10 Mayıs 2014 Cumartesi

Düşleri çalınan kadınlara

"Ancak, biri var, tüm bu düşenleri elinde tutan, yavaş ve sonsuza değin."
- Rainer Maria Rilke

Düşlerini çaldılar kadınların ta başlangıçtan beri. Zulüm, işkence, aşağılama, hor görme, şiddet uyguladılar, çünkü cehaletin en büyük düşmanıydı kadın. Çıkarlarını bozacak yegâne varlıktı. Kapitalizmle tarihsel erkek kimliğinin bir araya gelmesiyle tavan yapan bu kadın saldırganlığı Reha Çamuroğlu’nun kurgusuyla kelimelerle buluşuyor “Nazar”da. Dul ve çocuksuz yalnız bir kadının toplum tarafından dışlanışının yüzyıllardan beridir hiç değişmediğini gösteriyor. Ne farkı var ki Ortaçağ Avrupası’nda yaşayan şifacı ebe Mathilda’nın, 21. Yüzyılda hemen her gün kocası tarafından şiddete uğradığını okuduğumuz Ayşe’den Fatma’dan?.. Bugün nasıl bir devlet yöneticisi kendi egosal yıkıcılığının sebebini kadına yüklüyorsa, o zaman da bir kilise rahibi aynı şeyi yapıyor. Tüm günahların, savaşların, kuraklıkların ardına kadını yerleştiriyor. Bunu yaparken de özgür, yürekli, açık sözlü, cesur kadınları hedef alıyor. Çünkü böyle kadınlar cehalete karşı savaşıyor. Böyle kadınların yetiştireceği bireyler iktidarını tehlikeye sokuyor. Halbuki tarih boyunca en çok kadınlar savaşın karşısında duruyor.

"Tek işiniz savaşmak! Erkeklerimizi her türden savaşınızda ateşe odun olmak üzere bizden almak! Kocaları ve oğulları. Kalan kadınlarına da eziyet etmek. Erkeklerin yücelik dedikleri şey bu. Sizi savaşa koşan Tanrınız da erkek. Ama evet, onda bile iyi bir yan var doğru, çünkü o da bir kadının oğlu."

Bir erkek olarak erkek egemenliğine karşı çok net bir duruş sergileyen Reha Çamuroğlu, romanında dini unsurlar ve erkek egemen toplumun kadın üzerinde uyguladığı baskının yarattığı sorunları irdeliyor. Yazar bir röportajında “Bence bu kadar testosteron dünyayı yok eder, kadınlara tam da bu yönüyle büyük görev düşüyor" derken kadını daha yapıcı, koruyucu ve şefkat dolu bulduğunu vurguluyor. Romanın merkezine baskıcı iktidar tarafından cadılık ithaf edilen kadın karakter Mathilda’yı yerleştirip dönemin siyasal, kültürel, dinsel sorunlarını onun etrafında döndürüyor. Ve Mathilda’yla aynı kaderi paylaşan bir var bir yok olan diğer kadınlar.

Zamanın yok olduğunu da işte o zaman anladım. Ne diyorum ben! “Gündüz” ve “Gece” iç içe geçmişti. Sanki var olan sadece yoğun bir karanlıktı. Biri, bir şey, aniden bir yere ışık tutuyordu, orada dans ediyor, şarkılar söylüyor, “yaşıyorduk”. Sonra ışığı başka yere tutuyordu. Sonra… sonra… aşağı, yukarı, önce, sonra kaybolmuştu. Yoktuk. Vardık. Yoktuk. Vardık.

Cadı olarak adlandırılan şifacı kadınlar, bu kadınları yakmaya kararlı rahipler ve kim nereye çekerse oraya gidecek köylülerin rol aldığı hikâyede, Ortadoğu’ya özgü bir simge olan Fatma’nın Eli çıkıyor bir anda sahneye “yeryüzünün her yerindeki kadınların korunmaya ihtiyacı var” der gibi. Anadolu'dan Hindistan'a kadar "Fatma'nın Eli"nin kötülüklerden koruduğuna, inanılıyor. Hikâyede yer alan yalnız bir Türk kadın, Mathilda’nın yalnızlığına “Fatma’nın Eli”ni uzatıyor. O el kötü bakanı yakıyor, yıkıyor, çarpıyor. Diğer taraftan orta çağın karanlık ortamında geçen bir hikâyede ortaya çıkan bu el okuyanı yüreğini ferahlatıyor, zorlukların üstesinden gelme hissi veriyor.

Efsuncu kadını yaşatmayacaksın!
- Tevrat, Çıkış, 22:18

Nazar” 21. Yüzyılda, ortaçağ zihniyetine sahip karanlık zihinlerin yaratmaya çalıştığı baskıya, şiddete, adaletsizliği cadı avları üzerinden anlatarak bizleri uyarıyor. Yine de romanda, ölüme adım adım yaklaşan kadınların her şeye rağmen birbirlerine umut vermesi, dans edip şarkı söyleyerek ruhlarını özgür kılmaları “dünyayı birbirine tutunan kadınlar mı kurtaracak?” arzusunu güçlendiriyor.

Tanrı’nın yarattıklarına şefkat ve merhamet hissi duymayanların, insanlara da şefkat ve merhamet duymayacakları açık değil midir?
- Assisili Aziz Francisco

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

4 Mayıs 2014 Pazar

İstanbul'u daima özleyenlere

"Hiçbir şey aşktan daha önemli değildir." sloganıyla yola çıkıyor Ferzan Özpetek ilk romanı "İstanbul Kırmızısı"nda ve çocukluğunun İstanbul’una doğru yaptığı yolculuktan incelikli hayat dersleri aktarıyor.

İstanbul Kırmızısı Şubat 2014’te Can Yayınları tarafından basıldı. Yıllardır İtalya’da yaşayan başarılı yönetmen Ferzan Özpetek’in iç dökümü niteliğini taşıyan anı-roman tarzındaki metin iki ana karakter üzerinden ilerliyor. "Adam ve Kadın"; Adam Ferzan Özpetek’in kendisi, kadın ise Hollanda’dan İstanbul’a kocası ve iki arkadaşı ile birlikte seyahat eden Anna. Özpetek ve Anna’nın aynı uçakta kesişen hikâyeleri İstanbul’da kaldıkları süre boyunca birbirlerine kavuşmak için akıyor. Çocukluğunda yaşadığı evin yıkılacağını öğrenen Yazarın bu vesileyle annesi ve geçmişiyle yüzleşmesini aktardığı sayfalarda büyük bir özlem ve hüzünlü bir yıkımı çaresizce düzeltme çabası öne çıkıyor.

Değişenin ilk haline duyulan özlemi ustaca anlatan Özpetek’in parçaları boyunca filmlerinden izler bulmak ta mümkün. Şeker hastası babaanne, hırsız var bahanesiyle ev halkını ayağa kaldıran çapkın teyze, hep istediği ama bir türlü sahip olamadığı sevgi dolu baba… Serseri Mayınlar’da kendisine yer bulan tüm bu karakterlerin perde arkasını İstanbul kırmızısında sunuyor Özpetek.

"Çocukluk evleri terk edilir mi? Asla. Artık var olmasalar, greyderlerle, buldozerlerle yıkılsalar bile içimizde var olmayı sürdürürler."

137 sayfalık anlatı boyunca Anna karakteri adeta Özpetek’in karşı cinste yarattığı bir kendine aitlik, bir eş bilinç hologramı olarak okurun karşısına çıkıyor. Zira yazarın kendi yaşamında geçirdiği evreleri kısa bir süre içerisinde kendi öznel düzleminde yaşayan Anna, Özpetek’in öznelliği karşısında duvarlarını indirerek onun özüne ulaşıyor. İstanbul kırmızısı için bu noktada bir isyan ve direniş romanıdır da diyebiliriz. Karakterlerin hikâyelerini önce reddedip sonra tüm sükûnetleriyle kabul etmeleri, sonuç olarak ta eril ve dişinin birbirine karışmasıyla noktalanan gözlemlerin buluşması şeklinde ilerleyen kitap İstanbul’un Gezi Parkı eylemleri sırasındaki portresine iki yabancı tarafından sunulan bir bakış olması açısından da önem taşıyor. Güçlü gözlemler ve abartısız bir anlatımla örülen romanda Özpetek kendi İstanbul’unu şöyle anlatıyor:

İstanbul sadece Boğaz’ın bazı günbatımlarında birbirlerinde erimeyi başaran kırmızı ve mavidir. Ve kırmızı, seyyar simitçi arabalarının kırmızısıdır. Eski tramvayların alevli kırmızısıdır. Eskiden kahvelerde sunulan çay tabaklarının bezendiği turuncu kırmızıdır. Her zaman solgun ve hassas renklere düşkün olan annemin sürdüğü ojenin kırmızısıdır. Annemin almamı istediği şu an bavulumda duran Adidas eşofmanın kırmızısıdır…’’

Anna ve Özpetek birbirinin yansıması iki karakter. Annesini erken yaşlarda kaybeden ve çevresinde rol model hiçbir kadın bulunmayan Anna, babası ailesini terk eden kadınlarla dolu bir evde rol model bir erkek olmadan yetişen Özpetek. Bu nedenle duygusal dünyalarında meydana gelen zıtlıklar doğrultusunda hareket eden bu iki karakter tuhaf bir şekilde birbirine çekiliyor ve okur çarpışma anının büyüsünü hayal ederek metni bir solukta tüketiyor.

Kitabın bir başka boyutu ise yapma ve yıkma olgularına Özpetek kaleminden getirilen farklı bir pencere açıyor olması. Güncel tarihe lirizmle ve şefkatle yaklaşan yazar, okuyucusuna aynılaşmalardan uzak alternatif cümleler sunuyor. Her şeye rağmen babasına duyduğu sevgi ve saygıyı da annesine yönelten yazar eline geçen tüm fırsatlarda 80’lerindeki bu asil ve gururlu kadına duyduğu hayranlığı dile getiriyor. İtalya’dan sinemadan ve aşktan kopamayan bir adamın İstanbul’u daima özleyişinin hikâyesi olan İstanbul Kırmızısı okuyanı kendi hikâyelerini anlatmaya davet ediyor.

Kitapta yer alan Anna ve Özpetek’in hikayeleri ise vazgeçilemeyenin yüklediği ağır yükün altında ezilmek üzere olan iki insanın gücü yine kendi ruhlarında bulup ayağa kalkışlarının umutlu anlatısı. Hep bir özlem, hep bir yorgunluk ve bitkinlikle kaplı salt bir İstanbul sevgisi okumak ve hikayeler anlatmak için cesaretlenmek isteyenlere İstanbul Kırmızısı iyi bir kılavuz niteliğinde.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

2 Mayıs 2014 Cuma

Zamanın sıkıcılığından kurtaracak tarihi bir hikâye

"Onları kıskanıyorum. Kendinden emin insanları.
Herkesin bir evi, bir toprağı var.
Ben gökyüzünde uçan kimsesiz bir tohumum.
Bütün rahimler ölü benim için."

Murat Gülsoy, aynı çağda yaşadığımız için kendimizi şanslı hissetmemiz gereken bir yazar. Her kitabıyla, kurmacanın sınırlarını zorladığını hissettiren, metnin matematiğine kafa yoran güçlü ve yaratıcı bir kalem.

Gülsoy, yeni romanı, Gölgeler ve Hayaller Şehri’nde yine okurunu şaşırtıyor, evvelki kitaplarından farklı bir deneyime davet ediyor. Bu kez, yaşamadığı bir çağdan sesleniyor bize; 1908 yılında geçen bir hikâye anlatıyor.

Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’nin kahramanı Fuat Chausson veya diğer adıyla Franck Chausson dokuz yaşında Fransız annesiyle İstanbul’dan Fransa’ya gitmiş; Türk olan babası ise kendisi doğmadan evvel ölmüş bir genç adam. Fuat’la, II. Meşrutiyet günlerinde, Fransa’dan İstanbul’a yol alan bir gemide arkadaşı Alex’e yazdığı ilk mektupta karşılaşıyoruz. Dokuz yaşına kadar yaşadığı İstanbul’a bir Fransız gazetesinin muhabiri olarak geri gelen Fuat, İstanbul’u, meşrutiyeti, kendi anılarını ve yüzleştiklerini yazıyor Alex’e. Mektupları okurken, hem 1908’in İstanbul’unu geziyoruz hem de doğu ve batı arasında kalmışlığın gerek toplumsal gerekse bireysel sıkıntısını sezinliyoruz.

Gölgeler ve Hayaller Şehrinde, insanın varoluşsal sorularından birine, ait olma meselesine dair bir roman olarak da okunabilir. Fuat’ın arada kalmışlığı, kökünü arayış çabası, buhranları; yalnızca onun hikayesi olmasının ötesinde çok katmanlılıkla anlatılıyor.

"Alex, bu satırların yazarı aşk acısının sarhoşudur, şaşılacak denli mutlu ve aynı anda kederlidir. Haz ve acının, iki zıt kutbun, adeta geceyle gündüzün aynı anda, kendi karanlık ve aydınlığından bir nebze olsun kaybetmeden bir arada bulunabilmelerinin mucizesi karşısında nefesim kesiliyor. Zannederim, bu ancak Tanrı’nın yaşayabileceği bir tecrübe..."

Murat Gülsoy’un sadık okuru için, Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’deki en tanıdık şey ise elbette rüyalar. Murat Gülsoy, yine rüyalardan bahsederek, rüyalarımızı sorgulayarak hikâyeyi bilinmez bir alanın çekiciliğiyle besliyor.



Ey okur, her şey 1968 senesinde başladı.” Cümlesiyle açılan romanda, geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarken her şeyin nasıl bir süreklilik içinde olduğunu, bugünün de dünün bir devamı olduğunu hissedecek ve insan zihninin kadim soruları üzerine düşünmeye başlayacaksınız.

Gölgeler ve Hayaller Şehrinde, bizi zamanımızın sıkıcılığından kurtaracak tarihi hikâyeler okumak isteyenlere iyi gelecek, zihin açıcı, edebi lezzeti oldukça yüksek bir kitap.

“H.G. Wells üstadımızın makinesine binip geriye dönmek isterdim Alex, çok değil beş sene öncesine sadece. İnsan mutluluğun kıymetini mutsuzluk ânında fark ediyor ne yazık ki. Benim, hayatım dediğim şu garip maceranın en mutlu zamanları hep geride kaldı.”

* Hamiş: “Zamanımızın Sıkıcılığından Kurtaracak Tarihi Hikâyeler”e ihtiyaç duyduğumuz kitabın açılış mektubunda yer alıyor.

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

29 Nisan 2014 Salı

İyiyi kötüyle göstermek mümkün mü?

"Güce duyulan arzu, tüm tutkuların en aşikâr olanıdır."
- Cornelius Tacitus

"Güç baştan çıkarmaya hazırdır ve mutlak güç baştan çıkarır."
- John Dalberg-Acton
"Güç bir zehirdir."
- Henry Adams

Önce kitabın dayandığı gerçekten bahsetmek gerek. 1969 yılında California'da bir lisede tarih dersine giren öğrenciler ilginç ve unutulmaz bir olay yaşarlar. Palo Alto bunu aynı yıl "Dalga" adıyla romanlaştırır. Çünkü öğretmen Ron Jones'a göre yaşanılanlar korkunçtur. Dalga, bütün okulu alt üst etmiştir. Yıllar sonra Dalga, ABC kanalı için bir saatlik televizyon programı haline bile getirilmiştir.

Romanın konusu şöyle; tarih öğretmeni Ben Ross, öğrencilerine bir derste Nazi Almanya'sını anlatmaktadır. 1933-1945 yılları arasında sadece Almanları ilgilendiren bölgelerin değil tüm dünyayı etkileyen Nazilerin yaptıklarını bir belgesel film eşliğinde anlatır. Bu sırada sınıftan bazı sorular gelir. Bu sorulardan biri de Nazi yanlısı olmayan Almanların ya da başka milletten insanların, neden Nazilere karşı gelmedikleridir. Ben Ross, bu soruya ne kendini ne de öğrencisini tatmin edecek bir cevap veremez. Eve döndüğünde bunu bir deneyle göstermesinin doğru olacağını düşünür. Kitaplarına ve araştırmalarına gömülür, sonra da deneyinin formülünü bulur: Güç, birlik ve eylem için disiplin!

"Dalga" adındaki oluşum aslında bir deneydir fakat sınıftan başlayıp tüm okula ve hatta şehre yayılır. Ulusal bir birlik oluşturacağı artık söylentiden gerçeğe dönüşmeye başlar. Öğrencilerin aileleri büyük tepkiler gösterirler, derhal bu deneye son verilmesini isterler. Müdür, Ben Ross'u derhal bu işi bitirmesi için uyarsa da Ben Ross önce bildiğinden şaşmaz. Sonrasında sınıftaki Dalga yanlısı olmayan "biraz daha zeki" öğrenciler, arkadaşlarına göremediklerini göstermek isteseler de bu nafile olur. En sonunda bir gece Ben Ross'a giderler ve bu deneyi bitirmesini isterler. Ben Ross zaten bitirecektir, ancak deneyinden istediği sonucu alacağı zaman.

Bize eşitlikten bahsedenler aslında bize neleri kakalıyor? Bireyin özgürlüğü, toplumun özgürlüğü ve örgüt; birbirlerinden bağımsız şeyler mi? İnsan kendini keşfetmeden neye, nasıl hizmet edebilir? Bir başkası, senden değil diye, ona zarar vermek doğal mıdır? Bir disiplin içine girdiğimizde, fark etmeden kendimizi mi kaybederiz? Sorular, sorular, sorular. Todd Strasser'in romanı, işte bu soruları cevaplıyor.

Andre Gide
'in bir sözü vardır; "İyi düşüncelerle kötü edebiyat yapılır" diye. Bu roman, kötü düşüncelerle yazılmış başarılı bir metni, sağlam bir kurguyu ve iyi bir edebiyatı barındırıyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

28 Nisan 2014 Pazartesi

Dilini Alamanya'ya kiraya verenlerin kitabı

Parçalı, buhranlı, modern”ist” romanları oldum olası çok sevemedim. Bu nedenle Emine” Sevgi Özdamar’ın son kitabını biraz çekingenlikle aldım kitap rafından.

İçinde üç kısa öykünün (Annedili, Karagöz Alamanya’da, Bir Temizlikçi Kadının Kariyeri Almanya Anıları) yer aldığı ve yazarın annesi Fatma Hanım’a ithaf ettiği Annedili (Mutterzung) “Benim lisanımda dil şu anlama gelir: Lisan” cümlesiyle açılıyor; “Benim bir derdim var, hadi gel birlikte bakalım.” diye davet ediyor muhatabı kendine.

Yazarın oldukça sert bir dili var, tokat gibi çarpıyor yüzünüze. Yorucu, kelimelerin ucunu yakalamak için koştuğunuz, ilk başta iki yabancıyken okudukça aşina olduğunuz ve nasıl akıp gittiğini fark edemediğiniz bir dil bu. Diğer yandan bu vahşi üslubun anlatıcının çekingenliğinden, belki de korunma güdüsünden geldiğini kitapla haşır neşir olunca anlıyorsunuz. Kendi hayatından da parçaların yer aldığı, dolayısıyla yazarına dair de bir fikir sahibi olabileceğiniz kitapta altını çizdiğim çokça yer var ve her biri farklı bir sorunsal üzerinde ses veriyor: Annedili, göç, kapitalizm, sosyalizm, 60-70’ler Türkiye’si, ideal Almanya gibi kavramlarla yüzleşiyorsunuz anlatı boyunca.

Bir yaştan sonra ikidilli olmak, iki “annedilli” olmak nasıl bir duygudur bilmiyorum. İkisine de tanıdık ancak ikisine de yabancı kalır insan diye “tahmin ediyorum”.

Yazar ilk öyküsünde dilini en son nerede kaybettiğini sorguluyor, hangi kırılma noktasında artık Almanca düşünmeye, Almanca konuşmaya başladığını, hangi noktada bir dilde söylediği kelimelerin diğer dildeki karşılığını düşünmeye başladığının hatta hangi aşamada annedilinde aşık ol-a-madığının peşinden gidiyor.

İkinci ve son öyküde daha çok Almanya’ya göç şartlarından, göç esnasında yaşananlardan, üstün Alman demokrasisi ve Türkiye’nin geri kalmışlığından, ailelerin ayrı kalma sonucu maruz kaldığı dramlardan söz ediliyor. Sosyalizm ve kapitalizm kavramlarıyla buralarda daha çok karşılaşıyoruz; sosyalizm konusundaki söylevlerin ikinci öyküde bir eşekten gelmesi de oldukça manidar diye düşünüyorum.

Karagöz Alamanya’da” öyküsünde yer alan bir yer var, okurken gerçekten canımın acıdığını hissettim. Köylü karakterinin karısı, rüyasında köylünün babasının ve köylünün hırsızlık yaptığı bahçe sahibinin pazarlıklarına şahit olur. Konuşmalarda birtakım deyimler yer alır ve anlatıcı arkadan bu deyimlerin açıklamalarını yapar. Bir dili yeni öğrendiğimizde, yabancı dilde konuşurken aslında arkadan Türkçe konuşmamız gibi. Burada hangi dil anlatıya yabancı? Türkçe mi? Yoksa Türkçe mi?

Annedili, kapitalist duruşu, işçi göçlerini, göç süreçlerini, göçlerin Almanya ve Türkiye taraflarını gösteren ve nihayetinde kimliksiz bir kimliğe sahip olmanın benlikte açtığı yaraları anlatan akademik bir makale gibi; sadece daha yaratıcı, daha samimi, daha inandırıcı.

Feyza Andaş
twitter.com/feyzandas