17 Ekim 2024 Perşembe

Kalpler kılıç zoruyla fethedilebilir mi?

İslam’ın kılıç zoruyla yayıldığı iddiası farklı milletlerden pek çok kişinin savunduğu bir görüştür. Bu görüşe göre İslam, şiddet kullanarak, insanların dinini zorla değiştirerek yayılmıştır.

Oysa Batılı yazarlardan dahi vicdan sahibi olanlar İslam’ın değil, diğer dinlerin şiddeti yöntem olarak benimsediklerini, İslam’ın yayılmasındaki ana etkenin hoşgörü olduğunu belirtmişlerdir.

17. yüzyılda Antalya Ortodoks Patriği Makarios, Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı Ruslara reva gördükleri insanlık dışı davranışlarla, Osmanlı Sultanı tarafından Ortodoks Hıristiyanlara karşı gösterilen hoşgörülü tavrı karşılaştırarak Sultan için dua eder: “Allah, Türk hâkimiyetini ebediyen devam ettirsin. Çünkü onlar, vergilerini aldıktan sonra tebaalarından, Hıristiyan olsun, Nasturi olsun, Yahudi olsun hiçbirinin din işine karışmıyorlar. Oysa şu melun Polonyalılar, din kardeşleri, kendilerine baş eğmeye razı oldukları halde, onlardan vergi ve haraç topladıkları yetmiyormuş gibi, binlercesini de alçakça şehit ettiler.

Yukarıdaki pasaj Ebulfazl İzzetî’nin İslam’ın Yayılış Tarihine Giriş adlı eserinden. Eser, Ketebe Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. Müellif, İslam’ın yayılışının kılıç zoruyla olmadığını maddeler halinde her konuyu irdeleyerek ele alıyor.

Müellif, İslam inancını yalınlığı, akla uygunluğu, canlılığı, yapıcılığı, kuşatıcı ve tutarlılığı bakımından açıklıyor. İslam’ın insana bakışını, entelektüel ve kültürel etkenlerini, İslam uygarlığını, ekonomik etkenleri Batı ve diğer dinlerle de kıyaslayarak ortaya seriyor. Her açıdan konuyu ele alan müellif boşluk bırakmıyor. Sufiliğin tebliğ etkinliklerini bölgeleri tarayarak anlatıyor.

Müellifin belirttiği rakamlara göre günümüzde İslam 42 kadar ülkenin ana dini, 45 kadarının çoğunluk dini ve diğer birçok ülkenin de yüzde onu aşkın bir oranda güçlü azınlık dini durumunda. Bu da bugün yeryüzünün hemen her yerinde Müslüman toplulukların, bireylerin yaşadığını göstermektedir. İnsanlar belli bir şeyleri yapmaya fiziki olarak elbette zorlanabilirler ama bir inancı, bir dini, ruhsal bir akaidi kabul etmeye zorlanamazlar. Baskı içerisindeyken kabul ettiğini dile getirseler bile baskı kalktıktan sonra tekrar eski yaşantılarına geri döneceklerdir. Oysa İslam’da öyle olmamıştır. İslam yayıldığı bölgelerde kalıcı olarak varlığını sürdürmüş, her milletten kendisine inanan çıkmıştır.

Böyle olunca da durumu sadece kılıç zoruyla, savaşla oldu şeklinde açıklamak yeterli olmayacaktır. İslam, insanlara bir yaşam tarzı sunmuştur: Güvende olacakları, zihnen ve kalben ferah hissedecekleri, toplumsal düzenlemelerle refah içinde yaşayacakları bir yaşam. Bu yaşamı kardeşlik ile tesis etmiştir. “Bütün inananlar kardeştir.” Üstünlük sadece takvadadır. Irkçılık, haramdır. Hal böyle olunca gayrimüslimler de hiçbir şekilde ezilmemiş, kendi inançları doğrultusunda özgürce yaşamışlardır.

Batı’nın medeniyeti ve demokrasisi, insanlara vaat edildiği gibi özgürlük de kardeşlik de getirmedi. Her an bir bölgede savaş hakim, ırkçılık her geçen gün artmakta. Tersini iddia edenler olsa da gerçek entelektüeller Batı’nın çuvalladığını, kurtuluşun ancak İslam ile mümkün olduğunu dile getiriyorlar. Ünlü tarihçi Toynbee, şöyle yazıyor: “Uzaklıkların Batı teknolojisinin marifetiyle fethedildiği, içinde insanlığın kurtuluşu uğruna Batılı yaşama tarzının Rus yaşama tarzına karşı yarışa koyulduğu modern dünyada, zamanın gereksinimlerini karşılamak konusunda, İslam’ın, inananların kardeşliği esasına dayanan ümmet anlayışı, birbirinden soyutlanmış bir düzine ulusun bağımsız egemenliğini öngören Batılı demokrasi geleneğinden daha tutarlı görünüyor.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Kendimizle aramızdaki mesafe

"Tenhalığı seviyorum, sık görüşülmeyen ama bağı da koparılmayan dostlukları, sakin mekanları, az rastlanılmayı, kendimle kalmayı, kendimi saklamayı ve de sınırlarımı."
- Tezer Özlü

Fragman/pasaj türü, edebiyata Walter Benjamin’le mi girdi tam emin değilim. Ama özellikle son zamanlarda hem Dünya Edebiyatı’nda hem de bizim edebiyatımızda bir artış gösterdiği görülüyor. (Fragmanla pasajı aynı türler olarak çok görmesem de benzerliklerin çokluğu bu iki türü birbiri yerine kullanmamıza neden olabiliyor.) Bizde de bu türde metin yazan veya az da olsa bu türde eser veren yazarlar var. Elbette Enis Batur’un birçok kitabı buna örnek gösterilebilir. Okunması ve hazmedilmesi başka birçok türe göre kolay bu kısa yazıların yazılması, bence, o kadar da kolay değil. Bir kere tek veya bir iki alana değil birçok alana hâkim olabilmek ve çok iyi bir gözlemci olmak gerekiyor. Fragmanı, oturup bazı konular hakkında kısa kısa yazılar yazmak olarak görürsek yanılırız. O kısa yazıların bir cevher içermesi gerekiyor. En azından büyük kısmının. Bu yüzden ben bu türü en iyi şairlerin yazabileceğini düşünüyorum. Tabiî önümüzde bir Walter Benjamin örneği varken bunun tek şart olabileceğini asla öne süremeyiz.

Fragmanı klasik denemeyle karıştırmamak gerekir. Biçim özelliklerine girmeye gerek yok burada. Ama vurucu metinler olması gerekir fragmanların. En sıradan konudan bahsetse bile. Ki fragmanların zaten belli konulardan ziyade konu skalası geniş olduğu için her konuyu içine alması olağan bir durum. (Enis Batur içbükeyler için böyle bir tarz kullanıyordu.) Fragman türü yazılar okura nefes aldırıyor ama içerik açısından kesinlikle hafif diyemeyiz.

Şair/yazar Yağız Gönüler nesir alanında hayatının verimli zamanlarına giriş yapmış bulunuyor verdiği eserlerle. Bundan sonra daha fazla kitap göreceğimizi düşündüğüm yazarın son kitabı Kendinin Yorgunu, Profil Kitap etiketiyle yayımlandı. Kitabın alt başlığı bence daha geniş bir meseleyi ihtiva ediyor: İçedönük Fragmanlar. Kişisel olarak şunu söyleyebilirim, son zamanlarda özellikle kitabın ilk yarısı itibariyle, kendime bu kadar yakın az kitap okumuşumdur. Zaten bu yüzden birkaç fragman okuyup sonra devam etme niyetiyle başladığım kitabı hiç ara vermeden bitirdim. Yazarın bana yakın cümlelerinden biri şu mesela: “İçedönük olmak zor değil. Hatta bunun zorlukla bir ilgisi yok. Zor olan, bunu tuhaf bulmaları.

İlkokulda, ortaokulda, lisede hatta üniversitede fazla konuşmayı sevmediğim için aldığım tepkiler geldi aklıma. Hatta bunu bir “hastalık” olarak görenler. Ama Türk insanı böyledir, yalnız kalamaz. Türk insanı içedönüklüğü, bir kafede oturup tek başına kahve içmeyi, kitap okumayı, düşünmeyi anlamaz. Özellikle yaşlılar kendi başlarına yemek yemek bile istemez. Topluluk (genelde niteliksiz) insanıdır Türk insanı. Böyle olmayan ve olmak da istemeyene “öteki” gözüyle bakar. Biraz sert bir yorum olmuş olabilir ama benim uzun yıllardır hem yakın çevremde hem daha uzak insanlarda gözlemlediğim bu: Türk insanı kendiyle vakit geçirmek istemez hatta -Dücane Cündioğlu mu diyordu- kendiyle yalnız kalmaktan korkar. Üstelik bunu yapabilene de pek iyi gözle bakmaz.

Biz içedönükler bazen -ya da genelde- hayatın kıyısında durmayı severiz ama aslında kendimizin merkezindeyizdir. Çok da meftun olmadığımız hayatın bırakın kıyısında kalalım: “Gemim yol mu alıyor, su mu alıyor ben ona bakıyorum. Ya hu güzel kardeşim, bu dünya bir düğünse, ben halaya katılmak zorunda mıyım?” Yani Jung’un da dediği ve yazarın da dikkat çektiği gibi… Freud her zaman haklı olmayabilir: “Dışadönük olan, normal olarak çoğunluğun tutumunu benimser, içedönük olansa bu tutumu reddeder. Birisi için değerli olan öbürüne bazı durumlarda hiçbir şey ifade etmez. Freud bile, içedönük tipin, hastalıklı şekilde kendisiyle meşgul olduğunu ileri sürmüştü.

Yağız Gönüler’in kitabı elbette sadece içedönüklük üzerinden gitmiyor. Kitabın ilerlediği öbür kanal ise “tutku”. Tutku, insanı açıklarken kullanılan en kompleks kavramlardan biri bence. Çünkü rasyonel sebeplerle, mantıklı argümanlarla açıklanamıyor. İnsan hayatında bu kadar etkili, bazen maddi/manevi zarar verebilen ama kolay kolay kopulamayan bir şey tutku. Fakat doğru yol üzerinde olduğunu anladığımızda da, yazara göre, cennet inşasının başlaması demek. Elbette kendi kalbinde. Fragman yazmak biraz da böyle dağınık bir konu dağılımı getirir. Yağız Gönüler’de de bu şekilde olmuş ama içedönüklük ve tutku kavramları kitabın her anında karşımıza çıkabilir. Yazarın önceki metinlerinde çok sık görmediğimiz ama bu kitabın özellikle ilk yarısında bolca gördüğümüz ironik bir dil ve mizahi bir anlatım okuru canlı/diri tutuyor. Bu anlatım biçimi sonlara doğru bariz biçimde azalsa da yazara yakışmış ve ciddi konularda dahi okuru yer yer sesli güldürmeye kadar varmış. İroni önemli bir yöntemdir ve yazarın zekâsının da göstergelerinden biridir. Bu anlatım bu kitaba çok yakışmış. Zaman zaman, bazen sıkça Cioran’da bile görülebilen bu mizah ve ironi metinlere, bir bakıma, hava aldırıyor.

Yağız Gönüler insan olma istikametini hiç kaybetmiyor kitapta. Hatası, doğrusu, günahı, sevabı, tutkusu, hissizliği ile insan olduğumuzu bize hiç unutturmadan insanın hep bir hareket, hep bir devr-i daim halinde olduğunu, aynı kalmadığını/kalmaması gerektiğini hatırlatıyor: “İçinde anlam bulduğun, giderek benimsediğin, özümsediğin bir şeyin, kısa bir zaman sonra mayhoş, ekşi bir tat vermesi, meğer bana bundan bir anlam çıkmazmış demek, o yanılgıyla yüzleşmen, peşinden zaten hep böyle olmuyor mu diye gülümsemen. Anlamın bulunan, sonra kaybolan, sonra tekrar bulunan bir şey olduğunu bilmen. Ve yola öylece devam etmen, yeni bir şeyde, yeni anlamlar bulacağını bilerek. Kendi içini yeniden açarak, bir başka anlama teşne, bir başka anlama meyyal. Ne güzel.

Bazen bu tür kitapları okumak iyi geliyor. Birkaç saatte bizi olduğumuz ruh halinden alıyor, bize kim olduğumuzu, ne olmamamız gerektiğini hissettiriyor, arada şaka yapıyor arada biraz dürtüyor, bazen canımızı yakıyor, bazı sayfalarda kapağı kapattırıp düşündürüyor, sorgulatıyor ve daha fresh bir hale getirip koltuğumuza bırakıyor. Yağız Gönüler’in bu kitabı tam da bu söylediğim gibi. Yazar fragman işini iyi kotarmış. Burada kalmaması dileğiyle. (Bak, Enis Batur hiç bırakıyor mu?)

Mehmet Akif Öztürk
ozturkmakif@gmail.com

İstanbul penceresinden Türk milletine ait güzellikler

Türk edebiyatında İstanbul yazarları diye özel bir sınıftan bahsetmek mümkün. Bu sınıfın yazarları İstanbul sevgilerini çoğu zaman nostaljik bir havayla işlemiştir. Bazı yazarlar da değişen zamanı ve insanı göz önünde bulundurarak, kalemin eleştiri ucunu sivrileştirerek çalışmışlardır çok sevdikleri şehri.

Mesela Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hem Huzur’da hem de Beş Şehir’de işlediği İstanbul’da nostalji yüksek dozdadır. Mümtaz’ı, yani Tanpınar’ı çoğu zaman geçmişte yaşayan, geçmişte kalmak isteyen biri olarak görürüz. Oysa Tanpınar’ın kalem emeği geçmişi bugüne taşımak değil, geçmişin izlerini unutmadan ve o izlerden beslenerek bir gelecek, yenilik inşa etmektir. Çeşmeleriyle, bahçeleriyle, müziğiyle, esnafıyla bir İstanbul vardır, ona dönmek mümkün değildir, fakat o gerçeği bilerek geçmişe yürümek mümkündür. Abdülhak Şinasi Hisar’a baktığımızda daha farklı İstanbul resimleri görürüz. Boğaziçi Yalıları, Geçmiş Zaman Köşkleri ve Boğaziçi Mehtapları gibi denemelerinde İstanbul’daki değişime sık sık işaret eder Hisar. Zaten bu eserleri “bir zamanlar böyle bir İstanbul vardı” dedirtmek için, o İstanbul’u hissettirmek ve hiç değilse anıları geleceğe taşımak için yazdığını da söylemiştir.

İstanbul yazarları arasında Sâmiha Ayverdi ismi de kendine mahsus bir yerde durur. Bu yer, bir Türk münevverinin geçmişe ve geleceğe nasıl bakması gerektiğine dair her an ışıldayan ipuçları verir. Ayverdi, memleketin geçmiş sayfalarını didiklerken İstanbul’u da baş köşeye koyar. Çünkü İstanbul; edebiyatıyla, tarihiyle, sanatıyla, folkloruyla kıyamete dek yaşayacak bir kaynak suyudur. Bu suyu, çıkış yeri itibariyle pir ü paktır. Giderek dünya kokmayı marifet zanneden insanların elinde su, ulaşması gereken yerlere bu temizlikte ulaşamamıştır. Giderek suyun kaynağı da unutulmuş, yolunu o kaynağa doğru ilerletmeye, genişletmeye çalışan kalemler de etraftan çekilmiştir. Oysa İstanbul hakkında konuşmak, memleket hakkında konuşmaktır. Bir insan İstanbul üzerine düşündüğünde; memleketin eğitim, ticaret, spor, siyaset, mimari ve akla gelebilecek diğer her meselesine dair de düşünüyor demektir. Sâmiha Ayverdi okurları, onun olağanüstü hafızasına ve dillere destan üslubuna hem romanlarında hem de hatıra kitaplarında defalarca şahit olmuştur. Bir de İstanbul kitapları vardır ki asla bir defa okunmayla yetinilmeyecek, bilhassa ‘İstanbul hastalığı’na tutulanlar nezdinde çok özel bir yerde duracaktır daima. Söz buraya gelmişken, bu hastalığın ne olduğunu merhum Ahmed Yüksel Özemre’den okuyalım: “İstanbul, ehlini meczup kılan bir ‘maraz’dır. Bu marazın kendisinden başka devâsı yoktur. Her hasta ‘plasebo’ ilaçla aldatılıp teskin edilebilir de İstanbul ‘hasta’sını sadece İstanbul teskin eder. İstanbul divânesi olan herkes İstanbul'u yaşamaya mahkûmdur.

1952’de neşredilen İstanbul Geceleri ve 1966’da neşredilen Boğaziçi’nde Tarih; Ayverdi’nin defalarca okunan İstanbul kitaplarıdır. İlkinde “İstanbul medeniyetini kimler vücuda getirdi?” sorusuna teferruatları ve lezzetli cevaplar bulan okur, ikincisinde “İstanbul ağacının ince bir kolu, narin bir sürgünü olan Boğaziçi dalının beş asırdır eteğimize düşen tarihi”ni enine boyuna keşfetme imkânı yakalar. Ayverdi’nin İstanbul kitaplarından bir üçleme çıkarılacaksa şayet, bu iki şaheserin gölgesinde kalan demek ne kadar doğru olur bilmiyorum ama keşfedilmemiş üçüncüsü de İki Âşinâ’dır. Ayverdi’nin vefatından sonra, 2003’te neşredilen kitap, onun Çamlıca’da geçen günlerinden ağaç sevgisine, İstanbul folklorunun mazide kalan âdetlerinden artık görülme ihtimali giderek azalan ehl-i irfan insan portrelerine uzanıyor. Yekpare düşünüldüğünde, Nihad Sami Banarlı’nın "Türk evlâtları ne zaman Süleymâniye'nin önünden onu gören gözlerle geçer, millî romantizmini, idrak edecek olurlarsa işte o zaman Türkiye kurtuluş ve selâmet çağının idrakinin şuûrunda olur" cümlesindeki millî romantizm kavramının ne olduğunu açığa çıkaran bir çalışmadır. Sâmiha Hanım bu kavramı kendince şöyle izah eder: “Türk milletine âit bütün güzellikleri, değer ve hasletleri bir aşk ve şevk hâlinde tâ yüreğinde hissetmek, fikir milliyetçiliğinde kalmayıp gömül milliyetçisi olmak ve nesilleri bu heyecan ile yetiştirmektedir.

Eserlerinde Rabbiyle ve mürşidiyle konuşmalarına defalarca şahit olduğumuz Ayverdi, İki Âşinâ’da tabiatla konuşur, pergelin bir ayağını geçip giden zamana uzatırken diğer ayağını memleket gerçeğine daldırır. Oradan bizlere İstanbul beyefendilerini ve hanımefendilerini anlatır. Sokak satıcılarının seslerinden maarif meselelerine geçişler yapar. Türk müziğinden Türk şiirine halatlar atar, edebi ve ebedi mirasımızın köklerine uzanır. Buradan Türk mimarisinin, Sinan’ın eserlerinin bizlere neler anlattığını ve bu anlatılanlarla aramızdaki mesafeyi sorgular. Elbette ağabeyi Ekrem Hakkı Ayverdi’yle aralarındaki hatıralardan da bize hafıza kayıtları düşmeyi ihmal etmez. Hemen bir misal verelim. Ekrem Hakkı Ayverdi bir vakit Süleymaniye'ye uzun uzun baktıktan sonra kardeşi Sâmiha Ayverdi'ye şöyle der: "Bak, gerçi Süleymaniye bir câmi, bir mâbettir, ama onun yanından değil, denizden görülmesi istenmiş ve şehrin bu noktası seçilerek inşâ edilmiştir. İstediğin kadar yanına git, içine gir, sedefçinin, hattatın, dökümcünün, mermercinin, müzehhibin hünerlerini seyret, burada ifrâta varmamış tezyînat ne kadar sâde ve sâdeliğinde de ihtişâma sahip olmakla beraber binâ Osmanlıya hışımla ve düşmanca bakan milletlere gözdağı verircesine, göğsünü Haliç'e germiş bir heybet ve haşmetle meydan okumuşluğun, Jüstinyen'in süslere boğulmuşluğuna karşı, sâdeliğin ve tevâzuun ta kendisidir."

Yazımızı bitirirken, onun şu sözlerinin tıpkı kendi gibi ne kadar hayatta olduğunu inkar etmek mümkün mü diye soralım ve okuyalım: “Evet, hurma ağacı gibi biz de buraların yabancısıyız. Bir zamanlar ilmin, hünerin, san'atın, zarâfetin, refah, adâlet ve medeniyetin çiçeklendiği bu topraklarda biz şu anda belki o hurma ağacından daha da garibiz. Zira İslâm dünyası mahzun ve yaralıdır. Bu dağınık, bu zedelenmiş muazzam vücut, sağlığına kastetmiş menfi güçlerin hâlen zebunudur. İstikbali ve akıbeti hakkında dostları değil düşmanları karar vermekte, onu dertli hasta zayıf görmekte menfaati olan kuvvetler idare etmektedir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Ekim 2024 Perşembe

Muhammed Mâsum’un marifet sırları

Ehlullah, kerametin; peygamberin mucizelerinden biri olduğunu söyler. Böylece hem kendilerinde olan “güzel” şeylerin Hz. Peygamber’in velayetinden kaynaklandığını vurgulamış olurlar hem de benliklerine dair bir şeyin olmadığını, olanın tamamen ihsan olduğunu anlatmış olurlar.

Keramet bahsi uzun bir konudur ama kısaca değinmekte fayda vardır. Genel olarak arifler, kerametten uzak durmayı tercih etmişlerdir. Keramet, kendisinden sadır olan kişide benliğe neden olabilir çünkü. Ayrıca Allah ile araya perde de olabilir. Keramet amaca dönüşebilir. Mürid veya talip için de tuzaktır, kerametten etkilenebilir ve kerameti gözünde büyüterek vesveseye kapılabilir, böylece Allah’ın ihsanını unutma gafletine düşebilir.

O nedenle bazı arifler tasarruf sahibi olsalar dahi tasarrufta bulunmaktan kaçınmışlardır. Bazı arifler ise tasarrufta bulunmuşlardır. İki çeşit arifin durumu da hikmet gereğince yapıldığından güzeldir. Tasarrufta bulunan ariflerden bazıları, yaşadıkları halleri, keşifleri, sadır olan kerametleri kaleme dökmüşlerdir.

Böylece müritler şevklenmiş, tasavvuf yoluna olan imanları tazelenmiş, Allah’ın ihsanının sınırsızlığı bu şekilde de kullara ayan olmuştur.

Yevakitü’l-Harameyn, Muhammed Mâsum’un kerametlerini, nail olduğu keşifleri anlattığı eser olarak ehli tasavvufun güzide eserlerinden biri. Muhammed Masum, İmâm-ı Rabbânî’nin oğlu. Daha çocukluğundan itibaren istidadını göstermiş, ilmi mertebeleri hızlıca geçmiş, manevi hallere küçüklüğünden itibaren erişmiş bir ulu zat. Zaten genelde böyledir: Arifler, ezelden seçilmiş kimselerdir ve onlar seçilmişliklerini çocukluklarından itibaren etrafındakilere gösterirler, bu da Allah’ın bir lütfudur.

Buyurdular ki: Perşembe gecesi seher vaktinde bazı manevi hallere kavuşmak için dua ve niyazla Allah’a yalvardım. Bir saat sonra bu halden çıkıp ‘Kulun iradesi ne demektir?’ diye düşündüm; bu düşünce sebebiyle kalbim rahatladı ve gönlüm felaha erdi. Sabah namazından sonra zikir halkasında bulunurken gördüm ki çok büyük bir hilatı bana ihsan buyurdular. O anda bu hilatın ne olduğunu anlamak için teveccüh eyledim. Bunun hilat-ı ubudiyet yani kulluk hilatı olduğu bildirildi. Bu nimeti veren Allah’a hamdolsun.

Bu kerameti, keşfi okuduğumuzda ilk başta bizi ilgilendiren bir şey yokmuş gibi gelebilir. Halbuki bu kısacık pasajda, müride yol gösterici detaylar mevcuttur. Malumdur, Pazartesi ve Perşembe geceleri için ayrıca seher vakti için hadislerde dahi dua ve ibadetin bereketi işaret edilmiştir. Ariflerin bu vakitlere nasıl da ihtimam gösterdiklerini böylece bir kez daha görmüş oluyoruz. Marifeti elde etmek için duanın, niyazın şart olduğunu görüyoruz. Ayrıca vasıl olunan ikramların, makamların tamamen Allah’ın ihsan ettiği nimetler olduğunu fark ediyoruz.

Yevakitü’l-Harameyn her Hak yolu talibinin edinmesi gereken bir hazine. Okuyanın istifadesi bol olsun. Şeyh Muhammed Masum Hazretleri’nin himmeti üzerimize olsun efendim.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

30 Eylül 2024 Pazartesi

Frankfurt Okulu’nu kuran kuşağın ortak biyografisi

Türkiye gibi, geleneksel dönemi en derin ve güçlü şekliyle yaşamış, dine dayalı bir dünya görüşüyle, tüketmektense, “gerçek” ihtiyaç temelli kanaati ve yetinmeyi temel almış, modernleşmeye karşı hep şüpheci ve mesafeli bir yerde konumlanarak, varsa yapılması gerekenler -devletten ayrı bir sivil alan oluşturamadığı ve düşünsel bir devrim geçiremediği için- bunu devlete bırakmış ülke toplumları, uzlaşır gibi gözükseler de içten içe kapitalist düzene karşıdırlar. Ne kadar materyalist bir görünüm verseler de gerçekte her zaman idealizme ve manevi olanın üstünlüğüne bağlıdırlar. Tam bir kitle kültürü özelliği sergileseler de hep bireysel tutumlar sergilemek isterler. Rasyonel değildirler, çünkü hemen her zaman duygularına yenik düşmektedirler.

Kapitalist düzenin getirdiği, serbestleşmeyi ve kalkınmayı onaylasalar da sürekli bir içsel huzursuzlukla yaşamaktadırlar. Alttaki derin huzursuzluk, bu gibi toplumları her zaman öngörülemez kılar. Huzursuzluk, bilinmez bir kaynağa dayalıdır ve sonuçları da buna bağlı olarak bilinmezlik taşır. Bu tür toplumlar, zenginliği isteseler de aşırı servet birikiminden fazlasıyla rahatsızdırlar, hiyerarşileri meşru görseler de aşırı eşitsizliklerden bunalmaktadırlar. Baskılara karşı çıksalar da aşırı serbestleşmeden büyük bir ürküntü ve korku duymaktadırlar. Ne olursa olsun, devletin gözünün -ve elinin!- piyasanın üzerinde olmasından yanadırlar. En önemlisi, alternatif bir düzen ihtiyacı duysalar da bunu başaracak düşünsel ve kültürel gücü hissedememekte, başka türlüsünün düşünülemez olduğunu çaresizce kabullenmekte ve hiç değilse, daha az zarar göreceklerini düşündükleri iktidarlarla yollarına devam ederek, içten içe taşıdıkları idealizme olan bağlılıklarıyla huzursuzluk hissini belli ölçüde bertaraf etmektedirler. Bir de, ekonomiyle din, siyaset, aile vb. diğer toplumsal kurumları ayrı tutarak, kapitalizmin her yere sirayet etmediğini düşünerek yaşamaktadırlar. Bu nedenle, kökten değiştirip başka türlü bir düzene geçmek mümkün gözükmese de direniş her zaman mümkündür.

Büyük Uçurum Oteli, gazeteci Stuart Jeffries tarafından yazılmış, İthaki’ye bağlı Minotor Kitap tarafından, Banu Karakaş’ın son derece incelikli çevirisiyle basılmış olan, harika bir kitap. (Bana göre, bu yazın en iyi kitabı!). Gereksizliklerinden arındırılmış, neşeli ve coşkulu, derinliği ve sadeliği tam olarak birleştirmiş bir anlatım… Sosyal eleştirinin en önemli ekollerinden, tüketim toplumu, kitle kültürü, kültür endüstrisi ve otoriter kişilik gibi bugün artık ana akım olmuş çalışmaların öncülüğünü yapmış olan Frankfurt Okulu’nu kuran ve sürdüren, Adorno, Horkheimer, Marcuse, Fromm, Pollock, Neumann ve Habermas -ve hatta Benjamin, ve hatta Brecht!- gibi önemli bir entelektüel kuşağın ortak biyografisi. Hepsinin Yahudi olduğunu, oradan oraya sürülen bir yersiz yurtsuzlukla sürekli büyük korkularla yaşadıklarını düşünürsek, aynı zamanda trajik öyküsü de denebilir. Fikri gelişimlerinin, nasıl dönemin olaylarından ve birbirilerinin çalışmalarından, gündelik sorunlardan etkilendiğini çok iyi anlatan bir çalışma.

Bu insanların temel meselesi, -tıpkı Türkiye gibi!- hayli geleneksel ve köylü bir toplumun, kapitalizmin yıkıcılığına maruz kalmış, yaratıcılığını ve idealizmini giderek kaybetmiş, tarihsel geçmişine ihanet etme duygusunun ve materyalist zenginleşmenin getirdiği kendisinden uzaklaşmanın eziciliğiyle baş etmekte zorlanan, Marx’ın, Kant’ın, Goethe’nin ve Hegel’in yurdu olan bir ülkenin, neden ve nasıl olup da demokratik bir sosyalist alternatif ve rasyonel karşı çıkış yerine baskıcı bir faşizme kendini esir etmiş olduğu, tam bir irrasyonellikle çılgınca bir cinnet haline nasıl tutulduğunu anlayabilmektir.

Henüz Hitler, korkutucu bir alternatif olarak ortalıklarda gözükmemektedir. I. Dünya Savaşı’nın yenik ülkesi, buradan -psikolojik, ekonomik, siyasal ve sosyal olarak- çıkabilmek için eski monarşiden yepyeni bir demokratik yönetime geçmeyi denemektedir. Sosyal ve ekonomik alandaysa, eski geleneksel bağlardan büsbütün sıyrılmakta, görülmemiş bir serbestleşme ve manevi olan ne varsa yıkarak idealizmin yerine serbest piyasayı geçirmektedir. Eski katı İmparatorluk bağlarından bunalan halk, her alandaki sınırsız özgürleşmeyi kutlarken bir yandan da amaçsız bir yeni hayatla baş etmeye çalışmaktadır. Monarşik baskı yerini aşırı serbestleşmenin bireysel olarak taşınamaz ağırlığına bırakmakta, insanlar bu anlaşılmaz yükün altında, içten içe tutundukları idealist duyguları için uygun bir zamanı bekleyerek teselli bulmaktadırlar.

Frankfurt Okulu, her ne kadar Hitler Almanya’sıyla birlikte anılsa da ilk çıkışı Hitler’i de doğuran sosyal, siyasal, ekonomik ve psikolojik şartların anlaşılması çabasıdır. Hitler’den çok öncedir. Jeffries, okulun kuruluşunu ve amacını, şöyle anlatır: “Bu okul bir anlamda başarısızlığı, özellikle de 1919’daki Alman Devrimi’nin başarısızlığını anlayabilmek amacıyla bir araya geldi. 1930’larda gelişip ilerledikçe neo-Marksist toplumsal analiz ile Freudyen psikanalitik kuramları birleştirerek Alman işçilerinin sosyalist devrimle kendilerini özgürleştirmek yerine neden öncelikle modern kapitalist tüketim toplumunun ve sonunda da kaçınılmaz olarak nazizmin cazibesine kapıldıklarını anlamaya çalıştı.”. Yani, demokratik bir sosyalizme geçememekle Hitler’e boyun eğmek aynı nedenden kaynaklanıyordur ve bu insanlar, çeşitli açılardan bunun nedenlerini anlamaya çalışmış, çok önemli çalışmalara imza atmışlardır.

Adorno için bunun nedeni, geleneksel düzenin otoriter kişilik yapısında aranmalıdır. Çünkü otoriter kişilik, “Geleneksel standartlarda görülen gerileme konusunda takıntılı, değişime uyum gösteremeyen, grup içine dahil olmadığını düşündüğü herkese karşı içinden çıkamadığı bir nefret duyan ve yozlaşma karşısında gelenekleri ‘savunmaya’ hazır” biridir. Yaratıcı içsel gücünü otoriteler lehine devretmiştir.

Horkheimer’e göre, kapitalizm insanı da metalaştırmış, düşünsel ve idealist manevi güçlerini büsbütün yıkıma uğratmış, başka türlü bir hayatı düşünemez hale getirmiştir. Artık ihtiyaç için ya da insanlara yarar için olmaktan çok daha fazla para için yapılan amaçsız üretim, amaçsız bir tüketimi ve nihayetinde, amaçsız, başıboş halde savrulan, görünürde bir arada olsa da gerçekte öteki insanlardan içsel olarak kopuk bir yeni insanı ve atomize olmuş toplumu ortaya çıkarmaktadır.

Marcuse’un, yine benzer bir yerden, Marx ve Freud’u birleştirerek yaptığı analize göreyse, kapitalist düzenin hazcı doğası oldukça yıkıcı bir gerçeklik kaybına neden olmaktadır: “Haz ilkesinin serbest bırakılması, gerçeklik ilkesinin güçten düşürülmesi anlamına” gelmektedir. Çünkü, “İnsanlar kendi hayatlarını yaşamaktansa, önceden belirlenmiş işlevleri yerine getiriyor, çalışırken kendi ihtiyaçlarını ve yetkilerini yerine getirmiyor, yabancılaşmışlık içinde çalışıyorlar.”.

Erich Fromm, zaten, diyebiliriz ki bir yabancılaşma uzmanıdır. Ona göre, kapitalist, sınırsız üretim ve tüketim temelli hayat insanı kendi kendisine, manevi derinliğine, rasyonel işleyişine, yaratıcı güçlerine ve insani bütün özelliklerine karşı yabancılaştırıcıdır. İnsan buradan, ya gerçek anlamda diğer insanlarla ruhsal bir dayanışma ve sevgi ilişkisi kurarak, bütün yaratıcılığıyla yeni bir dünya oluşturarak çıkar ya da bunu yapamaz ve güce teslim olarak otoritelere itaat ederek rahatlar. Bu anlamda aşırı serbestliğe dayalı kapitalizmle aşırı baskıcı otoriter düzenler birbirinin tersi ve yüzü gibidir. Birinde çok seçenek vardır ama kişinin neye ihtiyacı olduğu ve neyi seçmesi gerektiği de o seçenekleri sunan düzen tarafından belirlendiğinden, gerçekte diğerindeki tek ve zorunlu seçeneklilik halinden pek de farkı yoktur. Birisi, “Demir Perde”yse, diğeri de “Demir Kafes”tir.

Bu yazarların hepsi için, gerçek anlamda zincirlerinden ve her türlü baskıdan kurtularak özgürlüğe kavuşmak, insanların kendilerine yabancılaşmadıkları bir hayatı kurma imkânına sahip olmak anlamına geliyordu. Kapitalizm bunu sağlayamadığı gibi, tam aksine, fazlasıyla yabancılaştırıcıydı ve Hitler gibi otoriter liderler, sürekli olarak yeniden kendine dönmeyi vadediyorlardı. Huzursuz toplumlarda siyasetin en önemli söylemi her zaman için sürekli ve yeniden kendine dönme, kaybedilenleri yerine koyarken yeni kazanımlara uzanılacağı inancı doğurmadır. Hitler de tam olarak bunu yapmıştır. Kapitalizmin götürdüğü ne varsa yerine koyacağı, kaybedilen idealizmin yeniden ve hiç olmadığı kadar büyütülmüş haliyle canlandırılacağını vadetmiştir. Ekonomiyle kültür, tarih, siyaset, aile gibi kurumlar birbirine mahkûm değildir. Bu nedenle, ayrılmalı, ayrı tutulmalı ve özgürleştirilmelidir. Böylelikle, bir alandaki bağlılık ve boyun eğme diğer alanlarda özgürleşme ve serbestlik olarak hissedilebilir. Kayıp ne kadar derinse bağlılık da o ölçüde güçlü olduğundan, Hitler’in Parti’sine geçişler, hiçbir zaman tekil kararlarla değil hep kitleler halinde yaşanmıştır. İnsanlar, kitleler halinde o büyük huzursuzluk halinden kaçışmışlardır. Hitler’in iktidarına boyun eğdikçe kaybettikleri alanlarda daha özgürce hareket ettiklerini düşünmüşlerdir. Bağlandıkça bağımsızlaşıyor gibidirler. Sonrası, bildiğimiz hikâye…

Frankfurt Okulu mensupları için, Hitler’in gelişi hem kişisel hayatları hem de entelektüel çalışmaları açısından büyük bir yıkım olmuştur, elbette. Sonrasında, ABD’ye giderek Okul’u orada başka bir biçimde de olsa yeniden kurarlar. Almanya’dayken daha ziyade, otoriterlik ve faşizm açıklamalarına odaklanan çalışmalar burada kültür endüstrisine, kitle kültürüne ve kapitalizmin faşizm kadar yıkıcı sonuçlarına çevrilir. İnsanlar artık hiç olmadığı kadar pasiftir. Sahte ve yüzeyseldir. Samimiyeti ve içtenliği yitirmiştir. Kendi kendileriyle bağ kuramaz hale gelmişlerdir. Bütün çelişkiler içselleştirilmiştir. Toplum, geleneksel dünyada bile olmadığı kadar kaderci ve içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik koşulları değiştiremeyeceği hissiyle çaresizdir fakat bunu fark edemeyecek kadar hazza ve eğlenceye düşmüştür. İnsanlık, ilk defa bu denli daha iyisini tahayyül edemediği bir dünyada yaşamaktadır. Artık, devrim diye bir şey yoktur! Bu bir yanılsama çağıdır ve insanlık, hiç olmadığı kadar yanılmaktadır. Bu artık, insanlık değil olsa olsa, insanlığın parodisidir. İşte, Frankfurt Okulu mensupları bu büyük uçurumu görmekte, bir Brecht oyunu gibi izlemektedir.

Ne var ki bu, bir Brecht oyunu değildir; Gerçek insanların gerçek acılarıyla dolu hayatın ta kendisi sahnelerden ibarettir. Tam da bu nedenle, Macar Marksist filozof György Lukács, Adorno başta olmak üzere Frank Okulu üyelerinin, büyük uçurumun kenarında konforlu bir otelden izler gibi hayat faciasını izlediklerini, eyleme geçmeksizin salt düşünmek, anlamak, yorumlamak ve kuramsal açıklamalar getirmekle yetindiklerini, gelgelelim kendilerini tehlikeye atmadan yapılan düşünme eyleminin meşru olamayacağını söyler. Çünkü ona göre, “Kuramın da pratiğin de meşrulaştırılmasının tek zemini, bu ikisinin birleştirilmesi olabilir ancak.”. Adorno’ysa buna karşılık vererek, gerçek eylemin, insanın sokaklara atılmak değil kendi içinde her şeyi yeniden düşünüp tam bir iç gözlemle sürekli bir direniş halinde yaşamak olduğunu, bu olmaksızın girişilen her eylemle, tam da mücadele edilen, karşı konulan insanlardan çok bir farkın kalmayacağını ima eden sözler söyler: “En coşkulu protestocular, iç gözlem yapma konusundaki isteksizlikleri bakımından otoriter kişiliklere benzemektedirler.”.

Büyük Uçurum Oteli, sürekli uçurumun kenarında yaşayan toplumlar için çok şeyler söylemekte, oldukça zengin tartışmalar içermektedir; Tabii, Lukács’ın görüşleri de…

A. Erkan Koca
x.com/ahmeterkankoca

Mehmet Kaplan’da Yunus Emre ve Jung

Zamanın geçmişe nazaran çok daha hızlı geçişi, kendimizi yalnızlığın ve sessizliğin gölgesinde bir türlü dinlendiremeyişimiz, keza bu tür mekânların, kuytuların sayısının giderek azalması, kimsenin kimseyi dinlemeye teşne olmayışı, artan kalabalık, artan içi boş sohbetler, hayatı ve insanları anlamada güçlük, giderek anlamsızlığın yeryüzünü kaplayışı… Bu karamsar gibi görünen girişi şunun için yapıyorum aslında: işini bilen, makul bir olgunluk seviyesine kavuşmuş insanlar neyi nerede bulabileceklerini iyi bilirler. Kimlerle sohbet edileceğini, kimlere muhabbet besleneceğini, nerelerde sakin kalıp dinlenilebileceğini, her şeyin geçici oluşunun verdiği ulvi lezzeti, kuru gürültüden kaçış yollarını, kaybolmanın içinde saklı olan lezzetleri bilirler.

Bunların yanı sıra kültür-sanat üzerine ciddi merakları, uğraşları olanlar neyi okuyacaklarını, neyi izleyeceklerini, neyi dinleyeceklerini de bilirler. Bu çaba onları Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mahur Beste’de söylediği “Dikkatini elindeki işe verirsen temiz kalırsın” güzelliğine götürür. Sonra iş, daha da derinleşir ve Tanpınar’ın talebesi olmakla yetinmemiş, talebelik ceketini asmış ve aşmış, yazdığı denemelerle insan ufkunu açan, ömrünü fikir-aksiyon disiplinine adamış bir başka isme götürür, götürmeli: Mehmet Kaplan. O da Yaşadığıma Dair adlı kitapta yer alan mektuplarındaki bir ifadeyle şu hayati çağrıyı yapıyor: “Onca alelâdenin içinde bir istirâhatgâhınız olsun.

Mehmet Kaplan'ın herhangi bir kitabını, herhangi bir denemesini ya da tahlilini okurken; Türk kültürüne nasıl bir aşkla bağlı olduğunu hissetmek mümkün. Bu hissi size de aktarıyor, yakıtınız azaldıysa dolduruyor. Böylesi büyük ruhlara çok şey borçluyuz. Hülasa çalışmamız, hiç durmadan çalışmamız gerekiyor. Bu büyük ruhların kitaplarını yeniden ve yeniden okumaktan aldığımız haz bir yerde durmamalı. O hazzı başkalarının yaşaması için de gerekiyorsa vesile olmalıyız, anlatmak ve paylaşmak için tembellik etmemeliyiz. Bu topraklarda yaşıyorsak çıkış yolu bulmakta zorlanma hakkımız yok. Bazen hangi patikadan başlayacağımızı bilemeyebiliriz, burası doğal. Ancak her patika bizi ulu bir dergâhın kıyısına, hikmet fısıldayan bir şairin yamacına, düşünce ve sessizlikle ömrünü tezyin etmiş aziz bir insanın civarına düşürecektir. Kaplan, Nesillerin Ruhu kitabında bahseder: Yıllar geçmiştir. Nice şarkılar girmiştir kulaklarından. Bazen mutlu evlerin pencerelerinden, bazen bir meyhaneden gelmiştir o şarkı. Bazen bir külhanbeyi şarkısı, bazen güzel bir kadının tutturduğu nağme kulağını süslemiştir. Kimine ağlayıp kimine güldüğü bu nağmelerde sövgü de vardır, ruhu okşayış da. Ama Kaplan, “Fakat hepsi de kulaklarımda kaldı. Ruhuma girmedi. Ama Yunus'un, Yunus’ların şarkılarını hiç unutmadım. Kaç sabah Yunus ölmemiş, Yunus, çoğalmış, köyler Yunusla dolmuş hissi ile uyandım…” diyor. Mehmet Kaplan’ın, Fransız filozof Alain'den ne kadar beslendiği ve etkilendiği hakkında pek çok yazı vardır. Ancak Orhan Okay ve İnci Enginün gibi hocaların tespit ettikleri bir gerçek bizler için daha ayrı bir yerde durmalı. O da Kaplan’ın içindeki Yunus aşkı, Yunus sevgisi. Kitaplarına yayılmış denemelerinde sayısız defa Yunus’umuza başvuruyor Kaplan. Bazen bir dizesinden yola çıkıp düşüncelerini dile getiriyor. Bazen de Yunus’un asırlar evvelinden dile getirdiği, şimdilerde kaybettiğimiz nice değeri günümüze taşımaya çalışıyor.

Dil zevkiyle harmanlanmış bu zengin metinler Dergâh Yayınları tarafından vaktiyle Yunus Bir Haber Verir adıyla neşredilmişti. Kitapta Kaplan’ın denemelerine başlamadan evvel iki önemli yazı okuru karşılıyor. Merhum Orhan Okay hoca, “Kaplan, zaman zaman şimdiye kadar belki de kimsenin dikkatini çekmeyen bir Yunus mısraını almış, onu benimsemiş, bütün gün sokakta, derste, çarşıda onunla beraber dolaşmıştır. Böylece, öyle zannediyorum ki, Yunus’un o mısralarıyla bir çeşit ayniyet kazanmış, Yunus’un yaşadığı mistik tecrübeyi yaşamıştır” diyerek Kaplan’ın sadık bir Yunus dervişi olduğunu dile getiriyor. İnci Engünün hoca ise Mehmet Kaplan’ın dilinden Yunus Emre’nin hiç eksik olmadığını, divanının daima masasının üzerinde durduğunu, onun öğrencileri olarak Yunus Emre’yi aslıyla Mehmet Kaplan’dan öğrendiklerini anlatıyor. Onun güncel meseleleri açıklamak, zorlu düğümleri çözmek için Yunus Emre mısralarına başvurması bugünün insanı için çok değerli bir ilham kaynağı, yol haritası.

Mehmet Kaplan’ın Yunus Emre’yle kurduğu bağ esasında bir çatı. Bu çatının altında Türkiye, tarih, kültür, edebiyat, felsefe, şiir, mimari, musıki, insanımız, şehirlerimiz, maarif meselemiz, siyasi tavrımız, varoluş sorgulamalarımız, hakikat arayışımız, değerler sistemimiz ve aidiyet ihtiyacımız var. “Hiçbir şeye bağlı olmayanın hâli fecidir” diyor Kaplan. Bu cümlesi aslında şu düşüncelerinin bir şerhi: “Biz bir abesler dünyası içinde yaşıyoruz. Madde, varlık, bugünkü insanlığı bir hapishane duvarı gibi çevirmiştir. Bundan müthiş bir iç sıkıntısı doğuyor. Egzistansiyalizmin iç sıkıntısına bu kadar ehemmiyet vermesi mânasız değildir. Çünkü o bu asrın en büyük hastalığıdır. Hiçbir şey bu iç sıkıntısını gideremiyor. Asrımızın eğlence düşkünlüğüne bakınız. İnsanlık, öyle sanıyorum ki hiçbir çağda asrımızda olduğu kadar eğlenmemiştir. Fakat eğlenceyi tetkik ediniz, arkasında korkunç can sıkıntısını bulacaksınız.

Bu satırlar bize Yunus’umuzun hangi mısraını hatırlatmalı? Elbette: Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı. Kaplan, çağın bütün hastalıklarının, sıkıntılarının bu mısrayla okunabileceğini yakalıyor. Maddi varlık planına bağlı kalan, yani ister iktisadi olsun ister felsefi, kendini varlığa zincirleyen insanın sıkıntıdan kurtulamayacağını, bunun da eğer talihliyse çok geç farkına varabileceğini söylüyor. Tüm bu maddeci tavrın Yunus’un düşünceleriyle terbiye edilebileceğine dair inancı, bir çıkış yeri arayan insan için ilk büyük adım. Her şeyden önce ve daima insana saygı. Bunun için Yunus’un “Bir kez gönül kırdın ise bu kıldığın namaz değil / yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil” mısraı her an hatırımızda durmalı. Sonra, insanın içindeki o aziz hakikati. Ona ulaşmak için kendini defalarca, gerekiyorsa en sert biçimde açması, soyması gerçeği: Bir ben vardır bende benden içeri. Kaplan’ın psikoloji okumaları, Freud’dan ve bilhassa Jung’dan çekip çıkardıkları her seferinde insanı şaşkınlığa uğratıyor. Teknik kavramlar içinde fazla boğulmadan, insanın bugünüyle ve hakikatiyle ilgili en özel meseleleri seçip onlara dikkat çekmesi, bir deneme yazarının nasıl bir hünere sahip olması gerektiğini de gösteriyor. Jung’un kolektif bilinçdışı ve arketip kavramları, insanın iç haritasını ortaya seren rüya ve sembol çalışmaları Kaplan’da önemli bir yer bulmuş. Şu ifadeye dikkat buyurun: “Jung’un eserleri Türkçeye çevrildikten sonra Türk okuyucusu Yunus ve Mevlânâ’nın ne kadar aktüel olduklarını anlayacaktır.

Tanpınar’ın Gül adlı şiirini yorumlarken, “Zen Budistlerinin murakabelerine benzer bir hal” yakalar Kaplan. “Bir sonsuz uçurumda uyanmış gibi birden / sazlar sustuktan sonra duyulan nağmelerden / doldurur hiç durmadan uzattığı bu tası / gül, ey bir âna sığmış ebediyet rüyâsı!” dizeleriyle sona eren şiir hakkında “Kendi içine dalan insan dış âlemle münasebetini keser; açık ve seçik olarak kavrayamadığı birtakım hayallerle karşılaşır.” diyerek açıklamasına başlar Kaplan. Jung’un “içeriye bakan uyanır” sözünün insan varlığına dair derin anlamlar taşıdığını dile getirdikten sonra bir konuya özellikle dikkat çeker: kimi zaman da insan yücelere dış âlem üzerinden ulaşır. Bunu da Yunus Emre’nin “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” dizesiyle hatırlatır. “Yunus Emre, birçok şiirlerinde Tanrı’ya dış âlemden yükselir. Kâinatın sırlarını ilmî usullerle araştıran ilim adamı da, objektif varlıklarından hareket eder.” diyen Kaplan, bu derinliği ölüme ve ölüm duygusuna getirir. Korkunç olarak bilinen ve görünen ölümün ancak ebedî hayat vaadiyle yenilebileceğini söyler. Jung da bilhassa rüya analizleriyle ruhun ebediliğine inandığı pek çok şeyi dile getirmiştir. O zaten inanç yokluğunun pek çok ruhsal rahatsızlığı getireceğine de inanıyordu. İnanç, tek başına sağaltım etkisi yaratan bir şeydi. Ruh kendini mutlaka bu ebedi daireye, varoluşsal vakuma sokmak istiyordu. Yunus Emre’miz tek bir mısraya sığdırıyor hakikati: Ölümden ne korkarsın, korkma ebedi varsın.

Jung’un arketip nazariyesi, Kaplan’ın sanata ve sanatçıya bakışını derinleştirmiştir, burası pek çok denemede görülebiliyor. Özellikle Nesillerin Ruhu adlı kitabında sanatçılar dünyasında “insanlığın hayatını idare eden birtakım gizli kuvvetler”in daha sıkı görüldüğünü ifade etmesi, bunu da en iyi açıklayan şeyin Jung’un arketipleri olduğunu söylemesi çok kıymetli. Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş adlı kitabında “Düşünü gördüğümüz ‘diğer kimse’ bizim ne dostumuzdur ne komşumuz; içimizdeki diğer yandır; buna kendimizi yeğ tutarak şöyle deriz: ‘Tanrım, sana şükürler olsun ki beni böyle yaratmamışsın!’. Kuşkusuz düşler ahlaki düşüncelerden yoksundur ama yine de bize eski bir deyişi anımsatır: Ağaçlar güçlü köklerini göğe uzatmazlar, tersine toprağın derinliklerine gizlerler.” der. Büyük sanatçıların kuru fikirlerle değil, beynelmilel hislerle, hayallerle, güçlü köklerle son derece berrak ve canlı olarak dile getirdikleri, okuyanın da bunları bir yaşantı hâline getirmesine vesile olur. Mehmet Kaplan, bu konuyla ilgili olarak Yunus’umuzun “Hak bir gönül verdi bana / ha demeden hayran olur” mısraını hatırlatır. Sanatçı; hayran olan, duyan, seven ve sövendir. Bunu nefsiyle değil kâinatın bütününü kaplayan akıl (akl-ı küll) yoluyla yaptığında, ortaya çıkan da sanattır. Jung’ta bilinçaltı, “kuşaktan kuşağa aktarılan bir miras”tır, Kaplan buna “insanları ölüler idare eder” diyerek şerh düşer ve şöyle söyler: “Maziyi bilmemek ve tebcil etmemek cehaletten ve boş gururdan ileri gelir. Dikkatle bakarsak ebediyetin bizde yaşadığını görürüz. Sonsuzluk seyyahı Yunus bunu ne güzel anlatır.

Mehmet Kaplan, ilim yoluyla ortaya konan gerçeğin izini sürmüş, burada Alain kadar Freud’dan Jung’dan Simone Weil’den ve daha nice isimden güzellikler devşirmiştir. Ancak bütün düşünce harcını Yunus Emre ile mayalamış; aşksız bir ilmin ancak bir yere kadar götürebileceğine inanmış, aşkın mutlaka izhar edilmesi gereken bir hakikat olduğunu dile getirmiş, böylece insanlığa “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası” sırrının aşılacağına kanaat getirmiştir. Allah-âlem-insan üçgeninin merkezi, Kaplan için gönüldür. Yunus’umuz için de gönül, Çalab’ın tahtıdır. Ondan sonrası da apaçıktır: Bana seni gerek seni…

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Sâmiha Ayverdi tasavvurunda münevver

"Münevveri, kendi toprağının gerçeklerinden câhil olan ülkeler için yaşama hakkı düşünülemez."
- Sâmiha Ayverdi

20.yy büyük bir yıkılışa tanıklık eder, 300 yıllık Selçuklu Medeniyetinin ardılı olan Osmanlı Medeniyeti ebedî istirâhatine çekilir. Aslen 1918’de fiilen ise 1923 yılında yıkılan Osmanlı devletinden geriye kalan, enkazın içinden yaralı ve birkaç uzvu kopmuş olan bir vücut-u medeniyettir. Altı yüz yıl hüküm sürmüştür, bunun dört yüz yıl dünyaya, ilim, sanat, vâkıf, adâlet anlayışı ile yön veren güçlerden biri olmayı başarmıştır. Son iki yüz yılı çalkantılıdır, özünden kopuklukla ve Batılaşma hareketiyle yönünün açısı değiştirmiştir. Münevverlerin ve elit sınıfın elindeki pusulanın yönü artık batıyı göstermektedir. Halkın elindekin de ise yön hâlâ geleneklere sâbitlenmiştir. Dönemi analiz etmenin en iyi yolu, aydın sınıfını eğrisi ve doğrusu ile incelemekten geçer. Halk ile arasındaki bağının kopmasını, büyük değişimini irdelemek bize yön verecektir.

Âşıkların ölmeyeceğine inanan Türk toplumu, devlet geleneğinin, törenin ve kültürün de ölmeyeceğine inanır. Medeniyet pergelini tutan aslî unsur olan münevverlerin durumunu anlamak ve çözmek için, o döneme şâhitlik etmiş olan aklıselim, teşhis ve tedâviyi bilen toplum hekimlerine kulak vermek durumundayız. Zamanın önde gelen isimlerinden, Nurettin Topçu, Mümtaz Turhan, Hilmi Ziya Ülken gibi ilim sâhiplerinin yanına Sâmiha Ayverdi gibi bir mümtaz şahsiyeti eklemek gerekir. Neden Sâmiha Ayverdi? Bunun cevabı basit ve çok açıktır; mensubu olduğu toplumu çok iyi analiz edebilme kabiliyeti, şâhit olduğu dönem hâdiseleri, yetiştiği muhit, aldığı eğitimle gelen üst mertebe entelektüel kimliği, aksiyonerliği, kuvvetli kalemi ile münevverlerimizin başında gelmesidir. Ataerkil bir toplumda, kadın olarak kitleyi harekete geçirebilecek bir güce sâhip olmasını da eklemeliyiz.

Sâmiha Ayverdi Hanımefendi mensubu olduğu Türk milletinin içinde bulunduğu, kültürel, siyasî, ahlâkî, ticarî ve nihâyetinde dinî yozlaşmanın nedenlerinin başında; yanlış rüzgârın peşine takılan, sahte kutup yıldızlarını yol gösterici kabul eden, aydınları sorumlu tutar. Ona göre, bir toplumu fikir ve inanç yönünden inşâ edenler, şeklini verenler; o ülkenin fikir adamları, maarif sistemi ve mensupları olan öğretmenler ile din adamlarıdır. Bu üç sınıf ana eksende Türk münevverini oluşturmaktadır. Gelecek nesillerin teslim edildiği öğretmenlerin sadece fennî bilimleri öğretmesinin yanı sıra, ilim, irfan ve ahlâk konusunda da rehber olması gerektiği vurgusunu yapar. Muallimlerin vazîfesinin ehemmiyeti, Türk gençliğinin "Asım Nesli" olarak yetiştirmekte saklıdır. Çünkü Türk gençliğindeki görünen tehlikeli başıboşluğun getireceği düzensizlik, kütleyi yani toplumun dengesini bozacak, âkıbet hayra seyir etmeyecektir. Kaybolan Anahtar kitabında, “Maalesef Türk maârifinde, ilmî araştırma heyecan ve şevkini verecek gāyeli ve şuurlu ıslâhatın yapılması düşünülmedi.” diyerek sistemdeki yanlış ıslâhatlara dikkat çeker. Ona göre ilim kadroların yerini sömürgeci sermayenin ağırlığı almıştır. Bunun ana nedeni, siyasî basiretsizlik, ilmi kifayete sâhip olmayan idârecilerin zaafı ve memleket gerçeklerine göre istikāmet verilmemiş reformlardır. Şekil ve taklitçilikte kalmış ıslâhat çalışmaları gerçeklere temas edememiştir. Dil, din, târih şuuru verilmemiş gençlik, kimliksiz, gāyesiz olacağı gibi ithal düşünceler ve yanlış düşman ellerinde bir piyon olarak kullanılmaya hazır hale gelecektir. Mütefekkire göre gençlik, târihini, dilini, töresini çok iyi bilen mânevîyatı kuvvetli öğretmenlerin elinde yetişirse, bin yıllık Kızılelma gāyesi etrafında birleşecek, yabancı ellerde hebâ olup gitmeyecektir. Aynı şekilde din adamları da bu bilince sâhip, taassup içinde olmayan, taklitçi anlayıştan uzak, Kur’an ahlâkıyla bezenmiş olmalıdır. Hoca sınıfında irfanı, sanatı, kültürü millî değerler potasında eritmiş, münevver bir kisve arar. Sâmiha Ayverdi halk üzerinde en büyük güce sâhip olanların hocalar zümresi olduğunu belirttikten sonra, en hassas mevzûlarda bilim ve fikir adamlarından daha çok, onların sözüne bakıldığının altına çizer. Geri ve taassup içine batmış bir din adamının düşman olarak gördüğü, ilerici kimlikli –batı düşüncesi hâkim zümreler- ile beraber düşmana hizmet ettiğini söyler. Ona göre bu iki kesimin görmediği hakîkat; aşırı dinsizlik ile inzivâya çekilmiş, taassup içinde kalmış dindarlığı körükleyen, düşmanın politik canbazlığıdır. Bin senedir saf imanla birbirini tamamlayan millî heyecan ve değerler potasında kâmil olmuş bir din adamı, toplumun her kesimine Kızılelma (İ'lâ-yi kelimetullah'ı) mânâsıyla anlatacak münevverlerimizden olacaktır.

Kendini tamamen batıya teslim etmiş olan fikir adamları, kaşık ve çataldan öteye gidememiş, ilericiliği farklı medeniyetlerin değerinde aramıştır. Ama onların menfaat küplerinden sızan düşünce zehirleri ile idrak perdesi inmiş, gaflet pençesi ile ağır darbe almış, bir yaralı olduğunu bilmeden asıl gericiliği yapan bir zümreye dönüşmüşlerdir. Sâmiha Ayverdi, Kölelikten Efendiliğe kitabında;

Münevveri, kendi toprağının gerçeklerinden câhil olan ülkeler için yaşama hakkı düşünülemez.” der. Bu sözlerinde sâdece kendi milletine değil bütün Âlem i İslam coğrafyasına bir seslenişi mevcuttur. Ona göre şoven milliyetçilik İslâm dünyasına lâzım olan şey değildir, aksine yüksek bir Kur’an ahlâkı, büyük İslâm şuuru ile birbirini destekleyen devletler olmalıdır. Türklerin, İslâm anlayışının dinamik yapısıyla kütleleri birleştirici, geliştirici, düşünceye açık olmasından dolayı, selefi akımlara karşı bir duruş sergiler. Burada münevvere düşen rol ise canını kütleye adamak, tasavvuf ile kelâmı bütünleyen imanı açı yapmak ve pergeli gün şartlarına uygun hareket ettirecek fikirleri üretmektir. En önemlisi onları yaşayarak insanlara aktarmaktır. Ne sadece madde ne sadece mânâ olmalıdır. Her ikisinin izdivacından doğacak yüksek şuurlu münevverler bize yön verecektir. Böylece ilim, irfan ve hikmetle, kütlelerin gaflet kabuğu çatlayacak, yüksek seviyeli bir medeniyet yeniden inşâ edilecektir.

Sâmiha Ayverdi kütleleri uyandıracak münevverlerin, İslâm toplumunda bir elin parmağını geçmediğini söyler. Tanzimatla başlayan ıslâhat çalışmaları ile 20.yy kadar geçen sürede, bir düşman taktiği olarak tarihi boyunca dinamik yapıdaki imanı yıkmak, küçük düşürmek, Türk münevverinin kafasına ekilmiş, neticesinde filiz vermiştir. “Acı da olsa, îtiraf etmek lâzımdır ki bugün gerilik, köylüden ziyâde onu anlamayan münevverdedir. O kadar ki Türk aydınının kifayetsizliğini kabul etmemekte inat ettiğimiz müddetçe içtimâî, îktisâdî ve kültürel hiçbir kazanç elde edemeyiz.

Tarihi gerçeklere sırt çevirmiş münevver, halktan uzaklaşmış, iletişimi koparmıştır. Hatta daha ileri giderek halkın değerleri ile alay etmiş, Türk’e ait olan millî edebiyatı, sanat dallarını, musîkî’yi beğenmemekle kalmayıp ret etmiştir. Redd i mirasla kendine ait olan ne varsa ondan vazgeçmiş, kendine uymayan batı kültürünün peşinden gitmiştir. Yenilikçi aydınlar, şahsî kalesinde yalnız olarak hüküm sürmektedir. Surlarından akan zehirli suları ise içme suyuna karıştığı için, toplumu dışa bağımlı, hâfızasını kaybetmiş, yatalak hasta konumuna getirmektedir. Sâmiha Ayverdi, öncelikle medeniyetimizi yeniden kurmak, yeniden millî kültür, sanatımızla var olmak istiyorsak, bu davamızda samimi olacak isek, öncellikle münevverimizin halka karşı kendini eğitmesi gerektiğini söyler. Böylece halk ve münevver sınıfındaki kopukluk giderilmiş olacak, hassasiyetlerimize dayalı atılımları, toplumun her katmanı ile yapmayı başaracağızdır. Sâmiha Ayverdi’ye göre toplumun her kesiminin aynı gāye etrafında birleşmesi –halkı cedid- için gereken ilk adımdır. Bu barışmayı yapacak münevver nasıl olmalıdır?

Yazar ve mütefekkir Ayverdi gerçek münevveri şöyle tanımlar: “Hakîki münevverlik, bilmediği, etüt etmediği mevzunun üstünde konuşmamaktır.Mabette Bir Gece eserindeki “İlim Tuzağı” hikâyesindeki “Mustafa her şeyi bilen, fakat kendini bilmeyen, en yüksek makamları işgal eden, fakat insanlığa yetemeyen âlimlerden olmadı.” diyerek yukarıdaki sözlerini tasdikler. Münevver kendi hakîkatini bilen, mensubu olduğu Türk milletinin tarihini, dilini, dinini tanıyan, onu yüksek şuurla aktaranlardan olmalıdır.

Son söz olarak Sâmiha Ayverdi’ye göre, Kızılelma, İ'lâ-yi kelimetullah için yapmamız gereken; münevver, refahlı, bir din ve iman şebekesi kurmaktır. Böylece kültür davamızı vatan bilincine vakıf, millî birliğe teslim ederek, çağın gerektirdiği şartlarda hakîkatine sadık sürdürebilir, farklı medeniyetlerin baskısına ve hücumlarına karşı durabiliriz.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis