17 Eylül 2024 Salı

Buşido dediğin Selçuklu yıldızıdır

Kültür ve geleneklerimize, bakış açımızın köklerine doğru yolculuk yaptığımızda, karşımızda Asya’nın bozkırları çıkar. Farsça, Hint dilleri (Sankritçe, Urduca gibi) Slav dilleri aynı dil gurubuna aittir, Türkçe ise Çince ve Japonca ,Korece, Moğolca, Mançu-Tunguz dilleri birlikte Altay gurubunun içindedir. Bu konu hakkında Osman Karatay hocanın, Selenge Yayınları'ndan çıkan, Ural-Altay Kavramı adlı çalışmasına bakılabilir. Hatta Läszlö Maräcz Macarcayı da Altay dil gurubuna dâhil eder. Pers, Çin, Hint ve Slav medeniyetleri ile yakın temas kurmuş, birbirimizi etkilemişizdir. Kimi zaman savaşlar ve göçler, kimi zaman siyasi ve ticari ilişkiler sâyesinde kültür, inanç alışverişi olmuştur. Japon medeniyeti ile ilişkilerimiz ise, vasatın altındadır. Buna rağmen birçok ortak yönümüzün varlığı söz konudur. Bunun en büyük nedeni, aynı maya ile karılmış ve aynı güneş ile şekil almışızdır. Çünkü Asya’nın yani şarkın; kadim adem odaklı felsefesi, burada tomurcuklanan milletlere yol göstermektedir. Uzak bir ada olan Japonya ile Türklerin yakın teması 18.yy başlar. Özellikle Abdürreşit İbrahim Efendi, Japon ve Türk birliğinin kurucusu olarak yâd edilmesi gerekmektedir. Sibirya’da doğan Abdürreşit Efendi 1944 yılında Japonya, Tokyo’da vefat etmiştir. Türk’ün mefkûresini Japonya’da yaşatmaya ve yeşertmeye çalışan, seyyah, müellifimiz gereken alakayı görememiştir. İsmini; konunun uzmanlarından hariç birkaç kişinin bildiği, bu önemli şahsiyetle ilgili, Doğu Kütüphanesi Yayınları'ndan, Merthan Dündar’ın editörlüğünü yaptığı, Japonya Seyyahı Abdurreşit İbrahim’in İzinde adlı makalelerden oluşmuş kitabını tavsiye edebiliriz.

Genelde Ertuğrul faciası, Meiji dönemi yapılanmaları ele alınırken, kültürel kodlarımızdaki ve düşünce yapımızdaki benzerlikler es geçilmektedir. Günümüzde gençlerin anime ve manga merakı, büyüklerin ise içyapılarındaki buhranlarını geçirme metodu olarak, Fen Shui gibi doğu felsefelerine sarılması netîcesi ilgi artmıştır. Seksenli yılların ortasında TRT’de, Pazar günleri yayınlanan Origami programı da kültürel ilişki için bir örneği teşkil etmektedir. Japonya konusunu irdeledikçe, içinden matruşka gibi Türklerle olan benzerlikler ortaya çıkıp durmaktadır. Bu da bize neden ilişkilerde geç kaldığımız sualini sordurmaktadır. 1980’de çekilen Shougun dizisi ile Samuray ve harakiri (seppuku) kavramı hayatımıza girmiştir. 2024 yılında tekrarı çekilen dizi, yeniden Japon kültürüne ait olan savaş sanatı Buşido ve Samuray kavramları gündeme getirmiştir.

Asya’nın onurlu ülkesi, ABD’nin bir günde yüzbinlerce insanı yok ettiği, dünyanın en büyük soykırımlarından olan Hiroşima ve Nagazaki’den, sanâyisiyle, teknolojisiyle ayağa kalkmayı başarmıştır. Bunun ardında yatan ana neden, disipliner ve sadâkat bağları kuvvetli bir halk oluşudur. Kadim yapılanmasını sıkı sert bir eğitim, Mensiyüsin yazdığı ilkeler, Konfüçyanizm öğretileri ve çetin coğrafyasına borçludur. İşte Japon ahlâk sistemi olarak da adlandırabileceğimiz Buşido, bir savaş sanatından çok, bir Japon idârî sisteminin, yaşam şekli ve bakış açısının adıdır. Felsefesini ve dünyaya bakış açısını Dergâh Yayınları'ndan çıkan Inazo Nitobe’nın yazdığı; Buşido: Japon Savaş Sanatı kitabı bize tanıtan bir rehber niteliğindedir.

Kitabı okurken, yazarın 19.yy’da limanların yabancılara açılmasıyla başlayan, misyonerlik faaliyetleri neticesinde hırıstıyan olduğunu unutmamalıyız. Inazo Nitobe hayatını doğduğu topraklarda değil, Yeni Dünya’da sürdürmüştür.1920 yılında kurulan Cemiyet-i Akvam genel sekreterliği ile bugün UNESCO diye bilinen; Dünya Entelektüel İşbirliği Örgütü kurucularındandır. Kitapta, Doğulu Hristiyan bir gözün, Buşido’yu anlatmasını okuyoruz Tıpkı belli bir dönemini ABD sürdüren Kurusawa’nın, Yedi Samuray ve Run filmlerinde ki batı edebiyatı izlerini, kitapta da görebilmekteyiz. Nıtobe kimliğini inkâr etmemektedir. O yeni bir form ile yeni Japonya hayal etmektedir. Hristiyan bir Buşido hayali olduğunu, kelimeler arasında sörf yaparken görebilmekteyiz. Ona göre Batı ve Doğu arasında ki; erdem, ahlâk ve feodal yapı farklarını, felsefeci ve ekonomistlerden alıntılarla bize sunuyor. Aslında kitap bir nevi batı ve doğunun karşılaştırılması denilebilir. Aslında batının da Yeni Ahit’e bağlı Japon erdemiyle donanmasını istemektedir.

Buşido, savaş sanatının adı olsa da yazarın dediğine göre; O, Japon toplumunun, yüksek erdeminin mayasıdır. Böylece Samuraylar, Japon kültürünün aslî kuvvetidir. Limanların açılmasıyla; batı kültürünün ve misyonerliğin kol gezdiği ada da, en büyük darbeyi Samuray topluluğu almıştır. Tıpkı bizim aslî unsurlarımızdan akıncılar ve yeniçeriler (bizim bu askeri yapılarımızın çekilme nedeni bambaşka bir mevzûdur) gibi tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Çekilmeleri sâdece bir askerî birimin kapanması değil, gelenekçi Japon kültürünün yozlaşmasının başlangıcı, katile âşık bir Japonya’nın doğuşudur. Biz gibi batı kültürüne kapılarını açan, bu onurlu millet, kapitalist dünyanın avcunun içine düşmüştür. 1920’lerde başlayan milletçilik akımı ile Japonlar kendi ırklarına sâhip çıkma ve yüceltme yoluna giderken, Kore gibi sömürgelerine işkence etmekten geri de kalmamıştır. Feodal yapı, yerini kapitalist feodalizme bırakmıştır. Bu sefer üst sınıf, geçmiş dönemin en alt sınıfları olan esnaflar ve tüccarlardır. Ya Samuray Kurumu!? Onlar hayat gailesi içerisinde evlerine nafaka götürmeye çalışan, asil orta sınıf olarak karşımıza çıkar. Bu aileden birisi de Japon sinemasının dâhisi Akira Kurusawa’dır. Buşido’yu anladığımızda onun sinemasını da anlamış oluruz.

Amerikan hanımın ısrarı ile yazmaya karar veren Inazo, kendi ülkesinden çok batı diyarında adını duyurmuştur, kitabı ise en çok yabancı ülkelerde ilgi görmüştür. Müellif, ülkesinde ölümünden yaklaşık elli yıl sonra belli bir kitle tarafından bilinir olmuştur. Burada da Kurusawa’nın âkıbetinin hafif bir benzer durumu vardır. (Ünlü yönetmen de ülkesinde en başlarda fazla ilgi görmez.) Bunun sebeplerinden biri, kendi dilinde değil İngilizce yazması ve şövalyeliğin yüceltilmesidir. Haçlı seferlerinde, gerek Anadolu gerek Filistin’de ve birçok diyarda kan döken, Avrupa’nın barbar birliğine övgüler düzülmektedir.

Yazar; kendi dil gurubundan gelen, bir çok benzer felsefeye sâhip Türk askerine, yabancı değildir. Kitabında birkaç yerinde nötr şekilde bahseder. Buşido gibi bir sistemin parçası olan yazar, dünyanın ilk düzenli ordusunu ve onun serdengeçtilerini görmezden gelmektedir. Bunun neden yaptığını açıkça anlayabiliyoruz. Yahudilik ve Hristiyanlığa bol bol atıfta bulunurken, İslamiyet’e ancak kılıç bölümünde peygamberin sözüne yer verir. Müslümanların kılıca olan bağlılığı ile Japonların düşkünlüğünü, yüceltmelerini irdeler. Bakışının , müspet yâhut menfî olduğu hakkında karar vermek pek mümkün değil. Lâkin atalarının dininden, başka bir dine intikal ettiğine göre, bir çıkarım da yapmak mümkün görünmektedir. Acaba, Müslümanları savaş seven, şiddet yanlısı bir topluluk olarak göstermektedir diyebilir miyiz?

Batıyı eleştirdiği birçok noktanın varlığını işaret edebiliriz.1899 yılında yazılan kitabın önsözünde, müellifi şunu söyler; “Tanrı ve onun bize gönderdiği Yeni Ahit tarafından öğretilen dine ve tabii ki kalbimizde yazılı olan kanuna inanıyorum”. Bu eleştirileri yöneltme nedeni, özünde saklı tuttuğu Asya felsefesidir. Evet, her ne olursa olsun ne kadar kimlik değiştirilse değiştirsin, o, Asyalı Hristiyan Japon’dur. Ve Batı onu hatırlatmaktan büyük bir zevk duyar.

Yazarın Hristiyan batı ile Japonya’yı birleme hülyasını arka plana atıp, bizle ortak payende de buluşmalara dikkat çekmek gerekir. Biz bu bakış açısını Türk tasavvuf kültürü içinden yorumlamayı, böylece aramızdaki benzerlikleri görmeyi hedeflemeli, kendi kültür ve mâneviyatımızın, kuvve i ahlâk noktasını bulup çıkarmalı, menfî olarak görmeye başladığımız, erdemlerimizi tekrar hayata geçirmeliyiz. Aynı zamanda eserden milletimizin, vefasızlık ve körlüğünü teşnî etmek için de faydalanabiliriz. Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bektaş ı Velî, Hacı Bayram-ı Velî gibi, kudretli şahsiyetlere sâhip, bu toprakların ilkelerini düşünmeli, gömülü olan yerden çıkarıp, giyinmeliyiz. Buşido erdemlerini okumak, Türk İslâm medeniyetin kadim erdemlerinin çerağını tekrar yakmamıza vesile olabilir. Bir ayna göreviyle kitap, bize hitap etmektedir.

Lâkin; şu noktainazarı belleğimize derkenar etmeliyiz. Her ne kadar ortak bir çok yönümüz olsa da, bizim tasavvuf temelimiz, ne Hint ne Doğu Mistisizminden çıkma değildir. İslâm; insanın yani cihanşümulun sırrıdır. Dünya o sırrın etrafa saçtığı cevherle doludur. Hz. Âdem, hata işlediği zaman, Allah'tan affı, peygamber efendimiz Muhammed Mustafa (sav) hakkı ve hürmetine istemiştir. İşte, kronojiye bağlı kalanlar bu sırra muvaffak olamamıştır. Bu hakîkatler ışığında, İslâm tasavvufunun çıkış noktası yine İslâmdır. Muhammedi Ahlâk dünyayı tamamlayan kuvvettir. Biz; sâdece diğer İslâm dışı sûfî hareketlerde Peygamber Efendimizden gelen nüveleri görür ve onu irşad ederiz. Japonlar için bir ahlâk sistemi olan Buşido’da bizim için bir metefor görevindedir. Ve biz onun erdemleri olan; Dürüstlük ve adâlet, cesaret, iyilik, nezâket, doğru sözlülük, şeref, sadâkat, irâde bölümlerini okurken, ceddimize saygı duruşuna geçer, fatiha ile eşlik ederiz. Küçük bir misal ile konuyu bağlayacak olursak:

- Cesaret bölümünde; “En cesur, en yumuşaktır ve sevenler cesurdur” sözünü en güzel uygulayan peygamber efendimiz ve onun tâkipçisi olan erenler, alperenler değil midir? Mekke’nin ortasında, inancını tüm işkencelere rağmen devam ettiren ve hakîkati söyleyen kimdir? Ve eziyet edenler dahi bir karıncayı incitmeyip seven kimdir? Ya Türk dervişleri alperenler, Balkanlara ve uç sınırlarında tekkelerini kurup, kılıç üstadı iken muhabbet ile gönüllere girenler, savaş alanında dâhi olan ama karıncanın mahşerde, hesap sorup sormayacağını düşünen, koca padişaha kim sahiptir?

Kitaptan birkaç söz:

* Şövalyelik, tarihimizin bitki müzesinde muhafaza edilen soyu tükenmiş antik bir erdemlilik örneği değil, Japon toprağının simgesi olan sakura kadar sık rastlanan bir çiçektir. Şövalyelik hâlâ içimizde yaşayan bir güç ve güzellik objesidir.

* Değişik tanrılara veya kılıçları üzerine yemin etmezler ve saygısızca laflar arasında geçiştirmezler.

* Amerikalı bir yazar, sıradan bir Japon’a yalanın mı, kaba olanın mı söylenmesinin doğru olduğunu sorduğunda hiç çekinmeden “yalan söylemek!” cevabını alacaktır.

* Kılıç gücün ve kahramanlığın amblemidir. Muhammed Peygamber “Kılıç Cennet’in ve cehennemin anahtarıdır.” Dediğinde bir Japon duygusunu dile getirmiştir.

Kılıç ve ok üstadı olan bizler, pusatlarımızı işgal ve zâlimane bir güç için değil, Selçuklu yıldızında yer alan; şükür, merhamet, şefkat, sabır, doğruluk, sadâkat, sır tutmak, cömertlik üzerine kurulmuş olan devlet anlayışımız için kullandık. Harbe giderken, çevredeki asmalardan (düşmanın dahi olsa) yediğimiz, üzümlerin yerine akçe koyacak kadar helâle düşkündük. Japonların Buşido dedikleri, kadim geleneğimizin ve sanatımızın simgesi Selçuklu yıldızının içinde ikāmet etmektedir. Son sözü Mehmet Akif Ersoy söylesin.

“Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işde gerek
Lafı bol, karnı geniş soyları taklid etme
Sözü sağlam, özü sağlam, adam ol, ırkına çek”

Elçin Ödemiş
twitter.com/elindemis

8 Eylül 2024 Pazar

Siyasetçi olmayanlar için siyaset

Başlık, Erich Fromm’un yakın zamanda Türkçe’de ilk kez yayımlanan, güzel kitabından mülhem: Psikolog olmayanlar için psikoloji (Say yayınları. Çev: Özlem Özlen Şimşek). Psikolojinin, hiç olmadığı kadar popüler ve saygınlık getirici addedildiği bir zamanda, Türkiye gibi bir ülkede hem çok çekici hem de tehlikeli bir başlık bu. Her isteyenin psikolog olabileceği zehabı doğuruyor, ama elbette, Fromm’un amacı bu değil.

İnsanın bütün hallerini görmüşçesine, süzülmüş bir bilgelikle yazan, sevgisi öfkesine galip bir kalem olarak, ne söylese söylediğinden bambaşka anlamlara kapılar açardı zaten. Burada ise, kendini anlamaya, gerçek anlamda tanıyıp yüzleşmeye, iç hakikatine yaklaşmaya çalışan herkesin belli ölçüde psikolog olduğunu, olabileceğini anlatmaya çalışıyor. Bu çabanın, insanlık için ne denli önemli olduğunu, sessizce belirtiyor.

Açmak gerekirse, söylediği şey basitçe, psikolojinin insanların gerçek anlamda iç dünyasına ulaşabilmesi ve en canlı, en görünmeyen, kor halindeki kısımları anlamlandırabilmesi halinde ilginç ve anlamlı olduğu, aksi halde salt davranışçı bir tutumla insanlara kobay muamelesi yaparak dış gerçeklikten öteye geçilemeyeceği, her türlü sosyal deneyin yanıltıcı olabileceğidir. İnsanı anlamak, ancak insanın kendisiyle mümkündür. Psikolog, iyi bir yol gösterici ve destekleyici olabilir fakat nihayetinde bu çaba, kimsenin giremeyeceği bir yoldan kişinin mutlaka tek başına gitmesini gerektirir.

Esas mesele, insan davranışlarını neyin güdülediği, insanın, yaptıklarını neden yaptığı değil, daha çok yapamadıkları, eyleme geçebilmesine ve istediği gibi bir dünya kurabilmesine izin vermeyen her türlü acının, tutkunun, korkunun ve çaresizliğin içsel ve dışsal hallerinin keşfedilebilmesidir. İnsan, neden göründüğü gibi değildir? Neden, istemediği sayısız insana ve duruma katlanmak zorunda hissetmektedir? Neden, verdiği kararları bir türlü hayata geçirememekte, sahip olduğu değerlerle sürekli ters düşebilmektedir? Sayısız çelişkiyle nasıl olup da uzlaşabilmekte, bütün bunlara rağmen akıl sağlığını koruyabilmektedir? Güce nasıl olup da bu kadar kolay teslim olabilmektedir?

Evet, psikolojinin esas sorusu belki de nasıl olup da akıl sağlığının yitirilmesi ya da bozulması değil nasıl olup da yitirilmiyor olması, korunabilmesidir? Fromm, her bilge gibi o ana kadar bildiğimiz her şeyi bir anda ters yüz edebilen de bir kalem. O nedenle, sormaya devam etmelidir: Hangi mekanizmalar, hangi yanılsamalar, hangi kendi kendini aldatmalar ve hangi çaresiz kabullenişler bunda etkilidir? Fromm’un söylediği şey, her insanın belli ölçüde kendi kendisinin psikoloğu olabileceği ve ancak böyle olursa toplumsal bir ruh sağlığına ulaşılabileceğidir.

Aksi halde, dışarıdan bakıldığında oldukça sağlıklı ve aktifmiş gibi görünen ama içten içe büyük bir pasivitenin mahkûmu, bireyselleşememiş, itaatkâr, aklını yitirmemek için çelişkilerini aklileştirmekten başka çaresi olmayan, düşüncenin yerine inancı koyarak sorgulanabilir olanla bağını koparan bir insan tipi egemen hale gelecektir. Bu insanlar, ne kadar aktif gözükürlerse gözüksünler her zaman yorgun -Fromm’un tabiriyle “ebedi bebekler” olarak- her zaman bakıma muhtaç olacaklardır. Olan biten karşısında tepkisiz değillerdir, görünürde karşı düşüncelere sahipmiş, farklı bir ses çıkarmaya çalışıyormuş gibi gözükseler de bu aslında baştan belli tepkiler, sınırları belirlenmiş eylemlerdir: “Yalnızca tepki veren ya da bir şeye zorlanan, itilen insanın, yani klasik anlamda pasif olan bir insanın aktivitelerine baktığınız zaman, tepkisinin asla yeni bir şeye neden olmadığını fark edersiniz. Tepki rutindir. Tepki her zaman aynıdır. Belli bir dürtünün ardından hep aynı tepki gelir. Her defasında ne olacağı önceden bilinir. Her şey hesaplanabilir. Burada bir bireysellik yoktur, herhangi bir güç açığa çıkmaz, her şey programlanmış gibidir.

Oysa, canlı ve gerçek anlamda aktif insan, hiçbir zaman, bütünüyle beklendiği gibi tepki vermez. Bütünüyle kestirilebilir, öngörülebilir ve yönlendirilebilir değildir. Dışarıdan kontrol edilebilir de değildir, dolayısıyla. Kendi kararlarını, kendi başına alabilecek güçtedir ve bu onu kaçınılmaz olarak, öngörülemez ve politik kılar. Diğer bir deyişle, dışsal otoritelerden çok içsel nedenlere bağlı hareket eden her insan, son derece aktif, üretici bir ruhsal haz ve güçlü bir var edici sevgi hissi içindedir. Bu nedenlerle, bu kişinin, toplumda olan bitenlere kayıtsız kalması diye bir şey söz konusu değildir; Kaçınılmaz olarak, politiktir.

Pasif insanı ise, daha çok bürokrasi çevrelerinde görmek mümkündür. Pasif insan, her zaman için verilmiş kararlar almaya, üstlerini memnun etmeyi ve mevzuatın söylediğini yapmayı toplumsal yararın önüne koymaya hep hazır, üstündekilere karşı aşırı itaatkâr ama altındakilere karşı baskıcı, ne kadar çok insana hükmederse o kadar güçlü olduğu hissi içinde bir insandır. İçselleştirilmiş bir hiyerarşik bakışla hemen her zaman eşitsizlikten yanadır. Aynı zamanda saldırgan ve yıkıcı tarafları vardır. Sadist eğilimlere sahiptir. Yılların alt öfkesiyle yaşamaktadır: “Her zaman için alt seviyede, sosyal piramidin en altında yer alan, yaşamdan çok az zevk alan, eğitimsiz, yavaş yavaş toplumsal işleyişin dışına itildiklerini gören, motivasyonları ve çıkarları [güçlü ilgileri] olmayan ve içlerinde çok büyük bir öfke biriktiren tüm sınıflarda sadistlik vardır.” Burada, baskın karakter, kızgın ve öfkeli pasifliktir. Bu tür insanların yaptığı her eylem, bir karşı eylemdir ve hınç içeriklidir. Ancak çaresiz ve tükenmiş, zavallı addedebilecekleri insanlara iyi olabilmektedir. Bu kişiler açısından, siyasetten çok devlet bürokrasisi daha uygun bir eylem alanıdır.

Bu insanların, fazlaca ve belirleyici olduğu yerlerde, yaşamdan kopuk bir düzene abartılı derecede ilgi, bireysel tutumlar belirleyememe, insanlara eşya muamelesi yapmaya yatkınlık, yaratıcılığı olmayan işlemlerle vakit geçirmekten bıkıp usanmayan, coşkusuz bir kendini tekrar etme hali ve temel bir duygu olarak mevzuattan ya da üstlerinden geleni yapamama halinde duyulan yoğun bir suçluluk hissi bulunur, bolca. Bu insanlar, sanılanın ya da beklenenin aksine anti-politiktirler. Risk almayı, düşüncelerini açıktan dillendirmeyi ve toplum için hareket etmeyi sevmezler. Yaptıkları her şey dönüp dolaşıp kendi kişisel davalarına hizmet eder. Aksi halde her şey, önemsiz ve anlamsızdır. Yakıcı bir güç arzusu ve düşkünlüğü olsa da bunu belli etmemeyi büyük bir erdem sayarak uygun zamanı beklerler. Tam da bu nedenlerle, bir kez daha, anti-politiktirler. Politikanın bireyselle toplumsalı buluşturan, açık bir kamusallığı zorunlu kılan, insanın iç canlılığının dışarıya taşmasıyla var olan, gerçeğe bağlı var edici ve de özgürleştirici içeriğinin tam tersine, toplumsal olanı bireyselleştirir, gerçeği tahrif ederek kendi gerçeklikleriyle örtüştürürler. Siyaset yapmak, doğal ve kendiliğinden bir yönelim değil sayısız hesaplarla alınan kararlarla mümkün bir pasif aktivitedir. Siyaset, bütünüyle parti siyasetinden ibarettir.

Fromm’un, üzerine fazlaca düşünüldüğü ve herkesçe belli ölçüde bilindiği için basitçe söylenebilirmiş hissi veren ama gerçekte hep ince nüanslarla yüklü düşünceleri, gerçek anlamda toplumsal değişim getiren siyaset için, bağımsız, bireyselleşmiş insanların olmazsa olmaz olduğunu söyler: “Siyaset için bulundukları yerde düşündüklerini ve bildiklerini özgürce söyleyen, siyasi olarak aktif insanların olması şarttır.” Bu karakter, genellikle parti örgütlerinden çıkmaz. Bu karakteri, parti işlerine hiç bulaşmamış, sıradan insanlar arasında aramak lazımdır. Politikayı ayrı bir iş ya da eylem olarak düşünmeyen, politika yapıp yapmamanın bir karara bağlı olduğunu hissetmeyen, kendi iç canlılığının ve hayata olan tutkulu bağlanışının organik sonucu olarak politikayla ilgilenen insanlar ancak gerçeğe bağlı politikalar üretebilir, yalanlara ve yanılsamalara boyun eğmeyebilirler. Bu nedenle, kahve köşelerindeki o bildiğimiz atıp tutmalar çok ama çok değerlidir.

Fromm açısından insanın iç gerçekliğiyle toplumsal gerçeklik arasında birbirini bütünüyle belirleyici bir ilişki vardır. İnsan, iç dünyasında ne denli kendi gerçekliğinin farkına varır, kendi kendini aldatmayı bırakır, yalanlarına son verirse toplumsal alanda da aynı ölçüde gerçeği kavrama yetisine sahip olur. Özel ve kamusal, hiç olmadığı kadar iç içe geçer ve ayrım neredeyse yok olur. “Özel ve kurumsal olan birbirinden ayrılamaz. Her ikisi de birbirine aittir…insanın kendini tam olarak kavrayabileceğini ama sosyal süreçlere karşı kör kalabileceğini düşünen pek çok psikanalistin yaptığı hatadır. Bu yapılamaz, çünkü gerçeklik bölünemez. Bir yerde gerçeği görüp başka yerde kapalı kalınamaz…İnsan kendini ancak başkalarını doğru görebilirse, onları toplumsal koşulları bağlamında görebilirse, yani dünyada olup bitene eleştirel bir bakış açısı getirebilirse doğru bir şekilde görebilir.”.

Fromm için siyaset, siyasetçi olanlardan çok olmayanlara ait bir iş olmalıdır. Kendi gerçeğiyle yüzleşemeyen, yaşadığı geçmişi inkâr edip travmalarından öfke devşiren insanlar için aldanma kaçınılmazdır. Türkiye gibi ülkelerde siyasetçi denilen “meslek erbabı” genellikle gerçeklerle yüzleşme aracı ve iktidarı olarak siyaseti seçmekte -pardon siyaset yapmaya karar vermekte!- fakat bu dışardanlık ve ayrı bir iş olarak görme hali, siyasetin siyasallaşarak topluma yayılmasını engellemektedir. Halktan kopuk siyasetse, gerçekliği, istenildiği gibi manipüle edilebilir hale getirmektedir. Fromm, bu noktada, gerçeklikle siyasetin -psikolojiyle siyasetin de denebilir- ayrılmaz ilişkisine dikkat çeker: “Siyasi ilerlemenin, gerçeğin ne kadarının bilindiğine, onun ne kadar açık ve cesurca dile getirildiğine ve insanları ne kadar etkilediğine bağlı olduğuna inanıyorum.

Belirtmek gerekir ki siyaset yapmak siyasetçilere ait bir iş olmadığı gibi, gerçekte bir sanat ya da zanaat türü gibi, yapılabilen bir şey de değildir. Siyaset, bireysel gerçekliğimizle toplumsal gerçekliğin yüzleşmesi sonucu açığa çıkan yapıcı enerjinin ön alınamaz şekilde açığa çıkması ve toplumsal sorumluluğun her şeyiyle üstlenilmesi işidir. Tam da bu yüzden -Fromm’un dediği gibi- her insan, “kendi mizacına, mesleğine, yeteneklerine uygun şekilde siyasetle ilgilenmelidir, hatta tutkuyla ilgilenmelidir.” Bir adım ileri giderek diyebiliriz ki siyaset, içsel tutkularımızın toplum için rasyonelleştirildiği, tutkularımızın en anlamlı varoluş alanıdır.

Kısacası, psikolog olmayanlar için psikoloji neyse, siyasetçi olmayanlar için de siyaset odur; Yani, varoluşsaldır.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

Şairin şehirle ilişkisi

Şairler, dünyayı ve dünyanın taşıdıklarını “özel” görebilen insanlardır. Onların bakışı sanatçıların, yazarların bakışına benzemez. Şairler, içlerinde doğuştan taşıdıkları ve zamanla geliştirdikleri ilhamın gözüyle kuşatırlar dışarıyı. Dışarı, şairin dışındaki her şeydir, hatta bazen şairin “ben” olarak kendisi de dahildir buna.

O yüzden şiirin dili tüm yazılı türlerden ayrılır. Bakışın farklılığı ve özel olması, dile de yansır. Öyle ki sadece şairinin tam manasıyla anlayabileceği dize, şiir sayısı hiç de az değildir.

Dolayısıyla şairin içinde yaşadığı toplum ve kültürüyle de ilişkisi kaçınılmazdır. Toplum ve kültür, şair için bazen besleyicidir, bazen ise şairin kavga ettiği karşıt konumdadır. Hangisi olursa olsun şair, toplumu, kültürü dikkate alır, almak zorundadır, bu şairin kasıtlı yapmasa da maruz kalacağı bir durumdur.

Şairin bakışı ve şiirine yansıtışı, sahip olduğu ve kurduğu “düşünce dünyası” ile doğrudan ilişkilidir. O neye nasıl bakıyorsa, kendi düşünce dünyasıyla tutarlıdır. Şairin kendisi tutarsızdır ama düşünce dünyasında her öğe tutarlı bir konumdadır. Dolayısıyla bir şiirde geçen bir kavram, zaman, mekân üzerinden dahi şairin düşünce dünyasına dair malzeme elde etmek mümkündür.

Şairin dikkatini elbette şehir de çeker: Hem yaşadığı şehir hem de bir kavram olarak şehir. İsmet Özel de elbette şehri şiirine alanlardandır. İsmet Özel’in şehri bir gözlemlemesi vardır bir de düşünce dünyasında şehre karşılık gelen anlam vardır. İsmet Özel’in gerek şiirinde gerek yazılarında kurduğu her cümlenin, her göndermenin, her yorumun altında “Kalın Türk” tavrının etkisi yatmaktadır.

“…. Birden Dürin
Chopin’in yedi numaralı valsiyle
balkonda belirdi
cildi çürüyen İstanbul’un üstünde korkulu göz
sonbahar üssüne çöktü. Süsünden öldü şehir
hüznünden oldu.”

İstanbul’a olumsuz anlamın yüklendiği açıktır. Fakat olumsuz anlamın neden yüklendiği tartışmaya açılabilir: Dürin ile ilişkisinin yolunda gitmemesi mi? İstanbul’un mevcut durumunun kötü olması mı? Yoksa şairin şehir kavramına yüklediği anlamı İstanbul’un taşımaması mı? Yani şairin Kalın Türk tavrında İstanbul’un konumu nedir ve İstanbul şu an nasıl bir konumdadır?

Yıkılma Sakın şiirine baktığımızda da çünkü ayn kapıya çıkan bir nokta görürüz:

“bu yürek gökle barışkın yaşamaya alışmış bir kere
ve inatla çevrilmiş toprağın çılgarına
yazık ki uzaktır kuşları sokaklarıyla bizim olan şehir
ama ancak laneti hırsla tırpanlayamamak koyuyor insana”

Burada da kuşları sokaklarıyla bizim olan şehrin uzak olması şairin düşünce dünyasında farklı bir şehir tahayyülünün olduğunun göstergesi. O zaman İstanbul’a olumsuz bir anlam yüklenmesinde acaba bu bakış açısı baskın olabilir mi?

Elbette şairin şiiri, düşüncelerinden bağımsız değildir. Olamaz da. O halde bir şiiri doğru okuyabilmek için aslında şairin her yazısını okumak, her konuşmasını dinlemek mi gerekir?

Doğrusu bunlar benim de tam olarak cevabını bildiğim/ bulduğum sorular değil. Tam da bu nedenle Ahmet Sarı’nın Tractatus Minima Poeticus adlı eserini merakla aldım elime. Sarı, şiiri ve şairi her açıdan incelemeye tabi tutuyor eserinde. Ketebe’den çıkan eser, her şiir okurunun başucu kitabı olmaya aday.

Yasin Taçar
x.com/muharrirbey_

4 Eylül 2024 Çarşamba

“Bî-çârelere devlet-i sermedsin Efendim”

1997 yılında ahiret yurduna göç eden Dr. Haluk Nurbaki’nin ismi, söyledikleri ve yazdıkları; tıpkı diğer gönül sultanlarımız gibi çekim gücünü artırmayı sürdürüyor. Kılıç kınından çıktıktan sonra aşka, muhabbete, tevhide talip, sadrını bunlara açmaya meraklı, bilgisini entelektüel faaliyet alanından çıkarıp ilim seviyesine taşımaya gayret eden herkesi yüreğinden yakalıyor.

Nefes Yayınları, Dr. Haluk Nurbaki’nin özellikle de bugünün insanının başucundan eksik edemeyeceği bir seri ortaya çıkardı: Kur’an Hakikatleri. Bu serinin ilk kitabı “Rabbini Nasıl Bilirsin?”, İhlas ve Rahman surelerinin enfüsî yorumlarından oluşuyordu. Nurbaki, bu biri kısa biri uzun iki sureyle insanın Rabbini hem daha açık hem de olabildiğince derin biçimde tanıyacağını düşünmüş olacak ki yorumları okuyanların sadrında yepyeni kapılar açtı. Öyle ki bu kitabı okuyan pek çok arkadaşımın “Bu yaşıma kadar okuduğumu İhlas suresi sanıyordum, meğerse içine ne hakikatler gizliymiş” dediğine bizzat şahidim. Buna sevinmek mi gerekir üzülmek mi bilmiyorum ancak “olanda hayır vardır” öğüdü gereğince dem bu demdir deyip, şimdiki zamanın içinde bu güzelliklerin tadına varmalı ve onları başkalarıyla da paylaşmalı diye düşünüyorum.

Kur’an Hakikatleri serisinin ikinci kitabı “Resûllullah’ı Nasıl Bilirsin?” adıyla neşredilmişti. Bu kitap da yine bir önceki gibi biri kısa biri uzun iki sureye yapılan enfüsi yorumlardan oluşuyor. Dr. Haluk Nurbaki, Kevser ve Yasin suresini okumayı âdet hâline getiren, bunu samimi biçimde hayat gayesi edinen bir kimsenin Cereyân-ı Muhammedî’den mutlaka ama mutlaka nasibdâr olacağını söylüyor. Henüz kitabın ilk sayfalarından itibaren Nurbaki, gönlümüze sayısız anahtar, sayısız şifre dolduruyor. Kabımız hangisini alabiliyorsa, hangisini gönlümüzce değerlendirmek nasibimizse, oradan yola çıkmamız gerektiğini belirtiyor. Tekrar tekrar dile getirmekten hiç çekinmemeliyiz: Rabbimiz ve Peygamberimiz hususundaki izahlara, içimizdeki sevgi oluklarını harekete geçirecek, muhabbet dedektörlerimize ihtiyacımız olan elektriği verecek sohbet ortamlarına yalnızca ve yalnızca tasavvufla ulaşabiliyoruz. Bazı kimselerin bu işlerin geçmişte kaldığını, dolayısıyla birer eski zaman hikâyesi olarak okunup geçilebileceğini düşünmeleri çok büyük bir yanılgı. Hem yanılgı hem de büyük zaman kaybı. Çünkü zaman geçiyor ve kendimizi bilmemiz gereken dünya hayatında gerçek adı verilen illüzyonların gölgesinde oyalanıyoruz. Giderek kayboluyor, kayboldukça ilaçlardan, kendi değerler sistemimizle alakası olmayan turistik meşgalelerden medet umuyoruz. Bir kez olsun “Aman Ya Fahr-i Âlem” demenin nelere vesile olacağını bilsek, tatsak, bir daha eskisi gibi olmayacağız halbuki. Velhasıl, bize hakikatleri öğretenlere daima şükran duymalı, eserleriyle canberaber olmalıyız.

Resûllullah’ı Nasıl Bilirsin?” kitabına başlamadan evvel okur kendini bir sınava tabi tutmalı. Nasıl bilirsin sorusu iki farklı yönde cevap arıyor: Birincisi, Hz. Peygamberi şimdiye kadar nasıl bildin, nasıl öğrendin, öğrendiklerinle neler yapabildin? İkincisi: Hz. Peygamber’i sahiden bilmek için neler yapılabileceğinin farkına vardın mı, ona samimi bir muhabbet beslemeden hiçbir yere, yöne, yola çıkamayacağını anladın mı? Haluk Nurbaki kitaptaki her perde kaldırışında işte bu gerçekleri yüzümüze, yüreğimize çarpıyor. Mesela biz her fırsatta “bunca hayat gailesi içinde…” sözüne sığınırken o, büyüyüp gelişmenin bile gafletle ilgili olduğunu söylüyor. İnsan düşer, hata yapar, yalan söyler, kötülük eder, cahilce davranır ve tüm bunların sonunda doğruyu öğrenir. Peki neden doğruyu öğrendikten sonra bu doğruda sabit kalmaz? Cevabı, bunun hiç de basit olmadığındandır. İnsan doğruyu bilip öğrense de bunu daima uygulayamaz. Diyor ki Nurbaki, insan sürekli doğruda kalamayacağı için Hakk sıklıkla zahmetler yaratır. Böylece kula gayret bilinci yüklenir. Gayret eden kul zahmetleri aştıkça kendini de aşacaktır. Bunu bilmek için en önce yapılması gereken şey de Hz. Peygamber’in hayatına bakmaktır.

Cennet, ahiretin meselesi midir? Nurbaki; başkaları hakkında daima iyi konuşup hayır duaları eden ve yine başkaları için çabalayan bir kimsenin cennetini çoktan inşa ettiğini söylüyor. Hayırla meşgul olan cennettedir diyerek gönül sultanlarının kaidesini hatırlatıyor. Bu kaidenin Fahr-i Kâinat Efendimizin gönlünden çıktığının da altını çiziyor: “Herkesi sev, böylece daima gül ve gülistanda ol.

Efendimize olan muhabbetimiz, tevhid yolculuğunda bize en büyük yoldaştır hiç şüphesiz. Hem muhabbetin ve hem de tevhidin ateşini yüreğimizde canlı tutabilmek için pek çok pratik var: Hiçbir şeyde aşırılığa gitme. Dostsa dost kalsın, düşmansa düşman. Orta yol, her iki taraf için de besleyicidir. Bir tek Hakk aşkında aşırılığa gidilmelidir, buna izin vardır. Hakk’tan başka bir şeye aşırı muhabbet, feleğin dönüp insana kötülük getirmesine sebep olur. Peki Hakk muhabbeti yalnız Müslümanlarda mı var? Elbette hayır. Hakk Teala hakkında muhabbet bütün âlemde; Mecusi, Yahudi, Hristiyan bütün insanlarda vardır, bütün varlıklarda vardır ve gizlidir. Kişinin kendini yaratanı sevmemesi mümkün olabilir mi? Yegâne dostluk O’nda gizlidir. Fakat sayısız engel vardır bu dostluğu örten, unutturan. Nurbaki’ye göre engellerin her kalkışında muhabbet ortaya çıkar. Her bir engelin kalkışı yepyeni bir muhabbet tazeliği getirir. Peki bu engellerden en kuvvetli olanı hangisidir? İnkârdır, Hakk’ı inkâr. İlle dille mi olur? Hayır, en zor tarafı da zaten budur, sessiz ve gizli olması. Çünkü gaflet sessiz ve gizlidir. Gaflet, inkârdır. Din, inkârı terk etmektedir. Buradaki dramatik kaosu Nurbaki şöyle izah ediyor: Din eğer inkârı terk etmekse, demek ki terk etmek için de inkâr şarttır. Kavuşma ve ayrılma birbirinden bağımsız değildir, ikisi de birdir çünkü yaratıcıları birdir. Ancak insanın tercih etmesi gereken daima cemâl tecellisi olmalıdır. Hidayeti de delaleti de halk eden Hakk’tır ancak Muhammedî olan, yüzü ve gönlü daima cemâl tecellisine çevirmektir.

Dr. Haluk Nurbaki, Kevser ve Yasin surelerine getirdiği enfüsi yorumlarla bizleri Cereyân-ı Muhammedî’ye çekmek istiyor. Bundan daha güzel, daha lezzetli bir imdat reçetesi yoktur. Ezanın hikmeti, insandaki iradesizliğin çareleri, gökteki ve topraktaki şifreler, ilimle cehaletin iç içe geçmişliği, meleklerin Efendimizi anmadan tek bir vakit geçirmemelerindeki hakikat, düşüncelerimizin ve fiillerimizin Muhammedî olması için yapabileceklerimiz ve daha nice mesele “Resûllullah’ı Nasıl Bilirsin?” içindeki sandıklarda. Üstelik anahtarları da üzerinde.

Aşkın alameti, titreme ve gözyaşıdır. Hakk’ı talepte bunlar aranır. Yoksa ve olmuyorsa? O hâlde titreyenlere ve gözyaşı dökenlere hizmet et. Onlar seni alıp götürür çünkü görevleri budur” diyor Nurbaki. Bu yolun başı kimdir? “Ol dem ki velilerle nebîler kala hayrân / “Nefsi” deyü dehşetle kopa cümleden efgân / Ye’s ile usâtın ola ahvâli perişân / Destur-ı şefaâtla senindir yine meydân / Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed'sin Efendim / Hak’dan bize sultân-ı mü'eyyedsin Efendim”… Vesselam.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

22 Ağustos 2024 Perşembe

Aşkın türleri ve âşıkların hâlleri

İlahi aşk bahsi, ilk dönem sufilerinden bu yana tasavvufun en merak edilen cephelerinden birini oluşturur. Esasında sözün bittiği ve yalnız ehl-i tevhidin hakkıyla bilebildiği bir bu cephede kimileri dayanamamış, kalplerindeki incileri harflere, kelimelere dökmek istemişlerdir. Bunu elbette keyfi bir tutumla değil, diğer kalplere de gayret kuşları konuverir diye yaptıkları apaçık ortadadır. Ehl-i tevhidin içinde söze sırrı karıştıranlar, yani sırrı ifşa edenler de vardır. Kimileri başlarına gelecek hadiseleri hesaba katmadıkları, belki de önemsemedikleri için acı akıbetlerine doğru yol almışlar, kimileri de şathiye deryasından inciler çıkarmışlardır. İşte bu dalgıçlardan biri de Şeyh-i Şattâh diye anılan Rûzbihân-ı Baklî'dir.

Baklî'nin henüz çocukluk çağında zikre sevdalanmış, arkadaşlarına ve çevresine Cenab-ı Hakk üzerine sorular sormuş, aldığı cevaplarla vecdi tanımış, sonrasında ilahi cezbeye kapılmış bir yaşamı var. Hızır'la karşılaşmasının ardından kendini ibadete, Kur'an ilimlerine daha çok veriyor. Şiraz ve Fesa'nın ardından Irak, Kirman, Hicaz ve Şam seyahatlerinde sufilerle bir arada oluyor, tanıştığı şeyhlerle sohbetini diri tutuyor. Gerek yazdıklarından gerek tavrından dolayı etkilendiği isimler arasında tıpkı kendisi gibi cezbe sahibi ehl-i aşk zatlar hatıra geliyor: Ahmed Gazzâlî, Hallac-ı Mansur, Fahreddin-i Irakî, Abdullah-ı İlâhî... 1209 senesinde Şiraz'da vefat eden Baklî'nin hayatına dair yazılanlar incelendiğinde, doğumundan itibaren ilahi cezbeye mazhar olacak, istidadı neticesinde tasavvufta önemli yollar aşacak bir kimse olduğu kolaylıkla anlaşılıyor. Hakk'ın ve yarattıklarının güzelliği karşısında daima şaşkınlığa uğramış, bu güzellikle tecelli sırlarına aşina olmuş ve nihayet vecd halinde birçok şathiye söylemiş. Baklî'nin şathiyelere özel ilgisi olduğu, sufilerin şathiyelerini derlediği ve açıkladığı Şerḥ-i Şaṭḥiyyât adlı eserinden anlaşılıyor. Abherü'l-Âşıkîn ise beşeri ve ilahi aşkın teferruatını anlatmasıyla bambaşka bir yerde duruyor. Abher, nergis anlamına gelirken sembolik olarak da göze benzer. Yani müşahede eden, gören olarak kullanılır. Dolayısıyla aşıkların abheri, O'na doğru yürüyenlerin bir defteri aynı zamanda.

Âşığın maşuka doğru seyriyle açılan Abherü'l-Âşıkîn'i okurken, Rûzbihân-ı Baklî'nin tasavvuf yolculuğuna da eşlik ediyoruz. Evvela marifet denizinde Hakk'a tevekkül eden, O'nun engin dalgasının yönlendirmesiyle hikmet gemisine binen, böylece kahır ve lutuf dalgalarından emin olan Baklî, sıfat-ı fiil sahillerine ulaşır. Burada marifet merdivenlerini birer birer çıkmaya başlar. Tevhid, tefrid [yalnız kalıp sadece Allah ile meşgul olma] ve tecrid [dünyaya ait şeylerden vazgeçip gönlü Allah’a bağlama] basamaklarının ardından ezel âlemine varıp kıdem libasını kuşanır. "Orada azamet, kibriya, hüsün ve kurbiyat hitabını işittim" diyen Baklî, Hakk'ın lutfuyla fenaya dalar ve tevhid izzetini görür. Hudus sırlarını [âlem ve içindeki varlıkların sonradan yaratılması, görünmezken görünür duruma gelmesi] öğrenir ve Hakk'ın bekâsıyla bâki kalır. Burada işittiği müjde şöyledir: "Seni hür ve neşeli bir âşık, beni her daim birleyen bir sadık, şathiyeler söyleyen bir vamık, ölümüne bir şevk ve coşkuyla bana koşan bir salik kıldım. Artık benim görüşümle gör, işitmemle işit, konuşmamla konuş, hükmümle hükmet ve sevgimle sev."

Melekut ve ceberut seferinin tamamlayan Baklî'nin içinde yeniden bir dert peyda olur. Bu derdin adı aşktır. Aşkla olan imtihanı yeniden başlayınca dünya yurduna yeniden döner, dünya dertleriyle yeniden karşılaşır. Takdir-i ilâhî ile yolunun 'iyiler pazarı'na düştüğünü söyleyen Baklî, her sedeften bir inci yakalamayı gaye edinir. Hakk'ın lütfu burada da ona yetişir ve O'nun kerem eliyle cemal seyrine başlar. Yolculuk devam etmektedir ve elde edilen tüm ganimetler, müjdeler, inciler Baklî'nin gönül tahtını parlatırken o da "Böylelikle insani ve Rabbani aşkı beyan eden bu kitabı yazmaya başladım. Allah Teala'nın yardımı ve ilhamıyla âşıklara ve muhiplere bir ünsiyet neşesi ve kutsiyet hazinesinden bir esinti olmasını niyaz ederiz." diyerek otuz iki fasıla ayırdığı Abherü'l-Âşıkîn'i yazar.

Rûzbihân-ı Baklî aşkı beş türe ayırır. İlahi aşk, tüm makamların nihayetidir ve buraya ancak müşahede, tevhid ve hakikat ehli ulaşır. Akli aşk, marifet ehlinin tutkusudur ve melekut alemini mükâşefe yurdudur. Ruhani aşk, insanlar içinde ehl-i havasa mahsustur ve dolayısıyla şeffaf, latif bir tabiatı vardır. Behîmî aşk, anlık hevesleri doyurduğu için insanların hayvan tabiatlılarında bulunur. Tabii aşk, halkın önemli kısmında yaşanan, mutlaka ilahi tarafa yönlendirilmesi gereken ve bunun için de nefsin kınanmasının şart olduğu aşktır. Baklî tüm aşk türlerini seviyelerine göre açıkladıktan sonra muhabbet faslına geçer. Hakk'ın sevdiği, muhabbetiyle cezbettiği kullarının yazgısı ezelden bellidir. Onların içindeki iyilik ve güzellik, bu muhabbetten dolayıdır. Zaten insan hayatındaki en büyük hadise de bu muhabbet kanalına uzanıp, sevginin kaynağına ulaşmaktır: "Seven kendisidir ve bunda hiçbir tuhaflık yoktur. Sebeplerin hakikatine bakıldığında hiçbir şey insani ve ruhani muhabbetten aziz değildir. Ancak muhabbetin verdiği pâye ile ezel sarayına varılabilir, has olana vesiledir bu."

Abherü'l-Âşıkîn'de Bâklî, açıklamalarını yaparken sıklıkla ayetlerden, hadislerden, şiirlerden, hikayelerden ve menkıbelerden faydalanıyor. Özellikle Fahr-i Kainat Efendimizin yaşantısından ve tavrından bahsederken en çok Hakk ile olan ilişkisine dikkatleri çekiyor. "O'nun gözü O'ndan başka bir şey görmemiştir" hakikatini, okurların ve meraklıların anlayabileceği bir ölçüyle izah ediyor. Ulaşılması gereken son noktayı gösteriyor, bunun zorluklarını dile getiriyor ama gayret edene kaderinin de yardımıyla nice ilahi sırların işleneceğini söylüyor: "Marifet ehlinde Hak aşkı için ne deliller varmış bir bak! İnsani aşkta bile âşığın maşukuna yakın olanları sevmesine dair türlü işaretler vardır. Aşkın yasası gereği âşık bir gece yarısı ansızın maşukunun sokağındaki köpeklerin ulumasını canında duyar. İrkilerek uyanan âşık o sesleri maşukuna giden yolda aşkın vesilelerinden sayar. Bir şiirde âşığın bu hâli şöyle anlatılır: Bir gün Mecnun çölde bir köpeğe rastladı / ekmeğini köpeğe verip ona hürmet gösterdi / sordular: A divane! Köpeğe bunca şefkat de niye? / dedi ki: O köpek bir Leylamın sokağından geçmişti."

Gözü Hakk muhabbetinin haricinde bir muhabbet görmeyen Fahr-i Kainat Efendimizin hususi dualarına baktığımızda daima sevmeye yönelik olduğunu görüyoruz. "Seni sevmeyi, Seni sevenleri sevmeyi ve Senin sevgine ulaştıracak amelleri sevmeyi yine Senden dilerim" diyerek aşkın, muhabbetin, sevginin kaynağını bizlere işaret etmiştir. Resul-i Ekrem Efendimiz, "Allah için sevmek" bahsinde tek örnektir. Bunun için de saf muhabbet gerekir. Saf muhabbet kavramını Bâklî şöyle açıklıyor: "Aşk nuru ziyadeleşince ona 'saf muhabbet' denir. Aşk sultanının akıl ordusunu darmadağın ettiği ve âşığın can ülkesinde saltanat tahtına kurulduğu o demde mecazi olan muhabbetten artık hakiki muhabbet peyda olmuş olur. O demde 'dostluk' hasıl olur ve aşkın hakikatleri can damarlarında dolaşmaya başlar ve birlik sıfatının özüne varılır."

Aşkın kemali, Abherü'l-Âşıkîn'in son faslı. Burada artık âşığın akıl başının koptuğunu, geriye yalnızca aşkın kaldığını görüyoruz. Hakk ile boyanan âşık, Hakk ülkesinin de bir emiri oluyor ve her bir sözüyle etrafına inciler saçıyor. Tıpkı Rûzbihân-ı Baklî gibi. Kemal noktasına dair okuduklarımızın ayaklarımızı yerden keseceği muhakkak. Zira artık kula aşk nüfuz etmiştir ve gönül defterinde lütuf, kahır gibi harfler kaybolmuştur. Artık cemal keşfinden cemal seyrinden başka bir şey yoktur. Dolayısıyla âşığın gönlü bir meşhede dönüşür. Hayat ve ölüm bahsi sona ermiş, kul aşkla diri kılınmış ve sonsuzluğa ulaşmıştır. Artık bilinmesi gereken son şudur: Asli madenine kavuşan âşık, artık âşık değildir. Çünkü can, canan iledir ve burada ne aşk, ne âşık bahis konusu bile olamaz. Burada alamet, nakış, iz, koku yoktur. Hiçbir şey kalmamıştır. Yalnız O vardır...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

21 Ağustos 2024 Çarşamba

Hepimiz birer "hiperkültür turisti" haline geldik

Bir ülkenin kültürü o ülke insanının ırkına mı bağlıdır sadece? Kültür söz konusu olduğunda ırk ile bağdaştırmak zordur. Kültür, başka ırkların kültürlerini kendi potasında eritmesiyle meşhurdur. Onları alır, kendine dahil eder, özümser ve dönüştürür. Dönüştürme kısmı önemli. Dönüştürme sayesinde kendisini kaybetmemiş olur, ayrıca sömürülmemiş de. Böylece ortaya bir zenginlik çıkar. Çeşitlilik ve zenginlik ise kültürel gelişimi hızlandırır, ilerilere taşır.

Johann Gottfried Herder, Ideen zur Philosophie der Geschte der Menschheit adlı eserinde “Tüm Kuzey, Doğu ve Batı Avrupa uygarlığı Roma-Yunan-Arap tohumuyla yetişmiş bir bitkidir” diye yazar. Bir başka eserinde iyiliğin, yeryüzüne bin farklı şekilde serpildiğini yazar. Böyle bakıldığında Herder’e göre saf bir Avrupa uygarlığı diye bir şey yoktur. Karışım vardır.

Karışım olması doğaldır. Fakat her kültür, Byung-Chul Han’a göre kendi izafi perspektifini mutlaklaştırmaya meyillidir. Bundan ötürü kendi üstünden, kendisini aşarak dışarıya bakmayı beceremez. Yabancıya küçümseme ve tiksinmeyle bakar. Oysa onun oluşumu, o yabancıdan da alınmış donelerle var olmuştur.

Hiperkültürde ise özümseme veya karışım yoktur. İçselleşme hiçbir zaman gerçekleşmez. Farklı sesler bir bütün oluşturmaz, mesafe olmaksızın bir yan yanalığa tıkışmıştır. Her şeyden bir şey vardır ama bir şey olamamıştır. Ahenk değil, tınlama çıkmıştır ortaya. Böyle olunca da yersizleştiren, bir öz ortaya koyamayan bir uygarlık peyda olmuştur.

Byung-Chul Han, Hiperkültürellik adlı eserinde mevcut global şartlarda kültürün ne tür bir değişim geçirdiğini, nasıl ve neden evrildiğini, evrilmenin kültürü ne hale getirdiğini irdeliyor. Küreselleşme ile kültür denen kavramın yozlaşması, kültürün sahadan dışarı itilmesi ve böylece yerli ile yabancı, uzak ile yakın, tanıdık ile egzotik kavramları arasında bir farkın kalmamasını, sınırsız ve yersiz, anlamsız ve karmaşık bir hiper-kültürün geliştiğini öne sürüyor.

Elbette bizler de, yaşayan insanlar da bundan nasibimizi alıyoruz. Bizler de “hiperkültür turisti” oluyoruz.

Chul-Han eserin girişinde Hawai Gömlekli Turist başlıklı mini yazı ile durumu özetliyor aslında:

Britanyalı etnolog Nigel Barley bir defasında şu tahmini dile getirir: “Geleceğin gerçek anahtarı, kültür gibi temel kavramların var olmayı kesmesidir.” Barley’ye göre, “hepimiz öyle veya böyle Hawai gömlekli turistlermişiz”. Kültür bittikten sonraki yeni insana “turist” mi denecek? Yoksa bize şen turistler olarak koca dünyaya doğru gezintiye çıkma özgürlüğü tanıyan bir kültürde mi yaşıyoruz nihayet? Peki bu yeni kültürü nasıl anlatmalı?”

Günümüz filozofu Byung Chul-Han’ın Ketebe tarafından yayımlanan yeni kitabı Hiper-Kültürellik çağı anlamak için okunmasının faydalı olacağı eserlerden. 

Yasin Taçar

19 Ağustos 2024 Pazartesi

Bir geleneği vücûda getiren kurucu kuvvet: Mevlid

Enfal sûresi 17.ayette buyrulur ki “Oku attığında da sen atmadın Allah attı.” Ulu kişiler hakkında yazarken bizler değil onlar yazar, biz sâdece kalem tutucu oluruz. Ne buyururlarsa, elimizden kağıda o damlar. Bizim îtikadımız da onlar tasarruf sâhipleri, zaman ve mekânsız, perdesiz hak âşıklarıdır. Nûr-i Muhammedî’nin halîfeleridir. Yüzyılların ötesine seslenirler, kâinat var oldukça, kıyamete kadar yeryüzünde bizlerle olmaya devam ederler. Kendilerinden yüzlerce kendilerini çıkarırlar. Onlar zamana göre yeni bir ben çıkarmaya, adlarını duyurmaya devam ederler. Günümüz, akılcı ve kanıt üzerine kurulmuş bir madde dünyasıdır, metafiziğe uzak mesâfelidir. Göz ardı edilen ise bedene hapsolmuş ruhun, esaretten kurtulmak için çabalamasıdır. Akla, unutturulan gizli hazineyi bulması için sinyal gönderir. Elleri ayakları bağlanan iç benliğin, çâresizliği bizi buhrana sürükler. Böylece birey, kendinden utanan bir kişilik halini alır ve bunu örtmek için absürt yolların hepsine başvurur. Nefsi, nasıl alt edeceğimizi ise bize erenler, ermişler, arifler, kâmil olanlar gösterdiğini de unutur gideriz.

Bu sâdece bireyler için değil milletler için de geçerlidir. Her milletin de kendine has tecellisi mevcuttur. İşte madde, yani emperyalist kapitalizm ve seküler çağı, âbide şahsiyetleri normal birey boyutuna indirmiştir. Millet rehberlerini sıradanlaştırır, akademik bilginin içine bir cümle olur. Kısır bilgiden mütevellit millet mefkûresinin necat kapıları da bilinmeyen denklemlerin içine hapsolur. Kâmil vasıflar yok olduğu, bir bilim adamı, sanatkâr, şair ,ozan, mutasavvıf , daha da ileri gidelim elçilik vazîfesini tamamlamış bir peygamber sınıfına indirgenirler. Âbide şahsiyetlerin bahsettikleri aşkı kavranmaz, cinsi aşktan öteye gidilmez, Karacaoğlan’ın sevdaları Don Juan’a eş görünür. Mevlânâ ve Şems arasındaki bağı, bu dünyâya ait hiçbir kavram karşılamadığı için bambaşka boyuta çekmeye cüret edilir. Olmadık uç noktalara gider, güdük düşünceler içinde varlığını ikāme eder. Türklerin kadim geleneği ve inanç sistemi; kâmil, mürşit, öncü insanlara gönül vermiş, onları baş tacı yapmakla kalmamış, haklarında destanlar, menkıbeler ile üst seviyeye çıkarıp olağanüstü kahraman yapmıştır. Oğuz Kağan’ı büyük yapan ona yol gösteren bozkurttur. Türkler için ulular; kültürün, inancın, medeniyetin, rûhunu üfleyenlerdir. Uluların ulusu da Hazreti peygamberden başkası değildir. Zahiri Görmeden âşık olduğumuz peygamber efendimize, nice naat, mersiye, divan, şiir yazmışızdır. Onun doğumunu âlemin en önemli hâdisesi ve en kutlu günü olarak görünmüş, sensiz cennet sürgün denmiştir. Türk, peygambere olan sevgi ve saygısından Muhammed ismini Mehmet’e çevirmiş, Ahmet, Mustafa isimlerini de 1200 yıldır çocuğuna vermeye devam etmiştir. Anadolu topraklarında en çok konulan adlar hep ona olan aşkımızın kanıtıdır.

Bugün peygamber efendimizin doğumunu da kandil olarak kutlamaya devam etmekteyiz. Aynı şekilde Türk İslâm Sa’natı, edebiyatı, şiiri, minyatürü, ebrusu, hatt-ı, musîkîsi ile tek bir mevzû üzerinde durmuşlardır. Tevhid ve siyer. Bundan yaklaşık 614 yıl önce Bursa’da yaşayan ve Emir Sultan hazretlerinin tavsiyesi ile Ulu Cami Baş İmamlığına getirilen Süleyman Çelebi; diviti kalemi eline almış, Türkçe’nin huşû içinde aşkı zikreden kelimeleri ile efendimizin doğumunu anlatmıştır. Öyle bir anlatıştır ki yedi cihana yayılmış, Balkanlardan Türkistan diyarına, Mekke ve Medine’ye sevdasını haykırmıştır. Öyle bir eserdir ki yankısı bugüne gelmiş aynı cezbeyle ile okunmaktadır. Anadolu köyündeki bir nine, Süleyman Çelebi ismini bilmez ama her işin başında, sonunda mevlit okutur, okur. Peygamberin gül kokusunun ulaştığı, Türk’ün her adım bastığı yerde, bir farz ameli gibi 614 yıldır eda edilmektedir.

İrfan ve tevekkül dünyamızı içinde saklı tutulduğu bu tasavvufun nazım türündeki yüce eserin sâhibinin 600 yılına özel Kültür Bakanlığı'nın sadece 2000 adet basmış olduğu Süleyman Çelebi ve Mevlid Geleneğimiz adıyla çıkmış bir kitap mevcut. Kaliteli kâğıdı, içindeki, minyatür, resim, fotoğraflarla, özel bir baskı olduğunu hemen anlıyorsunuz. Ama asıl, İbrahim Ethem Arıoğlu, Mehmet Akkuş, Bilal Kemikli isimlerini editör olarak görünce, bu kitabın Süleyman Çelebi ve Mevlid türü için mühim bir başvuru kaynağı olduğunu idrak ediliyor. Her edebiyat öğrencisinin, özellikle Tasavvuf edebiyatı ile ilgilenenlerin, kültür araştırmacılarının, kültüre ve millî geleneklere sevdalıların evinde olması gerekir.

Kitap üç bölümden oluşuyor.
Birinci Bölüm, Şair ve Miras ana başlığını taşıyor, bu bölümde sekiz başlık var. Yazarlar Haşim Şahin, Bilal Kemikli, İsmail Güleç, Kemal Yavuz, Ahmet Yıldırım, Hatice Şahin, Sâlima Bera Kemikli, Hasan Basri Öcalan.
İkinci Bölüm; Eser, Mana ana başlığını taşıyor. Bu bölümde 11 alt başlık var. Yazarlar, M.Fatih Köksal, Seyfettin Erşahin, Alim Yıldız, Ozan Yılmaz, Musa Yıldız, Mehmet Demirci, Mehmet Akkuş, Selami Bakırcı, Amina Silijak Jesenkovic, Süleyman Baki, Cenan Kuvancı.
Üçüncü Bölüm; Musîkî, Kültür ve Gelenek ana başlığını taşıyor. Bu bölümde sekiz alt başlık var. Yazarlar, Mehmet Şeker, İbrahim Ethem Arıoğlu, Özcan Güngör, İhsan Çapcıoğlu-Nurhibe Büşra Er, Abdulselam Arvas, Fatih Koca, Mustafa Yıldırım, Yusuf Turan Günaydın.

En çok kaynak gösterilen isim olarak, Sayın Necla Pekolcay Hanımefendi dikkati çekiyor. Cumhuriyet sonrası mevlid konusunda bir duayen olan münevver hanımefendiyi, sâdece kendi alanındaki çevre tanıyor desek yalan olmaz. Bir elin parmağını geçmeyecek kişi tarafından saygıyla yâd edilen, özellikle kadın bir münevverimizi tanıtmak için neden gayret göstermiyoruz? Bugün İslâm’da kadının yeri ve eğitimi için gerici laflar eden sözde ilericilere karşı böylesine bir nimetimizi yüzlerine neden çarpmıyoruz? Keşkekzâde Fatma Kâmil isimli bir hanımın mevlidinden kaçımız haberdarız? Bugün kızlarımız batıdan örnek kadınlar yerine bu isimleri bilse ve kendilerine rehber edinse, özüne müştekil bir medeniyeti inşâ etmemiz kaçınılmaz olmaz mı? Yine kitaptan öğrendiğimiz bilgilere göre:

*Hz. Fatma’nın doğumuna dair dört mevlid yazılmış.
*Bosna’da Gelenekler arasında kız çocuğu Mevlid ayında dünyaya gelirse Meva ismi verilirmiş.
*Kadın Arap şairlerinden Âişe et Teymurriye divanında mevlide yer vermiştir. Aynı zamanda Amine Hatun için de mersiye yazmıştır.
*Balkanlarda Kadın nikâhı denen bir çeşit kına gecesinde Mevlit okunurmuş.
Kitapta Arap, Balkan ve Türkistan bölgesinde ki mevlit geleneklerinden, Süleyman Çelebi’nin eserinin kaç dile çevrildiği, kimler hakkında yazdı, kimler şerh etti gibi kapsamlı bilgilerin çoğuna ulaşabiliyoruz.

Musîkî bölümünde nasıl icrâ edildiği mevlit besteleri, mevlithanlar, bahir (bölüm) adları, geçişleri nasıl yapılırdı, mevlithan olmak için hangi şartlar gerekir? mevzûlarına değinilmiş. Yine birinci bölümde gramer yapısı gibi edebî yönü tek tek incelenerek aktarılmış. Süleyman Çelebinin hayatı ve onun dönemindeki kültür hayatımız da aktarılarak bizleri aydınlatmaktadır. Kitap hem tarih, hem edebî hem musîkî hem kültür alanında bir bilgi şöleni sunmaktadır. Sayfalar dolusu aldığımız notlardan bazılarını buraya aktarmak daha aydınlatıcı olacaktır.

*Süleyman Çelebiden önce 1406 yılında Ahmedî, İskendernâme adlı eserinde 615 beyitlik ilk Türkçe mevliti yazmıştır.
*Süleyman Çelebi’nin dedesi Şeyh Mahmud İznik müderrisi, babası ise vezirdi. Mürşidi Emir Sultan hazretleridir. Olgunluk çağı Yıldırım Beyâzıt dönemidir. Emir Sultan, Somuncu Baba, Molla Fenari, Eşrefoğlu Rumî, Hacı Bayram Velî aynı dönem yaşamıştır. Kadı Burhaneddin, Seyyid Nesimî, Ahmedî, Şeyhoğlu Mustafa, Erzurumlu Mustafa Darir çağdaşlarıdır.
*Mevlid Osmanlı yapılanma dönemi eseridir. Hubmesihlik (İsevî Müslümanlık) akımı yaygındır. Süleyman Çelebi mevlidi bu akıma karşı halkı uyandırmak ve cevap vermek için yazmıştır. Bu akıma göre bütün peygamberler eşittir birbirinden üstün değildir, peygamberimizin bir üstünlüğü olmadığı iddia edilmiştir.
*Aşıkpaşazâde’nin Garipnamesinden pekçok beyit almıştır. Süleyman Çelebi mabede Türkçeyi sokan şairdir. Türbesi Bursa Çekirge Yoğurtlu Baba dergâhındadır. Bugün dergâh yerinde değildir. Orada bulunan mezarlıkta kalkmıştır. Kazım Baykal anıtmezarın yapılmasına öncülük etmiştir. Anıt için bir yarışma yapılmıştır. Kitabe için yapılan yarışmanın jürisinde Reşat Nuri Güntekin vardır.
*”Peygamberin hayatını teşkil eden olayları bildirmesi itibarıyla İslâm tarihinin şubesidir.
Mevlid’te Hz. Muhammed, tevhidi bir zihniyet veya dünya görüşü ile nübüvvet-risalesi esasında ele alınmıştır. Ruh-i Muhammed kavramı ekseninde adeta bir kâinat tarihi yazmış, Hz. Muhamed’in varlık alemi, alemin de Hz.Muhammed için anlamı ve önemini açıklamıştır.” (Seyfettin Erşahin, Bir Siyer-i N ebi Metni Olarak Mevlid-i Nebi)
*Süleyman Çelebi’nin etkileyen isimler, Beyhaki, Aşıkpaşa -Garipname, Ahmedî-İskendername, İbn’ün Cezeri, İbn Arabî. Mevlidi Nur-i Muhammed üzerinden kurgular.
*Süleyman Çelebi’ye göre Kur’an baş mucizedir. Hz. Peygamberi yaşayan bir varlık olarak yahut anlam düzeyinde, örnek oluşunu sunar.
Süleyman Çelebi Vesiletü’n Necât’ı ile yüzyıllardır başta Türkler olmak üzere bu coğrafyada yaşayan Müslümanların gönüllerine ve akıllarına hitaben, en sade haliyle Hz. Muhammed’i anlatarak İslâmiyeti tebliğ etmektedir.” (Seyfettin Erşahin)
*Vesîletü’n Necât’ta bab sayısı 16, beyit sayısı 768’dir.13.yy’da yazan Anadolu’daki Türkçe eserler bu metne zemin olmuştur. Dini Musîkîde mevlit Süleyman Çelebi’nin eserinin besteli veya kendine has irticalen ve çeşitli dini, özel toplantılarda okunmasının genel adıdır. 3.Murat döneminde Mevlit okunması resmîleşmiştir.
*Kazan’da 1849-1917 arası altı defa neşredilmiştir. Türkçe yazılmış mevlid sayısı ikiyüzdür.1879 yılında Üsküpte Gaseviç’in ilk Boşnakça mevlid tercümesi basılmıştır. Kril alfabesiyle Dr. Fehim Bayraktareviç 1927 yılında bastırmıştır. Arnavutça’ya ilk çeviren 1878 yılında Hafız Ali Ulçinaku’dur.
*Saray Bosna’da Fetihten hemen sonra mevlid geleneği başlamıştır. Gazi Hüsrev Cami’de yapılan bu geleneği bugün tam mânâsı ile Hacı Sinan Tekkesi yürütmektedir. Bosna’daki Rıfai dervişleri Mevlid kandili haricinde 21 Mart (Nevruz) tarihinde Hz. Ali için, Hz, Ali Mevlidini okumaktadırlar.
*1566 Sigetvar seferi sırasında Otağ’da mevlit okunmuştur.
*Bedeviye, Rıfâiyye, Desûkiye, Gülşenniyye, Halvetiyye, Şâzeliyye, Bektâşiyye, Nakşiyye, tarîkatları mevlit okutmaktadırlar.
*Hüseyin Vassaf’ın Süleyman Çelebi’nin eserini şerh ettiği Gülizar-ı Aşk en iyi mevlit şerhidir. Bu kitap H Yayınları tarafından günümüzde de basılmaktadır. Sadece bir şerh değil içinde Çelebi’nin hayatı, Çelebi’nin mânâsı, Mevlid’in yazılma sebebi, fasılları geleneği ve Mevlidle alakalı konular yer almaktadır.

Daha nice notların arasından küçük bilgi seline son vermek gerekir. Süleyman Çelebi fetret döneminin buhranlı günlerine bir ses olmuştur. Yunus Emre’nin Türkçe’yi miraca çıkarmasıyla başlayan edebiyat geleneğini, Süleyman Çelebi mabedin içine sokarak, onun büyük bir tevhit ve siyer dili olduğunu ispatlamıştır. Türk’ün tevhid akîdesini yine onun dilinden aktarmış, yücelerden yüce peygamberin mânâsını ruhumuza işlemiştir. Sadece bir eser bırakmamıştır, o dünyânın ihtiyacı olan tevhid eğlencesini, tevhid ağıdını bizlere sunmuştur. Ölüm ve doğumun bir olduğunu her şeyin tek’e vardığını anlatırken, bir geleneği vücûda getiren kurucu kuvvettir. Bosna’dan Filistin'e, Türkistan'a, Yemen’e uzanan, toplumu birleştirici özelliği ile rehber bir eser bırakmıştır. Her sevincimizde her üzüntümüzde onu dayanak yapıp, gerçek koruyucuya yüzümüzü dönmekteyiz. Süleyman Çelebi hayırlı işlerin en hayırlısını yapan müminlerin en hayırlısı, yüce gönüllerin pirlerindendir.

Evlerimizden mevlitler eksilmesin. Ve son olarak Mevlit’in son beytinde belirttiği gibi ona bir Fâtiha okumayı ihmal etmeyelim yahut o bize bir fâtiha okumayı hiç ihmal etmesin. Ruhuna selâm olsun.

Elçin Ödemiş
twitter.com/elindemis