13 Ağustos 2024 Salı

Gazzâlî'nin Kur’ân’ın derinliklerini keşfetmeye çağrısı

İmam Gazzâlî’nin Cevahirü’l Kuran isimli eseri Kur'ân’ın Özü adıyla Muhammet Yazıcı tarafından tercüme edilerek Ketebe Yayınları tarafından okur ile buluşturuldu. İmam Gazzâlî kendi isimlendirmesiyle dini “ihya” çabasına girişmiş ve bu konuda da Allah tarafından muvaffakiyete erdirilmiştir. Onun eserleri dini alanda boşluk bırakmayacak kadar zengin, her kesimden insanın anlayabileceği şekilde açık ve tamamen Kuran ile Sünnet tarafından delillendirilmesi, desteklenmesi ile de şüpheye yer bırakmayacak düzeyde keskin eserlerdir.

İmam Gazzâlî eserin bir bölümünde “Amacım, Kuran’ın anlamını keşfedip derinlerine dalman için sana onun kapılarını açmaktır” diyerek eserin yazılış amacını özetlemiştir. Gerçekten de Kuran, doğrudan Allah’ın kelamı olduğu ve mahlûk olmadığı için içerisinde barındırdığı hazinenin haddi hesabı, sınırı, hududu yoktur. O tükenmeyecek bir denizdir. Ancak her okuyan ondan kendi mertebesinin elverdiği ölçüde istifade etmektedir.

Kuran, inanmayanlar için lafızdan ibaret bir kitaptır. Avam için belli hükümlerin ve kıssaların yer aldığı bir rehberdir. Avamın böyle bakması yanlış değildir, Kuran onlar için bir kurtarıcı olma işlevini sağlamaktadır. Havas için ise her ayetinde, her kelimesinde, hatta her harfinde başka başka manaların açıldığı, sırların çözüldüğü ilahi bir ikram, bir ihsandır.

İmam Gazzâlî amacına uygun olarak eserini bölümlere ayırmış, her bölümü de kısa ve açıklayıcı tutmuş, böylece eser Kuran’ı anlamaya dair okuyucuya birden çok yeni pencere açmıştır.

Gazzâlî'nin amacında ise hedef Allah’ı tanımak ve Allah’a giden yolun yolcusu olmaktır. Kitapta anlattığı durumlara uygun ayetleri koyan Gazzâlî, Allah’ı tanımaya yönelik ayetlere “Kuran’ın cevherleri”, Allah yolunda yolculuk etmeye dair ayetlere de “Kuran’ın incileri” demiştir.

Gazzâlî eserinde kısaca; Kuran’ın içinde türlü hazine ve cevherler barındıran bir okyanus olduğunu, tüm ilimlerin Kuran’dan sadır olduğunu, melekut âlemine dair gerçeklerin şehadet alemine ait örneklerle anlatılması ve nedenini, melekut alemi ile şehadet alemi arasında nasıl bir ilişki olduğunu, kibrit-i ahmer gibi sözcüklerin altında yatan manayı, Kuran’ın bazı ayetlerinin diğerlerinden üstünlüğünü ve bu üstünlüğün nasıl olduğunu, Fatiha suresinin barındırdığı sırları, Ayetü’l-Kürsi olarak bilinen ayetin Kuran ayetlerinin efendisi olma durumunu, Yasin suresinin Kuran’ın kalbi olması durumunu, İhlas suresinin Kuran’ın üçte birine denk gelmesinin nasıllığını, arif olan kişilerin hallerini anlatmıştır.

Arifler daha dünyadayken cenneti yaşamaktadırlar, onların halleri cennet nimetleriyle nimetlendirilmiş olmalarıdır. Onlar bu makama gelerek aynı zamanda Kuran’ın derin manalarına da vakıf olmuşlardır. Hz. Ali Efendimiz’in “Kuran benim” demesi gibi arifler de Kuran ile bütünleşmişlerdir. Arif olmanın gerekliliği de getirisi de budur. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) hadis-i şeriflerinde “Ben ilmin şehriyim, Ali de ilmin kapısıdır” buyurmuştur. İkisi arasında bağlantı aşikârdır.

Şazeliyye tarikatının piri Hasan eş-Şazeli Hazretleri müritlerine her zaman Gazzâlî'yi okumalarını tavsiye etmiş, Gazzâlî'yi öylesine önemsemiş ve onun makamına şahitlik etmiş ki “Dua ederken Gazzâlî ile Allah’a tevessül edin” buyurmuştur. Gazzâlî'nin ilminden istifade etmek için Kuran’ın Özü çok güzel bir nasip.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

9 Ağustos 2024 Cuma

İyilik Timi iş başında!

Metin Özdamarlar’ın yazdığı, Burak Genç’in çizimleriyle katkıda bulunduğu İyilik Timi, beş arkadaşın iyilikten şaşmadan, iyiliği tüm evrene yayma çabalarını, bu çabaların adım adım, çığ gibi büyüyerek birçok kalbe dokunuşunu anlatıyor.

Metin Özdamarlar, Kayseri’nin Develi ilçesinde doğmuş. İlk, orta ve lise öğrenimini Kayseri’de tamamlamış. Lisans diplomasını Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Öğretmenliği bölümünden almış. Halen Sosyal Bilgiler Öğretmeni olarak görev yapan ve yayımlanmış elli üç kitabı bulunan Metin Özdamarlar, Türkiye genelinde çocuklar için tarihi değerlerimiz hakkında konferanslara, panellere ve söyleşilere katılıyor. Bunun dışında sınava girecek öğrenciler için motivasyon, eğitim fakültesi öğrencileri için ise kişisel gelişim toplantıları düzenleyen Özdamarlar, birçok sosyal sorumluluk projesinde de yer alıyor. Çizer Burak Genç ise; 2000 yılında İstanbul’da doğmuş. İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olan Genç, masallar, mitler ve efsanelere karşı duyduğu ilgiyi yazıya ve çizime dökerek meraklı olduğu konuları işe dönüştürüyor. Bu ikilinin kaleminden çıkan ve İlk Genç Timaş etiketiyle yayımlanan İyilik Timi adlı kitap, kısa süre önce genç okurlarla buluştu. Her biri farklı konulara eğilim gösteren beş arkadaş Asel, Eslem, Arhan, Bilgin ve Dilek’in, iyilikten şaşmadan, iyiliği tüm evrene yayma çabalarını, bu çabaların adım adım, çığ gibi büyüyerek birçok kalbe dokunuşunu anlatan İyilik Timi, iç ısıtacak bir iyilik hikâyesini okurların önüne koyuyor.

Asel, Eslem, Arhan, Bilgin ve Dilek Yeşilçam filmlerini aratmayan bir mahallede yaşayan, sımsıcak bir okulun yedinci sınıfında okuyan beş kafadar. Onlar herkesi, herkes de onları çok seviyor. Derslerinde başarılılar. Öğrenmeye meraklılar. Okuyorlar, izliyorlar, dinliyorlar, araştırıyorlar. Hepsi için de her şeyin başında iyilik geliyor. Karşılıksız iyilik yapmayı, iyi biri olmayı erken yaşta şiar edinen beş arkadaş kendi çaplarında hayırlı işler yapıyorlar. Muhtaç olanın yardımına koşuyorlar, dört ayaklı dostlarımızı unutmuyorlar, kimseye saygıda kusur etmiyorlar. İyiliği yaymak için büyük çaba sarf ediyorlar.

Sıradan bir okul gününde Sosyal Bilgiler öğretmenleri Zeki Bey, sınıftaki tüm öğrencilerden bir iyilik projesi yapmalarını istiyor. Neye, kime karşı yapılacağı önemli değil. Konu sadece bir iyilik projesi hazırlamak ve bunu hayata geçirmek. Beş kafadar, “Ne yapabiliriz?” diye düşünüp birkaç klişe fikirden sonra Bilgin bir çikolata şelalesi yapmayı öneriyor. Bilime sonsuz bir inançla bağlı olan Bilgin’in bu fikri hepsinin kafasına yatıyor ve beş kafadar vakit kaybetmeden işe koyuluyorlar. Herkes elinden geldiğince projeye katkıda bulunuyor ve çikolata şelalesi hayata geçiriliyor. Fakat bizim beşli, yine iyiliği ön plana çıkararak öğretmenlerine bu makineden elde edilen çikolataların bir kısmını Sevgi Evleri’nde kalan çocuklarla paylaşmayı öneriyor. Tereddütsüz şekilde kabul gören bu önerinin ardından beş arkadaş yine herkesin gönlünde taht kuruyor. Çikolata şelalesinden hareketle iyiliği yayma işini ufaktan genişletmeye başlayan beş arkadaş, bir nevi “mahalli sosyal sorumluluk” projelerine imza atıyor. Kuru Fasulye Festivali düzenliyorlar, kitap kulübü kuruyorlar, etraflarındakilere filmler izletip türküler dinleterek üzerine bol bol sohbet ediyorlar. Asel, artık bu işe kendilerini adadıkları ve bir takım oldukları için bir adları olması gerektiğini düşünüyor. Ve böyle İyilik Timi'nin de temelleri atılmış oluyor.

İyilik Timi’nin haftalık olağan toplantılarından birinde, yeni neler yapabileceklerine dair istişarelerde bulunduktan sonra herkes eve dağılıyor. Asel de bir aile geleneği olan akşam yemeğinde hep birlikte olma kaidesini bozmamak için eve doğru yolunu tutuyor. Herkes için günün muhasebesinin yapıldığı, arada ufak tefek şakaların sofrayı şenlendirdiği bu akşam yemeklerinde Asel, o gün babasının pek fazla konuşmadığına dikkat kesiliyor. Durum kendisine sorulunca babası gelirken komşularına uğradığını, oğulları Aras’ın SMA hastası olduğunu söyleyince herkesin morali alt üst oluyor. Kafasını hemen bu işe veren Asel, İyilik Timi’ni olağanüstü toplantı için bir araya getiriyor ve konuyu arkadaşlarına anlatıyor. Hepsi de ellerini ne olursa olsun taşın altına sokmaya kararlı olduklarını Asel’e söylüyor ve beş kafadar için zamana karşı bir yarıştan öte, mücadele başlamış oluyor…

Metin Özdamarlar’ın İyilik Timi'nde, ufak çaplı bir ütopya kurduğunu söyleyebiliriz. Ancak bunun “fantastik” bir yanının olmadığını eklemekle beraber, kitabı bitirdikten sonra “Neden olmasın?” sorusunu sordurması, İyilik Timi'nin okuru heyecanlandırması, aklını konunun gerçekleşme ihtimali üzerine düşündürmesi bile kitabın niyetinin “geçerliliği” hakkında yeterli altyapıyı sağlıyor. Tüm bunları toparlayınca da iyiliğin, “iyi” olduğu zihnimizin bir köşesine yerleşiyor ve görevini orada sürdürmeye devam ediyor…

Burak Soyer
soyerbrk@gmail.com

6 Ağustos 2024 Salı

Bir şeref ve haysiyet meselesi: diplomasi

Yakup Kadri’nin, meşhur Zoraki Diplomat (İletişim Yayınları) kitabını okudum, ikinci defa. Bu kitabı, her zaman çok sevmişimdir; Hollanda beziyle ciltletmiş, mutena bir yerde, her an gözüme çarpacak şekilde muhafaza etmişimdir. İçeriği kadar başlığıyla da sevilen bir kitap bu. Bazı kitapların başlığı kendisinin önüne geçer ya, bu da onlardan. İçinde ne yazarsa yazsın, kayıtsız kalamazsınız.

Yakup Kadri, kitapta yer alan yazıları, Cumhuriyet gazetesinin sütunlarında ilk neşrettiği yıllarda, toplumdan ve bürokrasi çevrelerinden beklediği ilgiyi görememenin şaşkınlığını ifade ederken, bu başlık konusuna da değinir: “Ve işin asıl tuhaf tarafı, okurlarımdan çoğunun dikkat ve merakını yazılarımın tahlil ve tetkik mevzuunu teşkil eden vakıalardan çok daha ziyade başlığının çekmiş olmasıdır.” (s.342).

Diplomasinin, artık işe yaramadığı ve bütünüyle istihbarat oyununa dönüştüğü bir zamanda bu kitabı yeniden okumak, olan biteni farklı açılardan düşünmemize yardımcı oluyor. Korkudan ve güvensizlikten -ve de yetersizlikten!- beslenen “istihbaratçı diplomasi”nin, ülkeleri nasıl sonu gelmez savaşlara sürüklediğine, dış politikayı bütünüyle güvensizlik üzerine kurmanın yüzeyselliğini perdelemek için başvurulan hamasetin nasıl da en haklı davalardan bile insanları uzaklaştırdığına şahit oluyoruz. Bilmek gerekir ki kendisini istihbaratın sorgulanamaz, tek boyutlu kılavuzluğuna kaptırmış diplomasiden barış çıkmaz. Ortalıkta tek bir düşman kalmasa dahi o, kendisine savaşmak için yel değirmenleri arayacak ve de bulacaktır çünkü. Diplomasi, sivil ve güvene dayalı bir iştir, bütün dünya güvensizlikten kan ağlasa bile. Diplomasi, bir barış oyunudur her şeyden ziyade.

Bu anlamda, denebilir ki, Yakup Kadri’nin kitabı, tam bir hamaset karşıtlığı içeriyor ve barışı esas alıyor. “Gizemli diplomasi”nin karşı kutbunda yer alıyor ve kartları açık oynamayı seçiyor. İnsanlara ve halklara güveni esas tutuyor. İnsana ve insanlığa her koşulda inanıyor. Diplomasinin -istihbarat denilen gizemli heyulanın tam aksine- derin bir tarih, köklü bir kültür, engin bir birikim ve sanatsal bir yaratıcılıkla yapıldığı takdirde ancak, politika denilen görünmez gücün tam bir kavrayışla anlaşılabileceğini, güvensizliğin yerini güvene ve savaşların yerini hakiki bir barışa bırakabileceğini anlamamızı sağlıyor. Onun diplomasisi, olması gerektiği gibi, hiçbir halkın düşman olmadığı şiarına dayanıyor. Diplomasinin gerçekten işe yaraması için olan biten sıcak olaylara her zaman biraz dışarıdan, biraz geriden bakabilmenin hayati olduğunu anlatıyor.

Meslekten diplomatların çoğunun, bu kitaptan hoşlanmadıkları, bir sır değil. Nihat Dinç’in, Gönüllü Diplomat’ı (İthaki Yayınları) ya da Ali Tuygan’ın, Gönüllü Diplomat: Dışişlerinde Kırk Yıl (Şenocak Yayınları) gibi, meslek hatıralarını içeren kitaplar, bir bakıma bu kızgınlığı gösteren nazireler. Meslekten olmak önemlidir elbette. Bu, yalnızca kişisel bir tecrübe ve uzmanlık getirmekle kalmaz aynı zamanda kurumsal bir birikimin üzerinde hareket etme imkânı verir. Diplomatlık mesleğinin, salt bireysel bakış açısıyla yapılabilir bir iş olmadığını bilmek gerekir. Fakat, meslekten olunca da sert özeleştiriler görmek son derece zor oluyor, nedense. Belki de diplomasinin, her şeyi estetize eden sunuş biçimi kendi eksikliklerini görmeyi engelleyen bir etki yapıyordur, kim bilir. Ya da, uzun yıllar gerçeği tanınmaz hale getiren resmi ağızlara fazlaca bakma, bir süre sonra kendilerinde de bir itiyada dönüşüyordur.

O nedenle, Yakup Kadri haklı; zira, bütün bu meslek anılarında hep, bir dönemin önemli olaylarını, büyükelçilerimizin bulundukları ülkelerin sosyal, kültürel ve siyasal durumlarını, hadi biraz da meslekle ilgili “acı-tatlı” yaşadıklarını, estetize edilmiş, yaldızlanmış biçimde, öğrenmekle kalıyoruz. Sürekli olarak, ne büyük hizmetlerde bulunduklarını anlatıyorlar -anlatıyorlar ki dersler çıkarılsın ve devletimiz, âli menfaatlerini daha güçlü şekillerde korusun, gelecek kuşakların uyanık olmaları sağlansın!- ve bir şeylere “ışık tutuyorlar” ama o ışık, bir türlü mesleklerine, kurumlarına ve devletin işleyişine -bir kelimeyle kendilerine gerçek manada dönmüyor.

Ne kadar eleştirel yaklaşsalar da ustalıkla yapılan “güzellemeler” işin sonunda diplomatlık mesleğine ve devletin “bilgeliği”ne -kendi kendilerine mi demeli!- toz kondurmuyor. Meslekten olmak, doğası gereği mesleği her türlü durumda savunmak gibi, iyi mi kötü mü olduğu tartışmalı bir sonuç doğuruyor. Ve ne kadar allı pullu olursa olsun, bu tür kitapların içinde çok temel bir eksik oluyor: halk. Hem temsil edilen hem de hatıralarda her türlü detayıyla ele alınan ülke halklarındansa, büyük devlet adamları, önemli olaylar, dönemin büyük hadiseleri dolduruyor sayfaları. Belli ki devlet işlerinde fazla gönüllü olmak pek de iyi bir şey değil. Fazla gönüllülük, hiçbir şeyi köklü şekilde değiştirmeyecek olmanın baştan kabul edilmesinin bir tür beyanı gibi. O nedenle, yalnızca diplomaside değil, devletin her köşesinde, şimdilerde gördüğümüzün tam aksine, koşarak göreve gitmeye hazır olanlar değil gönülsüz ve hatta zoraki görev alacak insanlara çok ihtiyacımız var; Ama, onlardan var mı?

Yakup Kadri, kendisine ilk olarak elçilik teklif edildiğinde -ki bizzat Atatürk istemiştir!- “küçülmüş” hissettiğini yazar. Şüphesiz, teklif edilen görevin yüce ve değerli olup olmamasıyla ilgili değildir bu durum. Kendisini, o kadar bağımsız ve sadece kaleminin peşinden giden biri olarak görmektedir ki hangi düzeyde olursa olsun, devletin memuru haline gelmek bir noktadan sonra artık düşünen olmaktan çıkıp salt uygulayana dönüşmek anlamına gelecektir. Emirler alacak, üstleri olacak, her düşündüğünü düşündüğü gibi yazamayacaktır. Kafa bağımsızlığını kaçınılmaz olarak kaybedecek, giderek yaratıcılık yerini rutin tekrarlara bırakacaktır. Bu ise bir yazarın, hele ki etkili dergiler çıkaran, dönemi için entelektüel bir kanaat önderi sayılan birinin ölümü demek olacaktır. Sahi, şimdilerde böylesi bir teklifi reddedecek kaç yazar tanıyoruz? Bu ulvi göreve talip olmayacak, bunu yazarlık şerefine yediremeyecek kaç kişi biliyoruz?

Yakup Kadri, kitabın sevilmeme nedeni olan, “Elçiye zeval olmaz derler ama…” başlıklı giriş bölümünün başında bu durumu şöyle anlatır: “‘Devlet mansıbı’ denilen şey, niçin, birçok kişinin hırsını kurcalar, bilmiyorum. Bana ilk defa, ‘İkinci derece ortaelçilikle Tiran’a tayininiz kararı tasdikten çıkmıştır. Mütemmim muamelelerin ikmali için Zat İşleri Müdürlüğü’ne müracaat ediniz, dedikleri vakit, düştüğüm ruh hali yalnız bir ‘eksiklik kompleksi’nden ibaretti. Kendi gözümde kendimi birdenbire o kadar küçülmüş, o kadar şahsiyetsizleşmiş ve kendi mukadderatım o kadar başkalarının emrine bağlanmış hissettim ki, az kalsın, ‘ben bu işten vazgeçtim,’ diye haykıracaktım.” (s.39).

Haykırmaz elbette, emir büyük yerdendir ve çıkardıkları Kadro dergisi dönemin partili önde gelenlerini fazlasıyla rahatsız etmektedir. Biraz uzaklaşması en yüksek düzeyde istenmektedir. İstemeyerek de olsa Tiran’ın yolunu tutar. Çıkarmakta olduğu Kadro dergisinin ana konusu, dar ve sınırları baştan çizilmiş şekilde bakmaya alışmış, korformist bürokratik elitlerle istenilen inkılapların gerçekleştirilemeyeceği iken bir anda kendini kendi dergisinin konusu haline gelmiş bulur: “Bir muhasebeci, ayın otuzunda vazifeme başlayamazsam aylığımın kesileceğini ihtar ediyordu. Ben, artık, bütün hareket serbestliğimi kaybedip kendimi bürokrasi denilen mengenenin paslı silindirine kaptırmıştım.” (s.40).

Zoraki Diplomat, bu nedenle, pek çok açıdan çok önemli bir kitaptır. Devlet körlüğü denilen ve bugün de kurumların içinde fazlasıyla kendini belli eden, yaratıcılıktan ve zannettiklerinin tam aksine halktan uzak kişilerin vasatlıklarını kapatmak için başvurdukları yol ve yöntemleri görmemizi sağlıyor. Kurumların içinden gelen tecrübeli isimlerin sert eleştirilerine, su kadar, hava kadar ihtiyaç olduğunu anlatıyor. Aksi halde, bürokratik bir bağnazlık, her türlü mesleğin şerefini ayağa düşüren bir etki yapıyor.

Zoraki Diplomat, önce kendi halkını ve sonrasında karşı halkları gerçek anlamda ruhuyla anlayabilmenin, diplomasinin en önemli şartı olduğunu göstermeye çalışıyor. Yakup Kadri, burada mesleki bir deformasyon, bir bağnazlıktan söz ediyor ve bu durum, diplomatla halkın arasını açıyor: “Fransızların ‘esprit de caste’ ve ‘deformation professionnelle’ dedikleri sınıf zihniyeti ile mesleki çarpıklık çekirdekten yetişme diplomatların büyük bir kısmını toplumlardan öylesine ayırmış ve aşağı halk tabakalarının mukadderatına öyle bir yüksekten veya tersinden bakmağa alıştırmıştır ki, bunlar, kendi başlarını sıkıntıdan kurtarır veyahut neticesi şüpheli herhangi bir geçici hal çaresi bulurken temsil ettikleri devlet ve milletin hak ve menfaatlerini korumuş oldukları zannına düşebilirler.” (s.348).

Yakup Kadri, deyim yerindeyse “halkçı bir diplomasi” yapmaya ve bunu, meslekten diplomatlığın tam karşıtı olarak konumlandırmaya çalışır. Tiran’da örneğin, halkla iç içe olmaya, uzak köylere ve kasabalara giderek “gerçek” yaşamı ve halkın ruhunu kavramaya uğraşır. Çünkü, buna dayanmayan bir diplomasinin ne kadar yaldızlı ya da ne kadar istihbarata dayalı olursa olsun, hakiki sonuçlar üretmeyeceğine kanidir. Arnavutluk’un dışarıdan görünen “zillet” haliyle altta yatan gerçeklik arasındaki farkı romantik bir dille şöyle anlatır: “Evet, milletin tortusu, bir vakitler bizde olduğu gibi, burada da suyun yüzüne çıkmış bulunuyordu. Asıl cevher, yurdun halis evlatları, o, yürekleri, beyaz mintanları kadar lekesiz köylüler; o, elleri, yüzleri tertemiz altın başlı çocuklar, gene bir vakitler bizde olduğu gibi, bu bulanık köpüğün altında görünmez hale gelmişti.” (s.71).

Sonrasında, Prag Büyükelçiliği (Ah, Ne çektin be Prag!), La Haye, Bern ve Tahran büyükelçilikleri yapar. Özellikle, Tahran’a dair yazdıkları, bugün yaşananları anlamak açısından oldukça önemlidir. Bu coğrafyanın insanının kendini kutsal ölümlerle ve acılarla var ettiğini, ıstıraptan çılgınca bir zevk aldığını yazar. İran’ın şiirini ve edebiyatını bilmeden diplomasisinin de bilinemeyeceğini çok iyi gösterir. Bu anlamda, bize hem çok benzeyen hem de hiç benzemeyen bir halkın onda bıraktıklarını okumak, benzeri meslekten hatıra kitaplarının neden eksik olduklarını anlamamız için yeterli kaynaktır.

Bugünlerde kimse hiçbir göreve zoraki gitmiyor belli ki. Herkes fazlaca gönüllü, pek bir hevesli ve aşırı istekli. Oysa diplomasimiz, pek zoraki: söylenmiş olması için söylenen sözlerden, sonuç getirmeyeceği baştan belli hamlelerden, derinliksiz görüş bildirmelerden, göstermelik kınamalardan ve samimiyetsiz yaptırımlardan oluşuyor. Belki de, sürekli saldıracak yel değirmenleri arayanlar için diplomasi, donkişotluktan ibarettir. Oysa koca bir halk için, bir şeref ve haysiyet meselesi!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

İmparatorluklar arasında İstanbul'un dönüşümü

Asırlardır adından sitayişle söz edilen, tarihi ve coğrafi özellikleriyle, tabiî güzellikleri ve yedi tepe üzerinde inşa edilen mimarî eserleriyle dünyanın incisi mevkiindeki İstanbul, üç imparatorluğa başkentlik etmiş yeryüzünün en eski kentlerden biri konumundadır.

İstanbul’un tarih içindeki uzun geçmişinin izlerini süren Önder Kaya’nın kaleminden İstanbul Tarihi isimli kitap okuyucuyla buluştu. Kronik Kitap’ın yayımladığı 500. kitap olarak raflarda yerini alan eser gravürler, resimler ve fotoğraflar eşliğinde İmparatorluklar başkentinin 2500 yıllık tarihine doğru bir yolculuğa çıkarıyor.

İstanbul kurulduğu ilk andan itibaren önemini muhafaza eden ender kentlerden biri olmuş bugün de gerek Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan stratejik konumu baz alındığında gerekse sahip olduğu emsalsiz değerleri ile neredeyse rakipsizdir. Bundan dolayı geçmişte defalarca muhasara edilmiştir. 193’de Romalılar, 1204’de Haçlılar ve 1918’de İtilaf Devletlerince İstanbul işgal ve tahribata uğratılmıştır. 2500 yıllık tarihinde defalarca harap edilmiş, türlü afetler ve sayısız badireler atlatmış ancak her defasında küllerinden yeniden doğmasını bilmiş, yüzyıllar boyunca gönüllerde taht kurmayı başarmıştır.

Yüzyıllar içinde teşekkül etmiş ve kendi estetiğini bulmuş İstanbul’a hâkim olanlar ellerinde tutukları eşsiz güzelliğin bilinciyle ona Nea (Yeni) Roma, Ebedi Kent, Dersaadet gibi unvanlar vermişti. Konstantin, Justinyanus, Fatih, II. Bayezid, Kanunî, III. Mustafa gibi hükümdarların abidevi yapılarla imar ve ihya ettikleri İstanbul, tarihsel miras olarak Prag, Budapeşte, Roma, Viyana, Paris, Londra ve Moskova gibi kentlerin birçoğunu geride bırakacak kadar ihtişamlı bir maziye sahiptir.

Dördüncü Haçlı Seferi sırasında büyük bir tahribata uğrayıp yağmalanan nüfusu elli binlere kadar düşen İstanbul’un fetihten sonra çehresi hızla değişmiş ve yaklaşık olarak dört yüz elli yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun payitahtı olmuştur. Fatih’in mamur ettiği bu emsalsiz şehir hem doğunun hem de batının imrenerek baktığı bir kültür merkezi haline gelmiştir.

Geçmişte pek çok tabi afete, işgal ve kuşatmalara sahne olan İstanbul 20. yüzyılın ikinci yarısından bugüne ise demografisi, kültürünü ve alt yapısını köklü şekilde etkileyen büyük göçlere ve imar politikalarına direnmeye çalışıyor.

Tarih boyunca gezginleri güzelliği ile büyülemiş, ressamların tablolarında ölümsüzleştirdikleri, seyahatnamelere, romanlara, öykülere, şiirlere ve araştırmalara konu olmuş dünya üzerindeki en etkileyici kentlerden biri olan İstanbul’un tarihine damga vurmuş belli başlı olaylarla eski devirlerden bugüne yaşadığı değişim ve dönüşümü akıcı bir üslupla ele alan kitap şehrin tarihi ve kültürünü merak edenlere çok şey vaat ediyor.

R. Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

30 Temmuz 2024 Salı

“Allah sıkıntı hissettirmesin”

Her şeyi yapıyoruz. Gün geliyor sabahtan akşama sadece bir konu için kendimizden geçercesine uğraşıyoruz. Gözümüz de bir şeyi görmüyor üstelik. Gerçi, en doğal haliyle bile ne kadar görüyor, ayrı bir muamma... Didik didik ediyoruz. Yeter ki şöyle olsun, böyle olsun. Sonunda oluyor yahut olmuyor ama bir şey var ki onu hiç hatırlamıyoruz. O'nu hatırlamıyoruz. Etmemiz gereken bir dua, her şeyden önce bir dua. Yapılacak işin hayra karşı olması için. Bizim hayra karşı yürümemiz, hayırdan ayrılmamamız için. Dua etmiyoruz. Sonra neden olmadı diyoruz. Bir de olunca, hiç böyle olacağını düşünmemiştim, istediğim gibi olmadı diyoruz. Dua, niyetin içeriden dışarıya taşan köprüsüdür. Zaman vardır dildeki kalbe inmesi gerekir, zaman vardır kalpteki dile çıkması gerekir. Dua böyle bir şeydir.

Bazen yazarken çizerken ya da konuşurken rasyonel aklı eleştirdiğimiz oluyor. Halbuki biz, belli bir inanış dairesi içinde olmaya çalışanlar, duayı ilk adımla beraber hatırlamıyorsak, o da rasyonel akılla yoldaş olduğumuz için olsa gerek. Yani diyorum, biz de rasyonel akılla yaşıyoruz. Bazen bu sadece şık görünen ama giderek insanı hakimiyetine alan ceket, bize duanın açtığı kapıları unutturuyor. Ondan sonrası kapı duvar. Peki rasyonel akılla dua edilmez mi? Elbette edilir. Ama mesela şöyle edilir: Allah sıkıntı göstermesin. Böyle bir dua kabul edilebilir mi? Bunun cevabını Esmâ-yı İlâhiyye ile meşgul olanlar bilirler. Hakk'ın esmalarıyla devri daim eden insan, gah neşeye gah sıkıntıya meyillidir. Zira Hakk, kulunun gayret etmesini istediğinden küçük ya da büyük bazı sıkıntıları onun omzuna konduruverir. Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus’ahâ lehâ mâ kesebet... Demek ki omzuna konana biz sıkıntı diyoruz. Oysa Hakk'ın omzumuza koyduğu şey, bizim vazifemizdir. Ve her insan, pek çok vazifenin peşinde koştursa da yalnız bir vazifeyi hakkıyla yerine getirebilir. Bunun için rasyonel akıl sessize alınmalı ve bahse konu ettiğim dua şöyle edilmelidir: Allah sıkıntı hissettirmesin. O nasıl olacak ki? Bu soruyu da rasyonel akıl sorar ama zaman zaman yoldaş olduğumuz bu aklı çok da örselemeyip, cevaba geçelim.

Yolda gidiyoruz, yetişmemiz gereken bir yer var, hava yağmurlu, deniz dalgalı. Adım adım giden yol sanki sürekli kabarıyor, trafik devamlı artıyor. Dışarıdaki fenalık yüreğimize de çöküveriyor. Kozmik dram. Esasında her şey merkezindedir ve olan hayırlıdır ama bunu hangi akıl kabul edebilir? Hele ki bu zamanın aklı… Bu anlattığım durum bir yerde dursun, biz bunun öncesine gidelim. İster yataktan kalkarken, ister yüzümüzü yıkarken, ister evden çıkıp arabaya, otobüse doğru yürürken insan kendine, hatta mümkünse çevresindekilere de şöyle içten bir “Allah sıkıntı hissettirmesin” deyiverse, ne değişir? Çok şey değişir. Mesela anlattığım o fevkalade trafikle yetişilmesi gereken yer arasındaki durak -ki insan o duraktadır daima- hafifleyiverir. Hafiflemiş olarak hissedilir. Ulaşacağımız yere ulaştıktan sonra şöyle bir durulup ya hu ne trafik vardı ama çok şükür yetiştik, otomobil düğümünü söktük attık, işte yerimize ulaştık denir. Hani bazen yine bir yerden bir yere giderken dost sohbeti açılıverir yanımızdaki kimseyle. Aslında yol bitecek gibi değildir, üstelik metrobüs de rahat değildir ama iki kişi O’ndan konuştuğu vakit üçüncü olarak hakimiyetini kuruverir Lâtif ve Kerim Olan. Sonra insan sıkıntı mı hisseder, yolu mu fark eder, getirirler, götürürler, her şey ferahfeza…

Kozmik dram demiştim, şimdi bu ifade üzerinden devam edelim. Nedir bu kozmik dram? Toshihiku İzutsu’nun İslâm Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler adlı kitabında, Şebüsterî’nin Gülşen-i Râz adlı eserindeki nûr-zulmet paradoksuna dair oldukça kuvvetli metinler mevcut. Neyi neyden ayrı görmek, neyi neyle bir görmek noktasında önemli açılımlara vesile olabilecek bu metinde önce Izutsu’nun dediklerini bir okuyalım: “İnsan aynı zamanda kelimenin gerçek anlamında bir ‘birey’dir (şahs). Tıpkı Mutlak’ın ‘Bir’ olduğu gibi oda ‘bir’dir. Dolayısıyla, bu bakımdan insan ile Mutlak arasında gözle görülür belli bir yapısal benzerlik vardır. Zira Mutlak, özü ve zâtı itibariyle bir, sıfatları itibariyle ise çoktur. Aynı şekilde insan da kişisel bireyselliği itibariyle bir, nitelikleri, fiilleri ve işlevleri itibariyle ise çoktur. Bu gerçek -yani, insanın kendisinde hem ‘vahdet’ hem de ‘kesret’i birleştirmesi gerçeği- ona, kendi yapısı aracılığıyla, ‘vahdet’ olması bakımından vahdetin kesret olduğu ve kesret olması bakımından kesretin de vahdet olduğu kozmik paradoksunu sezgisel olarak kavrama imkânı verir.

Daha sonra Izutsu, Mefâtîḥu’l-iʿcâz fî şerḥi Gülşen-i Râz adlı eserden bir alıntı aktarır. Eser, İranlı mutasavvıf-şair Muhammed b. Yahyâ Lâhîcî’ye ait. Şebüsterî’nin Gülşen-i Râz’ına yapılmış bir şerh. Diyor ki Lâhîcî: “İnsanın farkına vardığı ilk şey, aynı zamanda hem varoluş çemberinin ‘aşağıya doğru inen yayında’ yer alan tüm ontolojik safhaların en sonuncusu ve hem de aynı çemberin ‘yukarıda doğru çıkan yayında’ yer alan tüm safhaların ilki ve birincisi olan ‘kendi kişisel belirlenimi’dir. Bu nedenle, ‘insan’ ontolojik safhasına, ‘günün ilk ışığının göründüğü yer ve zaman’ (matla’ı’ l-fecr) adı verilir; çünkü insan, gece karanlığının sonunu (nihâyet-i zulmet-i şihâb) ve vahdet gününün ışığının başlangıcını (bidâyet-i nûr-i rûz-i vahdet) temsil eder.

Yani diyor Izutsu, insan denen varlık nûr ile zulmet arasında bir berzahtır. Böylece bir şeyi anlamamız gerekiyor ki nûr ile zulmet arasındaki paradoks, oyun, dram, her ne dersek diyelim, insanın zihninde oynanıp durur, oynanıp gerçekleşir, oynanıp biter ve devam eder. Bunun farkına varmış olan kişidir sufi. Merttir, fetâdır, gözü karadır. Üstelik bu gözü kara olma durumu mecazi değil. Diyor ki Lâhîcî, “Allah’a aşırı derecedeki ruhânî yakınlığı nedeniyle sufinin iç gözü kararır ve hiçbir şeyi göremeyecek şekilde güçsüzleşir”. Burada güçsüzleşen akıldır. Esasında kendi gücünün farkına varır, ‘buraya kadarım’ der tabiri caizse. Buradan sonrası O’nun işi. Yani Kalb’in işi. Kalp olanın bitenin farkına vardığında dünya durulur, sufi dünyanın merkezine kurulur. Bu hakikati de Bâyezid-i Bistâmî’den okuyalım yahut hatırlayalım: “Eğer İlâhî Arş ve onun ihtivâ ettiği tüm şeyler sonsuz bir şekilde çoğalsa ve ârifin kalbinin bir köşesinde bulunsa, ârif bunun farkında olmayacaktır.

Bazen televizyonlarda bazen kitaplarda sık sık karşımıza çıkan bir ifade var: Sufi, anın evladıdır. Öyledir fakat biz sufi değiliz. Belki büyüyünce oluruz, bilmiyorum. Ama içinde bulunduğumuz toprakların sunduğu bir lezzet, bir bakış ve bir ufuk olarak onların yaşayışlarından ‘ummandan bir katre’ alıp ömrümüze yerleştirebilirsek ne ala. O hâlde sıkıntı meselesine dönüp bitirelim. Sıkıntı diye bir şey yoktur, yük diye bir şey de yoktur. Biz daha kendimizi taşımayı bilmiyoruz. İnsan taşımayı öğrendiği herhangi bir şey için şikâyet de etmez isyan da. Bir şekilde usul erkan öğrenir, prangalarından kurtulur, Kendi’nden Kendi’ne seyrin lezzetini yaşar. Oysa biz sıkıntıların ve yüklerin, bu ikisinin arasındayız, dolayısıyla berzahtayız. Madem işimiz çok, böyle ilerleyeceğiz, o hâlde ne diyelim? Allah sıkıntı hissettirmesin.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Japon masallarının dönüştürücü gücü

Masallar genel olarak çocuklar için yazılmıştır ve çocuklar için anlatılır. En azından genel kanı böyledir. Oysa masalların çoğu okuduğunda bir yetişkine de dersler verir, farklı bakış açıları sunar.

Ancak masalların çocuklara hitap etmesi onların diline ve hikâyenin işleyişine de etki eder. Masallarda örneğin şiddet sahneleri üstü kapalı veya ayrıntı vermeden anlatılır, böylece çocuğun zihninde oluşması muhtemel tahribatların önüne geçilir.

Japon masalları ise bu konuda genel masal algısının ve genel masal tekniğinin dışına çıkmaktadır. Japon masallarında okur neyle karşılaşacağını hiçbir zaman tahmin edemez. Japon masalları okuyan bir insan beklemediği anda beklemediği şekilde bir şiddet sahnesiyle karşılaşabilir. Veya karşısına korkunç şeytanlar, istilacı ruhlar çıkabilir. Japon masalları büyülüğü gerçekçiliğin zirve temsillerindendir ve barındırdığı bir sınır yoktur. Masalların dili yumuşak olmak zorunda değildir, gerektiğinde sert dil kullanmaktan kaçınılmamıştır.

Japon masallarının farklılığı daha en başından bile kendini göstermektedir. Bir varmış bir yokmuş gibi alışılmış şekilde başlamaz veya bir prensesin, bir prensin, tilki ile karganın hikâyesini vermez. Japon masallarında ana karakter akla gelebilecek her canlıdan olabilir.

En büyük başarısı da kaç yaşında olursa olsun okurda gerçekleştirdiği dönüşümdür. Japon masallarını okuyan birisi o vakitten sonra bir hayvana, bir bitkiye veya yıldızlara, güneşe daha farklı gözle bakar. Masal ile efsanenin kesiştiği noktadadır artık ve anlamlar değişmiştir.

Kunio Yanagita’nın Japon Masalları: Ejder Sarayı’nın Çanı adlı kitabı Peren Ercan çevirisiyle Ketebe Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. Anlamların, bakışın değişmesi üzerine kitaptan bir masal vererek yazıyı bitirelim ve sözü masala bırakalım:

"Serçe ile Ağaçkakan
Uzun uzun zaman önce, iki kız kardeş yaşardı. Biri serçe, diğeri de ağaçkakandı. Anne babaları hastalıktan artık onlara bakamayacaklarını söylediğinde, serçenin dişleri yeni çıkıyordu. Fakat o yine de hemen uçup anne babasıyla ilgilendi. Yanakları kirlenmiş, gagasının sadece yarısı beyaz kalmıştı. Ağaçkakan ise kırmızı rujunu ve beyaz pudrasını sürüp özene bezene giyindikten sonra dışarı çıktığı için anne babasının son nefesine yetişememişti. Bu yüzden serçe, üstü başı güzel olmasa da her zaman insanların yaşadığı yerde yaşayıp onların yediği tahıldan ihtiyacı kadar yiyebiliyordu. Öte yandan ağaçkakan müthiş güzelliğine rağmen sabahın erken saatlerinden itibaren ormanda gezip duruyor ve ağacın gövdesine 'Tak tak!' diye vurarak günde ancak üç kurtçuk yiyebiliyordu. Ardından gece olduğunda ağacın kovuğuna giriyor ve 'Ah ah, gagam acıyor,' diye ağlıyordu."

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Direnmeyi "tercih eden" bir kâtip: Kâtip Bartleby

Katip Bartleby'i nasıl bilirsiniz? Herman Melville'nin Bartley'inden bahsediyorum. Yaklaşık bir yıl önce okudum, hala ara ara aklıma gelir, onun için üzülürüm. Bize hikayeyi aktaran patronu için daha çok üzülürüm. İkisinin yerinde de olmak istemediğime karar verir bir süre unuturum bu karakterleri. Sonra ansızın yine aklıma gelirler.

Kahramanımız bizim bildiğimiz kadarıyla önce kendisine fazladan verilen işleri yapmamayı daha sonra çalışmamayı, yer değiştirmemeyi, yemek yememeyi ve en sonunda yaşamamayı "tercih eden" bir katiptir.

Nisan 2021’de Ketebe Yayınları tarafından basılan bu 56 sayfalık klasik, Herman Melville’in Moby Dick’i kaleme aldığı sıralarda yazılmıştır. Bir kapitalizm eleştirisi ve yazarın alter-egosu olduğu söylenir.

Yeni bir kitaba başlamadan önce hakkında yazılanları okurum. Ardından bir süre kapağına bakıp kendimce yorumlar yapar ve en son yazılmış sunuş/önsöz yazılarını dikkatle okurum. Artık kitaba başlamaya hazır hissederim.

Entelektüel yönden çok beslendiğimi hissettiğim kitap tanıtım yazıları, önsözler bizi aynı zamanda birazdan karşılaşacağımız metinlere de hazırlar.

Bu kitap için de Kadir Daniş "İkimiz Birden Sevinebiliriz Duvara Bakalım" başlıklı bir sunuş yazmış. Yazıma buradan birkaç alıntı yaparak devam etmek istiyorum. "Mesela bu kısa roman daha ilk bakışta bile sözgelimi Albert Camus’nun Yabancı’syla Samuel Beckett’in Godot'u Beklerken’inin en azından bazı açılardan, öncülü gibi görünür. Melville sıra dışıdır, çünkü daha yaşarken edebiyat dünyasından peyderpey çekilmesine ve öldükten sonra uzunca bir süreliğine unutulmasına rağmen bugün tıpkı Ernest Hemingway gibi o da fetişleştirilmiştir."

Devam edelim… Sırada kapak var. Ketebe’den çıkan pek çok kitap gibi bu kitabın kapağı da dikkat çekici, romanı tamamlayıcı nitelikte.

Beyaz zemin üzerinde kara kalemle çizilmiş bir fötr şapka ve takım elbise görürüz. Suret kısmı bizim hayal gücümüze dayanarak boş bırakılmış bir vesikalık fotoğraf gibi. Bu resim benim aklıma hiç görmediğim ve asla göremeyeceğim Raif Bey’i getirdi.

Kürk Mantolu Madonna’nın Raif Bey’i ve bizim Bartleby birbirine ikiz kardeş kadar benziyor olsa gerek. Hayatlarının son demlerinde yaşadıkları şeyler neredeyse aynı zira. Fark şurada: Raif Bey ölmeden önce yazdıklarını arkadaşının okumasına izin vererek bizi geçmişinden haberdar ediyor Bartleby ise muammasını da yanında sonsuza dek götürüyor.

Bir kaç saatte bitirebileceğiniz ancak uzun süre aklınızdan çıkaramayacağınız bu kitabı uzun uzadıya anlatıp yazıyı bir özete çevirmek istemiyorum elbette.

Şimdi aktaracağım cümleler "kitabı neden okumalısınız?" sorusuna verilecek en güzel cevap olacaktır diye düşünüyorum.

“Bartleby” dedim “Pötibör bir yere kadar gitti. Postaneye kadar gidip gelsen, (üç dört dakikalık mesafeydi) bana gelen bir şey var mı diye baksan?”

"Yapmamayı tercih ederim."
"Yapamaz mısın?"
"Tercih etmem."


Ve yazımı bir kaç sayfa öncesinden son bir alıntı yaparak merakınızı had safhaya çıkarıp bitiriyorum:

"Aklı başında adamı pasif direniş kadar çileden çıkartan bir şey yoktur."

Birsen Sebahat Tan
birsen_sulubulut89@hotmail.com