce pek de dikkat etmediğimiz bilgilerden bahsetmesi nedeniyle çok önemli bir kitap. Kitabın yazarı ve masalla ilgili bu önemli araştırmanın sahibi Melek Özlem Sezer, kitabın önsözünde kendi masal tanımını paylaşarak okura “Merhaba!” diyor: “Masal, bir hayal disiplinidir.”.  Yazar, bu kitap aracılığıyla çok önemli ve birçoğumuzun gözden kaçırdığı çeşitli sorulara yanıt arıyor: Ölü bir prensesin, basit bir öpücükle hayata dönmesi bizi neden şaşırtmaz? Birçok masalda, kadınların sahip olduğu bir eşyanın cam olmasının ya da Pamuk Prenses’in tabutunun camdan olmasının altında yatan mesaj ne? Bir felaket habercisi gibi, masallardaki kadın karakterleri etkileyen nesnelerin kırmızı olmasının anlamı ne? Kırmızı kodu, masallar aracılığıyla zihnimizde hangi algıları yerleştirmeyi amaçlıyor?

Kitabın giriş bölümü “Bir Varmış Bir Yokmuş…”, masalların barındırdığı toplumsal cinsiyet ve iktidar simgeleriyle ilgili, okuyucuyu kitaba hazırlayan bir bölüm olarak kurgulanmış. Bu bölümde, masalların barındırdığı ve çocukların da yetişkinlerin de pek önemsemediği simgelerin bilinçaltımıza yerleşen gizli anlamlarıyla tanışıyoruz. Masalların diğer türlerinden farklılaştığı yönlere dikkat çeken Melek Özlem Sezer, dilden dile ve kültürden kültüre yaygınlaşmış masalların bu başarılarının altındaki nedeni şöyle açıklıyor: “…farklı ideolojilerdeki masalların popülerleşme oranlarını karşılaştırmak, ortalama kültürün neleri bünyesine alıp nerede direnç gösterdiğini izleme olanağı verir. İktidarı sorgulayan değil, ona destek olan, fon ne kadar fantastik olursa olsun aşk ve aile ilişkilerinde bir kalıbı sağlamlaştırmanın ötesine geçmeyen, cinsiyetçi masallar daha fazla yayılmış ve kemikleşmiştir.

Masallar ve Toplumsal Cinsiyet’in her bölümünde, masalların derine işleyen kavramlarla, alışılmışın dışında anlamlar yüklenmiş simgelerle ve bunların açıklamalarıyla karşılaşıyoruz. Öpüşme ve erginlenme törenlerinin bağlantısının detayları hayli ilginç: Öpüşmenin masallarda simgelediği şey, ilksel kabilelerin erginlenme ritüelleri. Pamuk Prenses’i bir anda dirilten öpücüğün aslında erotik bir anlam barındırdığını ve camdan tabutun bir bekâret mesajı içerdiğini öğrenmek, beni şaşırtıyor. Uyuyan ve kurtarılmayı bekleyen kadın -ki minik bir çocukken birçoğumuzun en sevdiği masal kahramanlarından bahsediyoruz-, genç erkeklere sorun çıkarmaması ve onlara kahraman olma fırsatı sunması nedeniyle, birçok kültürdeki “ideal genç kadın” dışa vurumu gibi görünüyor.

Kitapta tartışmaya açılan bir diğer konu, ideal bir dünya tasvirinde kadın ve güzelliğinin ayrı düşünülemeyecek kavramlar olmasıdır. Genç kadın bir femme fatale (cazibesiyle felaket getiren kadın) değilse, güzelliği her daim umut vadeden bir geleceğin anahtarı konumundadır. Aslında femme fatale de uzun uzadıya tartışılması gereken, erkin egemen olduğu dünyada kadınların güzelliğe, cazibeye ve güce sahip olmasına tahammül edilemediğinin en açık ifadelerinden biri olarak okunmalıdır. Kadının cinselliğini güce dönüştürmesi suçtur, kabul edilemez. “…acı olan kadının cinselliğini kullanması bu kadar ağır bir suçken, herkesin onun cinselliğini kullanmaya çalışmasının hiçbir suçlamaya maruz kalmamasıdır.

Masallar, evliliği kutsar ve güzel günlerin başlangıcı için evliliği bir önkoşul olarak sunar. Hastalıklardan, kötü üvey annelerden, çirkinlikten, kara büyüden ve diğer birçok kötü şeyden kurtulmanın yolu genç ve güzel bir kadın ile kahramanlığını kanıtlamış bir adamın evlenmesidir. Kadının evlilikteki en büyük kusurları her şeye söylenmesi, sadakatsizliği, talepkâr ve açgözlü oluşudur. Bugün, gündüz kuşağında ya da prime time’da yayınlanan ve çok izlenen dizilere baktığımızda, bu kötücül kusurlara sahip en az bir kadın karakterle karşılaşmamız, size de şaşırtıcı gelmiyor mu?

Kitabın en güzel yanlarından biri, kitapta adı geçen masalların kitabın sonunda okuyucuya sunulması olmuş. Kitabı bitirdikten sonra, yıllardır dinlediğimiz, anlattığımız, aktardığımız masallarla yeniden karşılaşmak, kitapta dikkat çekilen yerlerin farkına vararak masalı yapısöküme uğratmak ve anlam dünyamızda masalla ilgili yeni bir anlam dünyası inşa etme ihtiyacı hissediyoruz. Bir hayal disiplini olan masalların ardına saklanmış olan kuyulardan uzakta, başkalarının öpücüğüne muhtaç olmadan kendimizi var edebilmek umuduyla...

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

23 Ekim 2016 Pazar

Freud'u ve kuramını tanımaya başlamak isteyenlere

Psikanalizin kurucusu ve psikoloji alanında şüphesiz en çok tartışılan isimdir Sigmund Freud. Kendisinin de dile getirdiği üzere o aslında yeni bir şeyler söylememiş fakat söyledikleriyle psikoloji alanında çığır açmıştır. Her tezi bir anti tezle karşılık bulmuş ve psikolojinin mihenk taşlarından biri kabul edilerek çoğu kuram ona atıflar veya onun teorisine eklemeler yaparak oluşmuştur. Kendi yazdığı pek çok eserin yanında teorilerini anlatan, eleştiren yüzlerce kitap bulunmaktadır. Rüya yorumu ve analizi alanında uzman Psikolog Calvin S. Hall da bu yazarlardan biridir ve "Freudyen Psikolojiye Giriş" isimli kitabıyla Freud'un kuramını sistematik ve geniş bir şekilde, genel bir okuyucu kitlesini hedef alan akıcı üslubuyla bizlere sunmaktadır.

Kitabı beş bölüme ayıran Hall, birinci bölümde bir tıp doktoru ve psikolog olarak Freud'un kim olduğundan, kimlerden etkilendiğinden bahsetmiştir. Yazar, Freud henüz doğmadan önce, teorisini ortaya atmış olan Darwin ve Fechner'ın insanın diğer canlılar gibi incelenebilir bir varlık olduğu görüşünün ve tıp öğrencisiyken tanıştığı Brücke'nin dinamiklerle ilgili söylemlerinin Freud'un kuramına olan büyük etkisini bu bölümde ele almıştır.

İkinci bölümde Kişiliğin Organizasyonu başlığı ile İd, Ego ve Süperego'nun ne olduğundan bahsetmiştir. Freud'a göre tam bir kişilik bu üç sistemden oluşmaktadır ve her birinin görevi ve çalışma metodu vardır. Hall, bu üç sistemi o kadar katıksız anlatmış ki okuyunca zihnimizde bir şema oluşturmayı başarabiliyor.

Üçüncü bölüm Kişiliğin Dinamikleri başlığı ile bizlere id, ego ve süperegonun nasıl işlediğini ve çevreyle nasıl bir ilişki içinde bulunduğunu anlatır. Psişik enerjiden ve bu enerjinin dağıtılıp aktarılmasından, içgüdülerden, kateksis ve anti kateksislerden, bilinç ve bilinçdışından, anksiyetelerden bahseder.

Dördüncü bölüm Kişiliği Gelişimi başlığı altında Ego Savunma Mekanizmaları'nı ele alarak başlar ve en önemli savunma mekanizmaları olan bastırma, yansıtma, yön değiştirme, karşıt tepki oluşturmadan bahseder. Bu bölümde bizce dikkat çeken nokta; hepimizin bildiği ya da bir yerlerden duyduğu "bastırma" mekanizmasında bastırdıklarımız nereye gidiyor sorusunun cevabını veriyor olması.

Beşinci bölümde Sabit Kişilik'ten bahseder ve kişilikteki değişikliklerin önemli bir kısmının yaşamın ilk yirmi yılında gerçekleştiğini söyleyerek kitabı sonlandırır.

Diğer Freudyen kitaplardan farklı olarak bu kitapta Freud'un kişilik gelişimini 0-6 yaş aralığında sınırlamadığını görürüz. Kuramını daima değiştirmiş, düzeltmiş ve geliştirmiştir. Önceleri sadece cinsellikle açıkladığı libido kavramını yaşamının son yıllarında tüm yaşam enerjileri ile açıklaması sürekli bir gelişim içinde olduğuna bir kanıttır.

Başta da söylediğimiz gibi Freud pek çok konuda eleştirilmiştir fakat eleştirinin dozu artıp tamamen bir reddedişe dönmesi bizleri, psikoloji biliminin en üretken beyinlerinden birini göz ardı etmek gibi büyük bir hataya düşürür. Bu sebeple; yazarın oldukça objektif kalmaya çalıştığı, somutlaştırma adına her kavramı örneklerle açıkladığı, psikoloji bilgisi sınırlı olanların bile kolaylıkla anlayabileceği bir üslupla yazdığı bu eseri sizlere tavsiye ederiz. Keyifli okumalar.

Hümeyra Büşra Doğan
twitter.com/humeyra_busra

Hayat, bazen kocaman bir incinmeye dönüşebiliyor

Yaşadığınız güne/ ana dair cümleler bulduğunuzda o kitabı kendinize daha bir yakın bulursunuz ya… Yine aynısı oldu, “Yüzen Fazlalıklar”ı okurken “Bazı karşılaşmalar hiç boşuna değil!” diye geçirdim içimden.

Büyük bir hikâyenin içindeki küçük öyküleri okur gibiydim “Yüzen Fazlalıklar”da. Vaktin alabildiğine genişlediği bir zaman diliminde okuduğumdandır belki. Kimi zaman küçürek öykülerle süslenen bu kitabın kapağına -nedense- ilk önce deniz mavisini yakıştırdım. Sonrasında ise “Kırlangıç Senfonisi”ni hatırlayıverdim birden. Kapaktaki toprak tonlarını, daldaki o kuyruğu karalı tek kırlangıcın anlattığı şarkıyı ve masalsı dili düşününce… Böyle de olabilir dedim, “Yüzen Fazlalıklar” toprak rengiyle de anlam kazanabilir.

Gece muazzam bir gözdür; onun görüşü hiçbir şeyde yoktur çünkü karanlıktır.” cümlesiyle açılıyor ‘film’in perdesi. Kimi ‘sahne’ kısa, kimi ‘sahne’ ise alabildiğine uzun… Bazen değişiklik olsa bile kitap boyunca hep aynı kahramanlar çıkıyor karşımıza. (Aynı olayı, başka bir bakış açısıyla okuduğum da oldu.)

Dili incelikle işleyen bir yazar Fadime Uslu. Sakin sakin anlatıyor, acıyı bile o kadar dingin zerk ediyor ki okurun damarlarına!.. O bitimsiz sancı okuduktan sonra bırakıyor tortusunu.

Bir ada gibiyim, çevrem yüzen fazlalıklarla dolu. Rüzgâr hangi yönden eserse essin kıyılarıma vuruyorlar.” diyen yazarın anlattığı o hüzünlü öykülere dönüyorum şimdi. Birden yüzümde esen ada yeli, daha önce hiç duymadığım bir müziğin benzersiz tınısı, zeytin ağaçlarının beni kovuğuna çeken gölgesiyle karşılaşıyorum. Kelimeler arasında gezinirken, ayakkabılarımı çıkarıp o sahil kenarında yürür gibi oluyorum. Gün batımına doğru, yerden bir deniz kabuğu alıp içindeki öyküleri dinliyorum. O uğultu hiç dinmiyor.

Uyku Yılanı”, kısa bir öykü. “Yaşlı bir kadının arka bahçesindeki içi geçmiş kabakların arasından bir kör yılan taş avluya süzüldü.” derken masalsı anlatımıyla göz kırpıyor okura.

“Yüzen Fazlalıklar”daki anlatıcının ablası biraz ‘rahatsız’, ama fiziksel mi yoksa ruhsal mı ilkin tam anlaşılmıyor. Bazı şeyleri sezdiriyor gerçi şu satırlar: “Ablam uzunca bir süredir sadece kuşlarla ilgileniyordu. Baykuşlar, turnalar, kargalar, sonra kartallar simgeledikleri anlamlarıyla ablamın dünyasında yeniden oluşur, onların dünyasına dalıp gider, bulduğu anlamı hayatının parçalarıyla birleştirirdi. Kırlangıç vazgeçemediği kuşuydu.”, “Ebabillerdi yeni takıntısı. Dağ kırlangıçları. Neden ama? Bu neyin habercisiydi?”.

Öyküler, herhangi birimizin acısı olabilecek kadar tanıdık ve bir o kadar da sahici! Hayat, bazen kocaman bir incinmeye dönüşebiliyor. Ablası ile onun doğum gününü kutlarken anlatıcının telefonu çalıyor. Eşine doğum günü kutladıklarını söyleyince adam, “Bu kaçıncı yahu, insan bir yılda kaç kere doğar?” diye dalga geçiyor. İlginç bir ayrıntı, diye düşünüyorum okurken. Can acıtıcı aynı zamanda…

“Kırlangıç Senfonisi”, metaforik anlatımın hüküm sürdüğü hüzünlü bir aşk hikâyesi… İlk gençlik zamanlarına dair masalsı bir aşkı anlatıyor. “Rüyalar bazen acımasız olur…” cümlesi kalıyor aklımda en çok ve de “Bu bir kırlangıç senfonisiymiş ve dünya yaratıldığında duyulan ilk müzikmiş.” Kahramanı, Leyla Abla ilaç kullanıyor. Rüyalarına giriyor yıllar sonra kırlangıçlar. Mari onun bakıcısı. Leyla anlatıyor, Mari dinliyor. “Oralarda sen yoksan ben de yoktum Lu.” diyor. Sarsıcı bir öykü…

Acı da var kahramanların dilinde, suskunluk da, anımsayış da… Öykülerin genelinde lirik bir hüzün gizli sanki: “… ablamın sesinde denizle, hatta çok uzağımızdaki yıldızlarla ilgili bir şeyler vardı.” Bir poyraz. Zeytin ağaçları sonra… “Nostalji” öyküsünü okurken diğer öykülerdeki gibi bir sahil kasabasına iner gibi oluyoruz. “Sesinde dingin denizlerin, o denizlerin içine doğru hafif esen yelle sürüklenen -ipini çoktan koparmış- başıboş sandalın çevreye yaydığı miskin havası vardı. Sırtını dayadığı kale burcundan çekildi. Saçını uçuşturan rüzgârı avuçlarıyla yüzünden sıyırdı.

Özgür Kedi Kokusu”nda otostopla arabasına aldığı yaşlı bir ressam kadınla arasında geçen diyalogları var anlatıcının. “Sabit ve Değişken”de "Bana yeni bir şey söyle, öylesine yeni olsun ki anlamını hemen bulamayayım. Dışında kalacağım bir cümle kur." diyor. “Teke”de de: “Tırmanacaksın,” diyordu, “kalp atışların artacak, soluğun yetmeyecek ama tırmanacaksın. Zirve ne kadar dağın tepesiyse o kadar da senin uçurumundur. Oradan derinine bakacaksın.

Kabavata’nın anısına ithaf edilen “Son Turna” öyküsü ise oldukça şiirsel bir öykü. “Kiraz çiçeklerinin yumuşacık kokusunu soludu. Bu kokuda düzenli düşüncelerini erkeğinin yaptığı her şeye yöneltecek kadar sevgiyle dolu bir kadının imgesini bulurdu. Çiçeklerin kokusu tenini okşayarak cesaret ve güç veriyordu sanki. Gökyüzüne, coşkulu bir ırmağın akışına kapılmış gibi akıp giden bulutlara baktı.” Öykülerin arasına gizlenmiş imgeler hemen göze çarpıyor. “İlkbaharda bir alabalık, kendini suya bırakan”…

Fadime Uslu, anlatım sorununu aşmış bir yazar. Öyküleri kimi zaman üstü örtük kimi zaman açık bir anlayışla yazılmış sanki. Orada, burada, şurada karşılaşacağımız herhangi bir acıyı doluyor diline. İnsanların içlerine eğiliyor, okurken içimize eğilelim diye belki de. Anlatıcı ile ablası ve onun ‘hayat arkadaşım’ dediği bakıcısı Mari’nin öyküleri, sanki bir romanın bölümlemeleri gibi duruyor. Bu, yazarın bilinçli tercihi sanki… Ancak atmosfer ve kahramanlar aynı olunca ritim de ister istemez biraz yeknesaklaşıyor. Bunu da son bir not olarak düşmek istedim.

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt

Hafızamızda artık yer tutmayan bir diyara tutulan ışık

Ulus devlet sınırlarına çekildikten ve Batılılaşma gayretlerini arttırdıktan sonra bizimle temasta olan diyarların sesleri ve kokuları unutulmaya yüz tuttu. Tarihin akışı içinde ortaya çıkan ilişkiler hiç var olmamış gibi bir tutum takınıldı. 18. yüzyılın başlarında İsveç Kralı’nın Ruslar’dan kaçarak Osmanlı topraklarına sığınması ve beş yıl kadar Bender’de ikamet etmesi, yahut 16. yüzyılın sonlarında Lehistan'ın kral seçiminde Osmanlı’ya başvurması gibi hususlar unutuldu. Yakın bir tarihten örnek de verebiliriz: 1910 yılında Meksika’da gerçekleşen ihtilalden sonra bir dostluk nişanesi olarak Meksiko Şehri'ne (Mexico City) üstü İznik çinileriyle bezenmiş bir meydan saati hediye edilmiştir. Üzerinde bulunan plakette “La Coluna Otomona a Mexico Septembre de 1910” (Osmanlı’dan Meksika’ya Eylül 1910) yazılıdır. Saat, Meksiko şehir merkezinde varlığını devam ettirmekte fakat, onu hediye eden bizlerin dünyasında yazık ki bir yer işgal etmemektedir.

Bugün İsveç, Polonya ve Meksika ile ilişkilerimiz ne düzeyde diye sorduğumuzda, bu satırlarının yazarı da dahil olmak üzere susacağız. Çünkü, artık bu diyarlara ait bir fikre sahip değiliz; var olanlar ise bize ait değil. Yüzlerce yıldır dilimizde kullanılan Lehistan isminin İngilizce’den devşirilen Polonya ile ikame edilmesi aslında bakış açımızı göstermektedir. Bu bağlamda dünyanın diğer bölgeleri de unutulmamalıdır. Asya ve Afrika kıtasında da Osmanlı İmparatorluğu'nun ilişki içinde olduğu ve bunu yıllarca sürdürdüğü devletler, sultanlıklar mevcuttur. Hindistan'a 16. yüzyılın başında Portekizlilerin gelmesiyle Osmanlı Sultanından yardım istenmiş, bunun sonucunda ise Seydi Ali Reis Hint seferine gönderilmiştir. Seydi Ali Reis, bu seferde başarılı olamamış, fakat burada askeri danışmalık yapıp daha sonra da kara yoluyla İstanbul'a geri dönmüştür. Mirat'ül Memalik adlı eserinde bu yolculuğunu anlatmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun dış dünyaya gösterdiği ilgi 19. yüzyılda da sürmüştür. Hatice Uğur’un Başbakanlık Osmanlı Arşivi vesikalarına dayanarak hazırladığı “Osmanlı Afrikası'nda Bir Sultanlık: Zengibar” adlı kitabı hafızamızda artık bir yer tutmayan bir diyara ışık tutmaktadır. Kitapta 19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Osmanlı-Zengibar ilişkilerine, Osmanlı'nın bu diyara dair tasavvuruna yer vermektedir.

Zengibar, Hint Okyanusu’ndaki ticari ağın içinde olmasından dolayı önemini çok eski çağlardan beri sürdüre gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, I. Selim devrinde Mısır'ın fethinden sonra Kızıldeniz ve Hint Okyanusu'na açılmış ve bu gelişmenin ardından bir ticaret merkezi olan Zengibar‘a ilgi göstermiştir. Zamanla farklı istikametteki meseleler buraya olan ilgiyi azaltmış ve hatta unutturmuştur. Ama, 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun sömürgeci hareketlere karşı uyguladığı siyaset sonucunda Zengibar ile yakınlaşma tekrar hasıl olmuş, buraya değişik zamanlarda elçiler gönderilmiştir. Elçiler verdikleri raporlarda Zengibar sultanlarının İbadiye mezhebine bağlı olmalarına rağmen Osmanlı sultanı adına hutbe okuttukları ve her daim müttefik olmak istediklerini bildirmişlerdir. Bu bağlamda Kuzey Afrika dışında Osmanlı hakimiyet sahasına dahil olan bir “Osmanlı Afrika'sından” bahsedilebileceği gibi buranın Osmanlı zihniyet dünyasında da önemli bir yere sahip olduğu anlaşılmaktadır. 16. yüzyıldan itibaren Piri Reis'in Kitab-ı Bahriye'sinde veya daha sonraki dönemlerde Şeyh Gâlib’in mısralarında Zengibar’a dair bir tasavvur mevcuttur. Bunun dışında 19. ve 20. yüzyıl içinde Osmanlı İmparatorluğu'ndaki gazetelerde Zengibar'la ilgili makaleler de neşrolunmuştur. 20. yüzyılın başlarında İstanbul’a ticaret için gelmiş olan Hafız Mahmud Efendi, Afrika’daki Mehdi Hareketinin bir müntesibi olarak değerlendirilmiş ve tevkif edilmiştir. Zikredilen bu misal, aslında Osmanlı bürokrasisinin ne kadar uzak olsa da Zengibar'a dair bir mefhuma ve istihbarata sahip olduğuna işaret etmektedir.

Kitabın bu bağlamda zihnimizde uyandırdığı bir diğer mesele de, Osmanlı İmparatorluğu'nun 19. yüzyılda “hasta adam” olup olmadığıdır. Bu tanımlama, Avrupalı güçlerin Osmanlı'yı nasıl görmek istediklerinin ipuçlarının vermektedir. “Hasta adam” tanımlaması, Türkiyeli tarihçiler tarafından da kabul görmüştür. Bu durumun tekrar irdelenmesi gerekmektedir. Çünkü, bizim için başkalarının bizi nasıl gördüğü değil, kendimizi nasıl gördüğümüz daha önemlidir. Tarih gibi öznelliğin hakim olduğu bir bilimde, kavramları kullanırken daha dikkatli olmamız gerektiği gerçeği unutulmamalıdır. Kitabın yazarı da “hasta adam” gibi objektiflikten uzak kavramlaştırmalara dikkat çekmekte ve bunları sorgulamaktadır.

Osmanlı Afrikası’nda Bir Sultanlık: Zengibar isimli kitap, Osmanlı kültür coğrafyasının unutulmuş diyarlarından birine dikkat çekerek Osmanlı'nın sahip olduğu medeniyet tasavvuru zenginliğine dair ülke insanının bilinçlenmesine küçük bir katkı niteliği taşıyor.

Ozan Sağsöz
twitter.com/terraincognitae