Tanpınar romanlarındaki erkeklerin saplantı denebilecek türde huyları var. Bir kadın muhakkak İstanbullu olmalı ve İstanbul'u bilmeli. Musıkiyle arası çok kuvvetli olmalı, belki resim bilmeli. Gözlerini iyi kullanmalı; yani manzarayı iyi seçmeli ve seyretmeli. Derin olmalı, daima derin. Haliyle ortaya ulaşılamaz, ulaşılsa da sürdürülemez bir aşk modeli çıkıyor. Zaten erkek kahramanlar da bundan besleniyor romanlarda. Vuslata eremeyen aşk neticesinde ortaya çıkan acı, erkeği hayata başka şekilde bağlıyor. Zira Tanpınar aşk ve yaratıcılık bahsinde, birinciyi ikincinin sebebi yapıyor. Sanat, ona göre ölümün elinden hayatı geri alma çabası. Handan İnci de bunu fevkalade çözmüş ve Orpheus'un etkileyici hikâyesini kitabına isim yapmış. Hikâyeyi hatırlayalım:
Orpheus bir sanatçı. Çaldığı lirin sesi tüm canlıları büyülüyor. Çok sevdiği karısı, yılan sokması yüzünden ölünce büyük bir keder duyuyor. Bir amaç kuruyor kendine: lirinin etkileyici sesiyle ölüler diyarına inecek ve tanrılardan onu geri isteyecek. Tanrılar, Orpheus'un aşkından ve sanatından fazlasıyla etkileniyorlar, Eurydike'yi göndermeyi kabul ediyorlar ama bir şart koyuyorlar: Yeryüzüne çıkıncaya kadar Orpheus ardında yürüyen eşine asla dönüp bakmayacak. Ancak Orpheus, tam son adımı atacakken dayanamıyor ve arkasına bakıyor. Böylece Eurydike'yi sonsuza dek kaybediyor. Hikâye burada bitmiyor. Orpheus üzüntüden çılgına dönüyor fakat bu kayıp ona ölümsüzlüğün kapısını açıyor. Çünkü acısını sanatına katıyor ve mitolojideki ölümsüz yerini en güzel şarkıları söyleyerek kazanıyor.
İşte Tanpınar romanlarında bütün aşkların yarım kalmasının sebebi: onu sanata çevirmek... Handan İnci de Orpheus'un Şarkısı için kollarını sıvarken “Tanpınar’ın aşk ve kadın üzerine günlük, mektup ve denemelerinde dile getirdiği düşüncelerini romanlarında nasıl işlediği sorusuyla yola çıkmıştım. Okumalarımın beni getirdiği nokta, Tanpınar’ın aşk ve yaratıcı yazı arasında kurduğu ilişkiyi romanlarına da aynı şekilde aktardığını görmek oldu." diyor. Sadece Huzur için değil, hikâyelerinde de görmek mümkün ki Tanpınar, erkeklerdeki yaratıcı eylemi harekete geçirmek için kadınları metinlerinin civarına yerleştiriyor. Bu yaratıcı eylemin en büyük yakıtı ise aşk. Bilhassa da yarım kalan aşklar.
Tanpınar için hiçbir zaman aşk romanları yazarı tabiri kullanılmaması da aslında bunun bir göstergesi. O aşkı anlatır, aşkın açtığı yaraları ortaya koyar, bir aşkın bitişini değil ama bitişine giden yolları gösterir, orada bırakır. Harap olmuş ruhlara götürmez bizi, harcanmış bedenlere de. Bu sebeple Nuran’la Mümtaz’ın ayrılığı kimsenin zihninde yeterince oturmaz. "Erkekler ne kadar derin, ne kadar vazgeçilmez bir tutkuyla sevdiklerini anlata anlata bitiremedikleri bu kadınları nasıl oluyordu da kolayca bırakabiliyorlardı?" diye soruyor Handan İnci. Çünkü Mümtaz, Nuran'ı yere göğe sığdıramıyor. Aradığı her şeyin onda olduğunu düşünüyor. Ama tam ortasından, sessiz bir çığlık gibi, toprak sarsılır gibi bitiyor ilişkisi. Hatta bitiyor kelimesi bile fazla geliyor, çünkü Tanpınar bunu biraz da hissettirmeden yapıyor. Ümit Meriç, Ebediyetin Huzurunda adlı kitabının önsözünde bu gerçeği şu soruya çevirmişti: "Sevdiği kadının ruhaniyetindeki nura kanat açan Tanpınar, yakmaktan çok yanmak için mi yaratılmıştı acaba?"
Yaşadığım Gibi'deki Aşka Dair başlıklı yazısında Tanpınar, sevmek meselesine dair kuvvetin insanın içinden gelmesinden, doğmasından bahsederken bir başka konuya daha dikkat çeker. Bu kuvvet, insanın bünyesine ne kadar uyabiliyor? "Her aşk nasıl başlarsa başlasın, onu devam ettiren şey; ruha bütün kıvrımlarını ve hususiyetlerini veren iç bünyedir. Tek bir spermde nakledilen bir yığın hususiyet arasında, aşk kabiliyetimiz ve mukadderimiz vardır" diyor ve şöyle devam ediyor yazısında: "Aşk psikolojisinin en dikkate değer taraflarından biri de mevzuunu tanımadan başlamasıdır; onun için her aşk, devamı boyunca bir yığın lezzetli keşifler silsilesi olur. Gülerken, konuşurken, hiddet veya hüzünde bu küçücük insan vücudu daima bizim için yenidir ve her kımıldanışında, kâinatla her temasında yepyeni hayranlık imkân ve vesileleri verir. Bu gün onun ellerinin istisnâî güzelliğini daha yeni fark ederiz, yarın boynunun muztarip melek inhinasını şimdiye kadar görmediğimize şaşarız, bir başka zaman küçük bir yolcu arabasının ayaklarımızın ucuna düşen aynadan süsünde, yalnız bir ucundan gördüğümüz dudak ve çenesinde, bütün bir san'at eseri güzelliğini ve uzaklığını bularak kendimizi körlükle itham ederiz. Bir başka vakit, gözlerinin rengi ve alnının biçimi, bakış tarzı bizi imkânsız ve sırrı meçhul hazlar içinde bırakır. Hülâsa, bir yıldız kasırgasında ve büyülü bir terkib hâlinde tanıdığımız ve sevdiğimiz mahlûku, yavaş yavaş çok şaşırtıcı bir coğrafya gibi keşfederiz."
Aşk, ilişki, tutku bahsinde okuru hırpalayan bir zihni var Tanpınar'ın. İşin içine sanatı ve sanatçılığını da koyunca üslup zevkinden çıkıp düşünüş ve duyuş zevkine yürüyor okur. Tam düğümün ya da düğümlerin çözüleceğini anladığınız bir yerde işler iyice karışıyor. Mesela, sürekli geçmişle gelecek arasında varoluş krizleri yaşayan Mümtaz'a, "Niçin bugünü yaşamıyorsun Mümtaz? Neden ya mazidesin ya istikbaldesin. Bu saat de var." diye bir hatırlatmada bulunuyor Nuran. Mümtaz ise varoluşunu ayaklandıranın geçmişle gelecek arasında salınmak olduğu kadar aşk olduğunu da fevkalade anlatıyor: "Bu anı yaşamıyor değilim. Yalnız bana o kadar beklenmedik bir zamanda, kadın ve hayat tecrübem o kadar azken geldin ki şimdi ne yapacağımı bilmiyorum. Düşünce, sanat, yaşama aşkı hepsi sende toplandı. Hepsi senin hüviyetinle birleşti. Senin dışında düşünememek hastalığına müptelayım."
Yarım kalan aşkları sanata çevirmek, Tanpınar'ın mesleği. Bu mesleğin düğümü meraklıları tarafından belki hiç çözülemeyecek ama şurası belli ki çözülmedikçe daha da güzelleşecek. Onun anlatmaya çalıştığı aşklar, sanatlar ve tutkular gibi. Yani İstanbul gibi...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf