19 Temmuz 2014 Cumartesi

Toplumsal gerçeğin yüzlerine bir bakış

“Hepimiz en az iki yüzlüyüz!”

Emrah Polat’ın Yüzler romanı bu cümleyle açılıyor. Her halükârda insanın en azından kendine sakladığı bir yüzü olduğu göz önüne alındığında romana dair ciddiyet arayışındaki okur için bir uyarı niteliği taşıyor bu cümle…

12 Eylül’ün çetin günlerinden kalan tortularla boğuşmanın, en azından 12 Eylül’ü güncelleyerek yeniden yaşamamıza neden olan mevcut düzenle de boğuşmak anlamına geldiği bu günlerde, karşılaştığımız farklı yüzlerin esasen aynı olan kalıplarının görülmesini isteyen bir yazar talebi ile karşı karşıyayız. Bu talep öznel bir tespit olarak değerlendirilebilecek olmakla birlikte; roman boyunca varoluşsal, toplumsal ve bireysel düzeylerde karşılanabilecek durumda olduğu gözden kaçmamalıdır. Ki burada bir eserin okuyucu için alımlama sürecinde yazarın meselesiyle tam bir uyum içinde değerlendirilmesinin beklenemeyeceği hatırlanmalıdır: Bu durum özellikle roman sanatı gibi teferruata eğilme imkânı sağlayan bir sanat için de en az şiir gibi daha muğlak ya da yoğun sanatlardaki kadar mevcuttur. Yazar için roman; birey üzerinden hareket ederek ulaşmak istediği geneli, kendi belirlediği çerçevenin içinde sunmak imkânı barındırır.

Kundera, daha sonra anlatı iskeletini oluşturacak farklı duyumsal uzamlardan söz etmeden önce “Roman hayali kişiler üzerinden görülen varoluş üzerine bir fikir yürütmektir” (Kundera,2005:97) derken, bu sanatın modern yönüne ağırlık veriyor görülmektedir: Nietzsche’nin dönemsel bir karakteristiği gösterme amacına yönelik Tanrı’nın ölümünü ilan edişiyle de açık olan birey odaklı dünya, roman sanatı için mecburî bir istikamettir. Değerlerin değişmesinin doğal bir sonucu olarak sanatsal imin kendisi kadar gösterileni de dönüşmüştür. Tıpkı sinema sanatında olduğu gibi yeni dünya, yeni araçlar ve yeni bir dile ihtiyaç duymuştur. Bu yenilik, modern insanın algısını biçimlendiren olgusal değerlerin yansımalarıyla bir yol bulabilmiştir ki bu değerlerler maddeci kavrayış, nesnel bilimsellik, toplumsallık ve bunların arasında inkişaf eden bireyselliktir. Bu yönden bireyi bir sonuç olarak kıymetlendirme gereği ortaya çıkacaktır -ki modern toplumsal yapıların tıpkı bilimsel sonucu merkeze alan bilme anlayışları gibi birey de- dünyayı açıklamak için bir merkez niteliğindedir. Bu merkez, roman okuyucusunun –tüm modern ve postmodern sanatlarda olduğu gibi- sanatsal imi görme biçimine doğrudan müdahale edecek, yön verecektir. Birey üzerinden varoluşa ilişkin fikir yürütme faaliyeti, modern okuyucunun algısına uygun olarak farklı tabakalarda tecessüm ederek toplumsal ve bireysel açılımlar taşıdıkça “gerçekleşmiş” bir romandan söz edilebilir. Ki bu tarihsel temaların tarihle sınırlı olmadığı, sosyal sorunların sosyalle, bireysel duygu ve yazgının da bireyle sınırlı olmadığı bir anlatısal düzlemi gerektirmektedir. Bunu başardığı ölçüde gerçeğin soğukluğuyla sanatın yüzleşebilmesi imkânı bulunabilmektedir.

Emrah Polat’ın romanı, bu gerçekliği “yüz” imgesi etrafında anlamın soğukluğuna paralel olarak gösterirken tarih, toplum, birey odaklarına yaslanarak yol alıyor. Kısa bir romana göre yoğunluğu dengeleyen bu anlatıda, insanın taşıdığı yüzlerin onu yazgısından dışarı çıkarmayacağı, sonsuz bir tekerrür fikrine de kapı aralıyor. Bu yönden romanın arka planı diyebileceğimiz 12 Eylül ve sonrasında yaşananlar, birer belirleyici olarak anlamlı bir bütün oluşturuyor. Nihayetinde içinde soluğumuz toplum açısından 12 Eylül, sadece ortaya çıkmış bir siyasal krizle sınırlı değil, aynı zamanda toplumun yeni yüzler kazanmasına sebep olacak kırılmaların da milâdıdır. Bu kırılmaları Özalcı politikalarının toplumu yıkıp yeniden inşâ etmesi, sosyal dünyanın bir kat daha maddîleşmesi gibi bazı sonuçlarıyla değerlendirmek, gerçek yıkımı belki görmekten mahrum edecektir. Ancak romanın diliyle söylersek yaşanan sürecin esas tesiri ortaya çıkan yüz kıtlığına rağmen ironik bir biçimde yüz enflasyonu olmuştur. Ki 12 Eylül ile birlikte köşeyi dönmek isteyen kalabalıkları işini bilen memurlar yönlendirirken devreye sokulan liberal ekonomik uygulamalar, Menderes’le birlikte meşrulaştırılan yağmanın “hür teşebbüs” adıyla ekonomik sisteme sabitlenmesi söz konusudur. Bu sistemin siyasal gerek ve sonuçlarından fazla olarak değerler dünyasında ortaya çıkan ve bireylerce de adapte olunan bütünlüğünde gidilecek yönler değil, aynı istikamette ilerlerken takılacak maskeler öne çıkmıştır.

Yüzler romanının kişilerinin bölümleri adlandıran kimlikleri göz önüne alınarak derlendirildiğinde Nazım, Arif ve Orhan’ın geçmişe ait ve anlıksal duruşları öykü boyunca üç düzeyi paralel olarak yansıtacak biçimde kurgulanmıştır denilebilir. Bu kurgulamanın anlatısal olarak farklı katmanlara denk geldiğini, bu katmanlarınsa zamansal yönden bazı temsiliyetleri içerdiği söylenebilirse de bu değerlendirmenin romanı basitleştirmeye hizmet edeceği açıktır. Ne var ki Yüzler, -bu zamansal bölümlere ayrıştırılarak- siyasallaştırılabilecek bir roman olarak değerlendirilemeyecektir. Neticede her eylem biçimi gibi roman yazmak da bir araç mesabesine indirgenebilir ve bu yönden Türk roman tarihinin oldukça verimli bir inceleme sahası olduğu bilinmektedir: Sadece toplumsalcılık ya da sosyalist gerçekçilik anlamında içerik üretilmesi biçiminde değil Türk romancılığı en başından beri sosyal değerlendirmelerin sunulduğu –ve hatta empoze edilmek istendiği- bir öyküleme yöntemi ile hemhâl olmuştur. Bu değerlendirmenin kapsamına Halid Ziya’nın didaktizmi, Yakup Kadri’nin seküler ahlâkçılığı, Peyami Safa’nın kafası karışık küresel çatışmacılığını dahil ederek düşündüğümüzde siyasal olanın anlamı açığa çıkacaktır…

Ancak Yüzler’in anlatıcısının durduğu yerin okurun dikkatinden kaçmayacak olması ve roman kişilerinin geçmişe ait anı ve bakışlarınn siyasal çıkarımlara yaslanmakta olması, siyasal bir tezden ziyade varoluşsal bir konumlanmayla ilişkili görülüyor. Bu konumlanmada siyasal olan, mevcudu biçimlendirmekle veya biçimlendirilmiş bireyin bugününü izah etmekle sınırlıdır. Ki babasının geçmişi ile ilişkili olarak bugünle irtibatlandırılan Nazım’ın “harcanması” siyasal olmayanın da son tahlilde siyasal olacağını doğrular bir niteliktedir. Yine Orhan’ın yazgısını duygusal anlamda Arif’le kesiştiren nokta olarak “aşk”, sadece sosyal çevrenin biçimlendirdiği ölçüde bir acı kaynağına dönüşüyor: Arif’in evlilik sorunu ve Orhan’ın Nazan’ı yitirmesi, doğrudan olmamakla birlikte toplumsal yapının içsel eleştirileriyle görünür hâle geliyor.

Burada N. Gün Uzun’un romanda “kadın”ın olmadığına dair eleştirisi bir başka yönü açıyor. Gerçekten de roman üç erkeğin öyküsünü içerirken bireysel ve sosyal varlıklarından öte kadınların temsilî düzeydeki varoluşları dikkat çekiyor: Orhan’ın Nazan’ı ve Nazım’ın annesi gibi Zeynep ve Naz da Arif için tamamlayıcı bir öğe durumunda: “hapisane sonrası standartlara uygun, sınıf atlamış, hayatını hale yola koymuş adam” fotoğrafının tamamlayıcısı (…) sıkıntılı ve tatminsiz yozlaşmasının hem kaçışı hem sonucu olan, parayla satın alınan haz”zının bir nesnesidirler bu kadınlar. (Uzun,2013) Bu anlatımınsa olumsuz değil olumlu bir ihtiva olduğu söylenmelidir: Yukarıda sözü edilen 12 Eylül yıkımının kadın ve kadınlık değerlendirmelerini de alt üst ettiği ve kadının sosyal dünya içinde yeniden pozisyon alması ile sadece kapitalist sistemin tüketim ve haz nesnesine dönüşmekle kalmayıp erkek dünyası için de bir anlam daralması yaşadığı açıktır. Bu yönden romanda vurgulu olarak görülmeyen kadın yüzlerinin, yine siyasal bir kaymanın neticesi olarak ele alınabileceği değerlendirilebilir. Ancak bugüne ilişkin durumu görünür kılmak adına geçmişin bir kontrast sağlayacak şekilde sunulmamasının bir eksiklik olduğu da söylenmelidir.

Yüzler, bir süreç romanı olarak toplumsal gerçeğin farklı veçhelerini katmanlar hâlinde sunarken gerçek yüzlerin yer altına itildiği bir maskeli baloyu da hatırlatıyor: “Burada kendimi temsilen bulunuyorum” diyen Oğuz Atay karakterlerinde sıkça gözüken nesnel kimliklerin zorunluluğunun kaynakları sergileniyor. Atay’ın ironiden hareketle sunduğu çatışma, Polat’ın romanında da acıdan beslenerek toplumsal algıdaki arabesk kültürüne yaslanıyor. Bu arabesk, Ankara’nın görülmek istenmeyen esmer yüzü ile süslenerek modernliğin harabeler yaratan kültürel yıkıcılığında şekillendiriliyor. Bu sebeple mekânsal olarak romanın Mamak, Seyranbağları gibi muhitlerde akışı, bir anlamda son otuz yılda dayatılan modernleşme maskesinin gerisine de işaret ediyor. Bu maskenin ise tarımın kapitalistleşmesi ile başlayan ve neoliberalizmle son bulan bir maceranın süreğenliğinde bütün bir ülkenin yüzünü örtmeye yaradığı gibi bugüne ilişkin algıları da biçimlendiriyor olması, romanın meselesi açısından dikkate değer bir sunum yapıyor.

Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper

13 Temmuz 2014 Pazar

Nostalji ve tükeniş arasında eski Ramazanlar

Ramazan ayındaki dini ve sosyal etkinliklerin gündeme getirilmesi, nostalji olarak sürekli “eski Ramazan”lardan bahsedilmesi modernleşen Türk kültürünün en önemli argümanlarından biri oldu. Çok partili hayattan önce “eski Ramazanlar” nostaljisinin bu kadar yoğun olup olmadığını bilemiyorum ama bilhassa televizyonun evlerimize girmesinden itibaren Neoliberal iktisadi kültürün etkisini gösterdiği 1980’lerden sonra enikonu bir Ramazan nostaljisi sürekli “ekran”larda tartışılır oldu. Eski Ramazanlar vurgusu genellikle çocukluğa aittir. Anlaşılan o ki Ramazan en fazla çocuklukta yaşanır. Bugün yaşı 70’lerde olan zevata eski Ramazanları hatırlattığınızda pek de olumlu cevap alamazsınız. Onlar için eski Ramazanlar, yokluktur, iftar ve sahurda çekilen sıkıntıdır.

2000’li yıllardan sonra Ramazan’ı yaşama kültürü çok daha farklı boyutlar aldı. “Görünür dindarlığın” önemli bir veçhesi olarak Ramazanları idrak etmek, restore edilmiş daha doğrusu imal edilmiş eski Osmanlı sokaklarında, televizyonlarda, gecelerde, kamusal iftarlarda mümkün olmaktadır. Neoliberal kültürün ayak izlerinin duyulmaya başladığı ilk yıllarda, 80’lerde evlerde verilirdi toplu iftarlar. Akrabalar sırayla birbirini davet eder ve çok büyük kalabalıklar evlerde toplanır, birlikte iftar açılırdı. Neoliberal kültürün, özgürlük, bireysellik ve piyasa mantığı sonucunda ev iftarları ortadan kalktı. Görece dindarlığın arttığı 2000’li yıllardaysa “dışarıda iftar” açma geleneği başladı. Şehrin “ulu” ve maneviyatı yüksek bir camisine, türbesine yapılan ziyaretin ardından lokantalarda iftarını etme, dolaşma, akşam ve yatsıyı kılma, Ramazan’a özgü eğlencelikleri ve ürünleri tatma kültürü en hızlı dönemini yaşıyor. Bunda tabi belediye organizasyonlarının etkisi büyük. Eski Ramazanlar, Hacivat – Karagöz, Direklerarası, Sultanahmet eğlenceleri, meddah gibi etkinlikleri de göz önüne alırsak Ramazan bizde en azından modernleşme tarihimiz itibariyle bir “eğlence” unsuru olarak da gelişmiştir. Halit Fahri Ozansoy’un Eski İstanbul Ramazanları kitabında anlattıkları, hatıraları, Ramazan’ın Müslümanlar tarafından içeride yani evinde ve kendi iç benliğinde yaşandığı gibi asıl toplu ve dışarıda yaşanmaya teşne olduğunu gösteriyor. II. Abdülhamit döneminde toplu kamusal etkinlikler serbest olarak Ramazan’da gerçekleşebilme imkânı bulabilmiştir. Ozansoy’un belirttiğine göre Ramazan Bayramı sevinçle beraber hüzün de getirirmiş: “Ramazanda, istibdat devrinin hürriyete benzer aldatıcı bir hava içinde serbestçe eğlenmeğe bıraktığı halk, bütün bir ay bundan geceli gündüzlü istifade etmiş, bir tarafta niyaz ve ibadetini yaparken, bir taraftan da bol bol eğlenmiştir. Şimdi yine inik kafesler arkasında, ayaklı veya asma lambaların tavanda dairesi çizilen ölgün ışığında aynı mistik hayat, aynı hülyalı geceler yeniden başlayacaktır.

Dergâh Yayınları Halit Fahri Ozansoy’un tüm kitaplarını Yakup Öztürk’ün editörlüğünde yeniden yayımlıyor. Bu kapsamda yayınlanan Eski İstanbul Adetleri yazarın gözünden İstanbul Ramazanlarını anlatıyor. Kitabın girişinde Öztürk, Türk edebiyatında Ramazaniyeleri anlatan kısa ama önemli bir sunuş kaleme almış. Ozansoy’un bu anıları, Ramazan’ın bireysel yaşanmadığını, bazı adetlerin pide almak, türbeleri ziyaret etmek gibi etkinliklerin her dönemde mutlaka yerine getirildiğini göstermesi bakımından önemli. Yazarın başka Ramazan anılarından farklı olarak uhrevi atmosfere, derin ibadetlere, Ramazan ibadetlerinin verdiği huzura temas etmesi Ramazan’ın bağlamını göz önünde tuttuğunu gösteriyor. Bu anılar eski Ramazanlar nostaljisinin dayanaklarını da çok net biçimde ortaya koyuyor esasında. Ramazan gelmeden önce yapılan hazırlıklar, evlerde herkesin kendisinin yaptığı Ramazanlıklar bugün artık Neoliberal kültüre bağlı olarak iyiden iyiye kalktı. Hazır gıdalar, hazır tatlılar, hazır sahurluklar eski Ramazanlar nostaljisini açıklıyor elbette. 80’li hatta 90’lı yıllardaki “bayramlık alışverişleri” de Ramazan’a, Ramazan kültürüne ve bayrama dolayısıyla eski Ramazanlar kültürüne dahildir. Günümüzde bayramlık için alışverişe çıkma kültürü neredeyse bitti. Çünkü yıl içinde mütemadiyen kıyafet alındığı için, bayram nedeniyle alınıp bir yıl giyilen elbiseler, tasarruf, tutumluluk ile birlikte ortadan kalktı. Yine eski Ramazanlar nostaljisini doğuran bir başka gelenek, toplu ev ve akraba iftarları da yok oldu. Ozansoy’dan öğrendiğimize göre, iftar yaklaşırken “çatkapı” iftara gelmek bir saygının yani ev sahibine verilen “kıymetin” örneğiymiş. Bu toplu ev iftarlarından sonra okunan şiirler, beyitler de yok oldu gitti. Belediyelerin organize ettiği sokak iftarları, iftar çadırları, buralardaki gösteriler, eğlencelikler, “dışarıda iftar açma” gelenekleri, evde yapılan bireysel iftarlardan sonra televizyonlardaki hocaların attıkları tiratlarla neşelenen menkıbe ve hadis eksenli anlatı programları eski Ramazanlar nostaljisini daha da artıracak. 2000’li yıllardan sonra Müslümanları etkisine alan göstermeye, kamuya dayalı yeni dindarlık, nostaljinin ötesinde tükeniş içinde olduğumuzu da açıkça anlatıyor.

Ercan Yıldırım
twitter.com/Ercnyldrm1
* Bu yazının tamamı Star Kitap'da yayımlanmıştır.

11 Temmuz 2014 Cuma

Cahil cahil gezmeyin!

İlber Ortaylı ismi, internet mizahının geldiği son nokta olan tek kare resim görseliyle çerçevelendirilmiş kırmızı banner üstüne beyaz yazı formatının yani capture akımının en önemli güncel malzemesi olarak pop-ikon seviyesinde bir yaygınlık kazanmış durumda. Ortaylı’nın ‘her şeyi bilen, birikimli, sempatik ihtiyar’ profili, cehalet ve bilgelik üzerine yapılan oldukça eğlenceli esprilere özne olmasına yol açsa da, ‘gerçek cahil kimdir?’ sorusuna verdiği cevabıyla capture akımına kapılanlara karşı bir erken teşhis koyma girişiminde bulunmuştu. Ortaylı’nın bu konuda raconu yine derin birikimiyle kendisine yakışacak bir biçimde kestiğini söyleyebiliriz. Anladığım kadarıyla hocanın halkın irfanıyla değil, keskin tondaki yarı-cahillikle bir meselesi var. Biliyorsunuz, erken teşhis hayat kurtarır, sonuçta Turgut Uyar’ın askerleri olduğumuz kadar İlber Hoca’nın da cahilleriyiz. İlber Ortaylı sevilen, saygı duyulan ve ilgi çeken bir sima. Peki, kitaplarını okuyan kitleyle, capture akımına kapılan sanal kitle eşdeğer bir oranda mı seyrediyor, tabiî ki hayır. Nihat Genç de böyle sevilmişti; muhteşem edebiyat eserlerini okuyan binlerce okur, buna mukabil politik ikon olarak takip eden milyonlarca hayran. Kitaplara uzaklığımız meselesi elbette başka bir bahis. Uluslararası arenada tanınan saygın bir bilim adamı olan İlber Hoca'nın, II. Dünya savaşı sürgünü vatansız bir tatar mültecisi olarak -hem de 1947'nin o zorlu koşullarında- evinden yani Kırım'ından çok uzakta bir şehirde, Viyana'da, dünyaya gözlerini açması ve ailesinin vatan olarak Türkiye'yi tercih etmesiyle başlayan büyük göç-sürgünü, gerçekten çok trajik hikâye. İlber Hoca’nın Timaş’tan çıkan Eski Dünya Seyahatnamesi isimli gezi yazıları toplamından oluşan kitabı, iki yaşında geldiği yeni ve kadim ülkesindeki sürgün seyahatine bir nazire olarak da okunabilir.

İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası’nda şöyle bir ifade geçer; “Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu dünyanın şahidi olmaktı.”. İlber Ortaylı da şahit olduğu şehirleri anlatıyor, gezdiği, gördüğü, sezdiği, özlediği şehirleri, eski dünyaya ait en güzel ve en kadim şehirleri… Ecdad toprağı olarak adlandırdığı Kırım’dan başlayan bu seyahat hikâyeleri; Ortadoğu, Mısır, Bahreyn, Yemen, Yunanistan, Arnavutluk, Makedonya, Bosna, Macaristan, İran, Rusya, İskoçya, Finlandiya, Kafkasya, İtalya, İspanya, Almanya, Çek Cumhuriyeti, Hindistan, Çin ve Japonya’ya kadar uzanıyor. Çağdaş bir seyyah gibi yarım asırdır hiç durmadan gezen ve bu gezileri sırasında gördüğü coğrafyalara turist dikkatiyle değil, derinlemesine bir hayretle bakan bir adam olarak Ortaylı’nın seyahatnameleri en az konuştukları kadar önem arz etmektedir. Bu sebeple farklı kültür ve gelenekleri hem kendi perspektifinden, hem de bu kavramsallığa dâhil toplam bir coğrafi referans üzerinden değerlendirebilecek engin birikim ve derin yorumlama kabiliyetiyle oluşturduğu Eski Dünya Seyahatnamesi kitabı kıymetli bir eser olmasının yanında bir rehberdir de. Ben özellikle İran, İtalya, Endülüs, Kırım ve Kudüs’ü anlattığı bölümleri çok sevdim. “Ticaret yeryüzünde kaybolsa Azerbaycan halkı yeniden bulur” gibi bazı milletler hakkında yapılan muzip tespitlere kitap boyunca sıklıkla rastlayabilirsiniz.

Hem geçmişi hem de bugünü aynı bakış içersinde buluşturan, kendi gözlemlerini tarihi bir fragmanın fonu ve referansıyla sunan ve İbn-i Haldun'un “coğrafya insanın kaderidir” sözüne nispetle ülkelerin ve sınırların kaderlerini anlamaya ve anlatmaya çalışan bir rehber olan Eski Dünya Seyahatnamesi çok amaçlı havasıyla; gezi rehberi, tarih kitabı, coğrafya atlası ve kültür broşürü gibi farklı anlam ve misyonlara açılan bir kapı olma özelliğini de taşıyor aynı zamanda. Seyahat ettiğimiz ülkelerde meselelere turist dikkatiyle odaklandığımız sürece asıl görmemiz gereken hiçbir şeyi göremeyiz. Turizm bunun için vardır zaten. Turistler için özel ayarlanmış oyun alanlarında oynamanızı sağladıktan sonra, sizi oradan hemen göndererek yeni müşterilere yer açmaya çalışır. Müze gezmeyi sıkıcı bulup alışveriş yapmayı çok sevmek; bu durum Evliya Çelebi’nin torunlarına ait bir tutku olmasa gerek. İlber Ortaylı’nın sözüyle bitirecek olursak; gezin tamam ama öyle cahil cahil gezmeyin, bir seyahatname falan bulundurun yanınızda. Eski dünyaya selam olsun.

Güven Adıgüzel
twitter.com/guvenadiguzel
* Bu yazının tamamı Star Kitap'da yayımlanmıştır.

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Toplu şiirde lezzet

“Ey bu bahçelerde esen eski şarkılar: Nerdesiniz?
Belki de ulu ağaçların yapraklarına saklanmış: Susuyorsunuz.”
- Bâki Süha Ediboğlu (Kürdîlihicazkâr: Avni Anıl)

Toplu şiirler, şair için ne kadar kıymetliyse okuyucu için de bulunmaz nimet. Zira bulunmayan o ilk kitaplar, merak edilen o ilk şiirler, şairin şiir serüveni direkt olarak izlenebiliyor toplu şiirlerle. Son dönem Türk şiiri üzerine bahsedeceğimiz ilk isimlerden Hüseyin Akın, edebiyatımızdaki 25. yılını doldurmuş şairlerden. Ülke Kitap tarafından taptaze yayımlanan “Sevmek, Karanfil ve Kiraz” işte bu 25 yılın şiirini ortaya koyuyor. Burada yine başa dönüyoruz, daha önce yayımlanan şiir kitaplarının bulunmasının çok zor olduğunu, özellikle de ilk iki kitabı bulmanın imkansızlığını düşünürsek toplu şiirlerin okuyucunun kütüphanesine nasıl bir zenginlik katacağını da anlayabiliriz.

Şiirlerinde ölümle burun buruna bir koku verir Hüseyin Akın. Fakat bunu dervişane, yani ölümün hayatın en doğal hâli olduğunu vurgulayarak yapar. Kanaviçe Kırları adlı şiirinde “Der ki içimden bir ses, sen hep öyle yalın kal / yol ne kadar çekse de durduk yerde ölünür” dizelerinden bunu anlayabiliyoruz. Hayatın içinde bir erkeğin yaşayabileceği en zirve ve en çöküntü duygular da yine şairin şiirinde bir izlek. Buradan Bakınca şiirince “Az şey değil bir kızı bir babadan çekip almak / bir konup bir havalanmış diye tam tepesinden gökyüzü” dizeleri de bunun bir örneği olsun. Yer yer kafiye, yer yer de modern şiir teknikleri Hüseyin Akın’ın şiirinde bolca bulunuyor. Şair bir yerde durmuyor, kendini en iyi nasıl ifade edecekse orada yer bulmak, yer yoksa da yer açmak istiyor. Bu sebeple uzun dizeler de görebiliyoruz, lirik ve kısa ifadeler de. Ama içinde hep bir özgünlük, hep bir özgürlük. Kumaştan Çalan Terzi şiirine bakalım: “Benim dilim varmıyor “nehir düştü!” demeye / çalınmış kumaşlardan terzi bir dağ dikiyor.

Toplu şiirlerin kronolojik irtibatı düşünülünce, okunan şairdeki tabiri caizse kuruluş, gelişme ve yükselme, duraklama dönemlerini yakalayabiliyoruz. Hüseyin Akın’ın toplu şiirlerinde daima bir kuruluş heyecanı, sürekli bir gelişme ve yükselme emeği, kesintisiz bir durgunluk var. Coşkuyla münasebeti hiç kesilmiyor okuyucunun. Özellikle Çöl Vaazları kısmında şair, okuyucunun eline kalemi aldırıyor. Burada şimdi bir duralım. Günümüz şairinin temel kaygılarından “altı çizilecek dize” ile Hüseyin Akın’ın “ele kalem aldırma” coşkusu arasında bir irtibat yok. Burada ciddi bir mübayenet var. Zira okuyucunun hafızasına çalışıyor şair, buradaki çalışmaktan bir boksörü hafızada canlandırmak mümkün. Dizenin hafızaya ve gönle kolay yerleşeni makbuldür. Bu yüzden Çöl Vaazları kısmı diğer bölümler arasından sıyrılıyor. Gol sevinci için formasını çıkarmayı tercih eden bir ileri uç oyuncusu gibi.

Şafak sökmeden daha alfabeyi”, “Aklıma düşürür hep yaşamak tasasını / ey aşk, ışıklı odalarda beni yeniden doğur”, “Bir parmak kalkıyor, mazereti var / hayat diyeceğini asla unutmaz”, “Sanki bana benziyorsun birazcık içten gülsen / Harbiye’den Elmadağ’a bir uçtan uca gülsen”, “Nerde bir yol daralsa sanki annem oluyor / bu gök denizinde ay takılırken oltaya”, “Nolurdu bizi bir kez göze alsa yaşamak / hatırlasa yürürken yalnız bıraktığını / evlerin kapılardan dışarı aktığını”, kitabın Çöl Vaazları bölümünden dizeler. Elbette bu “bölüm” isimlendirmesi doğru değil, toplu şiirlerde bölümlerin adlarının zaten daha önce yayımlanmış kitaplarının adları olduğunu belirtmemize pek de gerek yok.

Kitapta dört bölüm olduğundan bahsetmiştim. Sevmek, Karanfil ve Kiraz adlı ilk bölüm, Hüseyin Akın’ın 1986-1996 yılları arasında yazdığı şiirlerde oluşuyor. Oldukça doyurucu bir bölüm. İlk şiir “Kırk Numara İstanbul”dan son şiir “Ölesiye”ye kadar fasıl dinliyor gibi oluyoruz. Belirli bir makamda peşrevle başlıyor; kâr, birinci beste, ikinci beste, ağır semai, yürük semai ve saz semaisi şeklinde ilerliyor gibi adeta. İkinci bölüm “Ay Tanığım Olsun” adında. 1990-1998 yıllarını kapsıyor. İsmi gibi, coşkun ve sevgi içerikli şiirler dikkat çekiyor. “Sevgi Sloganları” ile başlıyor, “Arkadaşlarım” ile bitiyor. Tabutta Rövaşata filmindeki şu repliği hatırlatıyor: Ama arkadaşlar iyidir. Üçüncü bölüm olan “Çöl Vaazları”, şairin 1998-2001 arasında yazdığı şiirlerden oluşuyor. Hüseyin Akın’ın, çektiği her okla hedefi tam isabet vurduğu şiirler bu bölümde. Şairin geçmişe gelecekten bakması, çekip gitme isteği ve ölümün tüm samimiyeti gizli dizelerde. Kalpten gelen isyanı naif bir sesle çıkarıyor Hüseyin Akın:

“İşte gidiyorum ne dediğimi bilmeden
Küçüldükçe göğüm serinliklere çarpıyor gölgem
Baltalardan daha kesin duanıza muhtacım!..”
(Kedi Gölü)

“Jilet kirletir kanı, acıyı iple çeker
Ölüm değmemiş hayat elbet dokunaklıdır.”
(Giderayak)

“Gece geldi unutuşa dayandı
Bir kitaptan tam karşıya geçerken
Bütün sözler tutuldu
Bütün sayfalar yandı.”
(Geceye Dipnot)

Son bölüm Kumaştan Çalan Terzi, şairin 2001-2003 şiirlerini barındırıyor. Hüseyin Akın’ın kenara çekilme devri diyebiliriz bu bölüm için. “İşte şiirler burada, bense oradayım”, yani aynı yerde. Ancak burada okuyucuya bir sunum yapılıyor zarif bir tepside. Günümüzle içli dışlı, halet-i ruhiye temsili bir şiir olan “Mezin Dayı”dan:

“Nasıl olsa boşalmış zamanın zembereği
Bu metal gülümseyiş bu dijital çocuklar
Bir tek düşleri gerçek, çıkmayan sakalları
Sen bir halvet kollarsın, bir nefeslik kaçamak
Tutmuşsun yakasını bir salavattır gider
Mıhı çıkmış dünyanın boş bir inattır gider.”

Şiirdeki üslubunu denemelerinde de kurmuş, “lezzete düşkün” okuyucuya hitap eden, daima temiz bir disiplinle yazan Hüseyin Akın’ın 25 yıllık öyküsü diyebiliriz Sevmek, Karanfil ve Kiraz için. Sevmek güzel, karanfil dokunaklı, kiraz coşkun…

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
* Bu yazının tamamı kirkincikapi.com'da yayımlanmıştır.

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Kendisiyle yüzleşmek isteyenlere

Doğa Tarihi, Hakan Bıçakçı’nın 2014 etiketli son romanı. Kitabı diğerlerinden farklı yapan ilk şey Bıçakçı’nın hikâyenin merkezine bu defa bir kadın karakteri oturtmuş olması. Hatta öyle ki tüm hikaye müthiş bir ego rüyası içerisinde Doğa isimli metropol hanımefendisinin etrafında pür dikkat dönmekte.

Yazar tüm romanlarında olduğu gibi Doğa Tarihi'nde de aynı yolu izlemiş; usul bir giriş, hafif bir çalkalanma ve koyu bir patlama. Toplamda üç bölümden oluşan kitabın ilk bölümü "Eski Ayna", bir halka ilişkiler şirketinde üst düzey personel olarak çalışan Doğa ile okurun tanışma seansı. Bu bölümde 30’lu yaşlarının ortalarında yetişkin bir kadının dünyasından günümüzün tıkır tıkır basıp geçtiğimiz konularına, haşır huşur yırtıp önemsizce çöp kutularının en dibine attığımız detay meselelerine sokuluyoruz.

Hatırlamak istemediği ancak her fırsatta karşısına dikilen bir taşra geçmişi olan Doğa’nın iş, aile, ilişki, dostluk hırsları arasında kaybolmaya başlamadan önceki suni parlama ve yükselme dönemlerine eğilen "Eski Ayna" aynı zamanda sonun başlangıç sinyallerini de okurun sağına soluna yerleştirerek varış noktasına elleri boş ulaşmamaları adına yazar tarafından takdir edilesi bir başarıyla kurgulanmış.

En iyi arkadaşı iki ayda bir değişen, hayatının slogan sözü iki ayda bir değişen, en büyük tutkusu Facebook’ta fotoğraf paylaşıp diğer insanları kendisiyle kıyaslamak olan, en önemli takıntısı iş arkadaşı Alev’den daha başarılı olmak olan, en güçlü korkusu kilo almak olan Doğa! Enler içinde bir hiç olduğunu fark ettiği anda tozpembe görünen hayatı hızlı bir şekilde kararmaya başlıyor ve Eski ayna parçalanarak ruhunda tamiri imkânsız kesikler açıyor. Ancak doğa bu parçalanmadan da korkulu rüyası olan göğüslerini birkaç beden büyüterek kendi tabiriyle "zaferle" çıkmayı başarıyor.

"Dış görünüşüyle aklını bozmuştu. Kendi hayatıyla meşgul olmayı bırakıp başkalarının hayatıyla meşgul olmaya başlamıştı. Kendi gözleriyle değil, başkalarının gözleriyle bakıyordu kendine. Onaylanma hevesiyle. Hayatındaki her türlü eksiklik duygusunu, türlü maddi aşırılıklarla telafi etmeye alışmıştı. Mutlaka zengin, genellikle kaba ve her zaman can sıkıcı adamlarla takılıyordu. Zevk almayı değil zevk alıyor gibi görünmeyi seçmişti."

Paragrafıyla Doğa’nın durum özetini veren Bıçakçı tek bir karaktere yüklediği binlerce farklı ve akışkan anlama eşlik eden binlerce soru işareti ve bunların cevaplarında kişinin kendisiyle ilgili bulabileceği ince eleştirilerle dikiliyor karşımıza. Ve modern çağın sosyal hayatımıza zorlamayla soktuğu internet mecralarının kişisel ilişkiler üzerinde yarattığı derin tahribat, kendisini plazalar ve bol güvenlikli siteler arasında süren bir döngüye hapsetmiş bireyin yalnızlığı, bu yalnızlıktan kurtulmak adına yarattığı kolay kırılabilir desteksiz ve son derece basit bir dünya, o dünyanın para şöhret ilgi odaklı sınırları gibi konulara temas ediyor.

Romanın ikinci bölümü "Yeni Ayna" başlığıyla açılıyor. Eskiyi geride bırakmakta son derece karalı olan Doğa sevgilisi Onur'la birlikte yurt dışı seyahatine çıkıyor. Kendisiyle ilgili yeni kararlar alırken iş hayatında çeşitli atılımlar ve yükselmeler yaşıyor (Firmanın reklam yüzü olmak ve ilk kez tek başına şehir dışında bir sunuma çıkmak gibi) Doğa’nın İstanbul’dan yanında kimse olmadan kendi ayakları üzerinde ayrılışını aktaran bu bölüm karakterin sorumluluk duygusu, modernitenin dayattıklarından ayrı kaldığındaki küçülüşü ve metropolün ölümcül bir bağımlısı olduğunu fark etmesi bakımından hikaye gidişatında küçük ama önemsiz gözüken, fakat önem yükü son derece ağır bir bölüm olarak resmediliyor.

Okuyana her kitabında canlı kanlı çizgi roman kahramanları sunan Hakan Bıçakçı, Doğa Tarihi'nde bunu daha güçlü bir şekilde başarıyor. Doğayı hayal etmek belki de kendi içimizde onlarca doğa taşıyor oluşumuzdan son derece kolay. Hatları, yüzü, hal, hareket ve tavırları hatta yaşlı görünmemek adına azaltmaya çabaladığı jest ve mimiklerindeki geçişler bile okuyucu tarafında en ince detayıyla belirginleştiriliyor. Yeni Ayna’nın lekelenmeye başladığı bölüm sonuna doğru Doğa kitabın kapak görselinde de resmedildiği gibi adeta bir parfüm şişesinin içerisinde sonsuz bir boşlukta, hiçbir yere tutunamadan savrulmaya başlıyor. Önce babası, sonra sevgilisi, sonra en yakın arkadaşı ve son olarak büyük bir hırs ve tutkuyla bağlı olduğu yaşam amacı haline getirdiği işi parçalanıyor.

"Dünyanın en hızlı gülümseyen insanıydı Doğa. Red Kit’in silahını çekip kendi gölgesini vurmasından bile hızlı…. Kendi tiksintisinin karşısına geçip gülebilirdi. İçeride sıktığı dişlerini göstermeden."

Kitabın son ve en can alıcı bölümü olan "İki Ayna Arasında"da ise Doğa artık zaman, akıl ve duygu karmaşasında ve kendinden habersiz yaşam amacını işgal eden yapaylıkların istilasına maruz kalıyor. Eski etiketsiz günlerine duyduğu özlem korkunç kâbuslarla gün yüzüne çıkarken Doğa yalnızlığını sağda solda belirmeye başlayan küçük adamlarla konuşarak eksiltmeye çalışıyor. Birlikte yaşadığı annesini ve küçük köpeğini evden uzaklaştıran doğa boş vermişliğin tehlikeli kıyılarında durgun görünümlü fırtınaya gebe sulara kendisini bırakıveriyor. Hem’de tüm çıplaklığı ve tüm arınmışlığıyla. Aynalardan hangisinde daha güzel göründüğüne bir türlü karar veremeyen Doğa ikisi arasında sıkışıp kalıyor ve kendi sonuna doğru adım adım ilerliyor.

Bıçakçının okuyanını yormayan ancak her sayfada kendisine defalarca hayran bırakan anlatımı gündeliğin ölümcüllüğüne karşı Doğa üzerinden başlatılmış bir isyan gibi. Okurken "bunu ben de yapıyorum" denilemeyecek bir sayfa kitapta yok gibi. Bu anlamda bir özeleştiri metni olma niteliğini de barındırıyor Doğa Tarihi. Doğa’nın kısa ve çalkantılı tarihi günümüz insanına Bıçakçı kaleminden iddialı bir ültimatom. Kendisini eleştirmekten çekinmeyenlere, kendi kimliğini daha iyi analiz etmeyi arzu edenlere sıcak yaz günlerinde dolu dolu bir seans vadediyor...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_