23 Haziran 2024 Pazar

Hz. Ömer'in sosyal adalet anlayışının etkisi

Peygamberimiz Hz. Muhammed’in vefatından sonra vahyin ve sünnetin kesilmesi, buna mukabil fetihlerin artmasıyla yeni sorunlar ve yeni kültürlerin hayata girmesi Müslümanların arasında yeni gündemlerin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Böyle olunca da bazen ihtilaflar çıkmış ama netice her zaman Hak’tan yana bağlanmıştır.

Bu konulardan biri de vergi konusudur. Hz. Ömer’in vergi üzerine yeni bir ictihatta bulunması, bazı sahabenin eleştirisine yol açmıştır. Hz. Ömer iddiasını ayetlerle delillendirmiş, düşüncesini etraflıca açıklamış ve nihayet kararını uygulamaya sokabilmiştir.

Sevad toprakları fethedildiğinde, fethedilen toprakların dağıtılmasını konusunda sahabeden bazıları savaşanlara dağıtılması gerektiğini bildirmiştir. Bunu derken de Kuran’dan “Ordunun elde ettiği ganimetlerin onlar arasında taksim edildiği gibi, arazileri de onu fethedenler arasında taksim et” ayetini delil olarak göstermişlerdir.

Hz. Ömer ise toprakların sadece savaşanlar arasında dağıtılmasını adil bulmamıştır. Ve o da görüşünü açıklarken Kuran’ı Kerim’de Haşr suresinde yer alan fey ayetlerini okumuştur. Ardından şöyle demiştir: “Allah sizden sonra gelecek olanları da bu feye ortak etmiştir. Eğer ben bunu aranızda bölüştürürsem sizden sonra gelecek olanlara bir şey kalmaz. Fakat eğer de taksim edilmez de kalırsa, San’a’da kanı yüzünde olan çobana dahi bu feyden nasibi mutlaka ulaşır.

Hz. Ömer bu kararını açıklayınca itiraz edenler olmuştur. Onlar itirazlarını “Kılıçlarımız vasıtasıyla Allah’ın bize ihsan ettiği ganimetleri hazır olmayan, bizimle birlikte harbe iştirak etmeyen kimselere, onların çocuklarına ve hiç bulunmamış olan çocuklarının çocuklarına mı vakfediyorsun” demişler, Hz. Ömer “Bu bir görüştür” demiş ve başka bir şey dememiştir.

Kaynaklar Hz. Ömer’in bu muhalefetten dolayı üzüldüğünü, rahatsızlık duyduğunu belirtir. Nihayetinde Hz. Ömer’in ayetleri delil göstererek açıklama yapması neticesinde sahabe fikri kabul eder ve fey, bütün Müslümanların olur. Hz. Ömer’in bir devlet başkanı olarak karşısındaki muhalif görüşlere rağmen kendisinin de birçok gerekçe ile olmasını istediği bu kararı tercih etmesi üzerine “Kuvvet yoluyla fethedilen arazi konusunda imam muhayyerdir. Dilerse bu araziyi ganimet kabul edip beşe böler ve taksim eder, dilerse de bütün Müslümanlara ait bir fey kılıp taksim etmez” hükmü fıkıh kitaplarında yer almıştır.

Bizim çok kısaca anlattığımız olay dahi bize önemli birkaç detay sunmaktadır. Birincisi Hz. Ömer halife olmasına rağmen görüşünü zorla dikte etmemiş, istişarenin önünü hiçbir zaman kapatmamış, farklı görüşlerin ortaya atılmasına müsaade etmiştir. Üstelik en önemli ayrıntı ise Hz. Ömer de itiraz eden sahabeler de salt kendi fikirleri ve zanları ile konuşmamışlar, görüşlerine Kuran’dan deliller getirmişlerdir. Bir diğer önemli husus da Müslümanların bir bedenin uzuvları gibi olduğunun unutulmamasıdır. Hz. Ömer görüşünü savunur ve uygulamaya koyarken kimsesiz, fakir ve düşkün Müslümanların hakkını gözetmiştir. İtiraz eden sahabeler de nihayetinde bu görüşe katılmışlardır.

Bir toplumun en önemli dinamolarından birisi ekonomidir. Ekonominin kötü veya beceriksizce yönetilmesinden bütün insanlar zarar görür ve o da hem toplumsal hem de ahlaki çöküşe neden olur. İslam toprakları genişledikçe Müslümanlar ekonomik anlamda da isabetli kararlar almak için çaba sergilemişlerdir ve ortaya ekonomi anlamında büyük bir külliyat çıkmıştır. Bu alanda boşluk bırakılmamıştır.

İslam’ın iktisada ve sosyal adalete bakışını öğrenmek için bizim de yazıda faydalanmış olduğumuz Öznur Özdemir’in kaleme aldığı Fetih, Haraç, İktisat eseri büyük bir imkan sunmaktadır. Hz. Ömer dönemi özelinde iktisat ve sosyal adalet konusunun ne denli titiz bir şekilde ele alındığını görmek mühim.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

22 Haziran 2024 Cumartesi

“Kuşlar” uçarken...

Abdullah Harmancı’nın yazdığı, Sibel Büyük’ün çizimlerini üstlendiği Benim Adım Kuş Değil Ki, yazarın kitaplarından aşina olduğumuz geniş hayal gücünü, Ezop’tan, Anadolu’nun kadim topraklarından aldığı hikâyelerle, masallarla, kıssalarla birleştirerek günümüze uyarladığı, okurlarını farklı bir okuma yolculuğunun peşinden sürükleyen bir kitap.

Abdullah Harmancı, 1974 yılında Konya’da dünyaya gelmiş. Eğitimine 1980 yılında Kıbrıs’ta başlamış. Çocukluğunun büyük bir kısmı Sivas’ın Gürün ilçesinin Yazyurdu köyünde çetin hava şartlarıyla, doğayla iç içe geçmiş. Yazmaya çok erken yaşlarda başlayan Harmancı, ortaokuldayken yazdığı bir şiiri Karaman’da bir yerel gazetede çıkmış. Çıkmış çıkmasına ama şiirin başlığı, son kıtanın üstüne yazılınca Harmancı ufak çaplı bir şok yaşamış. Fakat yolundan dönmemiş. Okumaya, araştırmaya, yazmaya devam etmiş. 1989 ile 1991 yılları arasında Konya’daki bir yerel gazetede yüzü aşkın şiiri yayımlanmış. Birtakım roman denemelerine girişmiş ve sonunda 1993 yılında öykü yazmakta karar kılmış. Abdullah Harmancı’nın yazdığı, Sibel Büyük’ün resimleriyle katkıda bulunduğu Timaş İlk Genç Yayınları’ndan çıkan Benim Adım Kuş Değil Ki'de Harmancı’nın son öykü kitabı. Kendisinin kitaplarından aşina olduğumuz geniş hayal gücünü, Ezop’tan, Anadolu’nun kadim topraklarından aldığı hikâyelerle, masallarla, kıssalarla birleştirerek günümüze uyarlayan yazar, okurlarını farklı bir okuma yolculuğunun peşinden sürüklüyor.

Çocuk masallarının yüzyıllar evvel anlatılanlarının nesiller arasında bugünlere kadar gelmesinin önemli bir anlamı var: Bu sayede çocuklar, bugün okuduklarının nerelerden, nasıl ortaya çıktığı hakkında fikir sahibi olurken bir mirasa da ister istemez sahip çıkıyorlar. Ayrıca günümüzde okudukları hikâyelerin, masalların değişimine de tanıklık etmiş oluyorlar. Bunu çocuklara iki şekilde aktarmak mümkün. İlki anlatılana sadık kalmak, ikincisi de günümüze uyarlamak. Abdullah Harmancı’nın Benim Adım Kuş Değil Ki, ikinci kategoriye dahil edebileceğimiz bir kitap. Abdullah Harmancı’nın başta Ezop olmak üzere, Anadolu’nun birçok bölgesinden zamanında anlatılagelmiş, kulaktan kulağa yayılmış masalları, rivayetleri, hikâyeleri kendince yorumladığı Benim Adım Kuş Değil Ki, doğayla insan arasındaki ilişkinin günümüze bağlanan biçimlerinden metinlerden oluşan, kuşlarla ilgili efsanelere yer veriyor.

Kuşları, genel olarak “kuş” parantezinin dışına çıkıp her birini, tıpkı insanlarda olduğu gibi isimleriyle, karakteristik özellikleriyle tanıtmayı amaçlayan Benim Adım Kuş Değil Ki, genelde hayvanlara, özelde kuşlara karşı olan tutum ve davranışlarımızı içtenlikle sorgularken, Harmancı’nın elle tuttuğu hikâyeleri kendince bazen baştan aşağı bazen ufak tefek oynamalarla tekrar anlatması kitaptaki öyküleri özel kılıyor. Bunun yanında yazarın hikâyelerinin tek bir konu üzerinde toplanmadan kimi zaman hüzünlü, kimi zaman sevinçli ama en çok da “meraklı” izler bırakması, Benim Adım Kuş Değil Ki'yi sıradanlıktan çıkararak aynı yerde dönmesinin önüne geçiriyor.

Kitabı önemli kılan bir diğer unsur ise Abdullah Harmancı’nın bir kuş bilimci gibi okura kuşların özelliklerini metnin içinde yedirerek anlatması. Bir kuşu, “kuş” olması dışında ismiyle cismiyle, huyuyla suyuyla önümüze getiren Harmancı, bu konu için de ayrı bir merak kıstasıyla buluşturuyor okuru. Envai çeşit kuşun yer aldığı kitapta, kuşların bilinmeyen dünyasına doğru ilerlerken Abdullah Harmancı bize burada rehberlik ederek isimlerini dahi bilmediğimiz kuş türlerini öğrenmemizi sağlıyor.

Benim Adım Kuş Değil Ki, Abdullah Harmancı’nın geçmişten devraldığı anlatıları şimdinin dünyasındaki çocuklara ve gençlere uyarlaması hem kitaptaki öykülere farklı bir anlam kazandırıyor hem de küçük dostlarımızın kitabın birden fazla amaca hizmet eden konularına sevgi, saygı, paylaşma, empati, iyilik gibi pencerelerden bakma fırsatı sunuyor. İyiye karşı olan inancı diri tutan öyküleriyle Benim Adım Kuş Değil Ki, şimdiye kadar el değmemiş bir mevzu üzerinde kalem oynatarak değerli bir işin üstesinden gelmeyi başarıyor.

Burak Soyer
soyerbrk@gmail.com

Tanbûrî Cemil Bey çalıyor eski plâkta

Herkesin yaptığı şeyi yapmayın”, bu bir. “Aşırı meraklarınız olsun”, bu iki. “Nelerden haz alacağınızı bilin” bu da üç. İşte merhum Haluk Dursun hocanın vaktiyle bizlere tavsiye ettiği maarif metodu. Bunun için kurtarıcı mecralar da var üstelik: muhitler, mahfiller, haneler. Siz kapıları zorlayın, zaman zaman yanlış seçimler yapınca da üzülmeyin, böylece doğruyu bulmayı da öğrenirsiniz derdi üstüne. Mektep gibi insanlardı bunlar, tek başlarına bir ekoldüler, nosyonları vardı. Bitti bu tip insanlar? Gittiler ama bitmediler. Bugün belki birilerinin “rahle-i tedrisinden geçme” imkânı pek kalmadı ama sadece söyleşilerini dinlemekle, kitaplarını okumakla, yol haritalarını çıkarmakla epey yol alınabilecek kalemlerimiz mevcut. Taner Ay da bu isimlerin en zevk-i selim sahibi olanlarından.

Söze bir İstanbul âşığı olan Haluk Dursun ile başlamayı tercih ettim çünkü Taner Ay da İstanbul’u göz ve gönül yordamıyla adımlarken bizleri edebiyatımızın hem unutulmaz hem de unutulmuş isimlerine götürüyor. Onun “Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler”, “İsmail Saib Sencer: Sufiler Arasında Bir Alim, Ulema Arasında Bir Sufi”, “Edebiyatın Kadıköyü” kitaplarına şöyle göz ucuyla bakınca bile bir yazarın define arama hazzını yakalayabiliyoruz. Türk edebiyatı nazarından konuşacak olursak, bizim araştırmacılarımızın alamet-i farikası şunlar galiba: korkunç bir merak, bitmek bilmez bir gayret, dünü bugüne taşıma mahareti. Kazı çalışmalarını köşe yazılarından kitaplarına taşıyan Taner Ay, bu kez bir hikâye ile edebiyat ve İstanbul âşıklarını ağına düşürüyor. Hikâyenin merkezinde İstanbul var, kahramanımız Tanbûrî Cemil Bey, zaman ise 1900’lerin başı. Alacağınız tadı siz düşünün.

İstanbul’un güzide beldelerinden Fatih’in Molla Gürânî semtinde doğan Cemil Bey, esaslı bir rindmeşreptir. Giyimine kuşamına fazla kıymet vermeyen, kuralları önemsemeyen, iç âlemiyle yaşayan, keşif ve seziş yeteneği kuvvetli, hoş gören ama her şeye eyvallahı olmayan, hâlden anlayan, zevkine düşkün biridir yani. Boşuna değildir nağmeleri hallaç pamuğu gibi oradan oraya savurması, bir dinleyeni bin yerinden vurması, baş kulağıyla değil can kulağıyla dinleyenleri hikmetlere bulaması. Cemil Bey hayatın acılarına katlanırken de neşelerine cevap ararken de hep tanburuna koşmuş evvela. Bu durum hanımının canını epey sıkmış, anılarda görülen bu. Ne vakit ki Cemil Bey’in tanburunun nâmı almış yürümüş, hanımı da nefsini mahcup bir limanda terbiye etmeye çekilmiş. Bu büyük sanatçımızın bir de kedi sevgisi var ki dillere destan. Hanımı muhalif olmasına ve “kedi varsa ben yokum” demesine rağmen, kedisini koynuna alıp evin başka yerinde uyumaları var mesela. Taner Ay, her yaştan insanın bu hikâyeyi okuma ihtimalini düşündüğünden olsa gerek, o zamanların eski(mez) insanlarını da mutlaka sayfalarına misafir ediyor. Bendeniz bu isimler arasından “dünya gözüyle görebileydik” diye zaman zaman ağıt yaktığım, kabrini sık ziyaret ettiğim bir zat-ı şahaneyi seçiyor ve sizi satırların yakışıklılığına davet ediyorum: “Kapalı Çarşı’nın içinden Bâyezîd’e çıktığında, soğuktan titriyordu. Ancak İmaret kapısının önünde Umûmî Kütüphâne’nin ikinci hâfız-ı kütübü İsmail Saip Efendi’yi ve Hacı Ali Efendi’yi kedileri doyururken görünce ıslak soğuğu hissetmez oldu. Meşrebi gereği ihtilattan ziyade inzivadan, mukâmeleden ziyade mütalaadan hoşlanan bu allâmeye hayrandı. Onun da kendisi gibi insanlara ve dünyaya küskün biri olduğunu düşünürdü. Sadece İsmail Saip Efendi’ye alışkın olan kedileri rahatsız etmemek için, oradan âdeta koşar adım geçip Aksaray cihetine saptı…

Tanbûrî Cemil Bey’in ardından okur da adımlıyor İstanbul sokaklarını. O zamanın mühim ve mümtaz kahvehaneleri görmeden olur mu? Kâtip Mahmud’un Şehzâdebaşı’ndaki, Kadayıfçı Ali’nin Aksaray’daki, Arnavud Mehmed’in Divanyolu’ndaki, Dolmacı Mihran’ın Halıcıoğlu’ndaki, Galip Reis’in Çeşmemeydanı’ndaki semai kahveleri göz kırpıyor. Sonra, Cemil Bey’in yaşadığı ve verem illetiyle meşhur Taşkasap’taki hanımefendilerinin isimlerinin güzelliği nereye konmalı? Elbette kiraz ağaçlarının dallarına: Emine Zennube Hanım, Hatem Kadın, Mahbub Hanım, Demsaz Hanım, Hüsnimelek Hatun, Pembe Hanım, Şerife Eda Hanım, Bülbül Seza Kalfa, Lebriz Kalfa, İkbal Hanım, Rabia Tüti Hanım, Fatıma Elmas Hanım, Şem’irüz Hatun, Aynülhayat Kalfa, Gülfidan Hanım, Hesna Hanım, Şems Kadın…

O vakitler hanımefendiler tabiri caizse bir meclistir, hem de kuvvetli bir meclis. Mahalleye çekidüzen veren, eksiği bilen, fazlayı üleşen, derdi bölüşen, pencereden hamamlara taşan sohbetlerin -eh, elbette dedikoduların da- kaynağı onlar. Taner Ay’ın hikâyesindeki tüm kurguda şu fark ediliyor ki eski İstanbul âdetlerini yaşatanlar da ekseriyetle kadınlar. Tanbûrî Cemil Bey gibi sazını yenme yolculuğunda nice hayat tecrübeleri elde etmiş birini bile karşılaştığı âdetler şaşkına uğratabiliyor. İşte, mahdumu Mes’un Bey’in dünyaya gelişinde şahit oldukları: “Loğusayı ve çocuğu albasmasından korumak maksadıyla Saide’nin başına ve Mes’ud’un yeşil yastığına geçirilen duvağın üstüne kırmızı kurdeleler bağlanmış, beşiğin baş tarafına bir Kur’an kesesi asılmış ve ayak tarafına da pis bir süpürge konmuştu… Nevreste Ebe ise loğusayı çeyrekleyip tütsülemiş, ardından onu bir mindere oturtup kucağına Mes’ud’u vermişti. Kadınlar el birliğiyle loğusa yatağını topladıktan sonra mevlit okunmuş, şerbet dağıtılmıştı. Cemil, herhalde bu kadardır derken, bir de kırk hamamı çıkmaz mı? Meğer loğusaya bir hamam kapatmak da âdettenmiş.

Tanbûrî Cemil Bey’in yaşamının bir bölümünü içine gizlemiş olan Vaktinden Evvel Bir Zemherir’de saz semaileri, peşrevler, taksimler ve elbette Türk Sanat Müziği eserleri de arada tebessüm ediyor okura. Kitap bittikten sonra Cemil Bey’in ruhu şad, eski İstanbul yâd olsun deyu meşk edelim: Hatırla ma’ziyi mes’udu sen de ben gibi yan…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Okumak: her şeyin mümkün olduğuna inanma hali

Ne Okursan O Olursun, Robert Diyanni’nin kitabının adı. Antre Yayın tarafından ilk Türkçe baskısı 2023 yılında, Fatma Sevde Ünal çevirisiyle yayımlanmış. Kitabın alt başlığı aynı zamanda amacının ne olduğunu belirtiyor: iyi okuma için uygulamalı bir kılavuz.

Kitaplara yeterli bir zihinsel enerji harcayarak, olabilecek en aktif şekilde okumak elbette oldukça önemli. Tıpkı Robert Scholes’in dediği gibi, “Her metinden aldığımız, tam olarak verdiğimize eşittir.” (s.43). Aynı kitabı okuyup çok farklı sonuçlara ve derinliklere varmak pekâlâ mümkün. Okumak fiilini herkes için aynı eylemmiş gibi kullanmaya alışık olduğumuzdan kendimize özgü okuma biçimini bulmakta her zaman zorluk çekiyoruz.

Okumanın en nihayetinde kendimizi okumak olduğunu bilememekten kaynaklı başıboş savrulmalarımız çok. Başka türlü kendimizi görmemiz mümkün olmadığı için başkalarının gözlerine ihtiyacımız olduğunda okuruz oysa. “Kitaplar onların vasıtası olmadan ulaşamayacağımız şekillerde kendimizi görmemizi sağlar.” (s.186). Bu savrulmalara bir de basılan sayısız kötü kitap olması gerçeğini ekleyince Diyanni’nin kitabı, uygulamalı bir rehber niteliğiyle hayli değerli; yalnızca, nasıl okunacağını değil aynı zamanda okumayı gerçek anlamda öğrenince okunmaması gereken kitapları okuyamaz hale geleceğimizi anlatması bakımından da ilginç.

Ne var ki kitapları nasıl okumalı konusuna geçmeden önce her zaman -ve tekrar be tekrar- sorulması gerektiğini düşündüğüm bir başka soru var: kitap okumak zorunda mıyız? Ya da, neden okuyalım ki? Okumanın değeri tam olarak nedir?

Gerçekten de hayata çok düşünmeden şöyle bir bakınca, ömrünce kitap okuma ihtiyacını bir kez olsun duymadığı hissine kapılmamıza neden olan pek çok kişi gayet “başarılı” ve istediğini almış gözükmüyor mu? Hatta, çok okuyan ve çok düşünen insanların daha zorlu hayatlar yaşadığı gibi bir düşünceye kapılma eğiliminde değil miyiz çoğu zaman.

Gerçekten de insan, ne okursa o oluyor belki de ve tam da bu yüzden okumayınca olması gereken bir şey kalmıyor geriye ve hayatta her şey o kişiler için mümkün hale geliyor. Hiçbir şey olmamanın dayanılmaz hafifliğiyle mutlu mesut yaşayıp gidiyorlar. Okumuşlar içinse olmakla olamamak arasındaki gidiş-gelişler hep bir yorgunluk kaynağı. O halde, tutkuyla ve her şeye rağmen bizi kitaplara bağlayan, okumadan geçen zamanı kayıp saymamıza neden olan, hayat başarısından bağımsız bir yolculuk gibi hiç düşünmeden atıldığımız bu tek taraflı çabayı neden sarf ediyoruz?

Okuyoruz, çünkü başka bir dünyanın mümkün olduğunu biliyoruz. Yaşadığımız hayatın onca adaletsizliği, haksızlığı ve ahlaksızlığı karşısında başarılı olmanın bir ceza olduğunu düşünüyoruz ve bundan istemsiz şekilde kaçınıyoruz. Başka türlü bir dünyaya ulaşıncaya kadar okumak zorunda hissediyoruz kendimizi. Olan bitenin başka türlü olamazmış gibi olan halini asla kabul edemiyoruz. Aptallaşmak istemiyoruz, çünkü aptallık tam da başka türlüsünün mümkün olmadığını düşünmekle çok ilişkili. Kitaplar, aptallar için değil belli ki!

İronik biçimde konforu reddedip -aptalca görünse de!- karşı koymak ve itiraz etmek için okuyoruz (İnsanları, Don Kişot’u sevenler ve sevmeyenler olarak ikiye ayırsak yeridir). Hayatın en sıradan anlarında dahi gizliden gizliye kendini hissettiren hüznü duyabilmek, başka türlü hissedebilmek için ve de. Her türlü neşenin hüzünde saklı olduğunu bildiğimiz için belki de. Sıradan olandan eşsiz olana geçiş için, işlerimizin yolunda gitmesinden duyduğumuz utanca yenik düşmemek için.

Tekrar sorarsak o halde, okumak zorunda mıyız? Elbette, hayır! Bu bir zorunluluk olamaz kesinlikle. Öyle olsa başka bir dünya mümkün olmazdı çünkü. Başarılı olmak gerçekten başarılı olmak olurdu! Her şey göründüğüyle sınırlı olur, şiire gerek kalmazdı. Neyse ki kendisini okumak zorunda hisseden insanlar hep oldu ve hallerine bakılırsa -vaat ne olursa olsun!- onları yollarından döndürmek pek mümkün değil. Dahası, biz ne düşünürsek düşünelim onlar hep başka türlü düşünecek ve bunun mümkün olduğunu bütün varlıklarıyla göstermeye devam edecekler.

Diyanni de tam olarak böyle söylüyor: “Güzel okuma zihni uyandırır ve genişletir. Sizi günlük hayatın ötesindeki ruhsal bir aleme götürür. Güzel okursanız yine kendiniz olursunuz. Ama daha iyi, daha ilginç bir size dönüşürsünüz.” (s.9). Günlük hayatın ötesindeki ruhsal alem tam olarak neresidir, böyle bir yer neye benzer, bilmiyoruz. Ama çok iyi biliyoruz ki hayat günlük olan bitenle sınırlı olamaz. Tıpkı, hiçbir şeyin göründüğü kadarıyla sınırlı olamayacağı gibi. O nedenle, okumak, görünmeyene ulaşma çabasıdır. Her türlü pratik amacın ardındakiyle bağlantıya geçmenin en tatmin edici yollarından biridir. İçimizdeki dünyayla dışımızdaki dünyanın uyuşmazlığını yenmek için bulunan yeni yollarla bağlantı kurmanın en verimli biçimlerindendir. Tıpkı Okuyucu yazarı Maryanne Wolf’un dediği gibi: “Derin okuma her zaman bağlantı kurmaktan geçer: bildiğimizle okuduğumuzu, okuduğumuzla hissettiğimizi, hissettiğimizle düşündüğümüzü, nasıl düşündüğümüzle nasıl yaşadığımızı birbirine bağlamaktır.” (s.50). Önemli olan anlam değil etkidir bu yüzden. Bizi birbirimize ve hayata bağlayan şey de tam olarak budur. Esas olan, anlam değil arayıştır. “Hakikatleri aramanın onları keşfetmek kadar mühim olduğunu unutmamalıyız.” (s.43). Kitapların, özellikle de kurmaca eserlerin ne dediğinden çok nasıl dediği, yıllar geçse ve kitabın her yerini unutsak bile üzerimizdeki geçmeyen etkisidir, asıl önemli olan.

Okumanın en iyi biçimi, duyguyla düşünceyi birbirine bağlayan şeklidir. Şiirsel düşünce bu bağlantıyı kurabilen okur ve yazarın iş birliğiyle var olur. Okumanın, tarifsiz bir zevke dönüşmesi de yine böylelikle açığa çıkar. “His ve düşünme zevkleri karşılıklı bir etkileşim içinde var olur; birbirlerini hareket geçirir, güçlendirir ve zenginleştirirler. Bu okumanın karmaşık zevklerinin en yaygın ve önemli olanıdır. Bizi düşünmeye ve hissetmeye iten, hissederken bile düşünmeye alan bırakan, düşünürken hissettiren edebi eserlere değer veririz.” (s.173).

En verimli okumalar, okunmak için yapılanlardır. Okuduğumuz kitaplar da bizi okur. “Okuduğumuz kitaplar tarafından okunuruz; büyük yazarlar -romancılar, şairler, oyun yazarları, denemeciler- bizi kendimizden daha iyi tanır…metin sabit kalır ancak eser değişir. Sözcükler sabit kalır, ancak anlamları değişir.” (s.194). Kitapları okurken kendimizi yeniden düşünmek için yardım alır ve içten içe bir minnetle hayat karşısında mütevazi bir şükre kapılırız. Hiç gereği yokken çok şey bulmuş, düşünmüş ve hissetmişizdir. Her şeyin ötesindekiyle bağlantıya geçmiş, sıradan ve gündelik olanı yenmişizdir.

Okumanın değeri tam olarak nedir o halde? “Okumak paradoksal bir şekilde değerlidir. Çünkü yaşamak için katiyen gerekli değildir -nefes almaya benzemez; hayata devam etmek için elzem değildir. Birçok insan çok fazla okumadan başarılı olur. İyi okumak ne şöhreti veya serveti ne de dünyevi başarıyı garanti edebilir.” (s.196).

Zorunlu ve olmazsa olmaz olandaki değer, apaçık ve fazla görünür olduğundan bizi düşünülemeyecek olandan hep uzak tutar. Oysa, zorunlu olmadığı halde zorunluluk duyduğumuz eylemler en düşünülemeyecek dünyaların kapılarını aralar. Okumanın değeri tam olarak burada gizlidir. Okumak, olmaktır. Olmayacakmış, olamazmış gibi görünen her şeyin ötesine geçen bir oluş halidir. Her şeyin mümkün olduğuna inanma hali de denebilir. İyi okuma, okunan her şeye inanmayı içerir. Sonra da inanılan her şeyin inanılmaz olduğunu bilerek yaşamadan kaynaklı bir kendi kendine yetme haline dönüşür. Dışarıdan bakıldığında derbeder gibi gözüken iyi bir okur kendi içinde insanlık komedyasının sahne arkasını görebilmektedir.

Kitap, yazıldığı gibi okunmalıdır. Öylesine sessiz, kendini her şeyden çok vererek. Durup durup düşünerek. Ve, kendi kendine sık sık gülümseyerek…

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

7 Haziran 2024 Cuma

Kayıp Limon Şehri'nin peşinde

Emine Arlı’nın yazdığı, Radiye Ayla Asilkan’ın resimlediği Limon Çekirdekleri adlı kitap, haritadaki yeri kaybolmuş, üzerinde yaşadığı canlıları dört duvar arasına kapatılmış Kayıp Limon Şehri'ni bulmak ve orada yaşananlara son vermek için kolları sıvayan dört arkadaşın öyküsünü anlatıyor.

İstanbul doğumlu Emine Arlı, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun olmuş. Aynı zamanda sosyoloji dalında da lisans eğitimi almış. Okul öncesi öğretim kurumlarında Değerler Eğitimi dersleri veren Arlı, okul idareciliği de yaparak eğitim ve öğretimin işleyişi hakkında bilgi sahibi olmuş. Eğitimci tarafına anneliği de eklenince çocuk kitaplarıyla uzun uzun mesailer harcamış. Küçük yaşlarda merak sardığı yazma hevesi bu sürecin ardından iyice ortaya çıkmış ve çocuklarla gençlere yönelik yazım serüveni başlamış. Radiye Ayla Asilkan ise 1992 yılında dünyaya gelmiş. Çocukluğunu toprak üzerine çizdiği şekillerle geçiren Asilkan, bir gün babasının ona boya kalemleri almasıyla birlikte çizimlerini kağıt üzerinde yapar olmuş. Kafasında kurduğu hayalleri kağıda, fırçaya dökmüş. Çocuklar için resim yapmayı çok sevdiğinden onlara gönüllü olarak resim dersleri vermiş. “Küçük Eller Büyük Hayaller” adlı bir sergi açmış. Emine Arlı’nın kalemiyle Radiye Ayla Asilkan’ın fırçası, Timaş Çocuk Yayınları etiketiyle yayımlanan Limon Çekirdekleri adlı kitapta bir araya gelmiş. Haritadaki yeri kaybolmuş, üzerinde yaşadığı canlıları dört duvar arasına kapatılmış Kayıp Limon Şehri'ni bulmak ve orada yaşananlara son vermek için kolları sıvayan dört arkadaş üzerinden, tam da gözümüzün önünde, çadırlarda kalan çocuklara bombalar yağdırılırken, “Aynı göğün insanlarıyız” mesajını veren kitap, ayrımcılığa, kötülüğe, insanın insana zulmüne karşı birlik olmanın önemini vurguluyor.

Menesse, Samir, Semiha, Hasan okullar ara tatile girmeden önce son derslerini yapmak üzere sınıfta hazır bulunurlar. Dersin konusu, hangi ülkelerin neyi meşhur üzerine dönmektedir. Öğretmenleri bazı örnekler verdikten sonra konu limona gelir. Limonun nerenin ünlü meyvesi olduğunun bilinmediğini anlatır. Öğrenciler duruma şaşırır. Zira öğretmenin anlattığına göre; limonuyla meşhur olan ülkenin neresi olduğu bilinmemektedir. Hatta yeri haritadan bile silinmiştir. Ancak limonlarının çok lezzetli olduğu, insanlarının cana yakınlığı bu isimsiz yerin özellikleri arasındadır. Bu tuhaf durum, dört kafadarın aklına yatmaz. Kafalarını buranın neresi olduğunu bulmak için çalıştırmaya başlarlar. Büyüklerine danışırlar, mahallelerindeki esnafa sorarlar. Herkes bu kayıp ülkenin yeri hakkında çeşitli rivayetler ortaya atar. Bizimkiler ise bu ülkenin akıbetini bulmak için kolları sıvar. Dijital ortamda aramalar yaparlar, ilan bastırıp mahallenin duvarlarına asarlar.

Bir süre ses, seda çıkmaz. Ancak mahallede antika dükkânı olan yaşlı bir adam onlara olayın gerçek yüzünü anlatmaya başlar: “Bu aslında çok eski bir hikâye...” diye sözlerine kaldığı yerden devam etti. Kelimeler harflerden ibarettir, rakamlar ise sayılardan. Ama insanlar sayılardan ibaret değildir, hepsinin bir hikâyesi vardır. Bir şehrin hikâyesi ise iç içe geçmiş pek çok hikayeden oluşur. Yaşadığımız şehirler de tıpkı diğer her şey gibi, ismiyle bir karaktere bürünür. Birine şefkatli dersen şefkatli, cesur dersen cesaretli, adil dersen adaletli olur. Bu şehrin adı da güçlü anlamına geliyormuş. Ama bu güç, haksızlığa karşı duruşundan ve zalime boyun eğmemesin den kaynaklanıyormuş. Üstelik bu şehir, büyüleyici güzelliğe sahip bir şehirmiş. Öyle ki, bir kez gidenin kesinlikle yeniden gitmek isteyeceği türden... Fakat gel zaman git zaman tıpkı sineklerin şekerli şeylerin üstüne üşüştüğü gibi birtakım insanlar da bu şehrin üzerine üşüşüvermişler. Hâlbuki önceleri orada yoklarmış. Ne orada doğmuşlar, ne evleri varmış orada. Ne büyüttükleri bir ağaçları varmış ne de bir akrabaları. Kimsenin ne komşusu imişler ne de bir arkadaşı. Bu şehri çok sevdik demişler ve bu şehir artık bizimdir diyerek akın akın oraya gelmişler. Birlikte yaşama gibi bir istekleri hiç yokmuş. Tek istekleri, şehrin tek sahipleri olmakmış.

Hikâyenin aslını öğrenen Menesse, Samir, Hasan ve Semiha, kayıp ülkeyi bulmak için neredeyse tüm dünyayı seferber edecek bir kampanya başlatırlar. Amaçları, şu anda neresi olduğunu tahmin etmenin hiç de zor olmadığı ‘o’ ülkede yaşayanları hapseden duvarları yıkarak özgürlüklerine kavuşturmaktır…

Emine Arlı, Limon Çekirdekleri'nde, Kayıp Limon Ülkesi üzerine kurduğu hikâyeyle özgürlüğün, birlik olmanın, yurt duygusunun altını çizerek sadece küçüklerin değil, büyüklerin de dikkatini çekecek bir kitapla karşımıza çıkıyor.

Burak Soyer
soyerbrk@gmail.com

5 Haziran 2024 Çarşamba

Anlatmadan yaralara dokunan bir dost eli

Modern zamanın erişimi kolay, konfora düşkün ve fakat daima yorgun ve sükuneti arayan insanlarıyız. Zihnimiz sürekli dolu. Ekranlardan, kaydırmalardan, reklamlardan oluşan dev bir hengamenin içinde şahsi dertlerimizi öğütemediğimiz gibi, kendimizi dinleyeceğimiz yahut bir başkasına kulak vereceğimiz zamanlar dahi işgal altında. Böyle zamanlarda anlatmadan anlayan, bir bakıştan, nefes alıp verişten, sesindeki o ince titremeden duruma vakıf olup omzuna baş koyacağı bir dost arıyor insan. Anlatmak için değil, o içteki büzüşme her neyse, ancak bir dostun sırtını sıvazlamasıyla durulacak gibi hissettiğinden. İşte bu kitap, anlatmadan o yaralara dokunan bir dost eli gibi...

Her insan derdi nispetince bir mananın içinde döner durur şüphesiz. Kitap, seni beni ayırmadan insan olma derdinin içinde belki de kaybolmuşlara ‘yalnız değilsin’ diyor fısıldayarak. Bir kavram haritası çıkarıyor edebi çerçevede. “Huzur, insan(ın) gönlündedir. Bakın bu üç kelime de çok kolay okunur ama içini doldurmak hiç kolay değildir. Hangi huzur, hangi insan, hangi gönül? Hakikat belki de bu üç kelimenin içini doldurmakla kendini aşikar ediyor.

Hafıza Kaydı, farklı zamanlarda yazılmış denemelerden oluşuyor. Yağız Gönüler bu denemeleri üç başlık altında sunmuş okura; “Hayat, İnsanlar ve Kitaplar.” Yazar gerek yaptığı alıntılarla gerek değindiği inceliklerle, ‘büyüklerin’ gönüllere dokunuşlarını anlattığı bölümlerle ve avcı bir okurun kendisine uzun bir liste çıkarabileceği kitaplarla lezzetli bir okuma sunuyor okura. Akılda dönüp duran sorulara cevap bulabildiğimiz anlar vardır hani. Bir ses, bir bakış yahut bir kelime boşluğu doldurur. Metinlerin çoğu böyle bir etkiye sahip. İnsan bir soruya hazırlıksız yakalanabildiği gibi, bir duyguya ve bir cevaba da hazırlıksız yakalanabiliyor.

Yeni bir yer yoktur, yeni bir ‘sen’ olana kadar.

Kimsenin kendine toz kondurmadığı bu zamanda yeni bir kimlik inşa etmek üzerine ve bu inşanın yokluğunun insanı içine düşüren sığlığı hakkında tefekküre davet eden muazzam bir cümle. “Yeni bir yer yoktur, sendeki seni bulup çıkarana kadar. Böylece her gün döndüğün yer, sadece döndüğün yerdir.

Yol yürümek, yol açmaya niyetli olanların işidir. Kendi(nde) bulduğu anlamı başkalarında da yaşatmak için. Sahiden yaşamak için. Yaşamak umurumuzdadır.

Sahiden umurumuzda mıdır?

Hakikat acımaz, acıtır.

İnsan daima özgür olmak ister ve insan daima özgün olmak ister.

Kalple akletmek, duyularla idrak arasında sağlam bir köprü inşa eder. Göz nereye baksa Allah’ı görür, kulak neyi duysa Allah’ı işitir. Böylece ‘Doğuda da batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır’ ayetinin sırrını tadar, yaşar.

Aramak, bulmak, yitirmek, sonra tekrar aramak, bu defa bulamamak ama aramadan asla vazgeçmemek, tüm bunlar sevgidendir.

Hayatımızdan memnun olmaya, öyle veya böyle güzel yaşamaya çalışmak tek başına halledilecek bir mesele değil.

Deneme, okuru içine alma açısından riskli bir alan. Didaktik olmadan, kalbe değen meseleleri yazarla bir dost muhabbeti kıvamında ele alan kitabın arka kapak yazısı genel bir özet sayılabilir;

Yaşadığımız topraklar dünüyle bugünüyle bizlere çok şeyler vadediyor. Eski(mez) insanların izini sürmek, onların yazdıklarından ve yaşadıklarından kendimize pratikler çıkarmak, dünü bugüne ve bugünü yarına bağlamak, Tanpınar’dan ilhamla söyleyecek olursak ‘değişerek devam etmek ve devam ederek değişmek’ her zaman mümkün. Yeter ki birileri ‘başka şeylerle’ ilgilensin, ‘başka şeyler’ okusun. Raflarda tozlanmış kitapları yeniden ortaya çıkarsın, kimsenin dikkatini çekmeyen asil konuları yeniden yorumlasın, tüm ciddiyetiyle ‘para etmeyen’ ama ‘mana yüklü’ işlerle yaşama anlam üstüne anlam katsın. Hem kendine hem civarına bahtiyarlık sunsun, huzur aşılasın, şevk versin. Neden olmasın?

Nihayetinde; “Muhabbet yalnızlığı giderir, muhabbet yürekleri bir eder, muhabbet cana can katar, muhabbet gönülleri mamur eder.

Vesselam.

Sevde Yazıcı
twitter.com/yazicisevde

Okuma ve yazma tutkusunun ete kemiğe bürünmüş hâli: Alberto Manguel

“Çılgınlığın giderek arttığı bu dünyada yazmak benim için akıl sağlığının teminatı.”
- Alberto Manguel

“Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
- Sait Faik Abasıyanık

Bir yazarı tanımanın, onun düşüncelerini öğrenmenin, sorulara göre aile hayatının/yaşamının içine girebilmenin en iyi yollarından biri, onunla yapılmış söyleşileri okumaktır. Bu söyleşilerin en önemli özelliği ise söyleşinin yüz yüze ya da internet üzerinden olsa bile spontane olmasıdır. Artık (covidin de araya girmesiyle) yüz yüze söyleşi pek okuyamıyoruz. Birçok dergideki söyleşiler maalesef e-mail üzerinden gerçekleşiyor. Hâl böyle olunca da yazarların sorulara verdikleri cevaplar konuşma şeklinden çıkıp kitabileşiyor ve didaktikleşiyor. Kısa cevaplar da bu durumda ortadan kalkıyor ve yazarlar sayfalarca cevap ‘yazıyor’. Hatta zaman zaman bazı yazarlar cevaplarını ‘bilgisel şov’lara dönüştürüyorlar. Ben mesela bir söyleşide uzun uzun dipnot okumak istemiyorum ama bir yönüyle yazarlar da haklı olabilir. E-mail üzerinden bir soru soruluyorsa yazar da buna uygun cevap verebilir. Fakat son tahlilde, bir söyleşi zorunlu kalmadıkça konuşma sözcükleri, dili ve temposuyla olmalıdır. Yapı Kredi Yayınları, Orhan Düz çevirisiyle yeni bir Alberto Manguel kitabı piyasaya sürdü. Sieglinde Geisel’in Alberto Manguel’le yaptığı söyleşiler kitabı bu. Farklı kişilerdense bir kişinin yaptığı söyleşiler dizisi bence daha değerli çünkü aynı soruların tekrar tekrar sorulmasının önüne geçiyor bu durum. Ayrıca belli bir kronoloji de takip edebiliyor okur. Hayali Bir Hayat bu özelliğiyle değerini bulmuş. Tam olarak yüz yüze gerçekleşmiş diyemesek de görüntülü konuşmayla bu söyleşiler/konuşmalar ortaya çıkmış. Bu da bir değer düşüklüğü getirmiyor kitaba. Normalde Manguel-Geisel ikilisi bu konuşmaları Zürih’te yapacakmışlar ancak pandemi nedeniyle bu konuşmalar uzaktan gerçekleşmiş. En azından e-mail üzerinden değil.

Alberto Manguel bize, yani Türk okurlara yabancı biri değil. Kitapları okunuyor diyebilirim Türkiye’de. Daha doğrusu bazı kitapları okunuyor. Genelde okuma, kitaplar, kütüphaneler hakkında yazdığından dolayı bu tür okuma sevenler için muhteşem bir yazar. Manguel ayrıca bir de Tanpınar’ın Beş Şehir’inin izini sürüp kendi beş şehrini yazarak da Türk okurlar nezdinde ününü pekiştirmiştir. Bunlara ek olarak bir de Enis Batur’la arkadaşlığı üzerinden biz Enisbaturseverler gözünde de bir değer kazanıyor. Geisel ön sözde Manguel’in meşhur kütüphanesini Lizbon’a taşımasını konu ediyor. Elbette Arjantinli bir yazarın kütüphanesinin Lizbon’da ne işi var diyebiliriz. Ancak çok sayıda ve nitelikli kitaplardan oluşan bir kütüphaneye sahip olanların önündeki sorulardan biridir, ölünce kütüphanesine ne olacağı. Bu yüzden de ölmeden önce bu sorunu çözmeye çalışırlar. Değer görecekleri bir yere kitaplarını nakletmek isterler. Manguel için burası Lizbon olmuş çünkü Lizbon’dan ısrarlı bir talep gelmiş Manguel’e: “Söyleşilerimiz sırasında Alberto iki kez taşındı: Yazın hayat arkadaşı Craig Stephenson’la birlikte Montreal’e, eylül ayında ise Lizbon’a taşındı, çünkü Lizbon Belediye Başkanı, Alberto Manguel’in efsanevi kütüphanesine ev sahipliği yapacak yeni bir mekân teklif etmişti: 40.000 kitap 2015 yılından beri Montreal’de muhafaza ediliyordu, şimdiyse Lizbon’un tarihi kısmındaki bir saraya taşınacaklar ve orada Espaço Atlântida adındaki, ‘Okumanın Tarihini Araştırma Merkezi’nin en önemli bölümünü oluşturacaklardı.

Daha kitabın başında bu paragrafı okuyunca hayıflanmadım değil. Aklıma Seyfettin Özege’nin yaşadığı, okuyanı ve bir kitapseveri öfkelendirecek şu anekdot geldi: Özege kitaplarını kataloglayıp Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne bağışlıyor ve her hafta yeni aldığı kitapları da bağışladığı kitapların yanına göndermeye devam ediyor. Bir süre sonra üniversiteden Özege’ye bir mektup geliyor. “Lütfen artık kitap göndermeyin, kitapları koyacak yerimiz yok.” Bu iki olay iki milletin kültüre, bilgiye, nesne olarak kitaba bakışını çok güzel özetliyor. Kimse beni yıllık kitap basım sayılarıyla kandırmaya çalışmasın. Hep dediğimi yineliyorum. Bu ülkede kitap okuyan çok kişi yok, az sayıdaki kişinin çok kitap okuması durumu var.

Söyleşilerde Manguel’in çocukluğunu ve ailesini de detaylı denebilecek şekilde tanıyoruz. Babası ilginç bir adam Manguel’in. Aile ilişkileri de bildiğimiz aile ilişkilerine göre farklı. Bakıcılarla büyüyor ve bu durum ileriki hayatını da etkiliyor. Tabii bazı kuramadığı bağları ve gerçeklik hissini de kitaplarda arıyor diyebiliriz: “Gerçeklik benim için çoğu zaman bir kitabın sayfalarının gerçekliğiydi, sözcüklerden oluşan bir gerçeklik.

Kitabın önemli özelliklerinden biri kapsayıcı olmasıdır. Bir de Manguel’in her soruya açıkça, sansürsüz cevap verme isteği. Bu, kişisel ilişkilerinden politik sorulara kadar her alanda geçerli. Böyle olunca da okurun hem çok şey öğrendiği hem de keyifle okuduğu bir kitap ortaya çıkmış. Manguel’in kimseden çekincesi yok. Ne devletten ne bürokrasiden ne kişilerden ne de toplumdan. Bu yüzden de her soruya sansürsüz cevap veriyor ve söylediklerinin arkasında duruyor. Bazen bu yüzden sakin hayatı bozulabiliyor. Tam rahata erdiğini düşündüğü Fransa’dan ayrılmak zorunda kalması gibi.

Her kitapsevere ve hatırı sayılır bir kütüphane oluşturan kişiye sorulan klasik bir soru vardır. Bu soru Selçuk Altun’a da sorulmuştur Enis Batur’a da Umberto Eco’ya da. Yani kültür fark etmez bu soruyu duymuş olmak için. Manguel’e de sorulan bir sorudur bu: Bu kitapların hepsini okudunuz mu? Kırk bin civarı kitabı vardır Manguel’in ve bu ekonomik durumda dahi kitap almaya ve okumaya devam eden birçok okura dayanak olabilecek şöyle bir cevap veriyor yazar: “Hepsinin kapağını bir kere açtım ama Alice Harikalar Diyarında gibi iki yüz kere okuduğum kitaplar olduğu gibi, sadece tek kelimesini okuduğum kitaplar da var. Bazılarının kapağını açar açmaz kapatmışımdır. Kitaplarla olan ilişkim dünyayla olan ilişkimdir; dünyayla olan ilişkimse kitaplarla olan ilişkimin bir kopyasıdır. Her ağaca, her buluta bakmıyorum ve her insanla konuşmuyorum ama onların orada olduğunu ve içinde bulunduğum dünyayı tamamlamak için gerekli olduklarını biliyorum. Kitaplarda da durum aynı. Falanca kitaba ne zaman ihtiyacım olacağını veya ona ihtiyaç duyup duymayacağımı bilmiyorum. Kitaplar inanılmaz derecede sabırlıdır. Dante’de benim başıma geldiği gibi, ömrünüzün sonuna kadar bile sürse sizi beklerler.

Manguel’in hayatı okuma ve yazma tutkusu üzerinden sürmüş ve hâlâ da bu şekilde devam ediyor. Bizler gibi okumaya gerektiği önemi vermeye çalışanlar için Manguel önemli biri. Çünkü onun yazdıklarının çok önemli bir kısmı okumanın tarihine, kültürüne ışık tutuyor. Zaman zaman “okuma üzerine bir okuma” yapmak iyi okurlara bir okuma konforu sağlar. Ne çok okuma dedim. Madem bu yazıyı da onun okuma tutkusunu anlatan sözleriyle bitirelim. Manguel’i ilk defa okuyacaklara bu söyleşi kitabıyla başlamalarını tavsiye ederim. İlk önce, yazarı her yönüyle tanımak iyi olacaktır: “Okumadığım bir zaman asla yoktur, yataktayken, trendeyken, tuvaletteyken ve öğle yemeği yerken bile okurum. Birisiyle konuşmadığım sürece her zaman elimin altında bir kitap olur. Şayet o sırada elimde kitap yoksa mısır gevreği kutusunun arka tarafında yazanları okurum. Bu benim dünyayla ilişi biçimim.

Mehmet Akif Öztürk