Tasavvuf tarihimizde üç muhteşem güneş nice gönülleri ısıtmıştır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin sohbet şeyhi Şems-i Tebrizî, Fatih Sultan Mehmed'in hocası, ordu şeyhi, âlim, tabip ve şair Akşemseddin, Halvetiyye tarikatının Şemsiyye kolunun pîri, âlim ve şair Şemseddin Sivâsî. Hakikat pınarını temaşa etmiş gözleriyle Anadolu topraklarına ışıklar saçmış bu üç erden Şemseddin Sivâsî'yi biraz daha yakından tanıyalım.
Horasan’dan Zile’ye göç eden bir aileye mensuptur. Adı Ahmed'dir fakat esmerliğinden dolayı Kara Şems olarak tanınır. Babası Ebü’l-Berekât Muhammed Efendi, Anadolu'da ilk önemli irşad faaliyetlerini gerçekleştirmiş Halveti büyüklerinden Habib Karamânî’nin halifelerinden Amasyalı Hacı Hızır’ın halifesidir. Yani Şemseddin Sivâsî, tasavvufi bir ortamın içine doğmuştur. Medrese tahsilini İstanbul'da tamamlamış, müderrislerin ilim davasından çok başka davalarından peşinde koşmalarına çok üzülmüş ve hacca gitmeye karar vermiş. Dönüşte de Zile'de vaizlik yapmaya başlamış. Kaynaklara göre ilk mürşidi, babasının şeyhi Hacı Hızır’ın halifesi Muslihuddin Efendi. İlk mürşidinin vefatından sonra ise Tokat'ta Abdülmecid Şirvânî'ye intisap ediyor ve on yıl hizmetinde bulunuyor. Otuz beş yaşına geldiğinde hilafet alıyor ve Zile'ye dönüyor. Daha sonra Sivas valisi Hasan Paşa, Sivas'ta inşa ettirdiği Meydan Camii’nde vaizlik yapması için kendisini davet ediyor. Şemseddin Sivâsî burada hem vaizlik yapıyor hem de tekke açarak irşad faaliyetine başlıyor. Ömrünün son demlerinde olmasına rağmen III. Mehmed’in daveti üzerine Eğri seferine katılmış bir sufi kendisi. Hatta bir menkıbeye göre Aziz Mahmud Hüdâyî kendisine bu yaşta neden sefere katıldığını sorduğunda şöyle cevap verdiği söylenir: "Şimdiye kadar cihâd-ı ekber yaparak Hz. Peygamber’in sünnetine uyduk. Ancak cihâd-ı asgara hiç katılmadık. Bu yolda da onun sünnetine uymak lazımdır."
1597 yılında Sivas'ta vefat eden Şemseddin Sivâsî'nin cenaze namazına altmış binden fazla insan geldiği söylenir. Türbesi, Sivas'ın hâlâ en önemli ziyaret mekanlarından biridir. Kendisine dair menakıbname yazan
Receb Efendi, onu bizlere şöyle tanıtıyor: Muhammedî-meşrep, Hanefî-mezhep, Halvet-tarik. "Vâsıl olmaz kimse Hakk'a cümleden dûr olmadan" dizesiyle başlayan nutk-i şerifi, günümüzde tekkelerde bilhassa
kaside formunda sıkça okunur. Bu nutk-i şerifin "
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ide Hakk / pâdişâh konmaz sarâya hâne ma'mûr olmadan" dizeleri tasavvuf yolunda seyr u süluk eden taliplere büyük nasihattir.
Defter-i Uşşâk'ın himmetleriyle bu dizelerin yorumunu şöyle özetleyebiliriz: "
Hakk'ın bir kalbe tecellî etmesi için o kalbden kibir, riyâ, hased, kîn, gadab, hubb-i dünyâ gibi kötü sıfatları çıkarmak gerekir. Nasıl ki yüksek makâm sâhibi kişiler kirli, yıkık-dökük yerlere gitmezlerse Cenâb-ı Hakk da mezmûm sıfatlarla dolu bir kalbe tecellî etmez."
Şemseddin Sivâsî'nin eserlerinden biri, meşhur mesnevîsi Gülşen-Âbâd'dır. 557 beyitten oluşan eserde Sivâsî, çiçekleri konuşturarak dervişlere tasavvufu en kritik meseleleriyle birlikte anlatır. Bu anlamda Gülşen-Âbâd, tasavvufta sembolizmi incelemek için de çok özel bir eserdir. Sözü getireceğim kitap da işte bu incelemeyi yapıyor. Meryem Merve Özdemir, Anadolu'muzu mayalamış bir başka er olan Yunus'umuzun Sordum Sarı Çiçeğe kelamını kitabına isim seçerek ne güzel bir vurguda bulunmuş. Gülşen-Âbâd'da neler var, Özdemir'in kendi kaleminden okuyalım: "Şemseddin Sivâsî bizleri davet ettiği gül bahçesinde, sufiler tarafından mürşid-i kamil eşliğinde yapılan nefisteki dönüşüm yolculuğunu betimler. Seçilen her bir çiçek ve tabiat unsuru sufilerin seyr ü süluktaki hallerine işaret eder. Bir manevi rehber ile çıkılan nefis terbiyesi yolculuğunda yolun adabını, bu yolun talibi ve yolcusu olanların yolda tecrübe ettiği çeşitli halleri açıklar. Mürşid-mürşid ilişkisi, ledün ilmi, teslimiyet, tevazu, riyazet, uzlet, müşahede, edep, sabır, çile, hizmet, yiğitlik, muhabbet, ibret, aşk yolunda perişanlık, ilahi aşk sarhoşluğu, zikir, sema, dergah, keramet, âşık, mecnun gibi kavramları tasavvufi ıstılahlar ile açıklayarak, sufilerin hallerini ve tasavvuf yolunun tecrübelerini anlatır."
A. Süheyl Ünver, Haziran 1977 tarihli bir makalesinde biz Türklerin çiçeklere olan yakınlığından bahseder. "Bir kere, Türk çiçeği çok sever. Çiçekler Tanrı'nın en incelikle, zevkle belirginleşmesine mazhar olmuş kabul edilir. İnsanların yüksek bir kaderleri ve o kaderden gelen iyi huyları vardır. Çiçekler bu ince hislere tercüman olurlar." diyerek aslında mutasavvıfların ve şairlerin çiçeklerden neden beslendiğine de işaret etmiş olur. Meryem Merve Özdemir, ilk bölümünde Şemseddin Sivâsî'nin hayatını, eserlerini ve tasavvufi şahsiyetini anlattığı çalışmasının ikinci bölümünde işte bu çiçek hakikatinin üzerindeki perdeyi kaldırıyor. Türk edebiyatında tabiattan ve çiçeklerden nasıl istifade edildiğini son derece lezzetli bir üslupla dile getiriyor. "Kadim inançların özünde tabiat, ilahi olanın tecessümüdür. Doğa içerisinde canlı/cansız tüm yaratılmış mahlukat yaratılışı gereği birbiriyle uyumlu ve bilinçli bir ilişki sağlayarak bağlantılı, sınırları ve sorumlulukları olan bütüncül bir beraberlik çerçevesinde hizmet etmektedir. Bunun sonucunda tüm kozmos ilahi sistemde birliğin ayrılmaz bütünüdür. Bu birliğin içerisinde, her kadim kültürün tanımladığı ya da pratikte uyguladığı hikmet anlayışının bütüncül (holistik) bir bakış açısına sahip olması, doğaya karşı tüm yaklaşımların mihenk taşıdır." dedikten sonra İbn Arabî'nin Fütuhat'ından çok güzel bir alıntıyı karşımıza çıkarıyor. Bu alıntı Allah'ın el-mümin ve el-hayy sıfatlarını idrak etme noktasında da bizlere yol gösterecektir: "Her şey ya hay-ı natık (hayat sahibi düşünen) veya hayvan-ı natıktır (düşünen canlı). Cemad (donuk) veya bitki veya ölü diye isimlendirilen her şey böyledir. Çünkü gerek kendi kendine ayakta duran ve gerekse varlığı başkasına bağlı her şey, Allah'ın övgüsünü tesbih eder. Tesbit etmek dirilik özelliğiyle nitelenmiş kimseye ait olabilir. (...) Allah şöyle buyurmuştur: 'Her şey onun övgüsünü tesbih eder'. Şey kelimesi belirsizdir ve sadece canlı ve düşünen tesbih edebilir. Bir rivayette müezzinin sesinin ulaştığı her yerde bulunan kuru yaş eşyanın onun lehinde tanıklık edeceği bildirilmiştir. Şeriatlar ve rivayetler bu tarz bilgilerle doludur. Biz ise rivayetlere inanmakla birlikte keşfi elde ettik. Biz, taşların Allah'ı zikrettiğini duyduk. Kulaklarımız onu duydu. Her insanın idrak edemediği şeyleri arifler algılamıştır."
Meryem Merve Özdemir, çalışmasının üçüncü bölümünde Gülşen-Âbâd mesnevisindeki çiçek sembolizmine tasavvufi terminoloji ekseninde bakıyor. Çiçeklerin sultanı gül, baharın gelişini müjdeleyen çiğdem, rengi ve kokusuyla gözleri hep üzerine toplayan sümbül, kırlara ve bahçelere renk katan zerrin-kadeh, divan şairlerinin gözde çiçekleri menekşe ve lale, dışı sert içi yumuşak süsen, ince ve zarif yapılı zambak, suyla arası iyi ve ruhsal temizliğin simgesi olan nilüfer, kendini seven ve önceleyen yapısıyla psikoloji terminolojisinde kritik bir yer tutmuş narsisizmin kaynağı nergis... Yalnızca gönül hanesini mamur edenlerin girebileceği bir hakikat bahçesi. Veliler ise bu bahçenin birer bahçıvanı... Edebiyatta da büyük hüner sahibi olduğunu Gülşen-Âbâd ile göstermiş olan Şemseddin Sivâsî, bu eserini okuyanlara nasıl bir mesaj veriyor? Özdemir, bu soruyu şöyle cevaplıyor: "Hakikat yolcusuna verilmek istenen bu mesaj, kainat denilen makrokozmostaki tüm yaradılışa ibret nazarıyla bakılarak tabiattaki doğum ve ölüm döngüsü üzerinden varlık hiyerarşisinin ve hakikatinin idrak edilmesi, bu hakikatin idrakine tevhid eksenli yaşayış ile varılması gerektiğidir. O'na göre insan tabiatında ne var ise dış dünyada da o tabiat ile uyumlu bir beraberlik ve düzen vardır. Tabiat insanın varlığına ve yaratılış sırrına ayna tutmaktadır. Her şey Allah'tan gelmektedir ve aslına rücu etmek üzere varlık tabiatında dönüşüm yolculuğu yaparak O'na geri dönmektedir. Yaşamın bu döngüsel yolculuğunda varlığın nihai kemalatı, asıl kaynağı olan Kadir-i Mutlak'a varmak üzere çeşitli zorluklar ve aşamalardan geçerek istidadı ölçüsünde hakikate vasıl olmaktır."
Görmek isteyene, talip olana, hakikat muhakkak sırrını açar. Ancak bunun için geçilmesi gereken pek çok eşik vardır. Marifet, güle yakın olabilmektir. Ola ki gül bir nazar eder yahut kokusunu ulaştırırsa talibe, feyz-i ilahi muhabbet bağını kuruverir. Ondan sonrasında bir gönle girmeyi başarmış olan insanın, esas insanlık yolculuğu başlar. Sivâsî Hazretin dörtlüğü ile yazıyı sırlayalım.
"Derdi-i aşka düşmeyen dermana olmaz aşina
Cevre mahrem olmayan ihsana olmaz aşina
Arif olmak ister isen gel nedanem dersin al
Bildiğinden geçmeyen irfana olmaz aşina."