31 Mayıs 2024 Cuma

Naneyi Yedik Lokantası’na rezervasyon yaptırdınız mı?

Annem ismimi Gürkan koymayı düşünmüş ama son anda fikrini değiştirip Mert koymuş. Bu kitabı, konulmamış ismime, Gürkan’a ithaf etmek istiyorum.” diye konuşmaya başlıyor, son zamanların çok satan ve iyi yazan kalemlerinden Mert Arık. Naneyi Yedik Lokantası, oldukça eğlenceli bir babaannenin dünya turuna çıkmazdan önce torunu Güneş’e bir demet nane bırakmasıyla başlıyor, biz de bu maceranın peşinde iz sürüyoruz. Aklınıza daha başta gelen soruyu ben de sorayım o vakit: Peki Güneş, bu naneyle ne yapacak? Sorunun cevabı, yazarın kurgusunda incelikli bir anlatıyla veriliyor. Aslında Ayvayı Yedik Müzesi’ni okuyanların, oradaki hikâyeyi hatırlayanların aklına geleceği bir yanıt var, dedikten sonra yeniden babaannenin torununa bir kutu içinde verdiği nane kokusunu duyalım.

Bu arada Mert Arık’ın pek tabi ebeveynlerine karşı sevgi ve saygısı var; ancak babaannelere, anneannelere ve dedelere olan hürmeti ve muhabbeti daha derin gibi. Çünkü kurduğu diyaloglar yine pek muhtemel bizzat yaşadığı, duyduğu, gördüğü, hissettiği tecrübelerden mülhem. Babaanne, yine çok uzaklara gitmiş, Güneş elindeki nanelerle ne yapacağını düşünüyordur. Bu sırada ablası Rüya’dan yardım isteyen Güneş, babaannesinin bir tesadüf sonucu karşısına çıkan Trüf adlı köpeğin tasmasına sıkıştırılmış bir mektubu hatırlar. Malum trüf, aslında besin değeri yüksek bir mantar türü. Köpek Trüf ise bir mantar bilimci tarafından özel yetiştirilmiştir. Yazar, böylesi güzel bilgi ve örgülerle çocukların dağarcığını geliştiriyor, belirtelim. İşte Trüf’ün hikâyesinden ilhamla açılan lokanta, zamanla herkesin ilgi odağını dönüşür; fakat çılgın babaanne bu işi daha sonra kızına devreder.

Güneş, bu hatırayı hatırlarken, elindeki naneye bakıyor ve onunla ne yapacağını düşünüyordur. Ve aklına bir fikir gelir: Önce annesinin lokantasının ismini değiştirecektir. Evet Trüf ismi çok anlamlıdır; ama akılda kalıcı değildir. İnsanların merak edeceği bir isim bulmak için aklının kollarını sıvar ve yeniden düşünmeye başlar. Sonunda harika bir isim bulur: Naneyi Yedik Lokantası! Menüde yer alan ‘Naneli Uçan Hamburger’, ‘Uranüs Soslu Naneli Kuru Fasulye’ gibi yiyecekler de en az işletmenin adı kadar sıra dışıdır.

Bu arada söz konusu lokanta iki sene içinde inanılmaz bir şöhrete sahip olur. Bosna Hersek’ten Kazakistan’a, Kırgızistan’dan Japonya’ya, Almanya’dan Belçika’ya, Tunus’tan Nepal’e, Arjantin’den Meksika’ya, Bolivya’dan Singapur’a kadar dünyanın dört bir yanında şubeleri açılır. Lokantadaki yemekler, burada üretilen tatlar, tüm dünyaya yayılır. Hatta insanlar yaptıkları yemeklere yeni isimler bile koyar, var olan birçok yemek ismi değişir. Öyle ki yemeklere yeni isimler bulmayı çok seven insanlar, bunu eğlenceli bir oyun hâline getirirler.

Mert Arık, kitabın sonuna genç okurlarının Naneyi Yedik Lokantası menüsüne yemek kazandırmaları adına not yeri bırakmış ki oldukça sempatik ve interaktif bir renk olmuş. Özetle Serdar Turali’nin çizgileriyle şekillenen Naneyi Yedik Lokantası, soğuk esprilerle yapılan sıcak servisler, sürekli isimleri değişen kasabalılar, bir köpek tarafından yer altından çıkarılan mantarlar, dünyanın en ilginç yemeklerinin pişirildiği bir lokanta ve sokak hayvanlarına güvenli bir alanda ‘umut’ olmak için kenetlenmiş iyiliksever bir ekibin hikâyesi. Velhasıl yazar, herkesin oturacağı bir gönül sofrası kurmuş, sadece karnı değil, kalbi de acıkanları da bekliyor…

Sevim Şentürk

28 Mayıs 2024 Salı

Sırrın peşinde, hikmetin gölgesinde

"Ey can, sana aklı niçin vermiş veren?
Kendini bil, yolunu bul yitip gitmeden.
Baykuş gibi ne gezersin viranelikte,
Yerin akdoğan gibi sultanın eliyken?"
- Ömer Hayyam, Rubailer

İstanbul'da yaşayan biri ne zaman Boğaziçi'ne gitse, sahilde biraz yürüyüş yapsa, sonra dönüp karşı kıyılara şöyle bir baksa, ağzından çıkan ilk cümle ekseriyetle şöyle oluyor: Yaşamıyoruz be! Bu negatif düşüncenin hemen ardından da şikayet faslı açılıyor: Paran varsa yaşarsın? Her iki cümle de yaşamın içindeki güzelliklere, insanın gönlünü ferahlatacak hayret verici işaretlere, kısaca 'göğe açılan gizli geçitlere' meraklı olmayan ya da yaşamın temposu içinde bu merakını kaybeden kimselerin cümlesi. Oysa şu an hayattasın, yaşıyorsun ve şehir içinde bir yerden bir yere gitmek için servete ihtiyacın yok. Bu güzellikler hep vardı, biraz başını kaldırmaya fırsatın olsa görecektin zaten. Üstelik, bu imkânı kaç defa buldun da aklının ucundan bile geçmedi seyretmek. Sadece baktın, görmedin. Yedin, içtin, geçtin.

Muhyiddin Şekûr ismi bana hep yaşamın içindeki manevi işaretleri, yakalanması gereken manevi hazları, hayretin ve temaşanın insan için ne kadar vazgeçilmez duygular ve zevkler olduğunu hatırlatır. O, tuttuğu 'sufi günlükleri'nde kendi başından geçenleri anlatırken bizleri de bir farkındalığa taşımak istiyor: "Modern yaşamın hayli dikkat dağıtıcı ortamında insanın kendini fark etmesi hem kendilik bilincinin ön koşuludur hem de kişisel dengenin sağlanmasında elzemdir. Eğer kişi kendini nasıl fark edeceğini ve koruyacağını bilmiyorsa; meydan teknolojiye kalacak ve onu teknoloji yönlendirecektir. Böyle bir durumda kendini kişisel bir krizin içinde bulması an meselesidir."

Bu krizi günümüz insanı sadece bazı günlerde değil, günün neredeyse pek çok saatinde yaşıyor, bu dertle karşı karşıya kalıyor. Akıntıya teslim olmak neredeyse bir kaçış rotası oldu. Hayal ettiğimiz bir yaşam yok, günü kurtarmaya çalışan ama kendini kurtaramayan kitleler hâline dönüştük. Oysa şahsiyet derdimiz olmalıydı. Geçmiş zamanla konuştuğumun farkındayım, bu gelecekten yana umutsuz olduğum anlamına gelmiyor ama görünen köy de kılavuz istemiyor. Kıyama geçmek için teçhizat sıkıntısı çekiyoruz. Tam yeniden başlayacakken yine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Çoğu zaman bıktım dediğimiz şey de aslında bu, değişmeden devam etmek. Dünle bugün ve bugünle yarın arasında hiçbir fark olmaması. Halbuki Muhammedî öğüt belli: Dünün bugüne, bugünün yarına benzememeli. Gelişmeli, güçlenmeli ve bilmelisin.

Hayatta kalmanın sırrını kendinin farkında olmak ve dengeyi korumak şeklinde özetliyor Şekûr. Her ikisi için de kuvvetli bir anlayış ve seziş gerekiyor: "İnsanın hangi nefs düzeyinde yaşadığını anladığı o an, muazzamdır. Zaman zaman insana kendi halinin ne olduğunun ayan beyan gösterilmesi veya görmesine izin verilmesi tamamen ilâhî rahmettendir. İşte böylesine zor anlarda insan kendi kendine şunları düşünebilir: Şu an elimden gelen bu kadar. İlerlemek istiyorum fakat nasıl yapacağımı tam olarak bilemiyorum. Yine de en azından ne durumda olduğumun farkındayım ve biliyorum ki şu an her zamankinden çok daha uyanık bir haldeyim."

Çaresizlikle karşı karşıya olduğumuzda onu bastırmaya, yok saymaya çalışıyoruz. Halbuki kabul etsek ve acziyetimizi fark etsek, rahmeti karşılayacağımız o kutlu anla karşı karşıya kalacağız. Eşikteki beklemek yerine nasıl olursa olsun diyerek bir an evvel geçmeye çalışıyoruz. Geçerken içimizdeki cevheri ve güzel duyguları heba ediyoruz. İki damla gözyaşı dökmenin, bu hâl ile dua etmenin nasıl bir lütuf olduğunu anladığımızda, her şeyin değişmeye başlayacağını da fark ediyoruz aslında. Çünkü Şekûr'un da dediği gibi "O'nun iyiliğinin kalbe işleyişi o kadar berrak ve keskindir ki, buna nail olan kimse, ilâhî rahmeti tattığını kesin ve şüphesiz olarak bilir."

Su Üstüne Yazı Yazmak, Gölgeler Koridoru ve şimdi de Mercan Resiflerinin Ötesi. Muhyiddin Şekûr; olaylar, mekanlar, zamanlar arasında gezinirken yaşam tecrübelerine kitapları ve filmleri de katık ediyor. Böylece modern zamanların maddi-manevi anlamda darda olan insanına yeni rotalar gösteriyor, yeni yelkenler açması gerektiğini söylüyor. O alıştığımız nazik üslubuyla. Kitap boyunca onun tecrübelerini okurken 2000'li yıllar sonrasındaki anılarına da tanıklık ediyoruz. Seyahatleri, halvet tecrübesi, hilafete mazhar olması, Matrix filmine tasavvufî bakışlar, Attar'ın kuşları, Şeyh Abdülbedi, yazında İstanbul'da geçirdiği Berat Kandili ve Ayşe Şasa'ya dair anılar, mürşidinin vefatı... Okunan her bir anı Sure-i İnşirah'ı hatırlatıyor: Fe inne maal usri yusra. Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.

Mercan Resiflerinin Ötesi, "Şeyhin Deyişleri" bölümüyle son buluyor. Bir dervişin, mürşidinden duyduklarını evvela kâğıda, sonra da gönlüne geçirmesi fevkalade değerlidir. Diğer tüm insanlık için inciler parıldar bu notlardan. Ben de yazıyı o sözlerden birkaçını aktararak bitirmek istedim, vesselam.

"Dünyada bir tek derviş dahi kalsa, o derviş tüm dünyaya bir rahmettir."

"Her insanın içinde, yüz bin canavar vardır. Şeyh, canavarlarınızı size fark ettirir ve başlarını uçurur. Şeyh, çöp kamyonuyla gezen bir çöpçüye benzer."

"İnsan varoluşunun gerçek değerini ancak Allah'ı hakkıyla ananlar bilebilir."

"Size verilmeyenleri değil, verilenleri düşünün."

"Eğer bir Allah dostuna sahipseniz ve ona uymazsanız, sizi terk edecektir."

"Bizler bu hayatta başkalarının acılarını görmezden geldiğimiz sürece Cenâb-ı Hakk bizim için soyut kalacaktır. Elbette kendi trajedilerinizle, kendi acılarınızla, kayıplarınızla, hayal kırıklıklarınızla, kırılan umutlarınız ve hayallerinizle de ilişki kurabilirsiniz."

"Proje sizsiniz, bunu asla unutmayın."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Mayıs 2024 Pazartesi

Zor zamanlarda olgun bir tavır sergilemek

Zaman zaman pandemi günleri aklımıza geliyor ve peşi sıra şu cümle ağzımızdan çıkıyor: Allah bir daha yaşatmasın! Amin elbette ama o zamandan bu zamana bilhassa sosyal ortamlarda insan sağlığı için ne değişti, bilemiyoruz. Her şey aynı, çünkü insanlar aynı. Evlerimizde belki bir nebze daha dikkatliyiz ama dışarıdan mikrobu, virüsü getiren de biziz. Kolonya konusunda sıkıntı yok, bol bol kullanıyoruz. Bir de hayatımıza baharatlar, kuruyemişler daha kuvvetli biçimde girdi. Bağırsak ikinci beyin, dolayısıyla iyi yağlarla beslenmeli: fındık, ceviz, zeytinyağı. Buhurdan yeniden revaçta. İngiliz nanesi, lavanta, limon en sık kullanılan uçucu yağlar. Baharat konusundaysa ağız tadından biraz vazgeçip bağışıklık sistemine yatırım yapıyoruz: sumaklar, kekikler, naneler. Son olarak; mineral ve vitamin desteği konusu zirveye çıkmış durumda. Magnezyum şart ve onun çalışması için d3 k2 de şart, omega 3 olmazsa olmaz, c vitamini vazgeçilmez, probiyotik sen bizim her şeyimizsin. Peki ellerden ne haber? Arada yıkıyor muyuz?

İşin ruh sağlığı tarafından da bahsetmemiz gerekiyor. Ara sıra uzmanların, bazen de meraklıların kullandığı, hatırlattığı kavramlardan biri olan "resilience" iyice geldi çöktü yaşamımıza. Psikolojimiz ne kadar dayanıklı? Bitik durumdaysak nasıl ayağa kalkarız? Düştüysek ne yana doğru yardım çağrısında bulunmalıyız? Hem yabancı hem de yerli bodoslama atladılar okurların üzerine. Elbette çok fayda gördüğümüz, tekrar okumak istediğimiz kitaplar da vardı, yani hepsi bir moda olarak akmadı gözümüzün önünden. Ama sahiden iyi olan kitaplar hep kıyıda köşede durdu. Kimisi az sayfa sayısı, kimisi alengirli ismi, kimisi de yazarının yeterince tanınmıyor oluşuyla silik kaldı. Bunlardan biri de bazılarımızın Spinoza Mucizesi kitabıyla tanıyıp radarına aldığı Frédéric Lenoir. İsmi oldukça iyi seçilmiş: Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak. Çevirmeni de okurun işini her zaman kolaylaştıran ustalardan: Murat Erşen.

Lenoir, hayatta kalmaya çalışırken aynı zamanda olgunlaşmaya da demir atmak gerektiğini düşünüyor. Bu kısa kitabına rehber niteliği kazandırmaya gayret ederken bunu planlamış. Kriz zamanları ansızın geliyor ve insanların markete gidip bisküvi stoklamanın hemen sonrasında düşünmesi gereken onlarca şey oluyor. Bunu yaparken akıl sağlığını, ruh sağlığını korumak, diğer yandan hayatı belirlenen çerçeve içinde sürdürmeye çalışmak hiç kolay değil. Lenoir, bu kadar acı zamanlar yaşamış olmanın pek çok tecrübe kazandırması gerektiğini vurguluyor, elbette haklı. Önemli olan ah vah etmek yerine ya da ederken, yaşanacak bir hayatın olduğunun bilincinde kalmak. Bu şuuru, olabildiğince iyi duygularla, düşüncelerle, eylemlerle beslemek.

İnsanın bu dünyadaki en hayati meselesinin özgürlük mü yoksa güvenlik mi olduğu her tartışılır. Özgürlüğü yakalamadan güvenliği, güvenliği bulmadan özgürlüğü yaşamak güçtür şüphesiz. Frederic Lenoir, güvenliği önceliyor. Spinoza'nın "Her şey, var olma gücüne göre, varlığını sürdürmeye çabalar" sözünü hatırlattıktan sonra, Portekizli nörolog Antonio Damasio'nun da bu sözü teyit eden şu açıklamasını aktarıyor: "Canlı organizma, yaşamın birçok rastlantısına karşı yapılarının ve işlevlerinin tutarlılığını koruyacak şekilde inşa edilmiştir."

Sahiden de günümüzde insan bedeniyle ve ruhuyla ilgilenen -bunları birbirinden ayırmayan- tüm bilim alanları bu noktada birleşmiş gibiler. İnsanın bedeni nasıl yaralarını kendi başına onaracak bir takım çantasına sahipse, ruh da belirli besleyici kanalları bularak kendini belli bir vasatta tutabiliyor. Kendini güvende hissetme bahsinde Lenoir'in yorumu şöyle: "Güvenlik ihtiyaçlarımız karşılandığında, içimizde en derin neşeleri yeşerten gelişme ihtiyaçlarımıza daha fazla odaklanabiliriz: Çiçeklenmekte olan aşkın yarattığı neşe, kendimizi gerçekleştirmemize ve tanınmamıza olanak sağlayan mesleki başarılarımızın verdiği neşe, ilerleme kaydeden ruhumuzun yaratıcı, entelektüel ve ruhsal sevinçleri vb."

Zorluklarla baş etmek için en büyük motivasyon kaynağı ve hareket noktası, zorluklarla baş etmeyi istemektir. "Saldım çayıra Mevlâ'm kayıra", "Su akar yolunu bulur", "Gün ola harman ola" gibi sözler günü kurtarmak için belki bir nebze ferahlık verebilir ama yaşam oldukça sert biçimde bizi beklemektedir. Burada bizi zorluklara karşı dirençli tutacak diğer nokta, sevgi bağlarıdır. Bu bağlar hem insanlara hem de işimize, meşguliyetlerimize doğru yayılmalıdır. Derin travmaları, zorlu depresyonları, aşılmaz kaygıları silip süpüren başlıca mesele, insanın kendisini güzel ve iyi şeylerle meşgul edebilmesi, hayırlı ve nitelikli insanlarla bir araya gelebilmesidir. Aksi yıkıma doğru götürür ve giden aracın frenleri tutmayacak durumdadır. Lenoir burada etimolojik bir atıfta bulunuyor: "Çincede 'kriz' kelimesi bir tehlike, diğeri fırsat anlamına gelen iki ideogramla temsil edilir. Yunancada ise 'kriz' kelimesinin etimolojisi, bir seçim yapma gereğini ifade eder. Her kriz (kişisel ya da kolektif) bizi seçimler yapmaya ve önümüze çıkan yeni fırsatları yakalamaya yöneltmelidir.

Felsefe, edebiyat, psikoloji, tasavvuf ve diğer pek çok alanda karşımıza çıkan, her insanı etkileyen konulardan biri de yaşamın anlamıdır. Bir şeylere anlam vermek, anlam bulup çıkarmak, anlamlı kılmak insan için direncin, uyumun, devam etmenin yoldaşıdır. Pek çok sorunun cevabı, ne kadar anlamlı yaşanıp yaşanmadığında saklıdır: Yaşamayı sürdürmemin sebebi ne? Beni sadece ölüm korkusu mu ayakta tutuyor? Dolu dolu yaşamak için ne yapıyorum? Gerçekleştiremediğim şeyler karşısında ne hissediyorum? Önem verdiğim ve değersiz bulduğum şeyler arasındaki farklar nelerdir? Burada düşünülmesi gereken diğer nokta: Anlam aramak başka, anlam vermek başka. İnsan, anlam arayışı diyerek bir ömrü tüketebilir çünkü neyde anlam bulabileceğini bilmeyebilir. Hatta anlamın ne olduğundan bile bihaber olabilir. Ancak anlam vermek, bir çabanın sonucudur. İnsanın iç dünyasını, iç âlemini, sufilerin deyişiyle cennetini inşa eden bir süreçtir. Sonuç bitişin, süreç devam edişin sembolüdür. Kabul edelim ya da etmeyelim, insan sembollerle yaşar. Semboller, anlam vermenin en önemli arzu ve haz kaynağıdır aynı zamanda. Peki anlam verme içinde en büyük yakıtımız nedir? Lenoir burada inanca işaret ediyor: "Tanrı'ya, ebedi yaşama inanmak ya da manevi bir yola girmek, yaşamak için sebepler verir. Derin bir imana sahip insanlar hayatın karşılarına çıkardığı büyük imtihanlara en iyi dayanabilenlerdir."

İlginçtir ki güvenlik arayışıyla başlayan kitap özgürlük ihtiyacı ve ölümle yüzleşmek gibi konularla sona eriyor. Bu özellikle seçilmiş bir yol mu bilmiyorum ama çok anlamlı olduğu söylenebilir. Gerçek tutsaklığın, zihinsel kurtuluşun yolları iyice çözümlenmeli ve kaçınılmaz istikamet olan ölümün bir son olmadığı iyice bilindiğinde, 'rıza göstermek' gibi kutsal bir farkındalığa kapı açılacaktır. Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak işte bu konuyla sona eriyor: eylemek ve rıza göstermek. Lenoir burada Stoacılığın en önemli temsilcilerinden Seneca, Marcus Aurelius ve Epiktetos'a dikkat kesilmek gerektiğini söylüyor. Dostlarına ve sevenlerine mektuplarını, sohbetlerine bırakmış bu önemli isimlerin kitaplarını da hatırlayalım: Ahlak Mektupları, Kendime Düşünceler ve Enkheiridion. İşte, Epiktetos'un Enkheiridion'da söylediği "İnsanlara eziyet veren, gerçeklik değil, onun hakkındaki yargılarıdır" sözü, 9. yüzyılda yaşamış bir Budist keşiş olan Tilopa'da şöyle karşılık bulmuş: "Seni bağlayan, şeyler değil, senin şeylere olan bağlılığın". 20. yüzyılın önemli mutasavvıflarından Kenan Rifâî ise bir nutk-i şerifinde "Bilgin sana kıymet, talebin neyse, o'sun sen / insanlığı; sade yiyip içmekte mi sandın?" diye sorduktan sonra bizi bir ikaz-nasihat tartısına çeker: "Hâlin neyse, müşteri sen oldun o hâle / noksanı meğer, Adl-i İlahi'de mi sandın?"

Ahenk diyorum, ahenk. İnsanın hem kendisiyle hem başkalarıyla, kainatla olan geçimini kolaylaştıran, huzura erdiren ve daimi ferahlık imkanını sunan o engin duygu. "Bir iklîmin manzarası, mîmârîsi ve halkı arasında hâlis ve tam bir âhenk varsa orada gözlere bir vatan tablosu görünür" diyor Yahya Kemal. Her birimiz birer vatan (âlem) olarak düşünelim ve iç ahengimizi oluşturan meselelerle olan ilişkimizi gözden geçirelim. Onun talebesi Ahmet Hamdi Tanpınar "Çalışan insan, kendi varlığında hüküm süren bir âhengi bütün kâinâta nakleder" diyerek diğer boyutu da hatırlatıyor. Durarak olmaz, çalışmak ve daima çalışmak. Kendini bitirmeden, her seferinde yeniden başlama hazzını sinede tutarak. Başkalarına da gölge olarak, el tutarak, tutup kaldırarak. Başka türlü hayat, henüz biz yaşarken memat oluverir çünkü. Kitabın yazarı da ahenge vurgu yapıyor: "Hayatta hissettiğimiz mutluluk, dinginlik veya tatmin; dış dünyanın her zaman rasgele gerçekleşen olaylarına değil, iç dünyamızdaki ahenge bağlıdır."

Kriz bitmiyor, umut da bitmiyor. Zor zamanlarda olgun bir tavır sergilemek sadece bizi hayatta tutmuyor, başkalarına da hayat veriyor. Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak, bunu hatırlatan bir kitap...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hem tarihî hem de aktüel bir mesele: faiz-riba

Bu kitabın varlığından bir dostumun yazdığım yazıların altına ısrarla Süleyman Uludağ hoca banka faizini haram olarak görmüyor diye yazınca haberdar oldum, merak edip okumak istedim. Konuyu iyice anlayayım diye aheste aheste okudum. Dürüst olmak gerekirse kitap benim ezberimi bozdu . Konunun bütün boyutlarını kılı kırk yararcasına tartışması sayesinde çok istifade ettim. Böylece meseleyi sağlıklı bir şekilde yorumlama yeteneğim gelişti ancak tam anlamıyla tatmin etmedi. Zira kitap Müslümanların modern dünyadaki ihtiyaçlarını karşılama adına İslam’ın iktisad felsefesine olan inancı azaltıyor. Halbuki günümüzde ikincisine katkı yapmak birincisinden daha önemli. Üstelik Süleyman Uludağ gibi uzmanlık alanı tasavvuf olan bir hocadan bu da çok beklenirdi.

Hocamızın konuya bakışı çok kısa olarak şöyle: Faiz ne Kur’an’da ne hadislerde ne de fıkıhta kullanılan bir kavram değil. İslam dünyasında kullanımın yaygınlaşması yakın tarihte olmuştur. Kur’an’da riba kavramı vardır. Riba kesin olarak haramdır. Ancak ribanın tanımı ve illeti konusunda bir anlayış birliği yoktur. Kur’an’ın yasakladığı riba cahiliye ribasıdır. Bu verilen borcun vadesi dolunca katlanarak artmasıdır ki bu tefeciliktir. Kur’an bunu yasaklamıştır. Şu halde Kur’an’ın riba tanımı katlamalı, fahiş faizdir. İlleti de ekonomik sömürü ve köleleştirmektir. İslam buna asla izin vermez. Hadislerde ifade edilen riba tanımları Kur’an’a uymaz. Bunların hepsi ahad haberdir, yani tevatür derecesine ulaşmadığı için iman konusu olamaz. Fıkıh alimlerini yaptığı içtihatlar da bizi bağlamaz. Kaldı ki aynı konuda birinin haram dediğine diğeri helal demektedir. Günümüz ekonomik sorunlarını çözme yeteneğinden mahrumdur.

Tarihte İslam alimleri faiz problemini çözemedikleri için hile-i şer’iyyeye başvurmuşlar, sorunları böylece hasıraltı etmişlerdir. Günümüzde de bu anlayış devam etmektedir.

Sağlıklı ekonomilerde makul seviyede faiz alıp vermenin dinen hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü birisine borç para vermek paranın kullanım hakkından vazgeçmektir. Borcu alan bu parayı alarak değerlendirmekte ve para kazanmaktadır. Bu da alınan faizin bazı İslam alimlerinin iddia ettiği gibi karşılıksız para olmadığını gösterir. Bu fikirleri Batılı iktisatçıların faiz teorilerinden aldığını görüyoruz.

Hocamıza göre ribaya benzeyen, kat kat aşırı faiz haramdır.
Kat kat olmasa bile fakire faizle verilen kredi mekruhtur.
Ticaret yapan zenginlerin faizle kredi alması ise mübahtır.
Katılım bankalarının diğer bankalardan farkı yoktur. 
Bunların fakirlere hiçbir faydası yoktur.
Günümüzde riba ile mücadele etmek için faizli müesseselerin olması kaçınılmazdır. Ancak faizli işlemlerin hak ve adaletten uzaklaşıp zulme dönüşmesi her an mümkün olduğu için ciddi bir şekilde mücadele edilmelidir. Dindarlar Karzı Hasen Kasaları oluşturmalıdır.

350 sayfalık kitabı kısa bir yazıda özetlemek yanlış anlaşılmalara sebep olabilir ama özü bu şekilde. Hocamızın haklı olduğu yerler var, ancak katılım bankalarını itibarsızlaştırıp karzı hasen sandığı gibi hayali bir yapı önermesi en önemli çelişkisi. Faizli bankalar ile katılım bankalarını aynı kefeye koyması ise çok büyük haksızlık. Zira en azından bu kurumlar dinen meşru kabul edilen alanlarda ekonomik işlem yapıyor. Diğerlerinin böyle bir derdi yok. Ayrıca katılım bankalarını diğerleri gibi para ticareti yapmakla suçlaması doğru değil. Bana göre bütün eksiklerine rağmen katılım bankaları dindarlar için tek çıkar yol...

Diğer taraftan eğer kişi borcunu ödemezse faiz işlemeye devam ediyor ki bu işlem çok hızlı bir şekilde ribaya dönüşüyor ve adamın hayatı mahvolabiliyor. Banka borçluya bir kolaylık göstermediğine göre tefeciden ne farkı kalıyor? Hiç... Ödediğin sürece sorun yok ama ya bir aksilik oldu ödeyemedin... İşte o zaman dananı kuyruğu kopuyor. Böyle borç altında inleyen, ömrü banka faizi ödemekle geçen çok insan var.

Süleyman Uludağ hoca benim sevip saydığım, samimiyetine güvendiğim bir hocamızdır. Engin birikimi ile meseleyi ortaya koyması, öğrenilmesine katkı yapması, çağın en önemli bir sorununu oldukça realist biçimde ele almaya çalışmasını takdir ettim. Ancak meseleyi eksik değerlendirmesi ve sadece ekonomik işlemlere odaklanması konunun özünden uzaklaştırmış.. Diyelim ki banka faizini helal kabul ettik, eğer bu bankaya para yatıran insanların böyle bir kaygısı yoksa, Müslümanca bir hayat yaşamıyorlarsa ne anlamı olabilir? Hiç.. Dinin hiçbir emir ve yasağına uymayan bir insanın İslamî usulle boşanmaya çalışması gibi inandırıcılıktan uzak değil mi? Dini kaygıları olan bir insan da parasının nasıl kullanıldığını bilmeden bu bankalara yatırır mı? Yatırmaz. Mecbur kalıp onlardan faizli kredi aldıysa bir faydası olabilir.

Müslümanların maddi konularda başarılı bir imtihan vermediğini düşünüyorum. Nasıl mazeretlere sığınıp çağa teslim olmak yanlışsa din adına insanları çaresizliğe itmek, hileye başvurmaya zorlamak da yanlış... Önemli olan malla olan imtihanımızı kazanmak... Bunu başaramadıktan sonra gerisi boş...

Söyleyeceklerimin özü budur. Kitap hakkında çok karmaşık duygular besliyorum. Hoca konuyu iyi analiz etmiş ama maalesef aynı başarıyı temellendirmede gösterememiş. Ayrıntıda boğulmuş. İçinden çıkamamış. Ancak konuyu farklı boyutları ile öğrenmek isteyenler için tavsiye ederim. Kitabın en önemli hizmeti de bu olsa gerek..

Süleyman Tuğrul

23 Mayıs 2024 Perşembe

Anlatının krizi, deneyimin yokluğu

Baba ölüm döşeğindedir. Oğullarını yanına çağırır ve onlara üzüm bağında gömülü bir define olduğunu söyler. Oğullar heyecanlanır, hemen işe koyulurlar, kazarlar, defineyi aramaya başlarlar. Fakat defineyi bulamazlar. Hazinenin olmadığını görürler. Üzülürler ama sonbahar geldiğinde babalarının onlara başka bir hazine bıraktığını fark ederler. “Bereket altında değil, emektedir.” Çünkü bağdan kaldırdıkları hasat tüm ülkedeki bağlarla karşılaştırılamayacak kadar çoktur.

Byung- Chul Han, Anlatının Krizi’nde Walter Benjamin’den bu fablı aktardıktan sonra Benjamin’in sözlerini alıntılıyor: “Nereye gitti bütün bunlar? Hâlâ adamakıllı bir şeyler anlatacak insanlara rastlanabiliyor mu? Ölüm döşeğindeki insanlardan, bir aile yüzüğü gibi kuşaktan kuşağa geçen böylesine dayanıklı sözler bugün nerede var? Bir atasözü bugün kimin yardımına koşuyor? Deneyimine dayanarak gençlerle baş etmeyi kim deneyecek?” Fablda babanın oğullarına aktardığı hazine, deneyimdir. Deneyim, anlatı suretiyle varlık kazanmıştır. Chul Han’ın deyimiyle deneyime karakterini anlatı verir.

Deneyim sürekliliğe bağlıdır. Modern insan kendisini süreklilikten soyutlamıştır, böyle olunca da deneyim yoksulluğuna düşmüştür. Anlatıda deneyim eksik olduğunda veya hiç olmadığında ise anlatı, anlatı olmaktan çıkmıştır. Chul Han’a göre bugün anlatı yerini enformasyona bırakmıştır.

Fransız günlük gazetesi Le Figaro’nun kurucusu Hippolyte de Villemessant Okurlarım açısından Paris’in Latin Mahallesindeki bir tavan arası yangını Madrid’deki bir devrimden daha önemlidir” diyerek enformasyonu özetlemiştir. Çünkü okurun güdüsü sadece meraktır, okur acelecidir. Sosyal medya aceleciliği daha da pekiştirmiştir. Belli sayıda harften oluşan haberleri saniyeler içerisinde daldan atlayarak kat eder, merakı giderilir ve yazıyla işi biter.

Anlatı yoğunlaşmayı, oyalanmayı gerekli kılar. Aceleci bir okurun anlatıdan alacağı bir pay yoktur. Anlatı okuru, dinleyicisi veya muhatabı yavaş olmak zorundadır. O dikkatini vermeli, zihninde muhatap olduğu cümleleri iyice pekiştirmeli, öze ulaşmalı ve alacağını almalıdır. Alacağı, geçici olmayacaktır, onunla birlikte yaşayacaktır.

Enformasyon devrinde ise okur alacağını alarak merak duygusunu giderir, aldığını unutur. Alacağı onunla birlikte yaşamaz, her an yeni bir habere maruz kalacaktır o, anlık tatminlerle hayatını sürdürecektir.

Dolayısıyla enformasyon hayatta kalmaz, kaydedildiği an okura ulaşmalıdır. Modern zamanda mesafesizlik yerini boşluğa bırakmıştır. Belli bir mesafeden belli bir dikkat ve çabayla ulaşılan bilgi, kişinin tarihle ve kaderle bir yerde buluşması gibidir. O bilgi, hayatidir. Anlık kayıtlarla sunulan haber ise, enformasyon formuyla hayati değil, zevkî bir tecrübedir.

Benjamin örnek olarak Heredotos’u verir. Heredotos sadece hikayeyi anlatmıştır, hikaye üzerine hiçbir çıkarım yapmamıştır. Ancak hikayesi/hikayeleri bugün hala varlığını korumaktadır. İnsanlar, bilginler üzerine yorumlar sunmakta, çıkarımlar yapmaktadır. Çünkü hikaye tükenmez ve okuyanla yaşar. Enformasyon çağında işte bu kaybolmuştur. Her an havada onlarca yüzlerce haberler uçuşmaktadır ve okur yakalayabildiğini yakalamakta, sonra yenisini yakalamak için elindekini tekrar fırlatmaktadır.

Anlatı Krizi, modern zamanın kaybettirdiklerinin pekişmesi ve hatırlanması adına önemli bir eser.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Düşünerek yaşamak ve yaşayarak düşünmek

Bazı kitaplar vardır, bir türlü içindeki hazineyi açmazlar; gizli bir güzellik taşıdıkları bellidir, yeterince sabrettiğinizde büyük ödüle ulaşacağınız kesindir ama cümleler uzadıkça uzar, düşünceler karmaşıklaştıkça karmaşıklaşır. Yazar adeta bir iç sıkıntısını bir türlü atamıyordur üzerinden ve buna bağlı olarak bölümler de bir türlü kendiliğinden yazılmışlığın o kısa süreliğine her şeyi unutturan etkisine ulaşamaz. Su gibi akmaz. Serinlik hissi vermez. Güzel bir manzara izliyormuşsunuz gibi kapılıp gitmenize yetmez. Sisli bir havanın verdiği hisse yakındır, belirsiz düşüncelerle kuşatılmış, az sonra açacak havayı beklemektesinizdir.

Ne var ki iyi bir okuyucuysanız, ne olursa olsun iyi kitabın değerinin sezgisel bir biçimde farkındasınızdır. Tıpkı derin düşünceleri olan bir insan hiç konuşmasa da bunu hissettiğiniz gibi hissedersiniz. Kitapların insanlara en çok benzediği zamanlar tam da böylesi bir kendini açamama halindeki anlardır. Kendini kolaylıkla açan insanlardansa zorlukla açan insanlara benzer kitaplar. En çok şey söyleyeni en ketum insanların elinden çıkar. Kitabın kendini açamadığı zamanlarda, insan olmanın gereği olarak, sizin onu anlamanız gereklidir. Bu sorumluluğu alan bir okursanız, herkes bir süre sonra kitabı elinden bıraksa da siz bırakmayacaksınızdır ve ne olursa olsun son cümlesine kadar okuyacaksınızdır. Çünkü bilirsiniz ki bütün gizli hazineler kendini sona saklar!

Jerome Brillaud’un, Burcu Tümkaya çevirisiyle bu yılın başında çıkan güzel kitabı, Basit Yaşama Felsefesi (kolektif kitap), kendini sona saklayan kitaplardan ama bunun nedeni başta belirttiğim bir iç sıkıntısı hali değil. Daha çok, ilk bölümlerde basit yaşamın ne olduğuna dair klasik felsefecilerin görüşlerine yer verme çabası. Kadim metinlere, büyük düşünürlere yer açarak önce onların ne dediklerine kulak verme çabası. Yazarın, büyüklere saygılı bir biçimde kendi sırasını beklemesi ve bu sıranın oldukça geç gelmesi. Nihayet sıra geldiğinde ise beklediğinize değdiğini hissettiren, hayatın yükünü hafifleten -ama basitleştirmeyen- akıcı düşüncelerle karşılaşıyorsunuz. Yazar bilerek sabrınızı denemiş de sadece iyi okurlarına gerçek düşüncelerini saklamış gibi bir hisse kapılıyorsunuz.

Brillaud, basit yaşamı, “tefekkür ve eylemin birliği” olarak alıyor (s.71). Diğer bir deyişle, basit yaşamak aslında basitçe, düşünerek yaşamak ve yaşayarak düşünmek anlamına geliyor. Modern yaşam tam da bu bağlantıyı hiç olmadığı kadar kestiği içindir ki her eylem olması gerekenden ağır, her düşünce bir türlü harekete geçemediğimiz birer ağırlık nedeni haline geliyor. “Basit yaşamda kişi eylem ve tefekkürüne dikkat kesilir; tefekkür ve eylemin birleştiği, birinin diğeri olmadan gerçekleşmediği, eylemin tefekkür ve tefekkürün eylem olduğu bir yaşamdır bu. İşte basit yaşam budur.” (s.71).

Basit yaşam, “neden” sorusunu sorduğumuz yaşamdır aynı zamanda. Yaptıklarımızı neden yaptığımızı ve yapmadıklarımızı neden yapmadığımızı ya da yapamadığımızı biliriz. “Öylesine,” sorgulamadan geldiği gibi bir yaşam, basit yaşamın zıddıdır. Hiç düşünülmeden yaşanan bir hayat, nedensiz ve dolayısıyla amaçsızdır. Yaşanmamış gibidir! Ne kadar uğraşırsak uğraşalım varacağımız yer, başladığımız yerdir. Ne kadar ilerlersek ilerleyelim aklımız hep çok geridedir.

Basitlik, yaşamın özünde saklı hazinenin gözümüzün önünde olduğu halde bir türlü göremediğimiz anahtarıdır. Deneyimin en yoğun halidir. Bu sayede, insanla yaşamın arasına hiçbir aracı girememekte, hiçbir düşünce dolayımdan geçmemekte, hiçbir teknoloji bizim yerimize hareket etmemektedir. Aşırı teknolojikleşmiş hayat, genellikle her şeyi basitleştirirken yaşamı basitlikten çıkarır ve insanı aşırı deneyimsizleştirir. “Walter Benjamin, kontrol edilmeyen teknolojik gelişmelerin deneyim yoksulluğuyla sonuçlanacağını ileri sürdü. Ne kadar ‘boğucu’ olursa olsun fikir çokluğu bile deneyim boşluğunu dolduramaz.” (s.135).

Buradan hareketle şunu bile söyleyebiliriz ki çoğu kez deneyim eksikliği ya da boşluğu, fikir çokluğunu yaratan şeydir. Boşlukta uçuşan fikirler, genellikle deneyim yokluğunun eseridir. Daha açık deyişle, hayatı ne kadar tecrübe edemez, yaşayamaz ve deneyimleyemezsek o denli havada uçuşan kelimelerden yardım umarız. Düşünce ve fikir bir tür modern hayatın aracısı teknolojiye dönüşür; yapmak istemediğimiz ve kendi başımıza yapamadığımız ne varsa bizim için yapabilecekmiş gibi gözükür. Hayatı olduğundan daha karmaşıklaştırarak gerçeği deneyime kapalı hale getirir. Oysa, “Basit bir yaşam, bir dizi sözcükle uzatılmaz; anda yaşanılır” (s.138).

Tüm bunlar nihayetinde bir yanılsamadır ve deneyim eksikliğinden kaynaklanan derin boşluğun ancak düşünceyle eylemin birleşmesiyle kapanabilecek basit bir reçetesi vardır. Düşüncesiz eylem ya da eylemsiz düşünce aynı boşlukta yok olup gitmeye mahkumdur, her ikisi de diğeri olmadan kendi başına var olamayacak yoksunluktadır. “Neticede deneyim yoksulluğu insanı varoluşsal bir yoksulluğa götürür.” (s.135).

Gerçek, hemen her zaman en basit haliyle karşımızdayken biz tam da onu göremediğimiz için karmaşıklaştırmayı seçeriz. “Gerçek yapısal olarak sürekli değişim halindedir, dışarıdan değiştirilemez ve basittir. Gelgelelim gerçeğin bu tanımı herkese uygun değildir. Gerçek yalnızca bir aracı varsa veya karmaşıksa katlanılır olur. Entelektüel merak ve gerçeğin sırlarına nüfuz etme arzusuyla gerçeği karmaşıklaştırırız. Karmaşıklaştırdığımız zaman ona esasında sahip olmadığı anlamlar yükleriz, onda bizden esirgediğine inandığımız sırlar buluruz. Fakat gerçeğin sırrı yoktur çünkü saklayacak bir şeyi yoktur.” (s.150).

Gerçeği neden görmeyiz peki? Apaçık ortadayken ve bütün basitliğiyle kendini ifşa etmekteyken? Bunun cevabı bir kez daha düşünceyle eylemin ve eylemle düşüncenin hiç olmadığı kadar koparılmış iki ayrı hattan ilerliyor oluşunda gizlidir. Bir taraftan, nedensiz düşünce düşüncesiz nedenler üretmekte ve gerçekliği kavranamaz derecede karmaşık hale getirmektedir. Diğer taraftan geniş kitleler modern hayatın olanca konforuyla yaşarken, eylem ve düşüncenin eylem kısmında takılı kalmakta, gerçekliğin kendi pratik hayatlarına temas etmeyen kısmını büsbütün kaçırmaktadırlar.

Basit yaşam, hayatın tamamına ortak olmak, düşünceyle eylemin ayrıştırılamazlığını kavrayarak yaşamaktır. Bu aynı zamanda insanın en politik halidir. Bu durum, her insanın her insanla en yakın ilişkide olduğu, dünyanın bir ucundaki tecrübeye diğer ucundakinin dahil olduğu, daha iyi bir yaşamın dürüstçe gerçeği görebildiğimizde mümkün olacağı bir zemin sunar. Politik olma, aynı ilkelerin hayatın her alanına hâkim olmasını isteyen bir enerji barındırır ve düşünceyle eylem ayrışmaz bir biçimde birleştiğinde, hayatın her alanı politikanın konusu haline gelir. Örneğin, “Kazançlı işlerini bırakıp daha az kazandıran fakat daha az stresli işlere geçenler belki de siyasi olarak aktif olduklarının farkında değillerdir.” (s.164).

Modern hayat, tam da düşünceyle eylemi ayırdığı için üretimle tüketimi, yaşamla deneyimi, insanla insanları birbirinden uzaklaştırmış ve hatta birbirlerine yabancılaştırmıştır. İnsanları hiç de ihtiyaç duymadıkları bir hayatı yaşamaya zorlamaktadır ve böylelikle tıpkı ihtiyaç duyulmadan alınan sayısız ürün gibi lüzumsuz bir ağırlıkla yaşamalarına neden olmakta, insanı siyasal bir varlık olmaktan çıkararak ezilmemek için ayakta durmaya çalışan zavallı tüketicilere dönüştürmektedir. Sistemin isteklerine uyuldukça en çok politik enerji kaybolup gitmektedir.

Bu nedenle denebilir ki basit yaşam, bütünüyle ihtiyacımız olanı yaşamakla ve geri kalanını reddetmekle elde edilen, politik bir karşı çıkış halidir. En sıradan alışkanlıklarımızda bile kendini gösterebilir. Örneğin gündelik alışverişlerimizdeki tutumlarımızla böylesi bir yaşamı yıkar ya da yeniden kurarız. “İhtiyaç duyulmayan ürünleri satın almamayı seçmek, zayıf bir sosyalleşme işareti değildir; süpermarketin reyonları arasında yürürken gerçekleştirilen ekonomik itaatsizlik ve politik direniş eylemidir. Basit yaşam aynı zamanda ortak ve tutarlı değerlere sahip maksatlı bir topluluğa katılmak demektir.” (s.164).

Basit yaşam, en basit insanın bile hiç de basit olmadığı, gerçeği bilebilir meziyetlerle donatıldığı basit gerçeğine dayanır.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

15 Mayıs 2024 Çarşamba

“Cümle mevcûdât zâkir kâinât dergâhdır”

Zor zamanlarda aklımızı, kalbimizi ve ruhumuzu zinde tutmak için kadim mirastan yararlanmak bu coğrafyada yaşayan bizler için büyük nimet. Sadece zor zamanlarda değil elbette, gönül safası bulmak için de keza yine aynı mirasın sandıklarını açıyoruz, açmalıyız.

İnsanı bu yola çıkaranın muhabbet olduğuna inanıyoruz. Felsefeyi eğer derinleşmek olarak kabul edecekse, tasavvuf da bir din felsefesidir ve tasavvuf yolunun incelikleri tek başına öğrenilecek basitlikte değildir. Her ne kadar mütevazılığın, sadeliğin, zarafetin yayıldığı bir iklimden bahsediyorsak da insanız ve hata yapmak fırsatını Adem’den beri üzerimizde taşıyoruz. Düşe kalka yürüyoruz, bunu da kabul ediyoruz. Ancak bir el tutmak, bir ışığın ardında yürümek bambaşka bir zevk.

Eğer Türk tasavvuf tarihini bütün zenginliğiyle; yani musıkîsiyle, mimarisiyle, edebiyatıyla, hüsn-i hattıyla, yazılmış hatıralarıyla ve çekilmiş cefalarıyla öğrenmek istiyorsak bizler için bir büyük nimet de Mustafa Kara hocadır. Şahsi hikâyemi teferruatıyla dökmek istemem ama Şehremini Lisesi’nde okuduğum yıllarda, evimizin hemen çaprazında bulunan Seyyid Seyfullah’ın kabrini ziyaret etmek fakire hayatında bambaşka bir sayfa açmıştı. Kaybolmamak için nereden başlamalıyım diye düşünmeme gerek kalmadan, Mustafa Kara’nın Tekkeler ve Zaviyeler kitabını bulmuş ve böylece kendisinin “uzaktan öğrencisi” olmakla tabiri caizse safa bulmuştum. Hikâye bu kadar değil elbette ama şu kadarını söylemeliyim: Merkezinde muhabbetin olduğu bir iklimden bahsediyoruz tasavvuf diyerek. Yollar nasıl ki muhabbetle kurulmuş vaktiyle, muhabbetle de yürünmeli öyleyse. Bunun için de düşünceye, insana, kitaba, mekânlara, sanatlara olan inançtan, muhabbetten asla vazgeçmemek gerekiyor.

2023 yılının sonlarına doğru Mustafa Kara hocanın iki kitabı selamladı meraklıları. Bir Aşk Kütüğü Yaktık, Dergâh Yayınları’nın neşrettiği kitapların ilkiydi. Kitabın isminin öyküsü şöyle:

Abdürrahîm Merzifonî (v.1446) Mısır’da tanıştığı Sühreverdiyye tarikatının Zeyniyye kolunun pîri Zeynüddin Hâfî’ye intisap eder ve seyr u sülûnu tamamlar. Daha sonra mürşidiyle birlikte Horasan’a gider ve burada birkaç yıl kalır. Hâfî, bu esaslı dervişini “Bir aşk kütüğü yaktık, Rûm üzerine attık” diyerek Anadolu’ya gönderir. Hazret böylece doğduğu Merzifon’a geri döner ve vefatına kadar burada halkı irşad eder. Şiirlerinde Rûmî mahlasını kullanır ve “Tövbe yâ rabbi hatâ râhına gittiklerime / Bilip ettiklerime bilmeyip ettiklerime” beyti, 15. yüzyıldan bu yana pek çok levhada kendine yer bulur. Bir Aşk Kütüğü Yaktık, İstanbul’u ve İstanbullu gönül tabiplerini, Bursa’yı ve Bursalı gönül tabiplerini bir araya getiriyor. İstanbul’un Kocamustafapaşa’sında doğmuş bir Bursalı olarak sayfalar arasında ne kadar zevkle gezindiğimi keşke anlatabilsem. Hocanın peşi sıra çıkan ikinci kitabının adıysa Yedi İklim Dört Köşe idi. Dört bir yanda uyanmış gönül ocaklarını kucaklayan bu çalışma, hocanın “bugünkü dünyaya İslâm’ın sesi sadası daha çok onların yolunda olanların eserleri ile ulaşıyor” dediği İbn Arabî ve Mevlanâ Celâleddin Rumî nezdinde yeni pencereler açıyor. Hocanın da vurguladığı gibi bazı Müslüman yazarlar bu ‘ulaşma’nın önünü kesmek için ellerinden geleni yapsalar da bu tarih boyunca görülmüş hadiseden geriye her zaman diri olan muhabbet kalmıştır. Kitabın kadın dervişleri ele alan son bölümüne dair hocanın aktardığı hatıra pek güzel: “Yıllar önce Bursa’nın bir köyünde, İzmir’den gelen şeyh efendinin sohbetinde bulunmuştum. Dinleyenlerin bir kısmı da o köyün kadınları, kızları idi. Herkes pür dikkat dinliyordu. Soru cevap faslında bir dinleyici konuyu ısrarla başka alanlara çekmeye, kafasındaki çarpık/çağdaş sorulara cevap bulmaya çalışıyordu. Sohbet eden kişi de yumuşak üslubuyla muhatabını kırmadan tatmin etmeye dikkat ediyordu. İş uzayınca hanımlar arasında bulunan yaşlı bir teyzeden olgun ve doygun bir ses tonuyla cevap geldi: “Geç ak ile karadan”. Her şey anlaşıldı… İşte dedim içimden Râbiâtü’l-Adeviyye… İşte Bâcıyân-ı Rum…

Bu iki güzide kitabın ardından 2024’ün şubatında bir Mustafa Kara kitabı daha talib-i irfanın imdadına koştu. İsmini, Yahya Kemal’in Rindlerin Akşamı şiirindeki bir dizeden alıyor: Bu Son Fasıldır Ey Ömrüm. Hoca, önsözünde bizi hüzünle karşılıyor. “Son yıllarda kaleme aldığım yazılar tek cilt halinde yayınlansaydı esere bu ismin verilmesini düşünüyordum. Çünkü ‘aşağıdan yukarıdan yolun sonu görünüyor’. Yarım yüzyılı geçen bir zamandan beri Osmanlı coğrafyasının tasavvuf ve tarikatlar tarihiyle ilgili yazı yazan bir kişinin artık bu ifadeyi kullanma hakkı vardır diye düşünüyorum.

Bu Son Fasıldır Ey Ömrüm’ü, bir vefa kitabı olarak kabul etmek mümkün. Mehmed Âkif’e ithaf olunan, Nurettin Topçu ve dostlarının çevresinde açılan, cumhuriyet devrinde tasavvuf kültürüne, neşvesine katkı sunmuş muhterem zevatı tanıtan, tasavvufun son 100 yıllık seyri içinde nereden (ne olduğundan) nereye (ne olmadığına) geldiğini hatırlatan bu çalışmanın özü, belki de şu cümlede saklı: “Büyükleri anlamak kendimizi anlamaya doğru giden yolun ilk adımıdır.

Aralık 1925 tarihi itibariyle cismen kapatılan ama ruhen kapatılması mümkün olmayan tekkelerin işlevi bir yana; insanların gönül dünyasında asırlarca karşılık bulmuş bu zenginlik, şimdi yerini koca bir boşluğa mı bıraktı yoksa? Sorunun cevabı belki bu yazının başlığında, ama en çok da kitabının sayfaları arasında. Hatta belki de hocanın o şahit olduğumuz inceliğiyle, zarafetiyle seçtiği kitap ayracında…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf