"İnsan birçok şeye 'sahiptir' ama bunları asla bizzat edinmemiştir, aksine atalarından miras almıştır. İnsan bir tabula rasa olarak doğmaz, sadece bilinçsiz doğar. Ancak organize olmuş ve özellikle insani bir şekilde işlemeye hazır sistemleri beraberinde getirir ve bunları milyonlarca yıllık insani gelişime borçludur."
- Carl Gustav Jung
Dünyaya hitap eden fikirleriyle meşhur olmuş kimselerin ölümlerinden sonra eserlerine olan ilgi artış gösterir. Öyle ki bazen hiç ilgi görmemiş kitapları bir anda başkaca dillere çevrilmeye başlar. İnsan ruhunun dehlizlerine, kıvrımlarına, kendi yolunca ışık tutmaya çabalamış zihinlerden biri olan Carl Gustav Jung'un da hikayesi biraz böyledir. O her ne kadar Freud'la yaşadığı ayrılıktan sonra iyice ünlense de 1961 yılında Zürih'te son bulan yaşamıyla birlikte daha da tanınır olmaya başlamıştır. Bunun pek çok sebebi vardır ama belki de en haklıca sebep, yazdıklarının her eserinde farklı bir yere oturması, her fikrinin farklı bir arayışa cevap (ya da soru) olmasıdır. Keza, henüz Jung'un hayatta olduğu ve Fried Fordham'a ait Jung Psikolojisinin Ana Hatları kitabının önsözünde bakınız Jung büyük bir samimiyetle ne diyor: "İnsan anatomisinin arkasında uzun bir evrim dönemi olduğu gibi insanın psikolojisi de tarihsel köklere sahiptir ve yalnızca onun etnolojik değişkenleriyle değerlendirilebilir. Bu yüzden benim çalışmalarım okuyucunun dikkatini bu türden düşünceler ile dağıtacak sayısız olasılıklar sunmaktadır."
Hakikaten de Anılar, Düşler, Düşünceler'i okurken başka, Dört Arketip'i okurken başka, Bilinç ve Bilinçdışı'nı okurken başka Jung'lar buluruz. İnsan ve Sembolleri, Rüyalar, Maskülen, Feminen gibi çalışmalar okura hiç hazırlıklı olmadığı ya da dalmak için geciktiği deryalar açar. Psikolojide Tipler ve İnsan Ruhuna Yöneliş gibi oldukça teknik kitapları sadece meraklıların dünyasında bile çok önemli bir yerde durur. Bir hakikat de şu ki Jung, bir kere okunup geçilecek kalemlerden, zihinlerden değildir. Mutlaka tekrar okunması gereken, okundukça söylemek istediği açılacak olan, ancak bu söylediğinin kesin olmadığı da mutlaka bilinmesi icap eden bir bilim insanıdır. Belki de bu yüzden Jung'a dair okunacak kitaplardan en önemlileri, onun fikir dünyasına dair yazılmış giriş kitaplarıdır. Fried Fordham'ın kitabının dışında Jalande Jacobi (C.G. Jung Psikolojisi), David Tacey (Jung’u Nasıl Okumalıyız?), Claire Dunne (Ruhun Yaralı Şifacısı Carl Jung), Carl Alfred Meier (Jung: Arketipler, Rüyalar ve Din), Paul Bishop (Carl Gustav Jung) ve Gary Bobroff (Carl Jung) önemli çalışmalar ortaya koymuşlardır. Son dönemde bu saydıklarımın dışında dilimize çevrilmiş kitaplardan bir başkası, derleyici toplayıcı yapısıyla dikkatleri çekiyor: Murray Stein, Ruhun Haritası: Jungcu Psikolojiye Giriş, Albaraka Yayınları.
Murray Stein, Jung'un özellikle ruhu dikkate alması üzerine yönelmiş, bu besbelli. Belki de çalışmasının en etkileyici tarafı bu. Jung'un insan ruhunun nihai gizemine dair ömrünü verdiği emekleri, Murray için başlı başına bir merak konusu. Bu merakı daha anlaşılabilir kılmak içinse mutlaka bir haritaya ihtiyaç var. Bu haritanın, Jung'un ortaya koyduğu kavramları yorumlarken, kavramların kendi aralarındaki ilişkiyi de yerli yerine oturması gerekiyor. Diğer çalışmaların da hakkını vererek söze başlayan Murray, "Benim çalışmamın eklediği şey, teori içindeki kapsayıcı tutarlılığı ve onun ince bağlantılar ağını vurgulamaktır" diyor ve asıl amacının "Jung'un tüm eserlerini oluşturan yorum ve ayrıntı yığınının altında yatan entelektüel bütünlüğü ortaya çıkarmak" olduğunu söylüyor. Jung ne yaptığını tam olarak biliyor muydu? Yaptıklarının bir yere varacağını düşünüyor muydu? Kendini hiçbir kalıba, okula, cemiyete ait tutmadan, üstelik bir yol çizmeyi de hiç doğru bulmayan bu insan; yaşarken de öldükten sonra da bu kadar insana, mekana, zamana ulaşacağını tahmin edebiliyor muydu? İlginç olabilir ama bir Jung okuru olarak bu hislere kapıldığını, hissinden kimseye bahsetmediğini ama zaman zaman düşünüp tebessüm ettiğini tahmin edebiliyorum. Jung'un nasıl bir insan olduğunu da mutlaka bilmemiz gerek. Doğrudan fikirlerine dalmadan önce Jung'a dair okumalar yapmak, bu şaşılacak derecede entelektüel insanın özellikle sezgi, analiz ve yorum gücünü görmek açısından bile heyecan verici. Murray şöyle söylüyor: "Jung'un yazılarına hayran kalmaya devam etmemin ve onu yirmi beş yılı aşkın bir süredir istikrarlı bir şekilde okumamın bir nedeni, onun zorlayıcı bir şekilde tutarlı olmamasıdır. Tillich veya Hegel gibi gerçekten sistematik düşünürleri incelediğimde, onların çelik gibi zihinlerinin sıkı çeneleri arasında her zaman kıvranmışımdır. Onların düşünceleri benim için fazla düzenlidir. Peki ya hayatın dağınıklığı, sululuğu nerededir? Bu durum beni bilgelik için öncelikle filozoflara ve teologlara değil, sanatçılara ve şairlere bakmaya yöneltmişti. Katı sistemlere hep şüpheyle yaklaşmışımdır. Bana paranoyakça görünmüşlerdir. Jung'un yazılarında ise hiç böyle bir izlenime kapılmadım."
Jung, analitik psikolojinin kurucusu olarak hem bazı kavramları yeniden yorumladı hem de kendi ekolünü kurma iddiası gütmeden yeni kavramlar ortaya koydu. Hiçbirinin gündemden düştüğünü, önemini yitirdiğini söyleyemeyiz. Bugün sadece psikoloji sahasında değil, kişisel gelişimden tasavvufa, sosyolojiden edebiyata ve sanatın diğer çok alanına kadar Jung'un üzerinde durduğu kavramlar konuşuluyor: Ego, bilinç, içgüdüler, arketipler, kolektif bilinçdışı, persona, gölge, anima, animus, bireyleşme, beden-zihin birliği, eşzamanlılık. O, insan ruhunun derinliklerinde keşfettiklerini mutlaka mitolojiyle birlikte yorumlamaya çalışmasıyla da hep ilgi gördü. Böyle bakıldığında ruh denen sistemin birçok parçadan oluştuğunu, bu parçaların görünmez ağlarla diğer ruhlara da bağlı olduğunu görmek mümkün. Bu metafizik görüş, ülkemizde Jung'u uzun yıllar, hatta şimdi de hep ayrı bir yerde konumlandırdı. O her ne kadar sufi kaynaklara çok fazla başvurmasa da getirdiği yorumlar din, sufizm, mistisizm kanalından da değerlendirildi. Bugün maneviyat ya da benötesi psikolojisiyle ilgilenen herkes, mutlaka Jung'dan da yararlanıyor. İnsanın alemle olan yakınlığı-uzaklığı, kişisel psikolojimizi, benlik deneyimimizi, ruhsallaşma sürecimizi doğrudan etkiliyor. Bunun için pek çok kalıptan sıyrılmak, kendimize bir ayna bulup oradan bakmak, çetin bir savaşa girmek gerekiyor. Kolay değil, zira Jung da filozofların, teologların, hatta kozmologların topraklarına dalmış, oradan pek çok şey süzüp getirmiştir.
Bir kişinin toplumsal kimliğini oluşturan, birey ve toplum arasındaki arayüzü olarak kabul edebileceğimiz "persona", Jung'un üzerinde durduğu kavramlardan. "Gölge" ise kişiliğin reddedilen ve kabul görmeyen yönleri olarak tarif ediliyor. Persona ve gölge için bütünleşme meselesi ciddi bir mücadele alanı. Egonun zıt kutupları olarak ruhta duran bu ikili birleştirilebildiğinde ortaya ne çıkar? Jung'un eski bir hastasına yazdığı mektuptaki şu satırlar, sorunun en güncel cevabı olarak aramızda duruyor. Birlikte okuyalım: "Şer hayır oldu. Sessiz kalarak, hiçbir şeyi bastırmayarak, dikkatimi koruyarak ve gerçekliği kabul ederek - her şeyi olmasını istediğim gibi değil, olduğu gibi kabul ederek - tüm bunları yaparak, olağandışı bilgiler ve daha önce asla hayal edemeyeceğim olağandışı güçler elde ettim. Her zaman bir şeyleri kabul ettiğimizde onların bizi bir şekilde alt ettiğini düşünmüşümdür. Bunun hiç de doğru olmadığı ortaya çıktı; meğer insan ancak onları kabul ederek onlara karşı bir tutum takınabilirmiş. Şimdi hayat oyununu oynamaya niyetliyim; bana gelen her şeye, iyi ve kötüye, sonsuza dek yer değiştiren güneş ve gölgeye açık olacak ve bu şekilde kendi doğamı da olumlu ve olumsuz yanlarıyla kabul edeceğim. Böylece her şey benim için daha canlı hâle gelecektir. Ne kadar aptalmışım! Her şeyin olması gerektiğini düşündüğüm şekilde gitmesi için nasılda kendimi zorlamışım!"
İnsan ruhunun, yani o uçsuz bucaksız derinliğin bir haritası çıkarılabilir mi? Bu sorunun yanıtını vermek çok zor. Jung da bu zorluğu biliyordu ve yapması gerekenin en iyisini yaptı: bazı kolaylıklar sundu. Üstelik bunu yaparken Murray Stein'in dediği gibi ruhun nihai gizemine saygı duydu. O hâlâ, bir şeyler göstermeye çalışıyor meraklılara. Kendini, insanı, ruhu merak edenlere. Belki de bu yüzden yazdıklarına, düşüncelerine doyum olmuyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
5 Temmuz 2024 Cuma
İnsanın derinliklerine Jung'un haritasıyla bakmak
3 Temmuz 2024 Çarşamba
Hz. Peygamber'in hayatını okumak
Peygamber Efendimiz alemlere rahmet için gönderilmiştir. O nedenle rahmete nail olmanın yolu, O’nun yolunda bulunmak, O’nu örnek almak ve O’na muhabbet beslemektir. O’na muhabbeti zayıf olanın Allah’a da muhabbeti zayıf olur. O’nun yolunda sürçen, Allah’ın rızasına giden yolda da sürçmüş olur. O’nu örnek alamayan O’nun ahlakıyla ahlaklanamaz, dolayısıyla Allah’ın ahlakıyla da ahlaklanamaz. Yunus Emre “Muhammed cümleye dindir imandır” derken bir yönüyle de bu gerçeği kastetmiştir. Hakk’a giden yol, Rasulullah’ın izinden geçmektedir. Kişi Peygamberimiz’e yaklaşabildiği ölçüde Allah’a yaklaşmış olur.
Arifler “Salavat, mürşidi olmayanın mürşidi olur” demişlerdir. Peygamber Efendimiz de kendisine çokça salat ü selam getirenin ne büyük mertebelere erişeceğini, ne sevaplar kazanacağını hadislerinde sıkça dile getirmiştir. Salavat, Peygamber Efendimiz’e olan muhabbeti de artırır. Muhabbeti artırmanın bir yolu da Peygamber Efendimizin hayatını okumak, hayatının izini sürmekten geçer. O nedenle kişi siyer okumalı, siyer okumayı kendisine vazife olarak bellemelidir.
Müminler Allah’ın rızasını kazanmanın Peygamber Efendimiz’den geçtiğini bildiğinden dolayı Peygamberimizle alakalı nice eserler kaleme almışlardır. Kaleme alınan eser türlerinden biri de siyer olmuştur. İslam tarihine baktığımızda sayılamayacak kadar çok siyer yazıldığını görürüz. Ne kadar şükretsek azdır!
İşte bu siyerlerden biri de Ahmed Cevdet Paşa’nın kaleme aldığı Peygamber Efendimiz adlı eseridir. Ketebe Yayınları’ndan çıkan eser, barındırdığı sade dili ve latif yönüyle okuyanların Peygamber aşkını bereketlendirecek türden nadide bir eser.
Son dönem Osmanlısında yetişen Ahmed Cevdet Paşa çok yönlü kişiliğiyle dikkat çekmiş, hem başarılı bir devlet adamı hem de servet niteliğinde eserler kaleme almıştır. İslam hukukunu Mecelle isimli eseriyle çok detaylı bir kitap haline getirmiş, çeşitli kanunların büyük çoğunluğu onun elinden sadır olmuştur. On iki ciltlik Tarih-i Cevdet adlı eserinde Osmanlı tarihini detaylıca, boşluksuz ve eksiksiz biçimde ele almıştır. Devletin resmi tarihçisi olarak görev almış, nadide eserler üretmiştir. Türk dilinin Türkçe yazılmış ilk dil bilgisi kitabı kabul edilen Kavâ’id-i Osmaniyye’nin yazarı da yine kendisidir. Kısas-ı Enbiya en ünlü eseridir, tüm peygamberlerin hayatını sade bir dille yazmıştır.
İşte bahsettiğimiz siyer kitabı bu denli büyük bir kişiliğin kaleminden çıkmadır. Yine son derece sade bir dille yazılmış, böylece okuyucunun dikkati Peygamber Efendimiz’in hayatından bir an bile kopmamaktadır. Tarih, mekan ve isim konusunda son derece titiz davranılmış, İslam’ın ortaya çıkışı ve yayılışı öğretici bir vaziyette yazıya dökülmüştür.
Peygamber Efendimiz kitabı, Peygamber aşığı olmaya talip her Müslüman için fırsat niteliğinde bir ihsan.
Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_
2 Temmuz 2024 Salı
Fani olmanın tesellisi: edebiyat
Türk dilinin üslup zenginliğini kalemine taşıyan, bunu yaparken düşünce dünyasının enginlerinde okuru yolculuğa çıkaran isimler, fazla karamsar bir yaklaşım olmasın ama geçmişin sayfalarında saklı. Son dönemde bazı yayıncılar, editörlerinin titiz gayretleriyle bu sayfaları meraklılara sunuyor. Everest Yayınları, Abdülhak Şinasi Hisar'ın daha evvel raflardan uzak kalan kitaplarını yeniden neşretmiş, bu çaba bir yönüyle de İstanbul âşıklarına müjde olmuştu. Boğaziçi Mehtapları, Boğaziçi Yalıları, Geçmiş Zaman Köşkleri bu âşıkların birer ganimetidir. Diğer yandan roman dünyamızın unutulmaz eserleri arasında yer alan Çamlıca'daki Eniştemiz, Fahim Bey ve Biz, Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği de yine döne dolaşa okunan klasiklerimiz arasındadır.
Şimdilerde Hisar'ın Edebiyat Yazıları bir araya getiriliyor. Serinin ilk kitabı Mayıs 2024'te raflarda yerini almıştı. İlk başta, tek oturuşta okunup bitirilecek gibi görünen kitap, sayfalarının içine sakladığı hazineleri fısıldarken okur bazı makaleleri yeniden ve yeniden okumak isteyecektir, burası kesin. Özellikle Hisar'ın insan faniliği ve edebiyatımız arasında kurduğu ilişkiyi okurken, içimize çöreklenmeye hazır hüzün, bir anda yerini gayret neşesine bırakabiliyor. Çünkü şairin hayata karşı gösterdiği düşünce aksiyonunu mühim bir yere koyan Hisar, hatıralar arasında kaybolup gitmenin kolay bir yol olduğunu söylerken, esas hikâyenin ruhun ihtiyaçlarını iyice çözümlemek olduğunu hatırlatıyor. Hisar bir taraftan, "Duyduğumuz bütün güzellikler bizi mest ve mesut etmiş rüyaların, hülyaların, emellerin ve vuslatların artık hatıralara inkılap eden, zavallı ve perişan dağılan dumanlarıdır. Biz, âciz, çubuğumuzdan çıkan bu dumanların yavaşça boşluğa inkılap ettiklerini seyrediyoruz" derken, diğer taraftan edebiyatın hayatımızdaki rolünü de şöyle fısıldıyor: "Şairler ve ediplerin asaleti, asıl ruh ihtiyaçlarının kâtipleri oluşlarındadır. Bu hüzne ve bu ıstıraba mâkes olmak ve bunları ifade etmek edebiyatın rolü, vazifesi ve diyebiliriz ki asıl kendisidir. Bundan bu fanilik elemini tefsir ve terennüm etmeyi hiç yeni bir şey addetmemelidir. Bilakis ta eskiden beri şairler ve edebiyatçılar bu acıyı herkesten çok duyup düşündüklerinden bu gayet eski bir edebiyat ananesidir."
Yani hüzün, evet bir ananedir fakat bunu en samimi biçimde şairler ve edipler ortaya koyabilir, koymalıdır. Faniliğin hüznü, ölüm karşısında duyulabilecek en hakiki duygudur. Ruhun ihtiyacı tesellidir ve bu teselli edebiyatla mümkündür. Batı edebiyatında faniliğin ve ölümün nasıl bir yer tuttuğunu hem romancılardan hem de muharrirlerden örneklerle anlatıyor Hisar. Anatole France, Pierre Loti, Maurice Barres, Maurice Maeterlinck batının misalleri; Ömer Hayyam, Abdülhak Hâmid, Ruşen Eşref doğunun misalleri arasında. Böylece Hisar, iki farklı zihin ve zihniyet yapısını cem edip, edebiyatçıların faniliği nasıl yorumladığını bize sunmuş oluyor o enfes üslubuyla.
Edebiyat Yazıları 1'de, edebiyata ve edebiyatçılara dair bol bol nasihat var. Bir süre, gördüğümüzü mü yoksa hatırladığımızı mı yazmanın kolaylığı bahsi üzerine düşünmüştüm. Hisar, bunun üzerine fevkalade bir paragraf dizmiş: "Gördüğümüz yerine hatırladığımız şeyleri yazmanın sanat bakımından kolaylığı ve üstünlüğü şundan gelir ki hatırladığımız güfteler, hafızamızın eleğinden geçerek, eski bestelere göre kendinden geçmiş, eski aşklarımızın tesiriyle ve daha nice hilelerle, kendi kendilerine, bize göre bir sanat eserine dönüşmüştür."
Hisar bazen de de bir sufi gibi "Batanları sevmem" diyor. Geçici şeyleri dile ve gönle yerleştirmenin kolay ama faydasız, kalıcı şeyleri anlamanın ve yazmanın faydalı ama zor olduğunu şöyle dile getiriyor: "İçimizde fena olan ne varsa fani zamanın malı ve iyi olan ne varsa ebediyetin mirasıdır. Gündelik şeylerin cazibesinden kurtulacak ebedî şeylerin hakikatine dönmeliyiz. Ve bunun içindir ki ne kadar geç yazarsak o kadar iyi etmiş oluruz."
Kitaba dair son bir malumat daha verip öyle bitirmek isterim. Hisar'ın Temmuz 1955'te Türk Yurdu dergisinde çıkan Okumak Tesellisi başlıklı yazısı öyle güzel, öyle güzel ki nice dersler çıkarılabilir. Okumak mesela, çalışmak mıdır? Bir teselliye kavuşmak noktasında okumak nasıl bir rol oynar? Yazmak, okumaktan sonra mıdır yoksa her zaman mıdır? Bir oturuşta okumak kolayken bir oturuşta yazmak neden zordur? İnsanın hangi kitaplara gideceği, ne tür yazılar yazacağı tabiatıyla mı alakalıdır? Kitaplar sahiden de yegane dostlarımız mıdır? Dünyanın en derin sözleri, şairlerin mısralarında mı gizlidir? İşte her biri leziz sorular, bir de düşünün ki cevapları nasıl leziz. En azından şu paragrafı sizlere de şimdiden okutmak niyetindeyim:
"Zaten en büyük rahatlık, tabiatımızın ihtiyacını tatmin edebilmektir. Hemen her tabiatın ihtiyacı başkadır. İçki sevenler daima içmek isterler. İçen hasta veya sıhhatli, neşesiz veya neşeli, muttasıl içmek ve şarhoş olsa da yine içmek ister. Kumarbaz gece gündüz oynamak, kime rast gelse onunla oynamak ister. Artık kaybedecek bir şey kalmasa da oynamak ister. Okumak ihtiyacını duyan da her gün ve her gece, memnun veya meyus, muttasıl okumak ihtiyacındadır. Eli altında, her zaman, bir kütüphane bulunmalıdır. Tiryaki, yeni sigarasını bitmek üzere olan sigarasıyla yaktığı gibi, o da, elindeki kitabın bittiği dakikada yine bir kitaba başlamak ister. Okumak, bir iptiladır."
Abdülhak Şinasi Hisar'ın Edebiyat Yazıları 1'de toplanan makaleleri, yazmanın ve okumanın felsefesi üzerine bir kılavuz. Hem düşünce olarak, hem üslup olarak kılavuz...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Bütün ideolojilere karşı: Türkiye'nin Maarif Dâvası
Tam bu noktada, (Necip Fazıl ile Nurettin Topçu’nun kolayca aynı torbaya atılmasının safdilliğini şimdilik bir tarafa bırakarak!) eleştirenlerle eleştirilenlerin birleştiği bir ortak yan var. Nurettin Topçu söz konusu olduğunda her iki tarafın da onu yeterince bütüncül ve derinlemesine anlamadan, eserlerindeki çelişkilerin üstesinden yeterince gelemeden, kendi ideolojik görüşlerine kolayca “meze” yapma arayışları, ironik bir biçimde çok benzer. İronik diyorum, zira Nurettin Topçu’nun yazılarının belki de en özgün yanlarından biri, kendi kendini dar ideolojik kullanımlara karşı koruyucu bir içeriğe sahip olması, tam da bu her iki çevreye aynı anda ve çoğu kez aynı nedenlerle karşı çıkmış olması, hem “Batıcı” hem de karşıt kesimleri aynı şeyin tersi ve yüzü olmakla suçlamasıdır.
O nedenle, ister milliyetçi-muhafazakâr cenahtan, isterse İslamcı ya da sol-sosyalist taraftan olsun fark etmeksizin, Nurettin Topçu’ya göndermelerle yapılan müfredat eleştirileri ciddi şekilde sorunlu ve aynı nedenlerle oldukça malul. Nurettin Topçu’nun bütün bu tartışmalara neden olan kitabı Türkiye’nin Maarif Davası (Dergâh Yayınları) esasında eğitimin her türden ideolojiden bağımsız (ne dediğimi gayet bilerek!), tam bir özgür alan haline getirilmesi için yazılmış bir kitaptır. Kitabın ruhu başından sonuna bu iki tarafın yaptığının farklı biçimlerde aynı olduğunu açıklama çabasıdır. Esas meselesi, eğitimin ve bilimin -ne kadar ulvi olursa olsun- başka hiçbir şey için bir araç olamayacak kadar kendi amacı olan idealler olduğunun anlaşılmasıdır. Hakikat aşkı, her türlü ideolojinin üzerinde insan olmanın ve her türlü inancın en yüce özüdür.
Daha yakından, evet, Türkiye’nin Maarif Davası, özellikle muhafazakâr-milliyetçi camianın çok sevdiği, fazlasıyla önemsediği ve genç öğretmenlere sürekli salık verilen bir eserdir. O nedenle gerçekten de müfredatla ilgili tartışmalara adının karışması ve onun da fikirlerine gidilerek eleştirilere dahil edilmesi oldukça anlaşılır. Ama anlaşılır olmayan, Topçu’nun zannedildiği kadar anlaşılır bir isim olduğu zannına bu derece kolay ulaşmış olan her kesimden entelektüelin, bu denli çok oluşu.
Hayır, Nurettin Topçu, aynı anda Hitler’e ve Gandi’ye hayran, hem sosyalist hem milliyetçi hem de bunların hiçbiri denebilecek görüşlere sahip olmadığı, zannedilenin aksine bugünkü siyasal mânâsıyla İslamcılıkla uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi, neredeyse bütün hayatını buna karşı mücadeleye adamış, dinin siyaset için araçsallaştırılmasından dehşete kapılan, anlaşılması en zor entelektüellerimizden biridir. O nedenle, içi boş küçültmeler en az içi boş yüceltmeler kadar cehalet göstergesidir.
Daha açık bir deyişle, Topçu’yu anlamak için bütün eserlerini dikkatle ve derinlemesine okumak, hayatını, yaşayışını iyi bilmek, çelişkilerinin üzerine giderek görüşlerini bütüncül bir çerçevede berraklaştırmak, ideolojik duygusal tepkileri ve onun ısrarla belirttiği gibi hükmü en sona bırakmak icap ediyor, ama bunun için öncelikle hakikaten hakikatle ilgilenmek gerekiyor galiba ve tam da yine Topçu’nun demeye çalıştığı gibi, ülkemizde bu durum pek nadir gerçekleşiyor.
Söz konusu kitap, iktidar çevrelerince çok seviliyor çünkü “teknik” bir eser zannediliyor (tıpkı İslamcı ve milliyetçi zannedildiği gibi!). Kitapta, Topçu’nun “kendi camiasına” yönelik eleştirilerinin diğer kitaplarındaki kadar yer tutmaması, eğitimle ilgili fikirlerinin çok yakıcı bir ihtiyaca karşılık gelmesi ve onun hem Doğu’yu hem de Batı’yı bilen bir isim olması gibi nedenler de bunda oldukça etkili (Müfredatın ruhunda da zaten milli bir ruhla, kendimiz olarak dünyaya ve evrensele açılalım, tarihi birikimimizi her alanda bugünün çağdaş düşüncesi ve bilimsel gerçekleriyle yeniden üretelim düşüncesi fazlasıyla kendini belli ediyor). Kitabın en etkili yanı ise, Batı’nın ilmini almakla ilmini taklit ederek alıyormuş gibi yapmak arasındaki oldukça ince ve bir o kadar korkunç fark ile her ikisinin kompleksli bir şekilde bütünüyle reddetmekten farklı olmadığını güçlü şekilde gösteriyor olmasıdır denebilir. Bununla da kalmıyor; taklidin en büyük yarayı eğitimde ve müfredatta açtığını, tam da bu yüzden hakikatle bağını yitirmiş bir toplum olarak daha uzun yıllar şu an olduğu gibi gerçek bir fikri tartışma yapamadan ileri geri konuşup, ideoloji yarıştırıp ömür çürüteceğimizi belirtiyor.
Yani kitap aslında zannedildiği gibi bir ideolojik amaç taşımadığı gibi, tam aksine bir ideoloji-karşıtlığını içeriyor. Kitabı okuyan insanların kolaylıkla bu dediğimi çürüten örnekler bulup getirebileceklerini bilerek, ısrarla bunun bir ideoloji kitabı olmadığını ama asla teknik bir el kitabı gibi de görülemeyeceğini ileri sürüyorum. (Bunun için kitabı olduğu kadar Topçu’yu da okumak gerekiyor!) O nedenle, isterseniz ne demek istediğimi kitaptan -insanların her nedense pek göremediği- bazı alıntılarla ve Topçu’ya ait görüşlerle bir ölçüde ortaya koymaya çalışayım.
Topçu daha Önsöz’de siyasetin bir zamanlar olduğu gibi ilme tabi olmaktan çıktığını, cahil insanların alimmiş gibi ulemaya nüfuz ettiğini, hakikati bilme aşkı ve tutkusu demek olan bilimi birtakım ideolojilere, güç arzusuna ve gündelik menfaatlere tabi kılınma çabalarının bizi taklitten öteye götüremediğini belirterek başlıyor. Bütün bunların halktaki gerçeğe ulaşma arzusu ve bu uğurda mücadele etme kudretinde önemli bir tahribata neden olduğunu, taklidi aslıyla karıştıran bir toplum yarattığını söylüyor. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki her türlü taklit -sonucundan bağımsız olarak- siyasi bir içerik taşır ve esas nedeni kolay yoldan güce ulaşarak zayıflıklarından kurtulma arzusudur. O nedenle Topçu, sadece yeni açılan okulların Batı taklitçiliğini eleştirmiyor; aynı ölçüde eski eğitim sisteminin ve medreselerin de çok benzer şekilde taklitten öteye geçemediklerini belirtiyor: “Son iki asırda birçok müesseseler ve mektepler açıldı. Ancak bu mekteplerde eskinin taklidi yerine moda kelimesiyle ifade olunan yeninin taklidi yer aldı; Avrupa, körü körüne taklit edilmek istendi. Mektepler açıldı; bunlarda yeni ilimler okutuldu. Lakin ilim sevgisi aşılanmadı; alimin üstünlüğü ve cemaat içindeki önderliği telkin edilmedi. Çünkü ilme gerçekten inanılmadı. İlim, bizim hayati menfaatlerimiz için vasıta olarak, şekil halinde istismar edilmek istendi; teknik putlaştırıldı.” (s.12).
Topçu için, “hakikat aşkı” ve “ilim sevgisi” dediği gerçeği bilme tutkusu, başka bir yerden alınabilir bir şey değildir. Ancak kendi içimizden çıkabilir. Şahsiyetin ayrılmaz parçasıdır. Bilim, sonu nereye çıkarsa çıksın, ucu kime ya da hangi görüşlere dokunursa dokunsun gerçeği olduğu gibi almayı, sonunu düşünmemeyi gerektirir ve bu anlamda tıpkı bir din gibidir. Hangisi olursa olsun din denilen şey, hakikat inancıdır çünkü. Her şeyin bir gerçeği ve ona ulaşmanın en değerli ibadet olduğuna inanmadır. Onun için gerçek anlamda dinin yegâne anlamı ve amacı hakikat sevgisi ve arayışıdır, bilim ve eğitim bunun için olmadıkça içi boş bir insan öğütme mekanizmasıdır. Böyle düşündüğü için dönüp baktığında ilk olarak İslam dininin temsilcilerinin -kendini Müslüman zannedenlerin!- perişan haline, gerçeğin bataklığa dönüşmüş hallerine çatar ve sonra hem eski hem de yeni mektebi aynı nedenlerle reddeder (tel’in eder daha doğru sanki!):
"İslam’ın sahipleri, bugün bu hakikat aşkından uzak, böyle bir anlayışla sevgiden mahrum bulunuyorlar. Kendilerini sadece bir takım dini örflerin teknikçisi sayan bu zümre, gerçek dini vazifelerini yapmamaktadır. Onların bu yetersizlikleri devam ettikçe, daha doğrusu asırlardan beri İslam dünyasını uyutan sözde din adamları yerlerini, her şeyden evvel, hakikat ihtirasına sahip, fazilet mücahidi, cemaatin beynine ve kalbine girmiş idealist bir münevver zümreye terk etmedikçe milli mektebi kuracak ruh meydana gelmeyecektir… Milli mektebimiz ne medresedir, ne de çeşitli kozmopolit unsurların karışığı olan bugünkü mekteptir. ” (s.12-13).
Topçu açısından “milli mektep” denilen şey henüz yoktur. Olmayan bir şey için ideolojiktir nitelemesi yaptığını söylemek de, ne denir, ironilerin ironisi. Tam aksine, milliyetçi hamaset ve dini taassup onun için eğitimin önündeki en önemli engeldir, tıpkı seküler yeni taassup gibi:
"Eski taassuba denk bir madde taassubu ortaya çıktı. İşin en fenası, bugünkü taassubun karşısına dikilenler, ilk yıkılış devrinin ölü kaidecileridir… Kendilerinde ne gerçek bir din anlayışı ne felsefe ne ilim, ne de sevgi var. Kin ile çevrildikleri bir cemaati asırların gerisine götürmek için çabalıyorlar. Sözde dini neşriyat ve çalışmalarla İslam’ı yeniden canlandırmayı hedef tutan bir cereyanın önderleri ise istismarcılar, menfaatçi ve cahil kimselerdir. Sahtekâr mürşitlerin bütün hareketleri, bu hallerin açık delili olduğu halde, ellerindeki taassup vesikasıyla daha uzun zaman bu cemaati aldatabileceklerdir." (s. 22)
Eskiden kara kaplı kitaplar düşüncenin ve bilimin önündeki en önemli engelken, şimdi de bilimsellik adına içine düşülen ve aşağılık kompleksinin bilime dayanarak giderilmesi olarak kendini gösteren acıklı hallere işaret eder: “Bir fikir ileri sürüyorsunuz; lakin acaba Almanlar da öyle mi düşünüyor? Bir iş yapacaksınız; acaba Amerikalılar da öyle mi yapıyorlar? Aşağılık karmaşasından gıdalanan bu taklit içgüdüsü, zehirleyici bir parazit gibi bütün hür düşünceyi… bizde boğmuş bulunuyor. Vaktiyle karakaplı kitap hükümlerimizin tek salahiyetli sözcüsü idi. Modern Amerikan neşriyatı veya o memleketin müesseseleri bugün aynı işi yapmaktadır.” (s.23).
Kitap, başından sonuna böyle, eğitim alanında Cumhuriyet sonrası yapılanların gerekli bir ihtiyaçtan kaynaklandığını fakat eskiyi yıkarken ruhunu ve felsefi köklerini de yok etmeye çalıştığı için bilime ulaşmak isterken toplumu ondan uzaklaştırdığını ve taklitten başka seçeneği kalmadığını anlatır. Hem eskiyi hem de yeniyi savunanlara karşıdır. Ne Batı satıcılığı yapan seküler inkılapçı ne de eski satıcılığı yapan şeriatçının eğitimde kurtuluş çaresi üretebileceğine inanır:
"Cumhuriyet devrinin inkılapçıları harekete geçtiği zaman eskilerin yapacakları bir şey kalmamıştı, ‘Şeriat gidiyor’ diye yaygara koparanlar nikah kaçakçılığına başladılar. Kendilerine din adamı dedirtenlerin kafasında yeni cemiyetin düzenine dair hiçbir fikir yoktu. İslam adalet istiyor, ama adalet nasıl bir düzen içinde sağlanır? İslam eşitlik dinidir, lakin eşitlik hangi rejimin eseri olabilir? Bu meselelerin hiçbiri hocanın kafasında yer almamıştı. Bu sebepten, yeni devrin eskiyi temelden yıkan garpçılığı, serbestçe ve şiddetle hayata hâkim oldu…Bunların karşısında ruhlarının selametini dini yaşayışta arayanların hali daha acıklıdır. Bugün yaşatılan İslam kültürü ruhla bağlarını koparmış bir iskelet, ilme ve hakikat sevgisine düşman, ilkel toplumların yaşattığı dar kaidecilikten başka bir şey değildir." (s.40).
Diğer bir nokta: Topçu için düşüncenin ve bilimin hayat bulması için özgürlük en temel gerekliliktir. Bir felsefeci olarak Descartes’in “hür olmayan düşünce düşünce değildir” sözüne yürekten bağlıdır. Buradan hareketle öğretmenin düşünce özgürlüğünün en ileri savunucusudur: “Diyebiliriz ki hür olmayan muallim muallim değildir. Mahkûm edilmiş fikir ve irfandır. Fikir ve kültürün mahkumiyeti en az vatan toprağının esaret altında kalması kadar acıklıdır.” (s. 72) İlerleyen sayfalarda daha da ileri gider, dersin içeriğinin ancak ve sadece o dersin hocası tarafından belirlenebileceğini söyler ve muallimin özgür iradesini adeta takdis eder: “Muallimin, ilim ve ideal adamı olabilmesi için her şeyden evvel gönlü, fikri ve istiklali olmalıdır. Bu bakımdan en iyi mektep, ekseriya müdürsüz mekteptir. Teftiş bir merasimdir ve bazen da bir darbedir.” (s. 96) İleri giderek şu bile denebilir ki Topçu dar ve dikte edici manasıyla bir müfredat karşıtıdır. Öğretmenin kendi dersinin içeriğini bağımsız biçimde oluşturmasını, hangi dönem hangi konunun okutulacağına kendisinin karar vermesini ister.
Bitirirken diyebilirim ki, yeni müfredatın amacı, eleştirildiği gibi eğitimi “dinileştirmek” veya milliyetçi-muhafazakâr ideolojiyi eğitim yoluyla tahkim etmek, birtakım yeni kurucu değerler aşılamak mıdır, bilmiyorum; ama çok net bildiğim bir şey var ki Nurettin Topçu’nun Türkiye’nin Maarif Davası kitabı, zannedilenin tam aksine özgürce bilim yapan bir nesil için her türlü seküler, dini ve milliyetçi ideolojiyi eşit derecede reddeden, sorgulayıcı ve eleştirel bir anlayışın ürünüdür.
Ve belli ki bu haliyle hem günümüz iktidar çevrelerinin önde gelenlerine, hem de karşı görüşten eleştiricilere henüz birkaç gömlek bol gelmektedir.
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
30 Haziran 2024 Pazar
Sohbet var sohbetten içeri
Yüzünü yerler gibi ayaklar altında ko kim
Hakk Teâlâ başlar üzre âsumân etsin seni"
- Niyâzî-i Mısrî
Dünyaya yalnız gam taşımaya, maişet derdiyle ömür doldurmaya gelmedik. Elbette yeryüzünün nimetlerinden faydalanacağız, yeri geldikçe safa bulacağız, ölçüyü israf etmemeye kilitleyip yiyip içeceğiz. Öyle veya böyle bir dem tutturup gideceğiz fakat gitmek başka, ilerlemek bambaşka. İlerlemek için bir bilenin elini tutmak, onun rehberliğinde yol gitmek gerekiyor. İşte o bilen, en çok da nazarıyla ve sohbetiyle bize bizi hatırlatıyor. Biz, kendimizi bildikçe yaratılış manamızı da bilmeyi umut ediyoruz. Bu umutla verdiğimiz tüm emeklerin ibadetten farksız olduğunu büyükler buyurmuşlar. Bundan güzel müjde var mıdır?
Âriflerin nazarları ve sohbetleri, günümüzde kalp katılığı için en kıymetli ilaçlardır. Üstelik bu ilaçlar tamamıyla organiktir ve hiçbir yan etkisi yoktur. İnsan içtiği çorbanın, aldığı kokunun, işittiği bir sazın kendisine neler hissettirdiğini anlatabilir bir şekilde. Ancak sohbet öyle bir şeydir ki bütün lezzeti o sohbet meclisinde bulunanlarda kalır. Bir de şu var: sohbet biter ve herkes evine döner. Ancak kalpler artık o sohbetin istikametine doğru ayarlanmıştır. Bir diğer sohbetin geleceği gün aşkla, şevkle, hasretle beklenir. Bu heyecan nasıl tarif edilebilir diye düşünüyorum, bulamıyorum. Bütün diğer heyecanları gölgeleyen ve hatta onlarla yan yana gelmesi bile imkânsız bir heyecan bu. Çünkü insan maddi tarafını elbette besler ve bu besleyiş onda kalıcı bir tat bırakmaz. Fakat manevi tarafın beslenişi kalıcı bir lezzet bırakır.
Eski zaman büyüklerinin, sufilerin, kâmil mürşidlerin sohbetlerini günümüze taşıyan tüm kitaplar çok büyük nimet hepimiz için. Bu nimete kavuşmakla hem maddi hem manevi kuvvet buluyoruz. Okuyoruz, kabımızın taşıyabileceğini hayatımıza bir pratik olarak yerleştiriyoruz, dostlarımızla bilgimizi paylaşıyoruz, düştüysek kalkıyoruz, umutsuzluğa kapıldıysak teselli buluyoruz. Kitabı kapattıktan sonra da emek sahiplerini hayırla yâd ediyoruz. Şunu da unutmuyoruz: bütün ilimler ancak hakikatten bir haber, bir ses, bir ahenk, bir mana verebildikçe insanı mutlu edebiliyor; ona varlığının anlamını işaret edebiliyor. Dolayısıyla hangi ilim olursa olsun eğer hakikatten bir iz taşımıyorsa, ilgilenen her kimse ona yük olmakla kalıyor.
Hakikati arayan ve hakikat yolunda seyr eden kimselerin elinden, dilinden, hâlinden nice güzellikler ışıldıyor. Necmettin Şahinler çok uzun yıllardır hem kitaplarıyla hem de sohbetleriyle bâtınında cem olmuş pek çok güzelliği izhar etmeyi sürdürüyor. Hem insanla yaratıcısı arasındaki ezelî anlaşmanın veçhelerini, hem Kur’an surelerinin enfüsî yorumlarını, hem de seyr ü sülûk’un yalnızca tasavvufa ait bir kavram değil, cümle mevcudat için bir kemalat istikameti olduğunu görmek isteyenler için Necmettin Şahinler yoğun bir gayret gösteriyor. Kâmil Mürşîdlerin Mîrâsı kitabını okuyanlar, kendisinin bir sohbet üstadı olduğunu da hemen hatırlayacaklardır. Zira soru sormak, günümüzdeki gibi akla gelen her şeyi karşı tarafa yüklemek değildir. Hangi alanda sohbet ediliyorsa, o alana dair ciddi bir birikimi ve görgüyü de ister sohbet yârenliği. Merhum Ahmed Yüksel Özemre, talebesi Necmettin Şahinler için bu hususta en doğru kelimeyi kullanıyor: sohbet pîşekârlığı.
Şubat 2024 itibariyle yine bir hoca-talebe kitabıyla safa buldu okurlar. Ketebe Yayınları’nın neşrettiği Son Sohbet, Merhum Ahmed Yüksel Özemre ile Necmettin Şahinler’in hayat istasyonundaki önemli duraklarından birine tevafuk ediyor. Özemre, 3 Mart 2008 tarihinden itibaren Kadıköy Ferihan Laçin Hastanesi’nde misafir edilmeye başlanıyor. Burada 113 gün kaldıktan sonra da Hakk’a yürüyüp vuslata eriyor. Son Sohbet, kendisiyle yapılan son konuşmaları bir araya getiriyor. Bu yükte hafif fakat manada ağır çalışma, esasında bir ömrün birikimini de ortaya sermiş oluyor. Özemre’nin hastalık deminde dahi verdiği cevaplardaki hayranlık uyandıran işaretler, insana bir yaşama sevinci bahşediyor. Diğer yandan; tasavvufi kavramlara dair bilgisini derinleştirmek, okunan bir kitabın esas gayesini daha net görmek, bilinmeyen yahut anlaşılmayan şeylere karşı doğru tutum göstermek isteyenler için Necmettin Şahinler’in usta işi soruları cevaplardan ayrı olarak bile oldukça öğretici. Son olarak kitabın İbn Arabî düşüncesi ve vahdet-i vücûd meselesine dair öz mahiyetinde fevkalade bilgiler içerdiğini de eklemem gerekiyor. Merhum Ahmed Yüksel Özemre, tabiri caizse ağzımıza birer kaşık bal çalarken, gidilmesi gereken kovanları da o kendine mahsus entelektüel derinliğiyle göstermiş oluyor. Son Sohbet ile ilgili bu yazımı, kitaptan birkaç soru cevapla bitirmeyi arzu ediyorum. Özemre hocamızı en kalbî duygularla anarken, Şahinler hocamıza da afiyet ve sıhhat dolu bir ömür temenni ediyorum.
NŞ: Efendim, âlemde iyi ile kötü, hayr ile şer arasında gözetilen fark itibârî midir yani öyle sanılan bir değişken durum mudur?
AYÖ: Evlâdım, bu fark tümüyle izâfî ve tâlî bir yapıdadır. Her şeyden önce varlığın kendisi bizzat Kemâl’dir ve varlığa ait olan her bir vasıf da Kemâl üzeredir. Tıpkı Allah’a ‘itaat’in Kemâl’den olması gibi ‘itaatsizlik’ dahi Kemâl’dendir. Çünkü ‘itaatsizlik’, ontolojik bir vasıf olmak yani Varlığın bir sureti olmak açısından, hiç de ‘itaat’ten daha düşük bir mertebede bulunmamaktadır. ‘İtaat’in bir Kemâl oluşunun ahlâkî açıdan ‘iyi ya da hayr’ olmasıyla hiçbir münâsebeti yoktur; ‘itaat’ Rahîm ve Kerîm gibi İlâhî isimlerin tecellîgâhı olmak bakımından bir Kemâl’dir. Ve benzer şekilde, ‘itaatsizlik’ de Müntekîm ve Müzill gibi İlâhî isimlerin tecellîgâhı olmak bakımından bir Kemâl’dir.
NŞ: Efendim, İbn Arabî bir sözünde “En yüksek mertebe kendisini, yalnızca diliyle ve kalbiyle değil, tümüyle zikr’e adamış olan ve böylece de bâtınî olarak Hakk’a ulaşıp O’nunla tevhide erişmiş olan kimseye aittir” diyor. Gerçek zikrin hakîkatı bu mudur?
AYÖ: Evlâdım, gerçek zikir, bir hâl ehlinin tüm varlığından geride hiçbir şey kalmayıp Allah’da yok olacak şekilde bütün maddî ve manevî güçlerini Allah’da teksif ettiği rûhânî bir hâldir. Böyle bir hâl ehli, eğer bu hâle erişirse, bu takdirde zihnini bu türlü bir noktaya teksif eden özne ile üzerine zihnini teksif etmiş olduğu nesne arasındaki fark doğal olarak kaybolur ve aslen Hakk ile birlik hâlinin keşfine erişir.
NŞ: Efendim, İlâhî ilimlerin zevki hepsinde [tüm kâmil insanlarda] aynı mıdır?
AYÖ: Evlâdım, elbette aynı değildir. Tahkîk ehli olan ehlullahda husûle gelen İlâhî ilimlerin zevki, onlardaki idrâk kuvvetlerinin değişik olması bakımından, birinden ötekine farklı olur. İlâhî ilimler aynı bir kaynakdan çıkmakla birlikte bunların Ehlullah’daki zuhuru onların idrâk kuvvetlerine bağlıdır. Başka bir ifade ile söylersem zevkan elde edilen bilgiler, istîdâdların farklılığı dolayısıyla, birbirinden farklı olurlar. Çünkü Ehlullah’ın hepsi de aynı bir mertebede bulunmaz.
NŞ: Merak ediyorum; Varlık İlmi bakımından Allah ile Rabb arasında nasıl bir fark vardır?
AYÖ: Rabb, özel bir isim yoluyla tecelli eden Hakk’dır. Halbuki Allah, isimlere uygun olarak ândan âna değişmekten asla hâlî kalmayan Hakk’dır.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
28 Haziran 2024 Cuma
Doğa ve insan arasındaki dengeyi yeniden kurmak
Mesela son yapılan bir çalışmada Türkiye’nin 2030 yılına kadar kullanması gereken kaynakları daha şimdiden tükettiğini, yani cepten sermaye yediğimiz ortaya çıkmıştır.
Bu tüm dünya için üç aşağı beş yukarı aynı ve sürdürülemez bir durum. Bu sürdürülemezlik durumu, kaçınılmaz olarak uluslararası arenada gittikçe yükselen ve taban bulan “Sürdürülebilirlik” kavramını gündemimize yerleştirmiştir.
Ancak sorun eski bir sorundur ve kökü Antik Yunan’a kadar uzamaktadır. Aristoteles’den itibaren, Batı’nın anladığı anlamda felsefe başlamış, hikmet içeren Doğu’nun anladığı anlamıyla olan felsefe de sona ermiştir. Bu hikmetten uzaklaşma ve rasyonalizm, tabiat ilimleriyle pek fazla ilgilenilmemesine ve insanın bir zamanlar doğayla olan “ortak yaşayış” halini ortadan kaldırarak, doğanın insan için var olan bir kaynak, bir “şey” seviyesinde algılanmasına yol açmıştır.
Seyyid Hüseyin Nasr, İnsan ve Tabiat adlı eserinde, modern dünyanın karşı karşıya olduğu ekolojik ve manevi krizleri derinlemesine incelemektedir. Nasr, insanın doğayla olan ilişkisindeki bozulmayı ve bunun doğurduğu sonuçları ele alırken, bu sorunların kökenlerine inmiştir. Bugünün dünyasında savaş tehlikesi, nüfus artışı, hava kirliliği ve zehirlenen sular gibi pek çok problemle karşı karşıya olduğumuzu belirten Nasr, bu problemlerin insanın doğayla olan ilişkisini yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini vurgulamaktadır.
Tahran doğumlu olan Seyyid Hüseyin Nasr, MIT’de fizik eğitimi almış olmasına rağmen, Harvard’da bilim tarihi doktorası yapmış, Tahran ve Harvard Üniversitelerinde de felsefe ve bilim tarihi dersleri vermiştir. Şu anda da Georgetown Üniversitesi’nde İslâm araştırmaları profesörü olarak görevine devam etmektedir. Bu sebepten dolayı Nasr’ın bilim ve teknoloji ile hikmeti ve maneviyatı birleştiren, onları ayrı ayrı değil de birbirini destekleyen bir bütünün parçaları gibi gören yaklaşımı son derece değerlidir.
Nasr, kitabında insanların gelişme kaynaklı bu sorunları, daha fazla gelişme ve teknolojik ilerleme ile çözmeye çalıştıklarını, ancak bu yaklaşımın doğaya daha fazla zarar verdiğini ifade etmiştir. Bu tıpkı ateşe benzin dökmek gibidir. Pek çok kişinin, günümüzün en acil sorunlarının az gelişmişlikten değil, aşırı gelişmişlikten kaynaklandığını kabul etmediğini belirten Nasr, insanların doğa karşısındaki saldırgan tavırlarını değiştirmedikçe insan toplumunda barışın sağlanamayacağını bizlere göstermektedir. Dahası, doğayla barışık olmanın manevi düzenle barışık olmaya bağlı olduğunu ve bu gerçeğin anlaşılmadığını dile getirmiştir.
Kitap, Hristiyan öğretisinin doğanın manevi anlamını içerecek şekilde genişletilmesi gerektiğini öne sürmektedir. Nasr, bu öğretilerin canlılığını koruması ve ancak Doğu metafizik ve dini geleneklerinin de yardımıyla başarılı olabileceğini ifade etmiştir.
Dünyayı mahveden endüstrileşmenin ve bunun altındaki düşünce yapısının kaynağı olarak Batı dünyasına seslenmek isteyen Nasr, kanımca bu yüzden Garb’ın temsilcisi olarak Hristiyan geleneğini muhatap almış, Şark’ın temsilcilerini seçerken de bir sınırlama yapmamış ve İslâm’dan Hinduizm’e kadar geniş bir yelpazede örnekler sunmuştur. Nasr, modern bilimin tahribatının da Hristiyan dünyasından başladığını unutulmaması gerektiğine vurgu yapmıştır.
Nasr, Batı dünyasında kentleşmenin ve iş merkezlerinde yaşayan insanların hayatlarında bir şeylerin eksik olduğunu içten içe hissettiklerini belirtmiştir. Bu eksiklik, doğrudan doğruya doğanın dışlanmasıyla oluşturulan yapay çevreden kaynaklanmaktadır. Bu hali büyük şehirlerde yaşayan herkesin değişen oranlarda hissettiği yadsınamaz. Dindar insanlar bile bu şartlar altında doğanın manevi kavramını kavrama yeteneklerini kaybetmektedirler. Doğa bu günkü bağlamında, anlamsız bir "şey" haline gelmiş durumdadır.
Nasr, endüstrileşmiş toplumların doğayı boyunduruk altına almalarının, modern bilimlerin teknolojiye uyarlanmasının, herkes için ortak bir sorun olduğunu belirtmiştir. Doğa üzerindeki hakimiyetin artmasının ekonomik alanda ilerlemeler anlamına geldiği resmi yargılarına rağmen, pek çok insanın bu dengesizliğin doğa karşısında kazanılan zaferleri tehdit ettiğini hissetmeye başladığını ifade etmiştir.
Nasr, doğanın boyunduruk altına alınmasının, kent yaşamındaki sıkışıklık, tabii kaynakların tükenişi, tabii güzelliklerin tahribi ve çevrenin yaşanmaz hale gelmesi gibi birçok sorunun kaynağı olduğunu savunuyor. Bu noktada kitap bana “gelişme” kavramını yeniden sorgulattı. Gelişmişlik veya gelişme bugün gerçekten de yeniden tanımı yapılması gereken bir kavramdır. Günümüzün vahşi kapitalist, rasyonalist ve modernist dünyasında gelişme, teknolojik ve finansal çerçeveye indirgenmiş durumdadır. Oysaki bu şehirlere hapsolmuş hayat, birey olarak insana gelişme şansı tanımamaktadır.
Tarih boyunca insan, insan olmaklığı bakımından belli kaynaklardan beslenmiştir. Bu kaynaklar onun şahsiyet inşa sürecinde önemli yapıtaşlarıdır. Bu kaynaklara örnek olarak insanın kendi özüyle olan ilişkisi ve bunun ayrılmaz bir parçası olarak insanın ona yaşam alanı sağlayan doğa ile olan ilişkisidir. Bu ikisi üzerinde yeterince tefekkür eden insan üçüncü kaynakla, yani aşkın alan ile ilişki kurarak, transandantal hale gelir. Bu haldeki insan artık hem içsel olarak kendi özüyle bağlantı halindedir, hem de her şeyin canlı olduğunun bilincinde, tüm varoluşun elemanlarının birbirleriyle ilişkili olduğunun farkındadır. Bu farkındalık onu, doğanın efendisi olma iddiasından uzaklaştırarak, hiçliğini fark etmeye ve evren ile bu yokluk seviyesinden bir varlık ilişkisi kurmaya götürür. Bu alçakgönüllü bir duruştur.
Günümüzün indirgemeci anlayışı da Nasr’ın kaleminden nasibini almıştır. Modern bilimlerin doğayı sadece fiziksel ve kimyasal yönleriyle ele almasının, onun kutsal ve manevi boyutunu göz ardı etmesi, insanın doğayla olan ilişkisini derinden etkilemektedir. Nasr, geleneksel ilimlerin, modern bilimlerle birlikte sembolik muhtevalarını yitirdiğini ve bu durumun modern dünyanın ekolojik krizlerine yol açtığını belirtmiştir. Simya gibi geleneksel ilimlerin kutsiyetlerini yitirmeleri ve kimya gibi bilimlere indirgenmeleri, tabiat ilimlerinin sembolik ve manevi anlamlarını kaybetmesine neden olmuştur. Sembolik anlamın kaybolması, bilimsel teorilerin yalnızca dış biçimlerine indirgenmesine neden olmuştur. Bu, modern bilimsel dünya görüşünün ve uygulamalarının yol açtığı bunalımın ardındaki temel nedenlerdendir.
Egzistansiyalizmin ise insanın doğayla olan ilişkisini kesmesi ve bilimsel sorunlarla pek az ilgilenmesi, bu krizi daha da derinleştirmiştir. Nasr, bazı kişilerin bilimin sınırlılıklarını göstermeye çalışırken, diğerlerinin ise bilim, felsefe ve dinin karşılaşmasından doğan sorunlara içtenlikle cevap aradıklarını belirtiyor. Ancak, bu karmaşık sahnede asıl eksikliğin metafiziki bilgi olduğunu vurguluyor. Gerçekliğin ve bilimin derecelerini belirleyebilecek tek şey olan Scientia Sacra'nın (kutsal bilgi) yokluğu, bilimsel buluşların manevi anlamlarını kaybetmelerine yol açmaktadır.
Endüstrileşmiş toplumların otoriter yapılarının yıkılması ve göklerin dini anlamlarını yitirmesiyle, insanlar manevi anlamdan uzaklaşmışlardır. Hristiyan yazarlar bize, dinle bilimin uyumunu sağlama çabalarının indirgemecilikten öteye geçmediğini ve bilimsel teorilerin gelip geçici olduğunu hatırlatıyorlar. Bu yazarlar, dinin aşkın ve değişmez ilkeleriyle bilimin en son buluşlarının uyum halinde olduğu söylemlerinin yanıltıcı olduğuna dikkat çekmişlerdir. Gerçekten de bundan elli sene önce kesin bilgi olarak kabul ettiğimiz bir çok bilimsel verinin, bir çoğunun günümüzde geçerliliğini yitirmiş olması, ilahî ve değişmez olanın, bilim ile uyumlu olduğunun ispatı çabasının beyhûde olduğunu bizlere göstermektedir.
Neotomizm (Neo-Thomist) yaklaşımın temel ilkesinin, bilimin kendi yöntemleriyle sınırlı kalması ve metafizik sorunları çözmeye kalkışmaması gerektiği olduğunu ifade eden Nasr, bilimin ve metafiziğin aynı yöntemlerle ele alınmasının doğru olmadığını savunmuştur. Neotomizm, Katolik felsefede, özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda etkili olan ve Orta Çağ düşünürü Thomas Aquinas'ın öğretilerine dayanan bir düşünce akımıdır. Thomas Aquinas'ın felsefi ve teolojik öğretilerini temel alarak, akıl ve inancı uyum içinde birleştirmeyi ve metafizik sorunları çözmede aklın rehberliğini savunur.
Bilimle dinin yüz yüze gelebileceği tek alan olan metafizik bilginin unutulması, bilgi hiyerarşisinin altüst olmasına neden olmuştur. Bu durum, tabiat felsefesinin günümüzde eksik olmasının en büyük nedenidir. Nesnelerin saydamlığı, latifliği duygusunun kaybedilmesi, insanoğlunu tabiattan uzaklaştırmış ve onu sembollerle değil, olgularla görmeye zorlamıştır. Bu ise hem hayal gücümüzü, hem de gerçekliği algılayışımızı oldukça sınırlayan bir durumdur.
Hiç şüphesiz ki antik çağda hikmet ve bilimi bir arada ele alan, doğayı, hayatı bu gözlüklerle inceleyen bir insan ile, şehrin beton duvarlarına hapsolmuş bir insanın “gelişmişlik” düzeyi aynı olamaz. Modern insanların büyük çoğunluğu, kutsallığından yoksun bir dünyada yaşamaktadır. Nasr, Adem’in cennetten düşüşünün, mahlukatın düşmanlaşmasına ve uzaklaşmasına neden olduğunu hatırlatarak, tabiat karşısında eski insanla modern insan arasındaki tavır farkının da bu yabancılaşmayı artırdığını belirtmiştir.
Nasr, “Modern bilimin duvarlarında görülen çatlakların, yukarıdan gelen aydınlıkla onarılması gerekir” demektedir. Bilim, metafizikle bütünleşerek manevi anlamını yeniden kazanmalıdır. Gerçek bir sentez, hem Hristiyan inanışının temel ilkelerine sadık kalmalı hem de aklın en katı taleplerine cevap verebilmelidir. Bu da ancak tabiatın manevi anlamını yeniden keşfetmekle mümkündür. Nasr, Hristiyan ve Doğu geleneklerindeki metafizik ve kozmolojik ilkelerin, Batı bilim tarihi ve felsefesiyle bağlantılı olarak incelenmesi gerektiğini belirtmektedir. Hiç şüphesiz ki Doğu gelenekleri, Hristiyanlığın dünya görüşünü benimsemiş olanların bazı şeyleri hatırlamalarına yardımcı olacaktır.
Nasr, tabiatın manevi anlamını yeniden keşfetmenin ve insan-doğa ilişkisini yeniden inşa etmenin önemini vurgulayarak, bu durumun sadece ekolojik sorunları çözmekle kalmayıp, aynı zamanda insanın manevi doyuma ulaşmasını da sağlayacağını ortaya koymaktadır.
Doğa ve insan arasındaki dengeyi yeniden kurmak, modern dünyanın en acil ihtiyaçlarından birisidir. Kaybedecek vaktimiz kalmamıştır. Bu kitap okuyucuya tekrar “bütüncül” bir bakış açısına geçişin önemini hatırlatmaktadır. İmtihan zordur, çünkü bu uyanmış insan tipini sürekli hayatta kalma modunda tutarak çalıştırmak zordur. Bu kapitalist sistemin işine gelmeyecek ve bu tip insanları itibarsızlaştırmak, değersizleştirmek için elinden geleni yapacaktır. Kendi yok oluşuna sebep olsa bile.
Alper Tanca
alper@tanca.net
25 Haziran 2024 Salı
Hiç anlayamayacağımız bir mesele; insan nasıl insan olmalıdır?
Roşomon filmi; sağanak yağış altında virane şehir kapısının önünde, oduncunun bu sözü ile başlar. Filmin zâhiri; ”Samurayı kim öldürdü?” batını “sen hangi yalana mahkûmsun?" sualini bize yöneltiyor. Zâhir olanın cevabını bulamıyoruz. Çünkü filmin derdi, görünenle değil görünmeyenle... Doksan dakîka boyunca, anlamadığımız mesele -Hakîkat nedir?- karşımıza dikiliyor. Kurusawa’yı, Kurusawa yapan film aslında bir uyarlama. Ryunosuke Akutagava’nın aynı adı taşıyan, kitabından alınan hikâyelerden meydana gelmiş. Üç sayısı filmin giriş şifresi gibi.
*Üç mekân; Orman, mahkeme bahçesi, şehir kapısı
*Üç ana karakter: Samuray, haydut, kadın
*Üç yan karakter: Ormancı, rahip, gezgin
*Üç zaman: Şimdiki ve iki geçmiş zaman.(Mahkeme, olayın geçtiği zaman)
Filmin işleyişi, inancını yitirmek üzere olan bir rahip ve oduncunun, yanlarına gelen gezgine mahkemede olan bitenin anlatmasından ibâret. Akira Kurusawa film boyunca sualleri seyirciye yöneltiyor. Böylece seyirci filmin içine çekilip, düşünmelerini sağlıyor. Cinayet sorgusunun içinde, üç zamana gidip geliyoruz. İçiçe geçmiş zaman dilimleri bir bütünü oluşturuyor. Şimdiki zaman yağmurlu bir gün içinde, derdimizi temsil ediyor.. Sinema da nâdir rastlanan zamanlar arası atlamaları bizlere sunuyor. Zaman zaman içinde ilerliyor. Geçmişten geçmişe, şimdiye akıp gidiyor. Sıradan bir şablon yok. Hollywood’un dayadığının dışında kendi nazariyetini kurmuş. Film suçluyu asla söylemiyor, çünkü ona göre suçlu; herkes ve her şey, her idea suçludur. Herkes zaaflarına yeniktir ve bu yenilgi nedeniyle yalan söylerler. Aslında biz göründüğümüz değil gölgelerden oluşmuşuzdur. Kamerayı güneşe tutması, karakterlerin yüzlerinin yarısının gölgede kalması, yakın plan çekimlerle sessiz sinema dönemine geçiş yapması ve mimik sanatını sinemaya ustaca aktarmasıyla; Kurusawa bize edebiyat ve resim şöleni yapıyor. Bir uyarlama demiştik ya uyarlandığı kitabın umutsuzluğunu bir kenara koyar ve bize “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz.(Âl- i İmran 139.ayet)” yüce kitabın buyruğunu âdeta ileten bir sahne ile veda eder. Ormancı, rahip ve bir bebek. Dinen yağmurun altında kapının önünde durur. Atom bombasıyla yıkılmış Japonya’yı; ormancının temsil ettiği halk, rahibin temsil ettiği inanç ve kültürü diriltecektir. Ormancının şu sözleri ile,
“Altı çocuğum var, bir taneye daha bakabilirim” bize görüşünü bildirir.
Devletleri ve milletleri yaşatanın; soylular değil, halk, inanç ve kültürün olduğu fikrini seyirciye aktarır. Soylu samuray ailesinden gelen yönetmenin, sırtını dayadığı güç halk , inanç ve kültürdür. Roşomon; herkes bir sebepten yalan söyler derken, otoritenin, siyâsilerin en büyük yalanı söylediğini iletir. Yıkık dökük Roşomon kapısı, atom bombasının atıldığı, Hiroşima’dan Nagazaki’den başkası değildir. Bu filme felsefi açıdan birçok kez bakılmıştır. Ama sosyoloji ve siyâsî yönden izlenmesine pek rastlanmaz.1950’de atom bombasının üzerinden sadece beş yıl geçmiş bir Japonya’da çekildiğini unutmamak gerekir, yıkılmış, soykırıma uğramış bir milletin filmidir. Japonya’nın bir iç hesaplaşmadır. Hiçbir surette savaşı irdelemediğini düşünmek, kendimizi yanıltmak olur. Filmde kim suçludur bilinmez de devamlı vücuduna sinek konan hayduttun kimi temsil ettiğini hemen anlarız. Bir buçuk saat boyunca bir kez bile samuraya sinek konmaz. Tek hayali vardır yönetmenin ayağa kalkmış bir Japonya.
Gelelim uyarlandığı kitaba ve oradan da Cengiz Aytmatov’un 1973’de kaleme aldığı Fuji-Yama tiyatro oyununa. Ryunosuke Akutagava 1920 Japonya’sının sıra dışı yazarlarından. Akıl hastası bir anne (bebekken kaybediyor) ve sütçü babanın çocuğudur. Kenar mahallede, amca himâyesinde büyümüş, içine kapanık, okuma düşkünüdür. İlk hikâyesini on yaşında yazar, amacı târihçi olmaktır. Yeteneğiyle sınavsız Tokyo İmparatorluk Üniversitesi’ne kabul edilir. Annesinin hastalığının belirtileri onda da mevcuttur. Roşomon ilk yazdığı hikâyelerden biridir. Kaleme aldığında 23 yaşındadır. Evlenir, büyük Kanto Depremini görür, Koreli avına şahitlik eder, amcası ve babasını kaybeder ama yazmaktan hiç vazgeçmez. Ve 34 yaşındayken umutsuzluğu sonucu intihar eder. Hikâyelerini tarih içinden seçer. Roşomon, “Konjaku Monotogari -eski yeni masallar-” iki epizoduna dayanır. Filmin ana temelini oluşturan «Ormanda» hikâyesi de aynı kaynaktandır. O târihî çağdaş psikolojiye dayandırıp şekil verir. Kişilik çatışmalarını târih içinde ele alır. Târihî değil insanı yazar. İnsan her devir aynı mayaya sâhiptir. Karamsardır. Okuru aşması gereken kale kapıları ile baş başa bırakır. Ormanda hikâyesi, ormanda öldürülmüş Samurayın, ormancı tarafından bulunması ve haydut, kadın, samurayın ruhunun mahkemede konuşmaları, korucu, ormancı, rahibin tanıklığı etrafında döner. Kurusawa’nın dediği gibi tek gerçek vardır “Samuray ölmüştür”.
“Gerçekte insan hayatı dediğimiz sabahın taze çiğine, ya da par par yanıp sönen günün o ilk çavkına benzer.” (Ormanda hikâyesinden).
Karşılaştırma yapacak olursak;
* Kitapta olan filmde olmayan tanık vardır, kadının annesidir.
* Kadının adı Masagodur. (Filmde sadece haydudun ismi vardır)
*Samurayın adı, Takehikodur.(Filmde isim yoktur)
*Filmde Haydut delice sözler söyler, kitapta daha bilinçlidir.
“Milleti öldüren bir ben değilim ki.. Sizlerde bu işi işliyorsunuz ya. Kılıç mılıç kullanmıyorsunuz benim gibi. İnsanları gücünüzle, paranızla öldürüyorsunuz. Başka bahanelerde uyduruyorsunuz pekâlâ çalıştıra çalıştıra da öldürüyorsunuz milleti. Kan man akıtmadan bir güzel beceriyorsunuz; analarını ağlatıyorsunuz. Şimdi sorarım size, hangimiz, sizinkiler mi, benimkiler mi daha ağır suçtur?”
*Filmde kadının, kocasını ilk başta öldürme amacı yoktur. Kitapta her ikisinin de bu ayıptan dolayı ölmesi gerektiğine inanır.
“Kitap ve filmde ortak olan cümle, “Ardından her yere bir sessizlik iniverdi. Yok yok, birileri bir yerlerde ağlıyordu, duydum. Bağlı değildim de çevreyi rahatlıkla dinleyebilirdim. Ama o ağlama kimsenin değildi, benimdi oysa.”
*Ormanda hikâyesi Samurayın ruhunun konuşmasıyla biter, film başı ve sonunda Roşomon hikâyesine geçer.
*Roşomon’daki iki uşak karakteri filmde ormancı ve rahip karakteri ile birleştirilir. Saçak altında şimdiki zamanda olanlar Roşomon hikâyesidir.
*Rahibin giriş bölümünde söylediği cümleler kitapta anlatı şeklindedir.
“Kyota’da taş taş üstüne kalmamış ne var ne yok; yerle bir olmuşmuş. Şehir kendi derdine düşmüş, oram yara buram yara derken Roşomon’u onarmaya kimseler akletmemiş….Hırsız kısmı, it uğursuz takımı da kendilerine yatak yapmışlar Roşomon’u.”
Roşomon’u andıran bir başka eser de Cengiz Aymatov’dan gelmiştir. Kara bir kitap değildir ama onda da yöntem aynıdır. Bir tiyatro eseri olan Fuji-Yama’yı 1973 yılında Muhammedcaanov ile birlikte kaleme alınır. İnsan olma meselesi üzerine bize sualler yöneltir. Oyunda dört arkadaş ve üçünün eşleri, Fuji Yama ismini verdikleri dağda kamp yapmaya karar verirler. Öğretmenleri Ayşe Apay’da onlara eşlik eder. Ve bu kamp, savaş yıllarında hâinlikten yargılanan arkadaşları Sabur’u, içlerinden kimin ihbar edip, iftira attığına dair bir sorgulamaya dönüşür. Aslında bu oyunda bize suçluya değil kendine, hakîkate, insana odaklan demektedir. Oyunun sonunda kimin ihbar ettiğini bilmeyiz, hiçbiri bu suçlamayı kabul etmez, geriye düşündüren birçok soru işareti oluşur? Her biri kendi alanında yükselmiş insanların asıl davranış kimliklerini nasıl örttüğünü, zaaflarımızın bizi esir almasını, yalan söylemeye meyilli olduğumuzu, çıkar ve statü için benlikten vazgeçmeyi, anlatır. Ayrıca evlilik kurumu da sorgulanır. Roşomon’daki benzerlikler,
• Bir suç vardır ve bunu işleyen bilinmez.
• Her biri olayı kendine göre anlatır.
• Burada mahkeme görevini öğretmenleri görür. Fuji Yama dağı kitapta dendiği gibi Buda önünde bir günah çıkarma seansına döner.
• Konu kimin ihbar ettiği değil, itibar kaybetmemek için insanlık ve dürüstlükten kaçınmaları, kendilerine yalan için bir sebeb bulmalarıdır.
• Hak, adâlet, dürüstlük, dostluk irdelenmektedir.
• Son umutludur, insan olmanın yolu sevgiden geçtiği söylenir. Roşomon inançtan geçtiğini söyler. Milliyetçi bir söylemle bitirir.
• Sansürlü yıllar olduğu için metinde eleştiri üstü örtülü yapılır. Roşomon da ABD sansürü olduğu için örtülü yapmıştır.
• Fuji Yama dağı adı bilerek seçilmiş, arınmak ve hakîkate ulaşmak için Buda’nın dağına ihtiyaç vardır.
Kitaptan birkaç söz;
“Ama öznel nedenler duruyor. Hem de önemi hiç azımsanmayacak öznel nedenler. Bunlar insanı öyle bir derinden yaralar ki sonu gelmez bunalımlarda bulursunuz kendinizi. Biz sorumluyuz ondan, sorumlu olduğumuzu ne diye hatırlamak istemiyorsunuz? İşte beni deli eden de bu ya! Rahat köşemize çekilmişiz ,”içki içiyor, kendisi suçlu” deyip çıkıyoruz işin içinden. Oysa adamın cevheri bitmiş, bütün gücünü tüketmiş. Onu bu hale getiren biziz. Öyleyse küçümsemeye hakkımız var mı?”
“Tarihin nesnel gelişimi acımasızdır. Biz ne dersek diyelim, o bildiğini okur.”
İhbara neden olan sabur karakterinin yazdığı şiir ;
“hayır, bitmez bir tartışmadır bu.
İnsan nasıl insan olmalıdır.”
Kurusawa’nın, Aymatov'un; anlatmaya çalıştıkları mesele; "İnsan nedir ve nasıl olur?" sualidir. İkisinin de eserlerinde hep bu sancı mevcuttur. Fuji Yama dağında günah çıkarıp arınan kaç kişi kalmış olabilir? Yahut şöyle diyelim mi “ kendi Hira dağımızda kaçımız tövbe edip, insan olabilmeyi başardık, kaçımız miracına ulaşabildi?
Elçin Ödemiş
twitter.com/elindemis