18 Nisan 2024 Perşembe

Yarım kalan aşkları sanata çevirmek

Atiye, Sabiha, Nuran, Leylâ... Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 'rüyada açan güller'i. Şuradan başlamak lâzım: Tanpınar için bir insanın olması/ölümsüzlüğe taşınması için iki yol vardır. Ya bir sanat eseri yaratılacak ya da âşık olunacak. Tanpınar düşüncesinde mutlak bir son olarak yer bulan ölüme karşı insanın kendini gerçekleştirmesi ancak bu yollarla mümkündür. Ona göre büyük bir sanat eseri yaratmak, içinde sanatçı ruhu taşıyan kimselerin harcı. Yaratamayanların tek şansı ise aşk ve aşkla sanat eserine dönen bir hayat.

Tanpınar romanlarındaki erkeklerin saplantı denebilecek türde huyları var. Bir kadın muhakkak İstanbullu olmalı ve İstanbul'u bilmeli. Musıkiyle arası çok kuvvetli olmalı, belki resim bilmeli. Gözlerini iyi kullanmalı; yani manzarayı iyi seçmeli ve seyretmeli. Derin olmalı, daima derin. Haliyle ortaya ulaşılamaz, ulaşılsa da sürdürülemez bir aşk modeli çıkıyor. Zaten erkek kahramanlar da bundan besleniyor romanlarda. Vuslata eremeyen aşk neticesinde ortaya çıkan acı, erkeği hayata başka şekilde bağlıyor. Zira Tanpınar aşk ve yaratıcılık bahsinde, birinciyi ikincinin sebebi yapıyor. Sanat, ona göre ölümün elinden hayatı geri alma çabası. Handan İnci de bunu fevkalade çözmüş ve Orpheus'un etkileyici hikâyesini kitabına isim yapmış. Hikâyeyi hatırlayalım:

Orpheus bir sanatçı. Çaldığı lirin sesi tüm canlıları büyülüyor. Çok sevdiği karısı, yılan sokması yüzünden ölünce büyük bir keder duyuyor. Bir amaç kuruyor kendine: lirinin etkileyici sesiyle ölüler diyarına inecek ve tanrılardan onu geri isteyecek. Tanrılar, Orpheus'un aşkından ve sanatından fazlasıyla etkileniyorlar, Eurydike'yi göndermeyi kabul ediyorlar ama bir şart koyuyorlar: Yeryüzüne çıkıncaya kadar Orpheus ardında yürüyen eşine asla dönüp bakmayacak. Ancak Orpheus, tam son adımı atacakken dayanamıyor ve arkasına bakıyor. Böylece Eurydike'yi sonsuza dek kaybediyor. Hikâye burada bitmiyor. Orpheus üzüntüden çılgına dönüyor fakat bu kayıp ona ölümsüzlüğün kapısını açıyor. Çünkü acısını sanatına katıyor ve mitolojideki ölümsüz yerini en güzel şarkıları söyleyerek kazanıyor.

İşte Tanpınar romanlarında bütün aşkların yarım kalmasının sebebi: onu sanata çevirmek... Handan İnci de Orpheus'un Şarkısı için kollarını sıvarken “Tanpınar’ın aşk ve kadın üzerine günlük, mektup ve denemelerinde dile getirdiği düşüncelerini romanlarında nasıl işlediği sorusuyla yola çıkmıştım. Okumalarımın beni getirdiği nokta, Tanpınar’ın aşk ve yaratıcı yazı arasında kurduğu ilişkiyi romanlarına da aynı şekilde aktardığını görmek oldu." diyor. Sadece Huzur için değil, hikâyelerinde de görmek mümkün ki Tanpınar, erkeklerdeki yaratıcı eylemi harekete geçirmek için kadınları metinlerinin civarına yerleştiriyor. Bu yaratıcı eylemin en büyük yakıtı ise aşk. Bilhassa da yarım kalan aşklar.

Tanpınar için hiçbir zaman aşk romanları yazarı tabiri kullanılmaması da aslında bunun bir göstergesi. O aşkı anlatır, aşkın açtığı yaraları ortaya koyar, bir aşkın bitişini değil ama bitişine giden yolları gösterir, orada bırakır. Harap olmuş ruhlara götürmez bizi, harcanmış bedenlere de. Bu sebeple Nuran’la Mümtaz’ın ayrılığı kimsenin zihninde yeterince oturmaz. "Erkekler ne kadar derin, ne kadar vazgeçilmez bir tutkuyla sevdiklerini anlata anlata bitiremedikleri bu kadınları nasıl oluyordu da kolayca bırakabiliyorlardı?" diye soruyor Handan İnci. Çünkü Mümtaz, Nuran'ı yere göğe sığdıramıyor. Aradığı her şeyin onda olduğunu düşünüyor. Ama tam ortasından, sessiz bir çığlık gibi, toprak sarsılır gibi bitiyor ilişkisi. Hatta bitiyor kelimesi bile fazla geliyor, çünkü Tanpınar bunu biraz da hissettirmeden yapıyor. Ümit Meriç, Ebediyetin Huzurunda adlı kitabının önsözünde bu gerçeği şu soruya çevirmişti: "Sevdiği kadının ruhaniyetindeki nura kanat açan Tanpınar, yakmaktan çok yanmak için mi yaratılmıştı acaba?"

Yaşadığım Gibi'deki Aşka Dair başlıklı yazısında Tanpınar, sevmek meselesine dair kuvvetin insanın içinden gelmesinden, doğmasından bahsederken bir başka konuya daha dikkat çeker. Bu kuvvet, insanın bünyesine ne kadar uyabiliyor? "Her aşk nasıl başlarsa başlasın, onu devam ettiren şey; ruha bütün kıvrımlarını ve hususiyetlerini veren iç bünyedir. Tek bir spermde nakledilen bir yığın hususiyet arasında, aşk kabiliyetimiz ve mukadderimiz vardır" diyor ve şöyle devam ediyor yazısında: "Aşk psikolojisinin en dikkate değer taraflarından biri de mevzuunu tanımadan başlamasıdır; onun için her aşk, devamı boyunca bir yığın lezzetli keşifler silsilesi olur. Gülerken, konuşurken, hiddet veya hüzünde bu küçücük insan vücudu daima bizim için yenidir ve her kımıldanışında, kâinatla her temasında yepyeni hayranlık imkân ve vesileleri verir. Bu gün onun ellerinin istisnâî güzelliğini daha yeni fark ederiz, yarın boynunun muztarip melek inhinasını şimdiye kadar görmediğimize şaşarız, bir başka zaman küçük bir yolcu arabasının ayaklarımızın ucuna düşen aynadan süsünde, yalnız bir ucundan gördüğümüz dudak ve çenesinde, bütün bir san'at eseri güzelliğini ve uzaklığını bularak kendimizi körlükle itham ederiz. Bir başka vakit, gözlerinin rengi ve alnının biçimi, bakış tarzı bizi imkânsız ve sırrı meçhul hazlar içinde bırakır. Hülâsa, bir yıldız kasırgasında ve büyülü bir terkib hâlinde tanıdığımız ve sevdiğimiz mahlûku, yavaş yavaş çok şaşırtıcı bir coğrafya gibi keşfederiz."

Aşk, ilişki, tutku bahsinde okuru hırpalayan bir zihni var Tanpınar'ın. İşin içine sanatı ve sanatçılığını da koyunca üslup zevkinden çıkıp düşünüş ve duyuş zevkine yürüyor okur. Tam düğümün ya da düğümlerin çözüleceğini anladığınız bir yerde işler iyice karışıyor. Mesela, sürekli geçmişle gelecek arasında varoluş krizleri yaşayan Mümtaz'a, "Niçin bugünü yaşamıyorsun Mümtaz? Neden ya mazidesin ya istikbaldesin. Bu saat de var." diye bir hatırlatmada bulunuyor Nuran. Mümtaz ise varoluşunu ayaklandıranın geçmişle gelecek arasında salınmak olduğu kadar aşk olduğunu da fevkalade anlatıyor: "Bu anı yaşamıyor değilim. Yalnız bana o kadar beklenmedik bir zamanda, kadın ve hayat tecrübem o kadar azken geldin ki şimdi ne yapacağımı bilmiyorum. Düşünce, sanat, yaşama aşkı hepsi sende toplandı. Hepsi senin hüviyetinle birleşti. Senin dışında düşünememek hastalığına müptelayım."

Yarım kalan aşkları sanata çevirmek, Tanpınar'ın mesleği. Bu mesleğin düğümü meraklıları tarafından belki hiç çözülemeyecek ama şurası belli ki çözülmedikçe daha da güzelleşecek. Onun anlatmaya çalıştığı aşklar, sanatlar ve tutkular gibi. Yani İstanbul gibi...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Şehrin hafızasını Haliç’le tazelemek

Mustafa Kutlu’nun İstanbul gezi yazılarının ikincisi Haliç İle Çepeçevre İstanbul adıyla çıktı. Kitap bir tür 1989 tarihli gezmelerin bir dökümü mahiyetinde. Gezme deyip geçmemek lazım. Kutlu’nun da ifade ettiği gibi gezmenin de bir adabı vardır. Öyle gelişigüzel turlamalarla İstanbul gezilmez. Bir yeri gezmenin orayı fethetmeye benzer bir tarafının olduğu unutulmamalıdır. Zira sadece gezmiş olmaz böylece aynı zamanda gezdiğiniz yeri okumuş olursunuz.

Kutlu, İstanbul’u gezmenin başlangıç noktası olarak Eyüp’ü gösterir. Zira İstanbul’un fethinin manevi komutanları bu kadim şehrin bir tür tapu senetleri gibi Eyüp’te toplanmıştır. Mustafa Kutlu olması gereken tarzda bir geziyi kendisinin de gerçekleştiremediğini kitabın daha ilk sayfasında itiraf ediyor ve “İşte bizim gezimiz de esas itibariyle Eyüp’ten başlamalı idi. Hatta sur dışında yatan evliyanın türbeleri ziyaret edilmeli, şehitler için mezarlardan yana Fatiha’lar okunmalı idi. Daha sonra güzergâhımız yine büyüklerin yattığı mahallere doğru ilerleyecekti. Kâh bir türbeye, kâh bir çeşmeye uğrayacaktık. Böylece İstanbul, onun gerçek sahiplerinin izinden bize kendini ağır ağır açmış olacaktı. Lakin böyle olmadı. İstanbul’u usul-i kadim üzre gezemedik. Çünkü daha ilk adımda Topkapı yolumuzu kesti. Dolayısıyla ilk kitap Topkapı’dan Topkapı’ya adıyla yayımlandı.” (Dergâh Yay., Eylül 2021)

32 sene sonra tutulan gezi notları birinci kitaba nazaran İstanbul’u daha doğru yerden gezmenin rehberi oluşturmuş. Çünkü yazar bu kez sur dışında yatan evliya türbelerine Fatiha’lar gönderdikten sonra gezisine doğru bir taraftan yani Eyüp’ten başlamaya muvaffak olmuş. Kitabın birinci bölümü Haliç’i, ikinci kısmı ise “çepeçevre İstanbul’u” anlatmakta. Okuyucu daha ilk başta bir yakın geçmiş zaman vesikası gibi 1989 yılının Eyüp’ünün şaşkınlığını yaşıyor. Yazarının peşine takılmış şaşkın bir okur gibi. Bugünkü Eyüpsultan ile dünkü Eyüp arasındaki eski-yeni farkını yakından görüyor.

Sadece bakımsız türbeler, mezarlar ve serviler değil aynı zamanda semtin Hacı Baba diye anılan tarihi ünlü kebapçılarını, Karadeniz pidecisini de teğet geçmiyor Kutlu. Tarihi kebapçıda kebap tarihe karışmış, Eyüp kaymakçıları sırra kadem basmış gibidir. Ne yazık ki Eyüp’te şöhreti Evliya Çelebi’ye uzanan “Eyüp Oyuncakçıları”nın da yerinde yeller esmektedir. 1880’lerde kurulan “Ragıp Ağa’nın Kahvesi” bugünün Piyer Loti’sidir.

Kahveden aşağıya doğru bakıldığında karşı sahilde yer alan Sütlüce Mezbahası pis sarı dişleri ile sırıtmaktadır. Zal Mahmut Paşa Camii’nin avlusunda kirli çamaşır suları, medrese odasında kalan fukaralar sanki günümüze uzak bir asrın manzarasını yansıtıyormuş gibi.

Mustafa Kutlu Eyüp semtinin kılcal damarlarına kadar girmiş. Sadece 1989 yılının Eyüp’ünü dolaşmakla kalmıyor aynı zamanda geriye dönüşler yaparak geçmiş zamanın Eyüp’lü yıllarını da gözler önüne seriyor. Eyüp gezisi Ayvansaray, Esnaf Lonca Sokağı’nda İnebolu Pazarı, Balat, Tahta Minare Camii, Fener semti, Unkapanı Köprüsü ve köprünün altındaki kuş pazarı, Sütlüce, Kâğıthane, Daye Hatun Camii, Kasımpaşa, Kulaksız Mezarlığı, Sarayburnu, Eminönü, Gülhane Parkı, Cankurtaran, Samatya, Yedikule, Akbıyık Camii, Küçük Ayasofya, Kadırga, Kumkapı, Yenikapı, Büyük Langa, Davutpaşa-Küçük Langa, Cerrahpaşa, Belgradkapı, Silivrikapı, Merkezefendi, Seyyid Nizam Dergâhı, Mevlanakapı, Edirnekapı, Mihrimah Camii, Kariye, Eğrikapı gibi semtlere uğrayıp mekânları ziyaret ederken bir yandan da solmuş, dökülmüş bir İstanbul fotoğrafını yerli yerine yerleştirmeye çalışıyor.

1990 yılı 10 Haziran’ında tamamlanan Haliç ile çepçevre İstanbul gezisi şu hüzünlü satırlarla tamamlanıyor: “Tuhaf duygularla yokuş aşağı Ayvansaray’a doğru gidiyorum. Daha önce anlattığım Rum Kilisesi’ni geçiyorum. Bu kederle, yoksullukla, yıkılmışlık ve terk edilmişlikle dolu semtleri arkamda bırakıyorum.

Kitabı okuyup bitirdikten sonra 10 senede ne kadar çok şeyin değiştiğini bugüne bakıp düne geri dönüşler fırlatırken anlıyorsunuz. Bir hikâyecinin semtleri ve mekânları okuma biçimi de hikâye gibi oluyor. İstanbul’a kendi hikâyesini hatırlatmak için sanırım önce bu şehrin hafızasını Haliç’le tazelemek gerekiyor.

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

Bir liranın romanı

Kahramanı Don Kişot, Raskolnikov veya Turgut Özben olan romanları biliyorsunuz. Ya kahramanı bir nesne olan romanlardan söz açılırsa? O zaman edebiyat tarihindeki örnek sayısı daha sınırlı olan bir roman paletiyle karşılaşırız. Bu yazıdaki romanın kahramanı bir lira. Gazetecilik, çevirmenlik, tefrika roman yazarlığı yapan Kemal Ragıb Enson, gazetelerde yayınlanan birçok tefrika romana imza atar. Bu romanlardan bazıları kitaplaşır. Oğlunun vefatından sonra yazdığı Oğlumla Başbaşa kitabında, oğlunun hayatını, ölümünü ve yas sürecini anlatan Enson, 31 Temmuz 1954’te vefat eder.

Kemal Râgıb Enson’un kaleme aldığı Bir Liranın Başından Geçenler adlı roman 8 Ekim Teşrinievvel (Ekim) 1932 ile 19 Kasım Teşrinisani (Kasım) 1932’de Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmiş. Ancak roman “Bir İzdivâcın Hikâyesi”, “Kapalı Kutu”, “Yaşamak mı Bu?” kadar kısmetli olmadığı için gazete sayfaları arasında kalmış. Fatih Altuğ’un yayına hazırladığı roman, ancak günümüzde iki kapak arasında okurla buluşma fırsatını buldu.

Romanın tefrikasının yayınlanmaya başladığı günkü nüshasında okurlarına bir aylık abone bedelinin 150 kuruş olduğu ilan ediliyor. 1,5 liraya bir ay boyunca gazeteye abone olunabilen bir gün Bir Liranın Başından Geçenler'in ilk bölümü okuruyla buluşuyor. Bu bilgi zannediyorum ki “bir liranın” ne anlama geldiğini biraz olsun somutlaştırabilecektir. Romanın tefrikasını okuyanların cebinde harf inkılabından hemen önce 1927’de İngiltere’de basılan 1 liralar bulunuyordu. Zeytuni yeşil renkte olan 1 liraların bir yüzünde karasabanla öküz süren bir köylü, diğer yüzünde ise Ankara Kalesi ve Meclis binası resmi yer almaktaydı. Harf inkılabından hemen önce tedavüle çıkarılan bu banknotların ana metinleri eski yazı Türkçe, kaç lirayı temsil etmek için basıldığını anladığımız kupür değerleri ise Fransızca basılmıştı.

Bunca malumatfuruşluktan sonra gelelim Kemal Ragıb Enson’un Bir Liranın Başından Geçenler romanına. Romanın kahramanı olan 1 lira, tedavülde kaldığı süre boyunca cepten cebe, elden ele geçiyor ve onun anlatımından bir memleket tablosuyla karşılaşıyoruz. Normalde bir insanın hayatı boyunca karşılaşamayacağı kadar farklı insanın hayatına şahit olur bir lira. Nasıl fabl türü hayvanları insanlaştırarak hikâyeleştirirse bu roman da bir lirayı, anlattığı hikâyeler içinde sanki şahit olan ve değerlendiren bir insan gibi konumlar. Mesela bir lira kumar masasındaki durumunu şu sözlerle anlatır: “Ben bu maceralarla dolu hayatın içinde bugünkü kadar hiç küçülmedim; bugünkü kadar kıymetten düşmedim.” İnsanları tanımak, bir lira için sonuç olarak güzel bir tecrübe olmuyor. Bir lira daha çok insanoğlunun negatif yönlerine şahit oluyor. İnsanlarla daha ilk karşılaşış anından itibaren bu negatiflik perçinlenerek güçleniyor. Romanın ilk sayfasında “Dünyanın her köşesinde, hayatın bütün meydanlarında olduğu gibi burada da onların en kuvvetlisi, en azılısı, en açıkgözü hepsinden evvel ceplerini dolduracak, ötekilerini çiğneyip gidecekti. Kuvvetliler, azılılar daha şimdiden belli. Hiç olmazsa yanındakileri, önündekileri itip kakıyor; açıkgözler, başkasının sırasını olsun kapabilmek için fırsat kolluyor.” diyor nitekim. Yalanlar, düzenbazlıklar, entrikalar bir bombardıman gibi boca ediliyor roman boyunca. Bu yönüyle de bir zamanların tefrika roman geleneğinin günümüzdeki dizi filmlere denk düşen bir rolü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz.

Simmel, paranın felsefesini yaparken, onun karaktersiz olduğunu vurgular: “Para karşılığında satılan şey, ona en çoğunu veren alıcıya, bu alıcının kim olduğuna bakılmaksızın gider (…) para karşılığında satın aldığımda ödeyeceğim fiyata değer olduğu sürece o şeyi kimden aldığımın önemi yoktur.” Kemal Ragıb Enson ise paraya bir karakter yüklerken romanında insanın karaktersizliğinin hikâyesini anlatıyor.

Üç aylığını alan yaşlının harcamaya kıyamadığı 1 lira; berberleri, manavları, meyhaneleri dolaşır. Paranın elden ele dolaşımı bir liranın arada köye gitmesini sağlar. Kâh bir çantada kah çorapta kâh sinede dolaşan bir lira; kumar masalarına, eczanelere, müteahhit ceplerine uğrar. Bir yankesici ise bir liranın son durağı olacaktır. İnsanları kurdukları cümleler kadar kokularıyla da tanır bir lira. Farklı gelir gruplarından, farklı hayat tarzlarından pek çok insan roman boyunca kendi hikâyeleriyle resm-i geçit yaparlar. Balzac’ın ciltler dolusu yazdığı İnsanlık Komedyası'nın aşırı sıkıştırılmış bir Türkiye versiyonu romana yüklenmiştir âdeta. Oscar Wilde’a atfedilen “Günümüzde insanlar, her şeyin fiyatını biliyor ama hiçbir şeyin değerini bilmiyorlar.” sözü bu romanda ete kemiğe bürünüyor. Değerin değil fiyatın konuşulduğu bir çağın roman kahramanının bir lira olması hiç de şaşırtıcı değil elbette.

1932’de tefrika edilen Kemal Ragıp’ın romanını, bütün dünyayı etkileyen 1929 krizinin Türkiye’deki etkilerini yansıtan bir roman olarak da görmek mümkün. Roman, edebiyatın güncel olanla ilişkisine başka bir boyut katıyor. Güncel olandan uzak durmak bazı edebiyatçıların kaçındığı bir tutum. Ancak pekâlâ güncelin bir parçası üzerinden de yıllar sonrasının günceliyle bir ortak payda yakalamak mümkün. Çünkü teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, güncel olan ne denli hızla geçmişte de kalsa yine de değişmeyen bir yön, bulunacak bir ortak payda mevcuttur. Bir Liranın Başından Geçenler, aradaki zaman farkına rağmen ortak payda bulabileceğimiz bir roman olarak karşımıza çıkıyor. Bu sebeple romanı gazete sayfalarındaki tefrika halinden kurtarıp bugün yeniden okurla buluşmasında emeği geçen herkesi tebrik etmek isterim.

Romanı yayına hazırlayan Fatih Altuğ’un ifadesiyle “Bir Liranın Başından Geçenler, aynı zamanda bir İstanbul romanıdır. 1 lira, insanlarla birlikte şehrin sokaklarında, meydanlarında, otomobillerinde, tramvaylarında, şantiyelerinde, farklı semtlerinde dolaştığı gibi iç mekânlarına da dâhil olur: Yoksulluk çeken evlere, metruk yapılara, gizlice kumar oynatılan dairelere, muayenehanelere, ofislere, dükkânlara, batakhanelere…” Bütün bu özellikler, Bir Liranın Başından Geçenler'e kıymet katan zenginlikler elbette.

Bir Liranın Başından Geçenler eski bir roman olsa da pek çok açıdan da eskimemiş bir roman olarak günümüz okuruna da hitap eden bir metne sahip. Kemal Ragıb Enson’un diğer metinlerini de merak etmeye başladım doğrusu. Niçin onlar da günümüz okurunun dikkatine sunulmasın?

Suavi Kemal Yagıç

14 Nisan 2024 Pazar

Tanpınar: Hep kendi yaşamını yaşamak

Bu yazıda Ahmet Hamdi Tanpınar'a dair okuduğum kitaplardan ikisine dair ufak tefek notlar bulacaksınız. Zira ona olan saygım her geçen gün artıyor. Bu kadar zor bir yaşamın içinde, bu kadar zor bir mizacın içinde ne eserler üretmiş. Üstelik hastalık da yakasını hiç bırakmamış. 61 sene yaşayabilmiş, 161 sene yaşasın isterdim.

Hasan Âli Yücel'le mektuplaşmalarını okurken bazı kelimeleri ne kadar şık, ne kadar yakışıklı kullandığını fark ettim. Ama en çok da duygularını nasıl bu kadar samimi yazıya dökebildiğine şaştım, şaşırıyorum. Size, mektuplardan süzülen birkaç cümle getirdim.

- Bütün mesele zannımca şu noktada: mukavemetsizim.

Altmış yaşında kitaplarımın tab'ı için imkân arıyorum. Ne hazin şey. Garpta benim kadar çalışmış adamın neleri olmazdı? Geçelim. Bu hesabın muhakemesi yoktur.

- O kadar parasız ve parasızlık yüzünden öyle bedbahtım ki. Benim parasızlığım, Harun Reşid'in ümmi'liği, Kanuni'nin debdebe ve azameti, Amerika'nın iktisadi safveti gibi artık hamlaşmaya başladı. Galiba istikbaldeki şöhretimi onunla yapacağım.

- İnsanoğlu bir yığın zıtların, hattâ zaafların terkîbidir. Asıl çehreyi, hayatı hulâsa eden birkaç jest ve hareket vücuda getirir.

- Fakat ne yaparsın monşer, biraz da talih yardım etmeli insana... Şikâyet etmeyeyim! Sanatım gibi hayatım da geçmişe dayanıyor.

- Zaten mazi dediğimiz şey, bizde her an yeniden teşekkül eden bir geçmiş zamana, bugünün aksinden başka ne olabilir? Bütün hayat gibi zaman da, içimize kayar kaymaz muayyen merkezler etrafında kendiliğinden kurulan bir terkiptir.

- Belki de biraz eski adamım; İstanbul'un güzelliklerine kendimi daima teslim ettim. Ne diye tabiatı, yaşadığım şehrin tabiatını inkâr edeyim? Niçin İstanbul gecelerinin bize hazırladığı güzellikleri reddedeyim? Hangi mûsıkî, hangi san'at eseri bana bunun eşini verebilir?

- En güzel romanı kendi gözkapaklarımızın arkasında geçmiş günlerimizden birisini, yahut birçoğunu kendisinde toplayan bir hayalini seyrederken yazıyoruz. Hatırlatma, bütün sanatların galiba annesi.

- İnsan etrafın kendi hakkındaki sevgisine, düşüncesine, kendisine uzanmasına ve eğilmesine muhtaç. Biz sevginin, dostluğun, sırasına göre hiddetin, kinin ayaklarında kendimizi daha iyi görüyoruz. Tabii birinciler başka; onlarda büyüyoruz, öbürlerinde yıkılıyor, çürüyoruz.

Bu kez bir değişiklik yapayım. Sadece kitaptan bahsedip alıntılarla bitirmek yerine okurken -ve elbette yaşarken- neler düşündüğümü de paylaşayım. Hadi bakayım.

- Mahur Beste'de "Çünkü hayat da, ölüm de sevdin mi, affetin mi yenilebilir" diyor Tanpınar. Sevgisizlik kadar ve öfke kadar insan hayatını örseleyen bir şey yok. Bir kediyi sev ama yine de bir şey sev. Kız ama kin tutma. Ne tuhaf ki ilki ikincisinden daha kolay gibi görünür. Oysa sevmek, en zor mesele.

- İnsan insana ilişkide karşındakinden beklentilerini dile getirirsin. Yani önce kurduğun iletişimi derinleştirirsin. Bunları yapmadan hayal kırıklığına uğramak hem adaletsiz hem çok yıpratıcı. Tabii bu arada sen ne kadar gelişmeye açıksın, ne kadar büyüyorsun, ona da bakman lâzım. Tanpınar'ın "Birçok şeyler gibi insanlar da kuyuya benzer. İçlerinde boğulabiliriz." sözüne biraz da böyle bakmak gerek. İnsan belki de 'sükût suikasti'ne kendisini zorla götürüyor.

- Eğer Tanpınar'da bir huzursuzluk varsa -ki âlâsı var- hür olmak, kendi kendisi olmak ve kendi yaşamını yaşamak gibi üç mühim meseleye kafayı takmış olmasından. Öyle de yaşamış üstelik, hep kendi gibi. Erken göçmesinin sebebi zâhirde hastalık elbette ama bâtında kendi ruh gerçeğini ortaya çıkarma mücadelesi olabilir sanki. Şu sözü ne güzel: "Hattâ öyleleri vardır ki bir kere olsun ruhlarının gerçeğine doğmadan ölürler."

- Turan Alptekin, Tanpınar'ın Ölümü adlı kitabında hocasına yönelik haksız eleştirileri göğüslemeye çalışıyor. Apologia demesinin sebebi bu. Tıpkı Platon'un hocasına dair yaptığı gibi (Sokrates'in Savunması). Yazarın hocasına dair bir başka kitabı da "Ahmet Hamdi Tanpınar: Bir Kültür, Bir İnsan" idi. Erenler'e oturup bir nargile eşliğinde başlayıp bitirmiştim, şahaneydi.

- "Ne içindeyim zamanın / ne de büsbütün dışında / yekpare, geniş bir anın / parçalanmaz akışında" dizelerini İbn Arabî'den okuyalım mı? Buyurun: "Bizim zaman sıralanışı içinde algıladığımız bütün varlık süreci Doğu'dan Batı'ya, öncesizlikten sonrasızlığa kadar, bir an içinde gözden geçirilebilir; gerçekten, geçmiş de gelecek de bizim sanılarımızdan fazla bir şey değildir. Var olan tek bir ân'dır."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Usta bir tarihçinin hayatı ve yol haritası

Anadolu Selçukluları ve Osmanlı klasik dönemi toplum, kültür, din ve tasavvuf tarihi, Alevilik ve Bektaşilik üzerine çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın Tarihçinin Yolculuğu isimli yeni kitabı raflarda yerini aldı. Kendisiyle muhtelif vesilelerle yapılan röportajlardan oluşan ve Halil Solak tarafından yayına hazırlanan kitap, hem hocanın akademik hayatında gerçekleştirdiği çalışmaların ana hatlarını hem de entelektüel bir bilim adamı olarak portresini ortaya koyuyor.

Anadolu Selçukluları ve Osmanlı tarihinin orta ve yeniçağlarda kültür, din, zihniyet boyutlarına ilgi duyduğunu, araştırma konularını Babailer İsyanı, Alevilik ve Bektaşiliğin İslâm öncesi inanç temelleri, Osmanlı toplumunda zındıklar ve mülhidler, İslâm-Türk inançlarında Hızır-İlyas kültü gibi ülkemizde çok az çalışılan alanlardan seçtiğini ifade eden Prof. Ocak: "Türkiye’de merhum Fuat Köprülü ve Abdülbaki Gölpınarlı’nın açtıkları, kısaca Anadolu’nun İslâmlaşması tarihi diyebileceğimiz alanla ilgileniyorum. Ama onların seviyesinin benim için çok yükseklerde olduğunu itiraf etmeliyim. Şeyh Bedreddin’e atfedilen şu sözle kendimi anlatabilirim: Ben de halimce Bedreddinem!" diyor.

Türk tarihçiliğinin en önemli problemlerinden biri olan ifrat ve tefrite kaçmanın sakıncaları üzerinde de duran Ahmet Yaşar Ocak, genç tarihçilere ve araştırmacılara şu öneride bulunuyor: Tarihi şahsiyet ve olayları idealize ederek, adeta kutsallaştırarak roman yazmaktan, dizi yahut film çekmekten kurtulup tarihin gerçekleriyle karşılaştığımızda, onlardan korkmadan yüzleşmeyi (yüzleşme adına karalamayı kastetmiyorum) ve gerçekleri korkmadan, ürkmeden öğrenmemiz ve kabul etmemiz gerekiyor.

Kitapta Ocak’ın akademik hayatı konu edilirken hocaları ve meslektaşlarının (Nejat Göyünç, Tayyip Gökbilgin, Iréne Mélikoff, Jean-Paul Roux, Kemal Karpat, Halil İnalcık) çeşitli vesilelerle kendisine gönderdiği mektuplara da yer veriliyor.

Tarihçiliği sadece bir meslek olmanın ötesinde hayat tarzı olarak benimseyen Ocak, araştırma konularını nasıl belirlediğini şöyle anlatıyor: “Ben reenkarnasyona inanmam ama 10 kere daha dünyaya gelsem yine aynı mesleği yapardım yani tarihçi olurdum hiç tereddütsüz. Mesleğimi çok seviyorum. Türkiye’de tarihçilerin pek el atmadığı, sıradan, alışılmış tarihsel konuların dışında ve bir sorun olarak “halının altına süpürülmüş” konuların üzerine gitmeyi seviyorum.

Hamasi veya retçi bir tarih perspektifi yerine sağlam ve gerçekçi bir tarih bilincinin ehemmiyetini belirten yazar, kaynakların kullanımı, eleştirel bakış açısı, arşiv ve kütüphanelerin işlevi, disiplinler arası çalışmanın önemi, tarih yazımı, yöntemi gibi konulara dair öğrencilere, araştırmacılara ve tarih meraklılarına kısa ve özlü reçeteler sunuyor.

Ömrünü ilmi çalışmalara vakfeden Ahmet Yaşar Ocak kitapta tarih bilimi üzerine çalışmalar yapan genç araştırmacılara çeşitli tavsiyelerde bulunarak tarihçinin çalışma tarzı ve yöntemlerine temas ediyor. Tarihçiyim diyebilmek için olmazsa olmaz bazı şartların olduğunu belirtiyor. Bilimsel merak, yılmadan problemin peşine düşmek, kullanılacak kaynakları rahatça okuyup anlayacak, değerlendirecek kadar alana hâkim olmak, üzerinde çalışılan alanın kaynak dillerine, terminoloji ve problemlerine aşina olmak, Arapça ve Farsçaya, bunu yanı sıra mutlaka Osmanlı Türkçesine ve paleografyasına vakıf olmak, yabancı dil bilmek ve literatürü takip etmek gerektiğinin altını çiziyor.

Akademik geleneğin inşası bakımından bilimsel terbiyenin önemini özellikle vurgulayan Ocak, genç tarihçilerin zaman zaman kibirli ve hırslı davrandıklarını ve kendilerinden öncekilerin alana katkılarının hakkını teslim etmeyerek görmezden geldikleri belirterek bunun gerçek bilimsel bir tavır olmadığını söylüyor. Kendisinin de hocaları Fuat Köprülü ve Abdülbaki Gölpınarlı ile birebir örtüşmeyen fikir ve kanaatlere sahip olduğunu hatta Köprülü’nün farkına bile varmadığı bir tarikat hakkında uzunca bir makale kaleme aldığını ifade ederek buna rağmen her zaman onları hocaları olarak görüp haklarını teslim ettiğini kaydediyor.

Kitap ayrıca daima güncelliğini koruyan “Türklerin İslâmlaşma Serüveni”, “İslâm ve Siyaset”, “İslâmofobi”, “Alevîlik-Bektaşîlik”, “Resmî Tarih-Alternatif Tarih ikiliği” gibi meselelere de ışık tutuyor. İslam öncesi ve sonrası inanç motifleri, ilk büyük mutasavvıflar, Selçuklulardan Osmanlılara tevarüs eden sufi geleneğin Anadolu’daki temelleri, öğretileri ve etkileri kitabın ikinci kısmında ele alınıyor. Dede Korkut ve hikayelerinin kaynağı, Hacı Bektaş-ı Veli’nin eserleri ve Makalat, Bektaşilik ve Yesevilik geleneği, Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlâna ve Yunus Emre arasındaki ilişki nasıldı gibi sorulara cevap veriliyor.

Hülasa Tarihçinin Yolculuğu soğuk bir metodoloji kitabından ziyade usta bir tarihçinin hayatı ve ilgi alanlarından yola çıkarak tecrübelerini aktardığı bir yol haritası niteliği taşıyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

6 Nisan 2024 Cumartesi

Cioran: Dünyada marazi bir filozof

Ne zaman bir Cioran kitabı okusam aklıma hemen bir soru takılıyor: Cioran okumayı niye bu kadar seviyorum, daha doğrusu Cioran’ın yazdıklarına ve kendisine niye bir değer atfediyorum? Bunun cevabını da biliyorum aslında. Çünkü Cioran kendi içinde yaşadığı bütün çelişkilere ve tutarsızlıklara rağmen samimi bir yazar ve salt karamsarlıktan ziyade mizahtan da beslenebiliyor. Bu durum modern çağ filozoflarından gördüklerimin aksine benim en çok hoşuma giden durum. Herhangi bir yere bağlı olmadan fikirlerini ortaya saçan, bazen intihar düşüncesine kadar ilerleyip bazen mizahın gülümseten yüzünü bize gösteren Cioran bence son dönem filozofların en samimisi. Ayrıca Cioran okumayı sevmemin başka bir yönü daha var. Elime ne zaman bir Cioran kitabı alsam aklıma Franz Kafka’nın o ünlü sözü geliyor: İnsanı ısıran ve sokan kitaplar okumalıyız. Okuduğumuz kitap bir yumruk indirerek bizi uyandırmıyorsa ne işe yarar. Cioran bu sözü farklı bir şekilde söylüyor: Zihnin ıstıraplarına hizmet etmeyen kelimeler kitlelerin midesini doldurmaya yeter sadece. Kafka’nın sözüne ek olarak Cioran da kitaplar hakkında böyle düşünüyor ve onun bütün kitapları da bu cümlesi doğrultusunda okunuyor zaten.

Doğru bildiğimiz/sandığımız, daha doğrusu bir değer atfettiğimiz şeylere baltasını acımasızca indiriyor Cioran. Tabiî inançsızlığının(?) getirdiği duyguyla bazen hoşumuza gitmeyen şeyler söylese de zaman zaman öyle şeyler söylüyor ki, bu adam mı hiçbir değere inanmayan ve her şeye savaş açan kişi, diyebiliyor okur. Her halükarda Cioran okuru diri tutuyor. Felsefe kitaplarının zaman zaman düştüğü miskinlik tuzağına düşmüyor onun kitapları. Hep sert hep kavgacı. Özellikle kırk-kırk beş yaşına kadar yazdıkları. Çünkü bu yaşa kadar yazdıklarında Cioran’ın Paris’te girmek istediği muhitçe kabul edilmeme durumu da hissediliyor. Küçük bir çatı katından önce Paris’e sonra da dünyaya savurduğu aforizmalarla –kendini filozof olarak görmese de- birçok kişiye ve bana göre de yirminci yüz yılın en önemli ve yalnız filozoflarının arasına giriyor. Fark ediliyor ki ülkemizde de Cioran okurları günden güne artıyor. Bu bir yandan iyiyken diğer yandan bu karamsarlığın alıcısının çoğalması belki de sosyolojik çalışmalar yapanlar için iyi bir konu olabilir. Yeni bir Cioran kitabı yayımlandı Türkçede. Cioran’ın muhtemelen otuzlu yaşlarının başında yazdığı düşünülen kitap 1944’e tarihleniyor. Net bir tarih yok yani. Hatta kitabın ismi bile yok aslında. Kitabın adını Fransız yayıncılar Cioran’ın el yazmalarındaki ilk aforizmadan alarak koyuyorlar: Hiçliğe Açılan Pencere. Baştan sona aforizmalardan oluşan kitabın son 9-10 sayfası Cioran’ın 1948 yılında bir dergide yayımladığı fragmanlardan oluşuyor. 172 sayfayı içeriyor kitap ki bu sayı Cioran kitapları için fazla bir miktar. Fakat Işık Ergüden’in çevirisi okumayı kolaylaştırıyor. Yine de şuna değinmek istiyorum, Hiçliğe Açılan Pencere yazarın zor okunan kitaplarından biri. Aforizma/fragman olması okuru yanıltmasın. Hatta şimdiye kadar dilimize çevrilen kitaplarından en zor üç dört kitabından biri diyebilirim anlaşılma açısından.

Cioran hayatının ergenlik ve ilk gençlik diyebileceğimiz dönemlerinde uykusuzluk rahatsızlığından çok çekmiş biridir. Onun geceler boyu uyumadan sokaklarda gezdiğini biliyoruz verdiği söyleşilerden. Tabiî ki bu durum yazılarına da yansımıştır ve çoğu zaman uykusuzluğun ona yaptıklarını/yaşattıklarını kâğıda dökmüştür. Özellikle ilk dönem kitaplarında bunu daha sık görüyoruz. Ben Cioran için bu kitabı da ilk dönem kitaplarında dâhil etmek istiyorum. Çünkü onun ‘vecd’ ve uykusuzluk dönemlerindeki kendisiyle hesaplaşmasını bu kitapta da bol bol görüyoruz. Bu hesaplaşmaya bence Tanrı’yı arama ve onunla hesaplaşma isteği de giriyor. Kendini inançsız olarak tanıtsa da bir kuyunun dibinden seslenir gibi sesleniyor Tanrı’ya: “Tanrım! Sen bana hiçbir şey vermedin. Kendime bile ait değilim ben. … Her şeyin –en başta da Sen’in- tamamen düşüş halindeki zihnin saçma sapan lafları olması mümkün müdür? Senin –özlemlerimin kâh üstünde, kâh altında kalan- nesnelerine dokunamam, iç sıkıntısıyla ilgisizlik arasında, cehaletim ve lanetim içinde dönüp duruyorum. … Senin mirasından en ufak bereket bulamayan ben senin mülkünün kalıntılarını Hiçlikten dileniyorum.

Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu kitabında “şeffaflık toplumunun ne enformasyonda ne de görüş alanında boşluğa tahammülü vardır. Ama gerek düşünce gerekse ilham boşluğa ihtiyaç duyar” der. Cioran’ın “boşluk” kavramını irdelemesini zaten her kitabında görüyoruz ama bu kitabında hatırı sayılır bir yer vermiş bu kavrama. Chul Han’ın söylediği farklı bir bağlamda ele alınabilir ama Cioran’ın boşluğu da onu dış dünyadan koparan ve onun düşüncesini bileyen bir şeye dönüşüyor. Toplumsal hastalıktan kurtulup kendi kendine oluşturduğu boşluk sayesinde hem ilhama hem düşünceye varmaya çalışıyor yazar.

İsmet Özel şiirinde “Benim elbet bir bildiğim var: hayat saçma sapandır” der. Bu noktayı Cioran “hayat sonsuzluğun –anbean yaşanan- krizidir, hiçbir yasanın önleyemediği bir saçmalık patlamasıdır” şeklinde yorumlar kendine göre. Şair ve filozofun buluşup birbirine temas ettiği noktadır burası. Bu iki “cins” kafanın belki de az yerde buluştuğu noktadır dünyanın saçmalığı. Hatta her cins kafanın belki de. Bu iki adamı niye bu kadar sevdiğimi Cioran’ın bu kitabıyla daha iyi fark ettim.

Zaman ve müzik kavramlarının Cioran’ın vazgeçemediği iki kavram olduğunu onu daha önce okuyanlar fark etmiştir. Tabiî ki Tanpınar’da olduğu gibi “zaman ve musikî” gibi algılanmasın ama temel bakışlarda bir benzerlik söz konusu olabilir yine de. Fakat farklı pencerelerden. Müziğin gücü ve zamanın verdiği ıstırap Cioran’ın hayatının her bölümünü her anını etkilemiştir, olumlu veya olumsuz. Bu kavramları daha yoğun kullandığı kitapları olsa da Hiçliğe Açılan Pencere’de de hatırı sayılır şekilde irdeliyor bunları. Cioran’ın en güzel pasajlarının bazılarının zaman konusunda söyledikleri olduğunu da düşünüyorum. Zaman’a normal bir insandan ziyade derinine nüfuz etmeye çalışarak bakmaya çalışıyor. Bu da ona acı veriyor.

İnsan her zaman sıkı kitaplar okuyamıyor. En azından bu benim için böyle. Oturup saatlerce okunabilecek bir yazar değil Cioran, yazdıklarının yoğunluğundan dolayı. Ancak kitaplarının her an elimin altında oluşu (okunmuş veya okunmamış) bir okur olarak bana, bunaldığım zamanlarda gidip dertleşebileceğim bir büyüğümün olduğu hissini veriyor. Ne garip değil mi bunu Cioran hakkında söylemem. Bunu mizahının gücü sayesinde olduğunu düşünüyorum. Evet, Cioran karamsar bir yazar ancak örneğin bir Sylvia Plath siyahlığında değil. Onu bu siyahlıktan ara ara parlayan mizah ışıkları kurtarıyor.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

5 Nisan 2024 Cuma

Hayatın zorlukları, felsefenin tesellisi

Nietzsche, "Ich bin dein Labyrinth!" demiş. "Ben senin labirentinim!" yani. Hayat bize bunu her gün, belki defalarca söylüyor. Labirentin biri bitip diğeri başlarken, tükenmenin acısını ve üretmenin zevkini birlikte yaşıyoruz, yaşamalıyız. Geçen her günün sonunda insan insana ilişkilerin ne kadar kıymetli olduğunu hayat bize gösteriyor. Şahit olduğumuz merhametsizlikler ve sevgisizlikler hem yeterince insan ol(a)madığımızı hem de insanı eser miktarda bile tanımadığımızı fısıldıyor sanki. Hayatın da insanın da içine, manasına talip olmaya, o manadaki güzellikleri görmeye, o güzelliklerdeki hakikate dahil olmaya meraklı değiliz gibi üstelik. Böyle olunca da yaşamın tatsızlığı, tuzsuzluğu ve elbette tutkusuzluğu zirve yapıyor. Hayatın ve insanın hikmeti bir kere daha buharlaşıyor. Sıradan olmayan, anlamlı bir hayat için ben de Alper Hasanoğlu'na katılıyorum ve felsefeyle psikolojinin mutlaka yan yana gelmesi gerektiğini düşünüyorum (o buna klinik felsefe diyor). Denemekten, çaba göstermekten, yenilmekten korkmayanlar ya da korkmak istemeyenler için okuması pek zevkli bir kitap Hayat Bilgisi. Kıyınızda durursa, sık sık dönüp bakacağınıza eminim.

"Ötekine yönelen insanın en saf duygusunun, onu harekete geçiren motivasyonun sevgi olduğunu iddia ediyorum. Ve sevgimin beynimin ürünü olduğunu reddediyorum. O, sevgimin bir tür 'ilişkilenme aracı'dır, başka bir şey değil."

"Kim hayatın karanlıklarına, uçurumlarına bakmaya cesaret edemezse, önünde sonunda o uçuruma düşer."

"Yalnızlık hep bizimledir ve hepimiz için mutlak bir gerçekliktir. Gece yatağa tek başımıza da girsek, sevgiliye sarılarak uyusak da. O nedenle yalnızlığın, erişkin hayatımızda çocukluktaki gibi dehşet duyguları uyandıracak bir çaresizlik durumu olmadığının farkına varmayı, bunun farkına varamayanların acıyan bakışlarına rağmen, kendimize öğretebilmeli ve bunu kabullenmeliyiz. Yaratma ve üretme süreçlerinin yalnızlığa ne kadar ihtiyaç duyduğunu düşünürsek, yalnız kalmayı öğrenmenin kendimize verebileceğimiz en güzel armağan olduğunu da anlarız."

Günlük hayatta karşımıza çıkan sorunlar ve filozoflar. Şeker şerbet bir kitap. Mesela onaylanma ihtiyacımız konusunda Sokrates neler demiş? Maddi güç peşinde koşanlara Epikuros hangi anlamlı itirazlarda bulunmuş? Seneca yaşadığı hayal kırıklıklarını nasıl bir kazanca dönüştürmüş? Montaigne, insanın kendisini yetersiz hissetmesine dair neler söylemiş? Yeryüzünün en karamsar filozofu Schopenhauer, kalp kırıklıklarına nasıl bir reçete yazmış? Nietzsche zorluklar içinde yaşayanlara nasıl teselliler sunmuş? Alain de Botton oldukça zevkli yazmış Felsefenin Tesellisi'ni ama hakkını vermek lâzım, Banu Tellioğlu da şahane çevirmiş. Kitaptan altını çizdiğim cümlelerden sadece birkaçıyla bitireyim.

"Hakikatin dağlarına tırmanırken çabalar asla boşa gitmez: Ya bugün daha yükseğe çıkarsın ya da yarın daha yükseğe çıkabilmek için güç toplarsın."

"Bilge kişinin kaybedeceği hiçbir şey yoktur. O, sahip olduğu her şeyi kendinde taşır."

"Sanat da felsefe de, farklı yöntemler kullanmasına karşın aynı amaca hizmet eder: İkisi de, acıyı bilgiye dönüştürür.."

"Söyle, yüreğinde saklama. Tedavi olmak istiyorsan, yaranı açmalısın."

"Kederlerin en tatsızı insanın kendi kendini hor görmesidir. Erkeklere özgü kendini hor görme hastalığının tek çaresi zeki bir kadın tarafından sevilmektir."

"Eğer çekilen acı, altından kalkılamayacak kadar ağır değilse okumak acının açtığı yaraları da iyileştiriyor."

"Doğuştan getirdiğimiz tek bir kusur var: Hepimiz mutlu olmak için dünyaya geldiğimize inanıyoruz."

"Okumak beni çekildiğim bu inzivada avutuyor; hem aylaklığın ağırlığından hem de sohbetleriyle canımı sıkan misafirlerden kurtarıyor. Eğer çekilen acı, altından kalkılamayacak kadar ağır değilse okumak acının açtığı yaraları da iyileştiriyor. Tatsız düşüncelerden kurtulmak için tek yapmam gereken kitaplara başvurmak."

"Konuşacak kimse bulamadıkları için kaç kişinin yazar olduğuna, bu yüzden kaç kitap yazılmış olduğuna şöyle bir bakarsak, kitapçıların yalnız insanlar için gidilebilecek en iyi yer olduğunu anlarız."

"Sevgi asla zeval bulmaz."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf