6 Kasım 2012 Salı

Her şey ölümcüldür

"Sizin için kendi ailenizden, kendi odanızdan ve kendi geçmişinizden daha tehlikeli bir şey yoktur."
- Andre Gide

Şu sıralar öykücülüğümüzde üzerinde dikkatle durduğum 3 isim var. Barış Bıçakçı, Ahmet Büke ve Yalçın Tosun. Her biri de edebiyatımıza büyük değerler katacak gibi görünüyor. Hatta bunu söylemek için geç bile kalmış olabiliriz. Yalçın Tosun'un daha önce "Peruk Gibi Hüzünlü" adlı öyküsünü önermiştim. "Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler", yazarın ilk kitabıydı. Ben bazen sondan başlamayı seviyorum. Zira hepimiz doğarak başlıyoruz bir şeylere, ölümden doğuma doğru gitmek de güzeldir bu vesileyle.

"Normalde cumartesileri hiç kalkmam yataktan. Çocukluğumun en mutlu günlerini köyün o en uzun, böcek sesleriyle dolu serini güzel gecelerini hatırlamaya çalışırım. Sisler arasında bazı yüzler belirir sonra. Bazı adlar yankılanır, ıhlamur kokularını titreterek yayılır yeşilliğe: Sinan, Cevher. Çocukluğumu paylaştıklarımın yanında olmak isterim. Bir zamanlar olduğum kişi olmak... Sonra birden yine küçük kız düşer aklıma. Bir yerlerden tanıdık gelen tedirgin edici iri gözlerini, korkular zaman geride kaldığında bıraktığı buruk tadı, kendimi ve bana çok uzakmış gibi gelen geçmişi düşünür oyalanırım..."

Şimdiye kadar okuduğum en tehlikeli öykülerden biri oldu bu kitap. Zira birçok şeyi hatırlamaya çalışmama sebep oldu. Bu da çıkılabilecek en tehlikeli yolculuklardan biri oldu benim için. Anılar ve acılar, kederler ve sevinçler, yaralar ve hatıralar, keyifler ve ikiyüzlülükler. Hepsinin zihninizde akmasına sebep olan bir öykü diyebilirim.

"Kimseye, kendine bile tüm hayatını anlatmamalı insan. Çünkü bu kötülüğü hiç kimse hak etmiyor."

"2011 Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü"ne layık görülen bu kitabın bütününde bir fikir hakim. Fakat bu fikri direkt söylemek istemem. Öykü okurken en keyifli olan bu bulmacadan kimseyi mahrum bırakamam. Gençlik "sevivermeleri", güvensiz aileler, şiire göz kırpıp selam veren cümleler, dar çukurlar ve geniş parklar. Hepsine hazır olun ve okuyun. Çünkü okumalısınız.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

5 Kasım 2012 Pazartesi

Küçük insanların büyük duyguları

Sokak benim için bütün bir dünyanın sembolüdür, dünyayı nasıl görüyorsam sokağı da öyle biçimlendirdim” diyor ve Midak Sokağı'nın hikâyesini anlatmaya başlıyor Necip Mahfuz.

Arap yarımadasının Yaşar Kemal'i olarak anılan Mahfuz, realist bakış açısıyla, arka plana toplumsal sorunları yerleştirerek küçük insanlar üzerinden büyük olayları dile getirir. Bu insanların büyük hırslarını, aşklarını, acılarını, hayalkırıklıklarını, mutluluklarını anlatır. Romanlarının büyük çoğunluğu çok sevdiği, Nobel ödülünü almak için bile dışına adım atmadığı ülkesi Mısır'da geçer. Nil Deltası'ndan Kahire'nin sokaklarına kadar uzanır hikâyeleri. Mısır'ın tüm değer yargılarını gündelik yaşam içerisinde irdeler.

Romanın ana karakteri, ismini de aldığı Midak Sokağı'dır. Geleneksel değerlerine tutunan sokak, gelişen Kahire'ye ayak uyduramamaktadır. Mahfuz ilk sayfalardaki betimlemeleriyle sokağın içine çeker okurunu. Evlerin, dükkânların, Kirşa'nın kahvesinin birer sakini oluruz biz de. Yoksulluktan bıkan ve gözünü yükseklere diken güzel Hamide, Hamide'ye aşık genç Abbas ve yaşlı ama zengin Selim ve Hamide'yi düşlediği hayata ulaştıracağını vaadeden İbrahim Faraj romanın diğer baş karakterleridir.

Hamide Midak Sokağı'ndan kurtulmanın yollarını ararken Abbas ve Selim'i kendi hayallerinden çok uzakta, sönük, geleneksel adamlar olarak görür. Kahire'nin ışıklı caddelerinde yürüdüğü bir gün yakışıklı ve gizemli İbrahim Faraj karşısına çıkar ve ona düşlediği hayatın kapılarını aralar. Hamide, Faraj'ın çağrısına uyup peşine düşer fakat çok farklı bir dünyayla karşılaşır. Önce direnir ama sonra kaderine razı olur. Geride kalbi kırık bıraktığı Abbas'la yolları bir gün tekrar kesişir. Onları trajik bir son beklemektedir.

“Aşktan ölen insan kederli ölsün; ölüm olmayan aşkta hayır yoktur.”

Mısır Edebiyatı'nın baş yapıtlarından Midak Sokağı'nda göze çarpan Batılılaşma sorunu, sınıf atlama, lüks yaşam düşkünlüğü gibi kavramlar Osmanlı-Türk romanının pek çok önemli eseriyle benzerlik göstermektedir. Doğu-Batı değerlerinin, dini gelenek ve göreneklerin karşılaştırması her iki ülke edebiyatının da ele aldığı temel öğelerdir.

Doğu Masalları'nı andıran bir atmosferde, küçük insanların büyük duygularına tanıklık etmek istiyorsanız Midak Sokağı'ndan ağır adımlarla geçmelisiniz.

“Zira her şeyin bir sonu yok mudur? Evet, her şey nihayetine varır.”

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

2 Kasım 2012 Cuma

Duygusuz kelime oyunlarını unutun

"Rüyalar onarıcıdır, biliyorum."

Maalesef popüler kültür, harflerin canını sıkıp kelimelerin iliğini kemiğini kurutabiliyor. Kitapçıların rafları gerçekten kötü yayınevlerinin "çok satan" kitaplarıyla dolu. Bu kitaplar Twitter dansözlüğü ile yola çıkıyor, sonra da bir kenarda "motor" su kaynatıyor. Ebediyen de öyle olacaktır, umudumuz bu en azından.

"Suratına bakınca bir tatil köyü görür gibi oluyordum."

Acımasız başladım, biliyorum. Ancak siz de bilmelisiniz ki kelime oyunu bir deha belirtisi değildir. Bir şeyi ispat etme isteğiyle yapılamaz, yapılmamalıdır. Elinize sözlük alın, siz de yaparsınız. Belki de yapamazsınız. Mühim olan ne kadar gerçeğe yakın, ne kadar duygulu ve ne kadar samimi olduğunuz. Çaba, bu yönde olmalıdır. 1987 doğumlu Gökhan Yılmaz, ilk kitabı "Biraz Kuşlar, Azıcık Allah"ta yer yer anne gibi azarlıyor bir küçük çocuğu. Bazen de küçük bir çocuk olup hayata kafa atıyor, ağzıyla yüzünün yerini değiştiriyor. Kitabın içi cinlik dolu. Tövbe estağfurullah.

"Kuşlardan hiçbir şey anlamayan insanlar vardı gerçekten. Kuşlar en iyi dilbilgisi kitabıydı halbuki. Okullarda kuşlar bilgisi öğretilmeliydi. Kuşlardan güzel kimse ölemezdi. Kuşlardan güzel kimse bilemezdi mavinin rengini. Bir kuş rengini yitiriyorsa canı yanmış demekti. Gözlerine bakmadan da anlaşılabilirdi. Ama..."

Gökhan Yılmaz'ın öyküleri daha önce Lacivert, Öykü Teknesi, Melantis, Kül Öykü, Dergâh, Yeniyazı, Özgür Edebiyat, Kitap-lık ve Notos dergilerinde ya­yımlanmış. Bazılarına denk gelmiş, kendisini hafızama almıştım. Öykü mutlaka okuyunuz, bu sizi ruhsal yorgunluklardan uzak tutacaktır. En azından ben öyle yapıyorum diyerek sıyrılabilirim bu iddiamdan.

"Denize düşen yılan sanılır.

...
O zaman, hadi önce boşalalım ve sonra ağlayalım.
Sonra da ilişkimizi düzene sokalım?
...
Yine erkeksi fiiller... Sevişirken kendinden geçiyorsun.
Senden geçmemden daha iyi değil mi bu?
Ne diyeceğime bileniyorum."


Yazarı bu taze kitabı için öncelikle tebrik ediyor, sonralıkla da bu bol kuyulu ve bol "dilsiz eleştirilen" edebiyat yolculuğunda başarılar diliyorum. Sabırla birlikte. Kitap için de son sözüm şu; yazarın ikinci kitabı için şimdiden merak uyandırıyor. Oysa merak kolay uyanmaz, hep horlar.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

1 Kasım 2012 Perşembe

Bir dönemin çığlığını duymak için

Nevzat Çelik'in 1.baskısı 1984 Nisan'ında yapılmış bu kitabı, bir devrin de sesi olma özelliğini taşıyor. Kitap, Şubat 1999'a kadar 22 baskı yaptı (Alan Yayıncılık), sonrasında ise farklı bir yayınevi (İmge Kitabevi) tarafından basılmaya başlanmıştı.

1984'te Akademi Kitabevi Şiir Birincilik Ödülü ile alkışlanan "Şafak Türküsü", yazarın Ahmed Arif, Nâzım Hikmet ve hatta Attilâ İlhan'dan etkilendiği "kurşunlarıyla" dolu.

"Kırılacak cammışım gibi davranıyorlar
Yüzlerinde zoraki çatılmış bir hüzün
Oysa birazdan boynumu kıracaklar
Pul pul dökülecek yaz sıvası eylülün."


1980 itibariyle siyasi sebeplerden ötürü idamla yargılandı Nevzat Çelik. Tam 7 yıl cezaevinde kaldı. Birçok şeye tanık oldu. Şiirlerinde bunları rahatlıkla görebilirsiniz. İlk şiiri de bu dönemde (1982) yayınlandı. Aldığı ödüllerin dışında birçok şiiri de bestelendi, hafızalarda yer edindi.

"Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne
Ağlama..."


Her ne kadar belli bir kesime/kitleye yüzü dönük bir şair olsa da, Nevzat Çelik yukarıda da dediğim gibi bir dönemin sesi. O sese kulak vermemiz gerekebiliyor, özellikle de dönemi iyice görebilmek için. Bu görüşün ne kadar objektif olduğundan çok, ne kadar duygulu/samimi olduğu önemli okuyucular için.

"Nevzat, altındaki sandalyeye boynuna da ilmiği geçirdikten sonra vuracak olan çingenenin bir eyyam önce oturduğu sokakta oturan bir kadıncağızı sevmişliğini düşünecek kadar içi geniş olmadadır. Çünkü bu doğru kararlılıktır."
Bu sözler Can Yücel'e ait. Nevzat Çelik hakkındaki sözleri kitabın ilk sayfalarında yer alıyor.

"Şafak Türküsü", bir dönemin sesi.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Kapan’a kısılmış bir yazar

Bir yazarın kitabını yazmak ne kadar zordur belki bilirsiniz, bir de Vüs’at Bener’e ait bir kitabı yazmak, işleri daha da zorlaştırıyor.

Vüs’at Bener’in yazısı nasıl anlatılır? Bu büyük ustanın eserleri çoğunlukla otobiyografik özellikler taşıdığı için onun yazısını anlatırken bir bakıma aslında onu anlatıyoruz.

“Seni öyküler dışı tutacağım. Öyküler ancak bizim dışımızda yaşanmışlık sanrılarında uyutacak bir kısa zaman için-içi sıkılanları. Onlara bir ölçü duygu da katacağım hatır için! Yazık ki deliremeyeceğim.”

Aile bireylerinin hayatındaki yerini, yersizliğini; boşa düşmelerini, zemine yapışmalarını; yine cebi delik gezmelerini, hastalıklarını, kimseyle konuşmak istememesini samimi bir dille anlatmaktan başka bir şey yapmıyor Usta.

1950’den yılından beri yazan bir sanatçı olarak, bugün varolan eserlerinin sayısı az sayılır. Bu durum da onun ince eleyip sık dokuduğundan ve kısa hikâyelerinden yoğunluktan kaynaklanır. “Yorumsuz” hikâyesinde boşuna dememiş: “Yazım ipliklendi. Boğazıma dolanıyor.” diye.

Kendisiyle ve hayatla kavgalı bir yazar Vüs’at Bener. Onun öykülerini okurken ister istemez parmak uçlarındaki ve bıyığındaki sigara sarılarını görür gibi olup, çatallı sesiyle “Bak şimdi anlatacağım öykünün, Gogol’ün ünlü öyküsüyle ilgisi yok” deyişini duyabilirsiniz.

“Yaşamımın son basamaklarını çıkıyorum. Huzur yok. Hani bir iki senecik kendimle barışık yaşayabilseydim, ne gezer.”

Türk Edebiyatının birkaç büyük ustasından biri olan Vüs’at O. Bener yabancı bir yazar olsaydı, buralarda üstüne toz kondurmazlardı. Mutlaka keşfedin ve okuyun.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

29 Ekim 2012 Pazartesi

Yüzyılın yorumunu okumak

"En utanılacak yönümüz tarih yaptığımız halde tarih öğrenmemek, tarih yazmamak konusundaki cahilce ısrarlarımız."
- İlber Ortaylı, Son İmparatorluk Osmanlı, Timaş Yayınları, Ekim 2006, sf.62.

Türk tarihçiliğinin önemli hocalarından İlber Ortaylı bu kitapta, Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya'nın sorularını cevaplıyor. Şunu mutlak suretle belirtmek isterim ki, bu kitabı normal bir tarih veya güncel siyaset okuyucusunun dışında her yaştan; hukuk öğrencisinden öğretmenine, futbolcusundan siyasetçisine, taksicisinden inşaat işçisine kadar herkes mutlaka okumalı. Zira bu kitapta "en ciddi" ve "en gerçekçi" yorumlar bulunmakta. İlber hoca her ne kadar "her türlü değerlendirmeyi şükranla karşılayacağını" belirtse de, bu kitaptaki tüm yorumlarının altına ülkesine gerçekçi ve vicdani bakan herkesin imzasını atacağını düşünüyorum.

"Türklerin son iki asrı bütün Doğu dünyasında ve Balkanlar’da dikkatle gözden geçirilmesi gereken büyük bir tarihî yolculuktur. Bu nedenle de Dünya Tarihi’nin önemli bir parçasıdır ve dikkatle üzerinde durulmalıdır."

Kitap 7 bölümden oluşuyor ve "1923'e Giden Yol"dan başlayıp "2023'e Doğru Türkiye / Yüzüncü Yılında Cumhuriyet" ile bitiyor. Çok kritik sorular ve çok akılda kalıcı yorumlar var. İlber hocanın tespitleri, okuyucunun ufkunu açmanın ötesinde; vicdanının da çalışmasını sağlıyor. Zaten kendisinin bu yüzden "hoca" olup diğer tarihçilerimizden kolayca ayırt edilebileceğini de yorumlarıyla anlayabiliyoruz.

"Türk çocuğu, etrafının sorumluluğunu taşıyan bir insan olmalı ki olmak zorundadır, yarın bir gün etrafımızda içtimai, iktisadi ve siyasi bir zelzele olduğu zaman seyirci kalmayalım."

Kalamıyoruz zaten; bugün fakruzaruret içindeki Gürcistan bizden medet umuyor. Yangın içindeki Azerbaycan bizden medet umuyor. Asya'da bir şey olsa bize bakıyorlar. Balkanlar'da yangına uğrayan, bize bakıyor. Peki, biz buna "hayır" mı diyeceğiz? Diyemiyoruz. Onun için "Kabuğumuza çekiliriz" fikrini unutalım. Niye kabuğunuza çekilemezsiniz? Çünkü bir imparatorluğun bakiyesi üzerindesiniz. Burası Lüksemburg Dükalığı değil, birtakım sorumluluklarımız var; o sorumluluk gelip yakamıza yapışır. Oraya yardım etmek zorundasın. Niçin yerinde oturamazsın? Çünkü üzerinden daha 100 sene geçmemiş, biz oralardaydık. İşte onun için II.Abdülhamid devrine bakıyoruz. Mükemmel müesseselerimiz var. O müesseselerimiz tarihten geliyor ve o müesseseler o haliyle yaşamaya devam ediyor."

İlber Ortaylı'nın 1-2 kitabı hariç tüm kitaplarını okudum diyebilirim gönül rahatlığıyla. Seminerlerini de mümkün mertebe kaçırmıyorum, kendisini hem ilgiyle, hem sevgiyle, hem de ciddiyetle takip ediyorum. Onu okurken sadece tarih değil; politika, kültür, sanat, mimari, müzik, spor, kentleşme ve sosyolojiye dair çok şey öğreniyorum. Henüz okumadıysanız bu kitapla başlamanız iştahınızın açılmasını sağlayacaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Şiirin üzerine titreyenlere

"Gençlik yıllarımda omuzları üzerinde kafa taşıyan bir adam olmaya çabaladım; yıllar ilerleyince birçok şey gibi bu alandaki çabalarımın yönü de değişti, şimdilerde "omuzlara" sahip olmaya belki daha bir özeniyorum."

İlk bölümünü 1980'de yazmaya başladığı "Şiir Okuma Kılavuzu"nda bu satırlarla karşılıyor bizi İsmet Özel. Türk şiirinin en özel yürekli şairi. Kitap, şiirin üzerine titremek isteyenler için gerçekten bir kılavuz. Bir sınava hazırlanır gibi okunmalı, okurken ödev yapıyormuş gibi not alınmalı. Öylesine önemli bir kitap şiir üzerine.

"Şiirin yüzünü hiç hiç kimsenin hatırlamadığı bir dünyada, birinin kalkıp şiirin tanınmaya değer bir yüzü olduğunu, ortalıkta dolaşan renkli ve solgun yüzlerce hayaletin yalnızca maskeler olduğunu söylemesi lâzım."

"Şiir, hayatiyeti korumak için ortaya atılır. Yaşanılan bütün çirkinliklere, kötülüklere, haksızlıklara rağmen insanda savunulmaya değer, canlılığını korumaya değer bir şeyler olduğuna içten içe ve kesinlikle inanıldığı zaman şiir serpilir ve çiçek açar."


Kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde İsmet Özel'in 1980'de yazdığı "Şiir Okuma Kılavuzu" yer alıyor. Kısa başlıklarla şiirin ne olduğu, nasıl olduğu ve neyi hedefleyebileceği döktürülüyor. İkinci bölüm şair tarafından 1990'da kaleme alınmış. İlkine farklı konu başlıklarında eklemeler yapan daha derinlemesine bir bölüm. Sadece şiir değil, bu tip düz yazılarıyla da dikkat gerektiren bir okuma gerektiriyor İsmet Özel metinleri.

"Şiir okumak ancak hayatlarında şiir için yer açmış insanların önemli ve yararlı bulabileceği, doğrusu ancak onların altından kalkabilecekleri etkinliklerden biridir. Ekmek yemek, pabuç giymek gibi insan etkinliklerini şiir okumakla birlikte anışımın tek sebebi insanların bu işleri yaparken de şiir okurken yaptıkları kadar uyku ve uyuşukluk içinde bulunuşlarındandır."

Şiir; yazımıyla, duygusuyla, ilhamıyla başlı başına özel bir şey. Bir şiir okurken titrenebilirken, şiir üzerine de titremek gerektiğinin farkına varırız. Şiir tüm duyguların kalbidir. Hevesle değil de titizlikle üzerine gidildiğinde bizler için daha fazla anlam ifade edecektir. Bu vesileyle sizleri bu kısa ve öz/el kitabı "titizlikle" okumaya davet ediyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

25 Ekim 2012 Perşembe

Daha fazlasını görmek mümkün

Eğer algı kapıları temizlenseydi
Her şey insana, olduğu gibi
Görünürdü: Sonsuz.”
- William Blake

Gördüğümüz şeyler gerçekten var olan şeyler mi, yoksa bizim algıladıklarımızdan mı ibaret her şey? Eğer her şey bizim algımıza bağlıysa algı kapılarımızın sınırları nerede başlar, nerede biter? Aldous Huxley bu soruyu meskalin isimli bir uyuşturucunun kobayı olarak yanıtlıyor. Meskalini aldıktan sonra yaşadığı tecrübeyi o zaman dilimi içinde yapılan ses kaydından da faydalanarak okuyucularına aktarıyor. Gördüğü şeylerin ne kadar çarpıcı olduklarını, sandalyenin ayağının, pantolonunun kıvrımının o an bütün insan ilişkilerinden ve hırslardan daha önemli olduğunu anlatıyor. Öyle ki insanın algısı o denli açık olsa gözünün önündeki şeylerin güzelliğinden dehşete kapılacağını ve hayatına devam etmek için gerekli ilişkilerini yürütemeyeceğini iddia ediyor. Bu iddiasını da deney sırasında götürüldüğü yerde baktığı kitaplar ve resimlerle ilgili algısının gösterdikleriyle destekliyor. Böyle ilginç bir deneye şahit olmak bir yana algının sandığımızdan da dar olduğunu ama mistik veya kimyasal yollarla ötesine geçmenin mümkün olduğunu da anlatıyor yazar. Büyük bilince dönüşün sınırlarımız dahilinde olabileceğinden bahsediyor.
            
Kitabın ikinci kısmı olan “Cennet ve Cehennem” bölümünde çok basit bir soru sorarak başlıyor Huxley: “Neden bütün cennetler mücevherlerle doludur?” Düşündüğümüz zaman Hristiyanlık ve İslamiyet başta olmak üzere tüm cennetlerde değerli taşların bulunduğu, hatta oradaki herhangi bir taşın buradaki her türlü taştan daha değerli olduğu söylenir. Bunun nedeni algı kapılarımızın ışıkla açılması. Işık ve parıltı insan zihni için öteki dünyaya geçişin bir yolu. Bu nedenle bir dönem hipnoz da parıltılı taşlarla yapılmıştır. Hatta bir dönem ışıltılı havai fişek gösterileriyle milletlerin bilinçaltına fikirler kazınmaya bile çalışılmıştır. Aslında tiyatrodaki ışık kullanımının nedeni de bu “öteki dünya” eğiliminden başka bir şey değildir. İster mistik düşüncelere inanın, ister inanmayın sadece birkaç saniye şunu düşünün: "Her dinde ölümden sonra bir öteki dünya fikrinin olması sadece bir tesadüf olabilir mi?" 
           
Bilimle ve edebiyatla iç içe yetişmiş Aldous Huxley’nin Algı Kapıları kitabı sadece naçizane bir önerim değil, insan zihnini görmek, mistik düşüncelerin özündekini anlamak için hayatınızın bir döneminde muhakkak zaman ayırmanız gereken bir kitap.

Ümran Kio

24 Ekim 2012 Çarşamba

Zamana ait bir şey

Melankoli Antik Yunan’dan günümüze hakkında en çok tanım yapılmış kavramlardan bir tanesi. Melankoliyi gözlemleyebileceğimiz, ilişki kurabileceğimiz alanlardan birisi de edebiyattır. Fakat Türk edebiyatına gelindiğinde durum biraz karmaşık olmakla birlikte melankoli adı altında ele alınan çoğu eser acının dışa vurumundan öteye geçmez. Daha önceki yazılarımdan birinde Tezer Özlü’nün Türk edebiyatındaki tek melankolik yazar olduğundan bahsetmiştim. Bunun için öncelikle huzurlarınızda henüz okuma fırsatı bulduğum Sema Kaygusuz’dan özür diliyorum.
          
“Karaduygun” eski zamanlarda melankoli için kullanılan bir kelimeymiş. Kitabı ilk elime aldığımda anlamına dair hiçbir fikrim yokken, kitabı bitirdiğimde anlam belleğime değil tüm ruhuma kazınmıştı. Hem de içine aldığı tüm kahramanlarıyla birlikte. Karaduygun çarpıcı hikâyelerle dolu, kelimelerin sayfalara sığmadığı bir kitap. Üstelik çıkış noktası çoğumuzun sevdiği bir şair, Birhan Keskin. Belki de sadece Birhan Keskin’in yazara emanet ettiği bir gürültü. Zamanı işaretleyen bir an.
           
Sema Kaygusuz her hikâyeden bir kahramanı çıkarıyor, diğer öyküde anlatıcı yapıyor. Ufak bir detayı işaretliyor ve diğer hikâyenin ana konusu haline getiriyor. Öyle ki birkaç hikâye sonra o işareti görmek için sabırsızlanırken buluyorsunuz kendinizi. Bazen de güzel bir jestle yazarlık mutfağına alıyor sizi, yoğuruyor, kelimeleriyle kıskandırıyor.

Yabancı olanların, yalnızlığın gürültüsünden sağır kalmışların, ruhunda ufak bir anın izi kalanların kitabı Karaduygun. Ama en önemlisi melankolinin kitabı. O dilimizden düşürmediğimiz, bildiğimizi sandığımız ama aslında ne olduğunu pek de anlayamadığımız kara safranın hikâyesi. Melankoli bir duygu, bir an değil, sahibinin içinde bulunduğu özensiz bir durumdur. Zamanı unutturan, sembolik dünyadan çıkaran bir karanlıktır. Sırf bunu anlamak için bile Sema Kaygusuz’un kelimelerine kulak vermenizi öneririm.

Ümran Kio

Geçmişin tozu: Pedro Paramo

“Yaşarken insana ayaklarını hareket ettirten yegane şey, öldüğünde bu ayakların onu farklı bir yere götürecekleri beklentisidir...

Büyülü gerçekçiliğin dünyadaki temsilcilerinden olan Juan Rulfo’nun eşsiz kitabı Pedro Paramo bir Latin Amerika gerçeğini gözlerimizin önüne seriyor. Ölmek üzere olan annesine babası Pedro Paramo’nun köyü olan “Comala’ya” onu bulmak için gideceğine söz veren Juan Preciado’nun bu köye gitmesiyle başlar her şey.

Comala’ya varan Juan Preciado, burada hemen hemen kimsenin yaşamadığını görür. Boşluk içinde eskiden köyün bulunduğu yerde yaşayan birilerini ararken sislerin arasında bir ev görür. Bu evin kapısını çaldığında evde, ölen annesinin çocukluk arkadaşı olan yaşlı bir kadınla tanışır. J.Preciado onunla zaman geçirirken bir garip hisseder kendini. Bir süre sonra kadının aslında yaşamadığını, yıllar önce Comala’da öldüğünü anlar. Kasaba, yıllar önce burada yaşamış ve ölmüş insanların ruhlarıyla doludur.

Yazar Juan Rulfo birçok farklı yazın tekniği kullanarak bu kitabı yazmıştır. Bilinç akışı yönteminin sıkça kullanıldığı kitapta zaman akışı çok karmaşık olarak kurulmuştur. Bir yanda kitabın başlangıcında babasını arayan J.Preciado’nun hayaletli bir köyde olduğunu anladıktan sonraki monologlarını okurken, birden 1900’lerin Comalasındaki gerçek olaylara gidiyorsunuz. Kitaptaki bu gerçekliğin anlatıldığı bölüm de kendi içinde farklı bir zaman dizimiyle yazılmış. Bu bölümde de pek çok karakterin geçmişe dönüşüne gidiliyor ve bir sonraki bölümde tekrar farklı bir zamandan geri dönüyorsunuz. Bu açıdan okuması çok zor olmayan ancak kitabı anlamaya çalışırken farklı zaman diziminden kaynaklanan bu oyunun parçalarını bir araya getirmede bazı sorunlar yaşayabilirsiniz.  

Buraya kadar kitabın kısaca içeriği ve üslubundan bahsettikten sonra şimdi sizlere kitabın neden önemli sayılabileceğini birkaç satırla da aktarmak istiyorum. Kitabın önemi aslında gerçeküstü bir bakış açısıyla o dönemin Meksika ve Latin Amerika gerçeğini gözümüze sokarcasına anlatmayı başarabilmesidir. Bir toprak ağası olduğunu anladığımız Pedro Paramo’nun köylülere nasıl zulmederek toprakları kendi toprakları haline getirdiğini, toprak ağası-kilise ikilisinin ilişkisini bolca anlatarak iktidar ilişkilerini nasıl ustaca aktardığını görebilirsiniz. Tabi bunları yaparken çürümüş aile ilişkilerini aktarmayı da ihmal etmez. Bunları yüz otuz sayfada anlatmayı başarmış bir kitap olarak karşımıza dikilen “Pedro Paramo” okunmayı fazlasıyla hak eden bir kitap.

Herkese iyi okumalar.

Ozan Şen