12 Temmuz 2024 Cuma

Türk edebiyatının ‘Deli Enişte’si

Bundan dört beş yıl öncesine kadar, yani otuzlarıma girmeden, genelde Dünya Edebiyatını takip etmeye öncelik veriyordum. Hem dünya klasikleri hem de Çağdaş Dünya Edebiyatında, özellikle yeni yayınlar dikkatimi çekiyordu. Türk Edebiyatı da okuyordum elbette ama bu daha sınırlı sayıda kitap demekti benim için. Bir dönem ‘herkesin okuması gereken klasikler’i okudum, bir dönem adı az duyulmuş ülke edebiyatlarına yöneldim. Senegal Edebiyatı da okudum Porto Riko Edebiyatı da. Zaman zaman da Jaguar Kitap gibi butik yayınevlerinin yabancı edebiyatından çıkan her kitabı okumaya çalıştım. Bunlar bana Çağdaş Dünya Edebiyatı hakkında bir fikir edindirdi. Zaman zaman edebî lezzet de buldum bu kitaplarda ancak fark ettim ki aradığım bu değil.

Özellikle otuz yaşımdan sonra, önce yavaş yavaş sonra da keskin bir kararla Türk Klasikleri’ne döndüm. Külliyat okumayı düşündüm ve kendimce belirlediğim sekiz on yazarın hem kurgu hem düşünce kitaplarını okumaya karar verdim. İlk kararım bir yazar bitmeden öbürünün külliyatına başlamamaktı ancak bunun boğucu ve yorucu olduğunu fark edip en azından dörder beşer kitap sonra farklı bir yazara geçme şeklinde bir yol belirledim. Bana göre Türk romanının zirvesi olan Kemal Tahir’in roman-öykü-tefrika kitaplarını zaten bitirmiştim. Tanpınar’ı büyük ölçüde bitirdim. (Tanpınar hiç biter mi?) Peyami Safa’nın romanlarını yüksek oranda bitirdim ve sıraya Abdülhak Şinasi Hisar, Nahid Sırrı Örik ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu aldım. Bu yazarlardan da hiç okumadığım kitabı olan kimse yoktu. Fahim Bey ve Biz’i, Kiralık Konak’ı çok öncelerden okumuştum fakat tekrar külliyat okumaya başlayacağım için bunları da listeye aldım. Şimdi yoğun olarak Abdülhak Şinasi Hisar okumaları yapıyorum ve son okuduğum kitabı da Çamlıca’daki Eniştemiz oldu. Şunu belirtmek istiyorum: Abdülhak Şinasi Hisar edebiyatımızda adı bilinen ama genel okur kitlesince ve edebiyat kanonunca birinci değil ikinci sınıf bir yazar olarak görülüyor. Bunu da hakkında yapılan çalışmaların ve yazılan kitapların neredeyse hiç olmamasından anlıyorum. Bir Tanpınar gibi henüz keşfedilmedi maalesef fakat özellikle kurgu dışı kitapları açısından Tanpınar’dan hiçbir eksiği olmadığını söyleyebilirim. Bu, Tanpınar’ı eksik bulduğum (olur mu hiç) demek değil ama öyle yüksek iki edebiyatla karşı karşıyayız ki, tercihim bunlar arasından Şinasi Hisar olur demek.

Edebiyata ‘cins’ karakterler hediye eden yazarlar hep ilgimi çekiyor. Hayri İrdal, Seniha, Mümtaz vs. Şinasi Hisar’ın diğerlerinden farklı ve en iyi yaptığı şey bence bu karakter (tip değil) oluşturma işinde daha başarılı olması. Bir Fahim Bey bir Ali Nizami Bey bir Hacı Vamık Bey (deli enişte) gibi baskın karakterleri kolay kolay göremiyoruz başka yazarlarda. Tanpınar’da bile örneğin bir yere kadar olay önemli oluyor metinde ancak Hisar’ın romanları tam bir karakter romanı. Özellikle Fahim Bey ve Biz ile Çamlıca’daki Eniştemiz. Bu durum kimi okuru sıkabilir, anlıyorum fakat Şinasi Hisar’ın kaleminde yüksek bir edebî zevke çıktığı da bir gerçek. Çamlıca’daki Eniştemiz’e Fahim Bey ve Biz romanında bir atıf var ama o kadar. Hacı Vamık Bey gibi bir karakterin içini dışını öğrenmek için kitabı okumamız gerekir. Kitap, başından sonuna Eniştemiz üzerinden gidiyor. Anlatıcı Hacı Vamık Bey’in eşinin yeğeni. Önceleri bir çocuğunu gözünden izlediğimiz Vamık Bey’i sonraları bazı duyumlardan ve anlatıcının genç halinden görüyoruz. Bu da okurda iki farklı Eniştemiz portresi çiziyor.

Ben Şinasi Hisar’ın romanlarına öykü veya hikâye denmesini daha doğru buluyorum. Ki zamanında bu kitaplar zaten hikâye diye tanıtılmış. Çünkü roman türünü karşılayacak birden fazla ana damar yok bu metinlerde. Hatta Hisar’ın kurguları klasik bir roman veya hikâye bile olmayabilir bazı kısımları itibariyle. Hatta Çamlıca’daki Eniştemiz’in bazı kısımlarına muhteşem denemeler bile denebilir. Özellikle İstanbul’la ilgili kısımlar tam bir kalem işçiliği ve sanatından oluşuyor. Denemeye yaklaşmayı bırakın, direkt “bu bir denemedir” diyenler bile haklı olabilir: “Çamlıca’nın güzel mevsimleri, gittikçe yaklaşan bir musiki gibi gelen ilkbaharı ile, gittikçe uzaklaşan bir çalgı gibi geçen sonbaharıdır. İlkbahar, Çamlıca’da, bir sabah, daha az serin ve daha ziyade ince bir havada ruhun daha çok sezdiği bir gençlikle ve ötmeyi meşk eden bir kuşun çıkardığı bir iki ses damlasıyla başlar ve sular, yavaş yavaş dönerek, evvelce çekildikleri bir sahili her yanından nasıl kaplarsa, emin bir kuvvetle taşan bahar da, yerleri, ağaçları, gözleri ve gönülleri öylece kaplar.

Çamlıca’daki Eniştemiz’de anlatıcı uzun bir dönemden bahsediyor. Sosyal/güncel ve tarihi olaylardan ziyade, Hacı Vamık Bey’in kişisel hayatı sergileniyor kitap boyunca. Zaman zaman, Vamık Bey’in memuriyetlerinden dolayı, Yıldız, Abdülhamit, saray gibi kelimeler geçse de biz bunları hep Vamık Bey’i ilgilendiren yan olay ve kavramlar olarak görüyoruz. Bu yüzden tam bir karakter romanı diyorum, Çamlıca’daki Eniştemiz için.

Farklı isimli başlıklar altında anlatılan Çamlıca’daki köşk ve Eniştemiz’in hayatındaki iniş çıkışlar, deli eniştenin dışarıdan hoş görülmeyen kendi içindeki ‘çılgınlıkları’, aşırılıkları, çocuklukları, ciddiyeti, ‘saçmalıkları’ önce bir çocuk gözünden sonra da aynı çocuğun genç halinden anlatıldığı için biraz farklılıklar oluşturuyor. Şöyle ki: Okur olarak başlarda sevdiğimiz, samimi bulduğumuz bu deli enişteyi kitabın sonlarına doğru, bütün hayatı boyunca başta eşi olmak üzere herkese zorluk çıkaran ve eziyet eden biri olarak görüyoruz. Çocuklarla çocuk gibi olan bu deli eniştenin daha sonra şehvet düşkünlüğünden muhabbet tellallarına para kaptıracak duruma gelmesi aslında anlatıcının büyüyüp birçok şeyi aklıyla değerlendirmesinden kaynaklanıyor. Demek ki diyoruz, Eniştemiz hep aynıydı. Sadece kitabın başlarında anlatıcımız çocuktu. Başlarda o yüzden sevdik, en azından sempati duyduk.

Şinasi Hisar Türkçeyi mükemmel kullanıyor. Sık sık çok uzun cümlelere ve betimlemelere başvursa da bu durum ne okuru yoruyor ne de sıkıyor. Okurun zaman zaman nefes almasını sağlayan diyalog eksikliği, sanırım romanın eksilerinden. Ama metine yüksek edebiyat açısından bakarsak bu eksiğin de kapatıldığını görebiliriz.

Hisar, deli enişteyi anlatabileceği bütün psikolojik ve maddi yönden okura sunmuş. Diğer karakterlerde eksikler var ama Eniştemiz’i yolda görsek tanıyabileceğimiz bir durumda resmetmiş. Üstüne de zaman zaman Çamlıca ve İstanbul’u anlatan, tasvir eden denemevari mükemmel bölümler eklemiş. Daha ne olsun?

(Bir eleştirim yayınevine: Evet, Abdülhak Şinasi Hisar’ın eserleri uzun zamandır basılmıyordu ve Everest Yayınları bu durumu çözdü ancak bu küçük boyutlu kitap işinden, bence, vazgeçilmesi lâzım. Hisar’ın bazı eserlerinde normal kitap boy seçeneği var ancak bazılarında yok. Sert sayfa -ciltli sert kapaktan bahsetmiyorum, normal karton kapak ama çok sert- ve kapakla ve bu yazı puntosuyla bu değerli eseri okuması gerçekten çok zor. Bir okur olarak Everest Yayınları’nın yazarın tüm kitaplarını normal boyutta basmasını isterim.)

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

11 Temmuz 2024 Perşembe

Âkif'in meâli

Âkif inanmış adam. Milli bir şiiri de zaten ancak inanmış bir adam yazabilirdi. Ancak inanmış bir adam hadiselerle derin bağ kurabilir, hadiseleri kendinden bir parçaymış gibi hissedebilir. Âkif öylesine inanmıştır ki yanılgıları bile inanmışlığının eseri olduğundan kazançtır. Ancak inanmış bir Arnavut, milli şiirinde ırk kavramından bahsedebilir, ırk kelimesini kullanabilirdi.

Âkif inanmış adam. O nedenle Mısır’a göçtü. O nedenle hayatı boyunca yalnız kaldı. O nedenle sefillik çekti. O nedenle Neyzen’e küstü. O nedenle öldüğünde cenazesine sahip çıkan az daha olmayacaktı.

Kutsal kitabımız Kuran’ı Kerim’i de ancak inanmış bir adam meal edebilirdi. Nitekim öyle de olacaktı. Âkif hem inanmışlığı hem de güçlü şiir sesine sahip oluşuyla meal yazacaktı. Yazmaya başlamıştı da. Ama sonra vazgeçmişti, meal yarım kalmıştı. Elimizde Âkif’in meali, Kuran’ın üçte biri kadarı maalesef.

Böylesine inanmış bir adam meal yazmaktan neden vazgeçmişti?

Âkif'in Kur'an çevirisinin hikâyesi, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın gizli belgelerinde yer almış, Amerika'nın Türkiye Sefiri Charles H. Sherrill, Washington'a gönderdiği 10 Şubat 1933 tarihli özel bir raporda, Âkif'in projeden ayrılışını, kendisiyle Diyanet İşleri Riyaseti arasındaki ihtilaftan kaynaklandığını belirtmişse de bu iddiayı doğrulayacak herhangi bir bilgiye rastlanılmamıştır. Ancak eldeki tarihî kayıtların gösterdiği üzere Mustafa Kemal Atatürk, -bizzat değilse de birtakım yetkililer aracılığıyla- hem Mısır'da iken, hem de hastalanıp İstanbul'a döndüğünde Mehmed Âkif'ten hazırlamış olduğu Kur'an çevirisini kendilerine teslim etmesi ricasında bulunmuş ve fakat Âkif her defasında bu ricayı geri çevirmiştir.

Âkif çeviriye başlamıştı. Çeviriyordu Kuran’ı ancak çevirisi onu bir türlü tatmin etmiyordu. Yakın çevresine sık sık çevirisinin yeterli düzeyde olmadığından yakınıyordu. Sonunda hastalık Akif’i yakaladı. Vefat edeceğini anlamıştı. Mısır’dan tedavi için Türkiye’ye döneceği sırada yakın dostu İhsan’a çevirisini teslim etmiş ve ona “Eğer ölürsem bu çeviriyi yak” şeklinde vasiyet etmişti.

Vasiyete uyulmuştur. Âkif vefat etmiş ve çevirisi yakılmıştır. En azından bu yönde bilgiler mevcuttur. Ancak kâinatta hiçbir şey yok olmuyor. Araştırmalar sonucunda Âkif’in meali bulundu. Bulunan meal az önce de belirttiğim gibi Kuran’ın üçte birini teşkil ediyor. İnancımız ve umudumuz Âkif’in mealinden daha başka bölümlerin de bulunacağı yönünde.

İşte o meâl Ketebe Yayınları tarafından yayımlandı. Recep Şentürk ve Asım Cüneyd Köksal hocaların hazırladığı bu muhteşem eser okur tarafından istifade edilmeyi bekliyor.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

10 Temmuz 2024 Çarşamba

Adım adım kabul etme ve karar alma rehberi

“Kendini aşmaya çalışan bir insanın önünde en büyük engel, o insanın kendisidir: korkuları, endişeleri ve önyargıları.”

Kişisel gelişim ve psikoloji kitaplarıyla ilgili tüm önyargılarımı bir kenara bırakıp bu yazıyı yazmaya çalışacağım. Yıllardır düzenli olarak terapi gören biri olarak, bu konuda bu kadar önyargılı olmamın aslında kendi suçum olduğunu kabul ediyorum. Doktorumun tavsiyesiyle okuduğum birkaç metin dışında, bu tür kitaplardan nedense hep uzak durdum. Oysa ki, kendimle uğraşmayı severim. Bu kitaplara bana yüzeysel ve genellemeci geliyor. Yine de her bireyin yolculuğu farklıdır ve bu kitaplar, kendi deneyimlerine yeni bir bakış açısı katabilir.

Doç. Dr. Serdar Nurmedov’un yazdığı Büyük Sorunların Küçük Kitabı - Dokuz Adımda Kabul ve Kararlılık Terapisi (ACT) adlı eser, geçtiğimiz günlerde Timaş Yayınları tarafından yayınlandı. 1976 Türkmenistan doğumlu olan Dr. Nurmedov, 1996 yılında KTÜ Tıp Fakültesi’ni kazanmış, 2003 yılında Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda asistanlık eğitimine başlamış ve 2009 yılında uzmanlık eğitimini tamamlamış. 2018 yılında Doçent unvanını kazanan Dr. Nurmedov, şu anda akademik hayatına Üsküdar Üniversitesi’nde devam ediyor. Uzmanlık tezini “Alkol Bağımlılığı ve Bilişsel İşlevler” üzerine yapmış olan yazarın kitabının takdim yazılarını ise Prof. Dr. Nesrin Dilbaz ve Prof. Dr. Nevzat Tarhan kaleme almış.

Peki, elimizdeki kitap bize ne anlatıyor? Kabul ve Kararlılık Terapisi (ACT, Acceptance and Commitment Therapy), üçüncü kuşak bir terapi yaklaşımı. Bireylerin psikolojik esnekliklerini artırmayı hedefleyen bu yaklaşım, Amerikalı klinik psikolog Steven C. Hayes ve meslektaşları tarafından geliştirilmiş. Bu yöntemin temel amacı, bireylerin olumsuz düşünce ve duygularla başa çıkma biçimlerini değiştirmek. Dr. Serdar Nurmedov, bu terapi yönteminin dokuz adımlık yolculuğunu kitabında detaylandırmış. Okurlara çeşitli ödevler vererek ve sorular sorarak, onları kendi yolculuklarında yönlendirmeyi amaçlamış.

Büyük Sorunların Küçük Kitabı, okuyuculara ACT’nin temel prensiplerini anlaşılır bir dille sunarken, aynı zamanda pratik uygulamalarla destekliyor. Kitap, okuyucuların kendi deneyimlerini anlamlandırmalarına ve hayatlarında daha bilinçli ve kararlı adımlar atmalarına yardımcı olmayı hedefliyor. ACT’nin bireylerin yaşam kalitesini artırma potansiyeli üzerine odaklanan kitap, hem psikoloji alanında profesyonel olarak çalışanlar hem de kişisel gelişimle ilgilenen bireyler için değerli bir kaynak olabilir.

Doç. Dr. Serdar Nurmedov’un dokuz adımı, niyet etmek ve hayat hikayenizi yazmakla başlıyor. Niyet kısmı kolay ama hikâyeyi yazmak deyince insan bir anda kitabı elinden bırakmak istiyor. Diğer adımda, bir nevi kendinize ayna tutmaya başlıyorsunuz; kaçınma davranışlarınızın neler olduğunu dürüstçe kendinizle konuşmanız gerekiyor. Hayattaki değerlerimizi belirlemek bir diğer adım; bu, sevdiklerimiz, yapmak istediklerimiz, hayatta durduğumuz yer veya durmak istediğimiz yer gibi konuları özetliyor.

Bir sonraki adımda hedef koymak gerekiyor ve hedef koymanın en başında hayal kurmak var. Doç. Dr. Serdar Nurmedov, kitabında bizi düşünce süreçlerimizi keşfetmeye çağırıyor. Ardından, düşüncelerimizi kabul etmeye davet ediyor. Düşüncelerimizi ve duygularımızı olduğu gibi kabul etmenin ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. Kabul aşamasından sonra, esnek bir bakış açısının önemine geçiyor; bu, düşüncelerimize ve duygularımıza daha açık ve esnek bir şekilde yaklaşmamızı sağlıyor.

Ve işte en zorlu adım: an’da kalmak! Neredeyse her kişisel gelişim kitabında, her terapi yönteminde karşımıza çıkan bu kavram, birçoğumuz için gerçekten zorlu bir meydan okuma. An’da kalmak, şimdiki anı yargılamadan ve olduğu gibi kabul ederek yaşamayı gerektiriyor. Ancak, bu pratiğin uygulanması için günlük hayatın koşturmacasında yoğun çaba harcamak gerekebilir.

Ve en son bölüm, belki de en ağır olanı: kayıp ve yas. Bu bölümde, Doç. Dr. Nurmedov önce kaybın ne olduğunu tanımlıyor ve farklı kayıp biçimlerinden bahsediyor. Kayıpların geleceğe olan etkilerini ve geçmişte yaşadığımız kayıplara sürekli dönüp bakma eğilimimizi ele alıyor. En zor olanı ise şu: yasınızı yaşayın, geçiştirmeyin. Çünkü geçiştirilen her yas, ileride daha ağır bir şekilde mutlaka karşınıza çıkar. Doç. Dr. Nurmedov, bu bölümde, yasın doğal bir süreç olduğunu ve bu süreci tam anlamıyla yaşamanın, duygusal iyileşme ve kabul için ne kadar önemli olduğunu vurguluyor.

Ve bitti. Yazıyı Doç. Dr. Nurmedov’un kitabın başında okurlara yaptığı öneriyle bitirmek istiyorum. Nurmedov, okurlarına bu kitabı önce bir kere okumalarını, ardından tekrar başa dönerek ödevlere tek tek çalışmalarını tavsiye ediyor.

Dilerim bu kitap, okuyan herkese şifa olur.

Feride Şenol

5 Temmuz 2024 Cuma

İnsanın derinliklerine Jung'un haritasıyla bakmak

"İnsan birçok şeye 'sahiptir' ama bunları asla bizzat edinmemiştir, aksine atalarından miras almıştır. İnsan bir tabula rasa olarak doğmaz, sadece bilinçsiz doğar. Ancak organize olmuş ve özellikle insani bir şekilde işlemeye hazır sistemleri beraberinde getirir ve bunları milyonlarca yıllık insani gelişime borçludur."
- Carl Gustav Jung

Dünyaya hitap eden fikirleriyle meşhur olmuş kimselerin ölümlerinden sonra eserlerine olan ilgi artış gösterir. Öyle ki bazen hiç ilgi görmemiş kitapları bir anda başkaca dillere çevrilmeye başlar. İnsan ruhunun dehlizlerine, kıvrımlarına, kendi yolunca ışık tutmaya çabalamış zihinlerden biri olan Carl Gustav Jung'un da hikayesi biraz böyledir. O her ne kadar Freud'la yaşadığı ayrılıktan sonra iyice ünlense de 1961 yılında Zürih'te son bulan yaşamıyla birlikte daha da tanınır olmaya başlamıştır. Bunun pek çok sebebi vardır ama belki de en haklıca sebep, yazdıklarının her eserinde farklı bir yere oturması, her fikrinin farklı bir arayışa cevap (ya da soru) olmasıdır. Keza, henüz Jung'un hayatta olduğu ve Fried Fordham'a ait Jung Psikolojisinin Ana Hatları kitabının önsözünde bakınız Jung büyük bir samimiyetle ne diyor: "İnsan anatomisinin arkasında uzun bir evrim dönemi olduğu gibi insanın psikolojisi de tarihsel köklere sahiptir ve yalnızca onun etnolojik değişkenleriyle değerlendirilebilir. Bu yüzden benim çalışmalarım okuyucunun dikkatini bu türden düşünceler ile dağıtacak sayısız olasılıklar sunmaktadır."

Hakikaten de Anılar, Düşler, Düşünceler'i okurken başka, Dört Arketip'i okurken başka, Bilinç ve Bilinçdışı'nı okurken başka Jung'lar buluruz. İnsan ve Sembolleri, Rüyalar, Maskülen, Feminen gibi çalışmalar okura hiç hazırlıklı olmadığı ya da dalmak için geciktiği deryalar açar. Psikolojide Tipler ve İnsan Ruhuna Yöneliş gibi oldukça teknik kitapları sadece meraklıların dünyasında bile çok önemli bir yerde durur. Bir hakikat de şu ki Jung, bir kere okunup geçilecek kalemlerden, zihinlerden değildir. Mutlaka tekrar okunması gereken, okundukça söylemek istediği açılacak olan, ancak bu söylediğinin kesin olmadığı da mutlaka bilinmesi icap eden bir bilim insanıdır. Belki de bu yüzden Jung'a dair okunacak kitaplardan en önemlileri, onun fikir dünyasına dair yazılmış giriş kitaplarıdır. Fried Fordham'ın kitabının dışında Jalande Jacobi (C.G. Jung Psikolojisi), David Tacey (Jung’u Nasıl Okumalıyız?), Claire Dunne (Ruhun Yaralı Şifacısı Carl Jung), Carl Alfred Meier (Jung: Arketipler, Rüyalar ve Din), Paul Bishop (Carl Gustav Jung) ve Gary Bobroff (Carl Jung) önemli çalışmalar ortaya koymuşlardır. Son dönemde bu saydıklarımın dışında dilimize çevrilmiş kitaplardan bir başkası, derleyici toplayıcı yapısıyla dikkatleri çekiyor: Murray Stein, Ruhun Haritası: Jungcu Psikolojiye Giriş, Albaraka Yayınları.

Murray Stein, Jung'un özellikle ruhu dikkate alması üzerine yönelmiş, bu besbelli. Belki de çalışmasının en etkileyici tarafı bu. Jung'un insan ruhunun nihai gizemine dair ömrünü verdiği emekleri, Murray için başlı başına bir merak konusu. Bu merakı daha anlaşılabilir kılmak içinse mutlaka bir haritaya ihtiyaç var. Bu haritanın, Jung'un ortaya koyduğu kavramları yorumlarken, kavramların kendi aralarındaki ilişkiyi de yerli yerine oturması gerekiyor. Diğer çalışmaların da hakkını vererek söze başlayan Murray, "Benim çalışmamın eklediği şey, teori içindeki kapsayıcı tutarlılığı ve onun ince bağlantılar ağını vurgulamaktır" diyor ve asıl amacının "Jung'un tüm eserlerini oluşturan yorum ve ayrıntı yığınının altında yatan entelektüel bütünlüğü ortaya çıkarmak" olduğunu söylüyor. Jung ne yaptığını tam olarak biliyor muydu? Yaptıklarının bir yere varacağını düşünüyor muydu? Kendini hiçbir kalıba, okula, cemiyete ait tutmadan, üstelik bir yol çizmeyi de hiç doğru bulmayan bu insan; yaşarken de öldükten sonra da bu kadar insana, mekana, zamana ulaşacağını tahmin edebiliyor muydu? İlginç olabilir ama bir Jung okuru olarak bu hislere kapıldığını, hissinden kimseye bahsetmediğini ama zaman zaman düşünüp tebessüm ettiğini tahmin edebiliyorum. Jung'un nasıl bir insan olduğunu da mutlaka bilmemiz gerek. Doğrudan fikirlerine dalmadan önce Jung'a dair okumalar yapmak, bu şaşılacak derecede entelektüel insanın özellikle sezgi, analiz ve yorum gücünü görmek açısından bile heyecan verici. Murray şöyle söylüyor: "Jung'un yazılarına hayran kalmaya devam etmemin ve onu yirmi beş yılı aşkın bir süredir istikrarlı bir şekilde okumamın bir nedeni, onun zorlayıcı bir şekilde tutarlı olmamasıdır. Tillich veya Hegel gibi gerçekten sistematik düşünürleri incelediğimde, onların çelik gibi zihinlerinin sıkı çeneleri arasında her zaman kıvranmışımdır. Onların düşünceleri benim için fazla düzenlidir. Peki ya hayatın dağınıklığı, sululuğu nerededir? Bu durum beni bilgelik için öncelikle filozoflara ve teologlara değil, sanatçılara ve şairlere bakmaya yöneltmişti. Katı sistemlere hep şüpheyle yaklaşmışımdır. Bana paranoyakça görünmüşlerdir. Jung'un yazılarında ise hiç böyle bir izlenime kapılmadım."

Jung, analitik psikolojinin kurucusu olarak hem bazı kavramları yeniden yorumladı hem de kendi ekolünü kurma iddiası gütmeden yeni kavramlar ortaya koydu. Hiçbirinin gündemden düştüğünü, önemini yitirdiğini söyleyemeyiz. Bugün sadece psikoloji sahasında değil, kişisel gelişimden tasavvufa, sosyolojiden edebiyata ve sanatın diğer çok alanına kadar Jung'un üzerinde durduğu kavramlar konuşuluyor: Ego, bilinç, içgüdüler, arketipler, kolektif bilinçdışı, persona, gölge, anima, animus, bireyleşme, beden-zihin birliği, eşzamanlılık. O, insan ruhunun derinliklerinde keşfettiklerini mutlaka mitolojiyle birlikte yorumlamaya çalışmasıyla da hep ilgi gördü. Böyle bakıldığında ruh denen sistemin birçok parçadan oluştuğunu, bu parçaların görünmez ağlarla diğer ruhlara da bağlı olduğunu görmek mümkün. Bu metafizik görüş, ülkemizde Jung'u uzun yıllar, hatta şimdi de hep ayrı bir yerde konumlandırdı. O her ne kadar sufi kaynaklara çok fazla başvurmasa da getirdiği yorumlar din, sufizm, mistisizm kanalından da değerlendirildi. Bugün maneviyat ya da benötesi psikolojisiyle ilgilenen herkes, mutlaka Jung'dan da yararlanıyor. İnsanın alemle olan yakınlığı-uzaklığı, kişisel psikolojimizi, benlik deneyimimizi, ruhsallaşma sürecimizi doğrudan etkiliyor. Bunun için pek çok kalıptan sıyrılmak, kendimize bir ayna bulup oradan bakmak, çetin bir savaşa girmek gerekiyor. Kolay değil, zira Jung da filozofların, teologların, hatta kozmologların topraklarına dalmış, oradan pek çok şey süzüp getirmiştir.

Bir kişinin toplumsal kimliğini oluşturan, birey ve toplum arasındaki arayüzü olarak kabul edebileceğimiz "persona", Jung'un üzerinde durduğu kavramlardan. "Gölge" ise kişiliğin reddedilen ve kabul görmeyen yönleri olarak tarif ediliyor. Persona ve gölge için bütünleşme meselesi ciddi bir mücadele alanı. Egonun zıt kutupları olarak ruhta duran bu ikili birleştirilebildiğinde ortaya ne çıkar? Jung'un eski bir hastasına yazdığı mektuptaki şu satırlar, sorunun en güncel cevabı olarak aramızda duruyor. Birlikte okuyalım: "Şer hayır oldu. Sessiz kalarak, hiçbir şeyi bastırmayarak, dikkatimi koruyarak ve gerçekliği kabul ederek - her şeyi olmasını istediğim gibi değil, olduğu gibi kabul ederek - tüm bunları yaparak, olağandışı bilgiler ve daha önce asla hayal edemeyeceğim olağandışı güçler elde ettim. Her zaman bir şeyleri kabul ettiğimizde onların bizi bir şekilde alt ettiğini düşünmüşümdür. Bunun hiç de doğru olmadığı ortaya çıktı; meğer insan ancak onları kabul ederek onlara karşı bir tutum takınabilirmiş. Şimdi hayat oyununu oynamaya niyetliyim; bana gelen her şeye, iyi ve kötüye, sonsuza dek yer değiştiren güneş ve gölgeye açık olacak ve bu şekilde kendi doğamı da olumlu ve olumsuz yanlarıyla kabul edeceğim. Böylece her şey benim için daha canlı hâle gelecektir. Ne kadar aptalmışım! Her şeyin olması gerektiğini düşündüğüm şekilde gitmesi için nasılda kendimi zorlamışım!"

İnsan ruhunun, yani o uçsuz bucaksız derinliğin bir haritası çıkarılabilir mi? Bu sorunun yanıtını vermek çok zor. Jung da bu zorluğu biliyordu ve yapması gerekenin en iyisini yaptı: bazı kolaylıklar sundu. Üstelik bunu yaparken Murray Stein'in dediği gibi ruhun nihai gizemine saygı duydu. O hâlâ, bir şeyler göstermeye çalışıyor meraklılara. Kendini, insanı, ruhu merak edenlere. Belki de bu yüzden yazdıklarına, düşüncelerine doyum olmuyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Temmuz 2024 Çarşamba

Hz. Peygamber'in hayatını okumak

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) son peygamber olarak marifetin temsilcisi olmuş, her anlamıyla tam ve mükemmel bir kişilik, ahlak sergilemiştir. Onun hayatının her anı, müminler için bir ders niteliğindedir. Sadece dini anlamda değil, toplumsal anlamda da doğru yaşamak, sevilen ve saygı görülen biri olmak, isabetli kararlar vermek ve adımlar atmak isteyen herkesin yapacağı tek şey Peygamber Efendimiz’in hayatını okumak, sünnetlerini öğrenmek, hadislerini anlamaya çalışmak olmalıdır. Evlilik hayatı, iş hayatı, arkadaşlık, sıkıntılara göğüs germe gibi her olayda Peygamberimizin hayatında müthiş derecede örnekler bulunmaktadır.

Peygamber Efendimiz alemlere rahmet için gönderilmiştir. O nedenle rahmete nail olmanın yolu, O’nun yolunda bulunmak, O’nu örnek almak ve O’na muhabbet beslemektir. O’na muhabbeti zayıf olanın Allah’a da muhabbeti zayıf olur. O’nun yolunda sürçen, Allah’ın rızasına giden yolda da sürçmüş olur. O’nu örnek alamayan O’nun ahlakıyla ahlaklanamaz, dolayısıyla Allah’ın ahlakıyla da ahlaklanamaz. Yunus Emre Muhammed cümleye dindir imandır” derken bir yönüyle de bu gerçeği kastetmiştir. Hakk’a giden yol, Rasulullah’ın izinden geçmektedir. Kişi Peygamberimiz’e yaklaşabildiği ölçüde Allah’a yaklaşmış olur.

Arifler “Salavat, mürşidi olmayanın mürşidi olur” demişlerdir. Peygamber Efendimiz de kendisine çokça salat ü selam getirenin ne büyük mertebelere erişeceğini, ne sevaplar kazanacağını hadislerinde sıkça dile getirmiştir. Salavat, Peygamber Efendimiz’e olan muhabbeti de artırır. Muhabbeti artırmanın bir yolu da Peygamber Efendimizin hayatını okumak, hayatının izini sürmekten geçer. O nedenle kişi siyer okumalı, siyer okumayı kendisine vazife olarak bellemelidir.

Müminler Allah’ın rızasını kazanmanın Peygamber Efendimiz’den geçtiğini bildiğinden dolayı Peygamberimizle alakalı nice eserler kaleme almışlardır. Kaleme alınan eser türlerinden biri de siyer olmuştur. İslam tarihine baktığımızda sayılamayacak kadar çok siyer yazıldığını görürüz. Ne kadar şükretsek azdır!

İşte bu siyerlerden biri de Ahmed Cevdet Paşa’nın kaleme aldığı Peygamber Efendimiz adlı eseridir. Ketebe Yayınları’ndan çıkan eser, barındırdığı sade dili ve latif yönüyle okuyanların Peygamber aşkını bereketlendirecek türden nadide bir eser.

Son dönem Osmanlısında yetişen Ahmed Cevdet Paşa çok yönlü kişiliğiyle dikkat çekmiş, hem başarılı bir devlet adamı hem de servet niteliğinde eserler kaleme almıştır. İslam hukukunu Mecelle isimli eseriyle çok detaylı bir kitap haline getirmiş, çeşitli kanunların büyük çoğunluğu onun elinden sadır olmuştur. On iki ciltlik Tarih-i Cevdet adlı eserinde Osmanlı tarihini detaylıca, boşluksuz ve eksiksiz biçimde ele almıştır. Devletin resmi tarihçisi olarak görev almış, nadide eserler üretmiştir. Türk dilinin Türkçe yazılmış ilk dil bilgisi kitabı kabul edilen Kavâ’id-i Osmaniyye’nin yazarı da yine kendisidir. Kısas-ı Enbiya en ünlü eseridir, tüm peygamberlerin hayatını sade bir dille yazmıştır.

İşte bahsettiğimiz siyer kitabı bu denli büyük bir kişiliğin kaleminden çıkmadır. Yine son derece sade bir dille yazılmış, böylece okuyucunun dikkati Peygamber Efendimiz’in hayatından bir an bile kopmamaktadır. Tarih, mekan ve isim konusunda son derece titiz davranılmış, İslam’ın ortaya çıkışı ve yayılışı öğretici bir vaziyette yazıya dökülmüştür.

Peygamber Efendimiz kitabı, Peygamber aşığı olmaya talip her Müslüman için fırsat niteliğinde bir ihsan.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

2 Temmuz 2024 Salı

Fani olmanın tesellisi: edebiyat

Türk dilinin üslup zenginliğini kalemine taşıyan, bunu yaparken düşünce dünyasının enginlerinde okuru yolculuğa çıkaran isimler, fazla karamsar bir yaklaşım olmasın ama geçmişin sayfalarında saklı. Son dönemde bazı yayıncılar, editörlerinin titiz gayretleriyle bu sayfaları meraklılara sunuyor. Everest Yayınları, Abdülhak Şinasi Hisar'ın daha evvel raflardan uzak kalan kitaplarını yeniden neşretmiş, bu çaba bir yönüyle de İstanbul âşıklarına müjde olmuştu. Boğaziçi Mehtapları, Boğaziçi Yalıları, Geçmiş Zaman Köşkleri bu âşıkların birer ganimetidir. Diğer yandan roman dünyamızın unutulmaz eserleri arasında yer alan Çamlıca'daki EniştemizFahim Bey ve BizAli Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği de yine döne dolaşa okunan klasiklerimiz arasındadır.

Şimdilerde Hisar'ın Edebiyat Yazıları bir araya getiriliyor. Serinin ilk kitabı Mayıs 2024'te raflarda yerini almıştı. İlk başta, tek oturuşta okunup bitirilecek gibi görünen kitap, sayfalarının içine sakladığı hazineleri fısıldarken okur bazı makaleleri yeniden ve yeniden okumak isteyecektir, burası kesin. Özellikle Hisar'ın insan faniliği ve edebiyatımız arasında kurduğu ilişkiyi okurken, içimize çöreklenmeye hazır hüzün, bir anda yerini gayret neşesine bırakabiliyor. Çünkü şairin hayata karşı gösterdiği düşünce aksiyonunu mühim bir yere koyan Hisar, hatıralar arasında kaybolup gitmenin kolay bir yol olduğunu söylerken, esas hikâyenin ruhun ihtiyaçlarını iyice çözümlemek olduğunu hatırlatıyor. Hisar bir taraftan, "Duyduğumuz bütün güzellikler bizi mest ve mesut etmiş rüyaların, hülyaların, emellerin ve vuslatların artık hatıralara inkılap eden, zavallı ve perişan dağılan dumanlarıdır. Biz, âciz, çubuğumuzdan çıkan bu dumanların yavaşça boşluğa inkılap ettiklerini seyrediyoruz" derken, diğer taraftan edebiyatın hayatımızdaki rolünü de şöyle fısıldıyor: "Şairler ve ediplerin asaleti, asıl ruh ihtiyaçlarının kâtipleri oluşlarındadır. Bu hüzne ve bu ıstıraba mâkes olmak ve bunları ifade etmek edebiyatın rolü, vazifesi ve diyebiliriz ki asıl kendisidir. Bundan bu fanilik elemini tefsir ve terennüm etmeyi hiç yeni bir şey addetmemelidir. Bilakis ta eskiden beri şairler ve edebiyatçılar bu acıyı herkesten çok duyup düşündüklerinden bu gayet eski bir edebiyat ananesidir."

Yani hüzün, evet bir ananedir fakat bunu en samimi biçimde şairler ve edipler ortaya koyabilir, koymalıdır. Faniliğin hüznü, ölüm karşısında duyulabilecek en hakiki duygudur. Ruhun ihtiyacı tesellidir ve bu teselli edebiyatla mümkündür. Batı edebiyatında faniliğin ve ölümün nasıl bir yer tuttuğunu hem romancılardan hem de muharrirlerden örneklerle anlatıyor Hisar. Anatole France, Pierre Loti, Maurice Barres, Maurice Maeterlinck batının misalleri; Ömer Hayyam, Abdülhak Hâmid, Ruşen Eşref doğunun misalleri arasında. Böylece Hisar, iki farklı zihin ve zihniyet yapısını cem edip, edebiyatçıların faniliği nasıl yorumladığını bize sunmuş oluyor o enfes üslubuyla.

Edebiyat Yazıları 1'de, edebiyata ve edebiyatçılara dair bol bol nasihat var. Bir süre, gördüğümüzü mü yoksa hatırladığımızı mı yazmanın kolaylığı bahsi üzerine düşünmüştüm. Hisar, bunun üzerine fevkalade bir paragraf dizmiş: "Gördüğümüz yerine hatırladığımız şeyleri yazmanın sanat bakımından kolaylığı ve üstünlüğü şundan gelir ki hatırladığımız güfteler, hafızamızın eleğinden geçerek, eski bestelere göre kendinden geçmiş, eski aşklarımızın tesiriyle ve daha nice hilelerle, kendi kendilerine, bize göre bir sanat eserine dönüşmüştür."

Hisar bazen de de bir sufi gibi "Batanları sevmem" diyor. Geçici şeyleri dile ve gönle yerleştirmenin kolay ama faydasız, kalıcı şeyleri anlamanın ve yazmanın faydalı ama zor olduğunu şöyle dile getiriyor: "İçimizde fena olan ne varsa fani zamanın malı ve iyi olan ne varsa ebediyetin mirasıdır. Gündelik şeylerin cazibesinden kurtulacak ebedî şeylerin hakikatine dönmeliyiz. Ve bunun içindir ki ne kadar geç yazarsak o kadar iyi etmiş oluruz."

Kitaba dair son bir malumat daha verip öyle bitirmek isterim. Hisar'ın Temmuz 1955'te Türk Yurdu dergisinde çıkan Okumak Tesellisi başlıklı yazısı öyle güzel, öyle güzel ki nice dersler çıkarılabilir. Okumak mesela, çalışmak mıdır? Bir teselliye kavuşmak noktasında okumak nasıl bir rol oynar? Yazmak, okumaktan sonra mıdır yoksa her zaman mıdır? Bir oturuşta okumak kolayken bir oturuşta yazmak neden zordur? İnsanın hangi kitaplara gideceği, ne tür yazılar yazacağı tabiatıyla mı alakalıdır? Kitaplar sahiden de yegane dostlarımız mıdır? Dünyanın en derin sözleri, şairlerin mısralarında mı gizlidir? İşte her biri leziz sorular, bir de düşünün ki cevapları nasıl leziz. En azından şu paragrafı sizlere de şimdiden okutmak niyetindeyim:

"Zaten en büyük rahatlık, tabiatımızın ihtiyacını tatmin edebilmektir. Hemen her tabiatın ihtiyacı başkadır. İçki sevenler daima içmek isterler. İçen hasta veya sıhhatli, neşesiz veya neşeli, muttasıl içmek ve şarhoş olsa da yine içmek ister. Kumarbaz gece gündüz oynamak, kime rast gelse onunla oynamak ister. Artık kaybedecek bir şey kalmasa da oynamak ister. Okumak ihtiyacını duyan da her gün ve her gece, memnun veya meyus, muttasıl okumak ihtiyacındadır. Eli altında, her zaman, bir kütüphane bulunmalıdır. Tiryaki, yeni sigarasını bitmek üzere olan sigarasıyla yaktığı gibi, o da, elindeki kitabın bittiği dakikada yine bir kitaba başlamak ister. Okumak, bir iptiladır."

Abdülhak Şinasi Hisar'ın Edebiyat Yazıları 1'de toplanan makaleleri, yazmanın ve okumanın felsefesi üzerine bir kılavuz. Hem düşünce olarak, hem üslup olarak kılavuz...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Bütün ideolojilere karşı: Türkiye'nin Maarif Dâvası

Son haftaların önemli tartışmalarından biri, malum, Bakanlığın yeni önerdiği müfredat konusu; bitmeyen “maarif” davası da denilebilir. Lafın gelişi tartışma desem de, konunun bütün kesimlerce gerçek anlamda ne ölçüde tartışıldığı ya da tartışılabildiği, müfredatın en tartışmaya açık yanı belki de. Tartışmadan çok, karşı eleştiriler ve buna karşı, örtük bir kof ideolojik tavırla bildiğinden şaşmayan bir diretmenin yarattığı çatışma hali, görülen. Bir de, müfredatın adından başlayarak Nurettin Topçu ve Necip Fazıl’a atıfla içeriğin ideolojik yanlarını açık etme çabası var bolca. Yerden yere vurma çabası da diyebiliriz rahatlıkla.

Tam bu noktada, (Necip Fazıl ile Nurettin Topçu’nun kolayca aynı torbaya atılmasının safdilliğini şimdilik bir tarafa bırakarak!) eleştirenlerle eleştirilenlerin birleştiği bir ortak yan var. Nurettin Topçu söz konusu olduğunda her iki tarafın da onu yeterince bütüncül ve derinlemesine anlamadan, eserlerindeki çelişkilerin üstesinden yeterince gelemeden, kendi ideolojik görüşlerine kolayca “meze” yapma arayışları, ironik bir biçimde çok benzer. İronik diyorum, zira Nurettin Topçu’nun yazılarının belki de en özgün yanlarından biri, kendi kendini dar ideolojik kullanımlara karşı koruyucu bir içeriğe sahip olması, tam da bu her iki çevreye aynı anda ve çoğu kez aynı nedenlerle karşı çıkmış olması, hem “Batıcı” hem de karşıt kesimleri aynı şeyin tersi ve yüzü olmakla suçlamasıdır.

O nedenle, ister milliyetçi-muhafazakâr cenahtan, isterse İslamcı ya da sol-sosyalist taraftan olsun fark etmeksizin, Nurettin Topçu’ya göndermelerle yapılan müfredat eleştirileri ciddi şekilde sorunlu ve aynı nedenlerle oldukça malul. Nurettin Topçu’nun bütün bu tartışmalara neden olan kitabı Türkiye’nin Maarif Davası (Dergâh Yayınları) esasında eğitimin her türden ideolojiden bağımsız (ne dediğimi gayet bilerek!), tam bir özgür alan haline getirilmesi için yazılmış bir kitaptır. Kitabın ruhu başından sonuna bu iki tarafın yaptığının farklı biçimlerde aynı olduğunu açıklama çabasıdır. Esas meselesi, eğitimin ve bilimin -ne kadar ulvi olursa olsun- başka hiçbir şey için bir araç olamayacak kadar kendi amacı olan idealler olduğunun anlaşılmasıdır. Hakikat aşkı, her türlü ideolojinin üzerinde insan olmanın ve her türlü inancın en yüce özüdür.

Daha yakından, evet, Türkiye’nin Maarif Davası, özellikle muhafazakâr-milliyetçi camianın çok sevdiği, fazlasıyla önemsediği ve genç öğretmenlere sürekli salık verilen bir eserdir. O nedenle gerçekten de müfredatla ilgili tartışmalara adının karışması ve onun da fikirlerine gidilerek eleştirilere dahil edilmesi oldukça anlaşılır. Ama anlaşılır olmayan, Topçu’nun zannedildiği kadar anlaşılır bir isim olduğu zannına bu derece kolay ulaşmış olan her kesimden entelektüelin, bu denli çok oluşu.

Hayır, Nurettin Topçu, aynı anda Hitler’e ve Gandi’ye hayran, hem sosyalist hem milliyetçi hem de bunların hiçbiri denebilecek görüşlere sahip olmadığı, zannedilenin aksine bugünkü siyasal mânâsıyla İslamcılıkla uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi, neredeyse bütün hayatını buna karşı mücadeleye adamış, dinin siyaset için araçsallaştırılmasından dehşete kapılan, anlaşılması en zor entelektüellerimizden biridir. O nedenle, içi boş küçültmeler en az içi boş yüceltmeler kadar cehalet göstergesidir.

Daha açık bir deyişle, Topçu’yu anlamak için bütün eserlerini dikkatle ve derinlemesine okumak, hayatını, yaşayışını iyi bilmek, çelişkilerinin üzerine giderek görüşlerini bütüncül bir çerçevede berraklaştırmak, ideolojik duygusal tepkileri ve onun ısrarla belirttiği gibi hükmü en sona bırakmak icap ediyor, ama bunun için öncelikle hakikaten hakikatle ilgilenmek gerekiyor galiba ve tam da yine Topçu’nun demeye çalıştığı gibi, ülkemizde bu durum pek nadir gerçekleşiyor.

Söz konusu kitap, iktidar çevrelerince çok seviliyor çünkü “teknik” bir eser zannediliyor (tıpkı İslamcı ve milliyetçi zannedildiği gibi!). Kitapta, Topçu’nun “kendi camiasına” yönelik eleştirilerinin diğer kitaplarındaki kadar yer tutmaması, eğitimle ilgili fikirlerinin çok yakıcı bir ihtiyaca karşılık gelmesi ve onun hem Doğu’yu hem de Batı’yı bilen bir isim olması gibi nedenler de bunda oldukça etkili (Müfredatın ruhunda da zaten milli bir ruhla, kendimiz olarak dünyaya ve evrensele açılalım, tarihi birikimimizi her alanda bugünün çağdaş düşüncesi ve bilimsel gerçekleriyle yeniden üretelim düşüncesi fazlasıyla kendini belli ediyor). Kitabın en etkili yanı ise, Batı’nın ilmini almakla ilmini taklit ederek alıyormuş gibi yapmak arasındaki oldukça ince ve bir o kadar korkunç fark ile her ikisinin kompleksli bir şekilde bütünüyle reddetmekten farklı olmadığını güçlü şekilde gösteriyor olmasıdır denebilir. Bununla da kalmıyor; taklidin en büyük yarayı eğitimde ve müfredatta açtığını, tam da bu yüzden hakikatle bağını yitirmiş bir toplum olarak daha uzun yıllar şu an olduğu gibi gerçek bir fikri tartışma yapamadan ileri geri konuşup, ideoloji yarıştırıp ömür çürüteceğimizi belirtiyor.

Yani kitap aslında zannedildiği gibi bir ideolojik amaç taşımadığı gibi, tam aksine bir ideoloji-karşıtlığını içeriyor. Kitabı okuyan insanların kolaylıkla bu dediğimi çürüten örnekler bulup getirebileceklerini bilerek, ısrarla bunun bir ideoloji kitabı olmadığını ama asla teknik bir el kitabı gibi de görülemeyeceğini ileri sürüyorum. (Bunun için kitabı olduğu kadar Topçu’yu da okumak gerekiyor!) O nedenle, isterseniz ne demek istediğimi kitaptan -insanların her nedense pek göremediği- bazı alıntılarla ve Topçu’ya ait görüşlerle bir ölçüde ortaya koymaya çalışayım.

Topçu daha Önsöz’de siyasetin bir zamanlar olduğu gibi ilme tabi olmaktan çıktığını, cahil insanların alimmiş gibi ulemaya nüfuz ettiğini, hakikati bilme aşkı ve tutkusu demek olan bilimi birtakım ideolojilere, güç arzusuna ve gündelik menfaatlere tabi kılınma çabalarının bizi taklitten öteye götüremediğini belirterek başlıyor. Bütün bunların halktaki gerçeğe ulaşma arzusu ve bu uğurda mücadele etme kudretinde önemli bir tahribata neden olduğunu, taklidi aslıyla karıştıran bir toplum yarattığını söylüyor. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki her türlü taklit -sonucundan bağımsız olarak- siyasi bir içerik taşır ve esas nedeni kolay yoldan güce ulaşarak zayıflıklarından kurtulma arzusudur. O nedenle Topçu, sadece yeni açılan okulların Batı taklitçiliğini eleştirmiyor; aynı ölçüde eski eğitim sisteminin ve medreselerin de çok benzer şekilde taklitten öteye geçemediklerini belirtiyor: “Son iki asırda birçok müesseseler ve mektepler açıldı. Ancak bu mekteplerde eskinin taklidi yerine moda kelimesiyle ifade olunan yeninin taklidi yer aldı; Avrupa, körü körüne taklit edilmek istendi. Mektepler açıldı; bunlarda yeni ilimler okutuldu. Lakin ilim sevgisi aşılanmadı; alimin üstünlüğü ve cemaat içindeki önderliği telkin edilmedi. Çünkü ilme gerçekten inanılmadı. İlim, bizim hayati menfaatlerimiz için vasıta olarak, şekil halinde istismar edilmek istendi; teknik putlaştırıldı.” (s.12).

Topçu için, “hakikat aşkı” ve “ilim sevgisi” dediği gerçeği bilme tutkusu, başka bir yerden alınabilir bir şey değildir. Ancak kendi içimizden çıkabilir. Şahsiyetin ayrılmaz parçasıdır. Bilim, sonu nereye çıkarsa çıksın, ucu kime ya da hangi görüşlere dokunursa dokunsun gerçeği olduğu gibi almayı, sonunu düşünmemeyi gerektirir ve bu anlamda tıpkı bir din gibidir. Hangisi olursa olsun din denilen şey, hakikat inancıdır çünkü. Her şeyin bir gerçeği ve ona ulaşmanın en değerli ibadet olduğuna inanmadır. Onun için gerçek anlamda dinin yegâne anlamı ve amacı hakikat sevgisi ve arayışıdır, bilim ve eğitim bunun için olmadıkça içi boş bir insan öğütme mekanizmasıdır. Böyle düşündüğü için dönüp baktığında ilk olarak İslam dininin temsilcilerinin -kendini Müslüman zannedenlerin!- perişan haline, gerçeğin bataklığa dönüşmüş hallerine çatar ve sonra hem eski hem de yeni mektebi aynı nedenlerle reddeder (tel’in eder daha doğru sanki!):

"İslam’ın sahipleri, bugün bu hakikat aşkından uzak, böyle bir anlayışla sevgiden mahrum bulunuyorlar. Kendilerini sadece bir takım dini örflerin teknikçisi sayan bu zümre, gerçek dini vazifelerini yapmamaktadır. Onların bu yetersizlikleri devam ettikçe, daha doğrusu asırlardan beri İslam dünyasını uyutan sözde din adamları yerlerini, her şeyden evvel, hakikat ihtirasına sahip, fazilet mücahidi, cemaatin beynine ve kalbine girmiş idealist bir münevver zümreye terk etmedikçe milli mektebi kuracak ruh meydana gelmeyecektir… Milli mektebimiz ne medresedir, ne de çeşitli kozmopolit unsurların karışığı olan bugünkü mekteptir. ” (s.12-13).

Topçu açısından “milli mektep” denilen şey henüz yoktur. Olmayan bir şey için ideolojiktir nitelemesi yaptığını söylemek de, ne denir, ironilerin ironisi. Tam aksine, milliyetçi hamaset ve dini taassup onun için eğitimin önündeki en önemli engeldir, tıpkı seküler yeni taassup gibi:

"Eski taassuba denk bir madde taassubu ortaya çıktı. İşin en fenası, bugünkü taassubun karşısına dikilenler, ilk yıkılış devrinin ölü kaidecileridir… Kendilerinde ne gerçek bir din anlayışı ne felsefe ne ilim, ne de sevgi var. Kin ile çevrildikleri bir cemaati asırların gerisine götürmek için çabalıyorlar. Sözde dini neşriyat ve çalışmalarla İslam’ı yeniden canlandırmayı hedef tutan bir cereyanın önderleri ise istismarcılar, menfaatçi ve cahil kimselerdir. Sahtekâr mürşitlerin bütün hareketleri, bu hallerin açık delili olduğu halde, ellerindeki taassup vesikasıyla daha uzun zaman bu cemaati aldatabileceklerdir." (s. 22)

Eskiden kara kaplı kitaplar düşüncenin ve bilimin önündeki en önemli engelken, şimdi de bilimsellik adına içine düşülen ve aşağılık kompleksinin bilime dayanarak giderilmesi olarak kendini gösteren acıklı hallere işaret eder: “Bir fikir ileri sürüyorsunuz; lakin acaba Almanlar da öyle mi düşünüyor? Bir iş yapacaksınız; acaba Amerikalılar da öyle mi yapıyorlar? Aşağılık karmaşasından gıdalanan bu taklit içgüdüsü, zehirleyici bir parazit gibi bütün hür düşünceyi… bizde boğmuş bulunuyor. Vaktiyle karakaplı kitap hükümlerimizin tek salahiyetli sözcüsü idi. Modern Amerikan neşriyatı veya o memleketin müesseseleri bugün aynı işi yapmaktadır.” (s.23).

Kitap, başından sonuna böyle, eğitim alanında Cumhuriyet sonrası yapılanların gerekli bir ihtiyaçtan kaynaklandığını fakat eskiyi yıkarken ruhunu ve felsefi köklerini de yok etmeye çalıştığı için bilime ulaşmak isterken toplumu ondan uzaklaştırdığını ve taklitten başka seçeneği kalmadığını anlatır. Hem eskiyi hem de yeniyi savunanlara karşıdır. Ne Batı satıcılığı yapan seküler inkılapçı ne de eski satıcılığı yapan şeriatçının eğitimde kurtuluş çaresi üretebileceğine inanır:

"Cumhuriyet devrinin inkılapçıları harekete geçtiği zaman eskilerin yapacakları bir şey kalmamıştı, ‘Şeriat gidiyor’ diye yaygara koparanlar nikah kaçakçılığına başladılar. Kendilerine din adamı dedirtenlerin kafasında yeni cemiyetin düzenine dair hiçbir fikir yoktu. İslam adalet istiyor, ama adalet nasıl bir düzen içinde sağlanır? İslam eşitlik dinidir, lakin eşitlik hangi rejimin eseri olabilir? Bu meselelerin hiçbiri hocanın kafasında yer almamıştı. Bu sebepten, yeni devrin eskiyi temelden yıkan garpçılığı, serbestçe ve şiddetle hayata hâkim oldu…Bunların karşısında ruhlarının selametini dini yaşayışta arayanların hali daha acıklıdır. Bugün yaşatılan İslam kültürü ruhla bağlarını koparmış bir iskelet, ilme ve hakikat sevgisine düşman, ilkel toplumların yaşattığı dar kaidecilikten başka bir şey değildir." (s.40).

Diğer bir nokta: Topçu için düşüncenin ve bilimin hayat bulması için özgürlük en temel gerekliliktir. Bir felsefeci olarak Descartes’in “hür olmayan düşünce düşünce değildir” sözüne yürekten bağlıdır. Buradan hareketle öğretmenin düşünce özgürlüğünün en ileri savunucusudur: “Diyebiliriz ki hür olmayan muallim muallim değildir. Mahkûm edilmiş fikir ve irfandır. Fikir ve kültürün mahkumiyeti en az vatan toprağının esaret altında kalması kadar acıklıdır.” (s. 72) İlerleyen sayfalarda daha da ileri gider, dersin içeriğinin ancak ve sadece o dersin hocası tarafından belirlenebileceğini söyler ve muallimin özgür iradesini adeta takdis eder: “Muallimin, ilim ve ideal adamı olabilmesi için her şeyden evvel gönlü, fikri ve istiklali olmalıdır. Bu bakımdan en iyi mektep, ekseriya müdürsüz mekteptir. Teftiş bir merasimdir ve bazen da bir darbedir.” (s. 96) İleri giderek şu bile denebilir ki Topçu dar ve dikte edici manasıyla bir müfredat karşıtıdır. Öğretmenin kendi dersinin içeriğini bağımsız biçimde oluşturmasını, hangi dönem hangi konunun okutulacağına kendisinin karar vermesini ister.

Bitirirken diyebilirim ki, yeni müfredatın amacı, eleştirildiği gibi eğitimi “dinileştirmek” veya milliyetçi-muhafazakâr ideolojiyi eğitim yoluyla tahkim etmek, birtakım yeni kurucu değerler aşılamak mıdır, bilmiyorum; ama çok net bildiğim bir şey var ki Nurettin Topçu’nun Türkiye’nin Maarif Davası kitabı, zannedilenin tam aksine özgürce bilim yapan bir nesil için her türlü seküler, dini ve milliyetçi ideolojiyi eşit derecede reddeden, sorgulayıcı ve eleştirel bir anlayışın ürünüdür.

Ve belli ki bu haliyle hem günümüz iktidar çevrelerinin önde gelenlerine, hem de karşı görüşten eleştiricilere henüz birkaç gömlek bol gelmektedir.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca