4 Eylül 2023 Pazartesi

Hayal ile hakikat arasında trajikomik bir roman

17 Ağustos 1864’te İstanbul’da doğan Hüseyin Rahmi Gürpınar, yazarlık yaşamına 1883’te Tercüman-ı Hakikat gazetesinde başlar. 1896’da İkdam gazetesinde roman ve öyküleri tefrika edilirken üne kavuşur. Dönemin en çok okunan yazarı olur. Cadı ise “Garaib Faturası Külliyatı”nın ikinci romanıdır. Bu yıl Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından günümüz Türkçesine uyarlanarak okuyucuya takdim edilmiştir.

Eserde ruh ve ispirtizma konuları işlenmiştir. Ayrıca ölüm felsefî olarak ele alınmış ve tartışılmıştır. Diyalogların çoğunda metafizik olayları inkar edenler olduğu gibi bunun gerçek olduğunu da savunanlar vardır. Öyle ki romanın bir kısmında ruh çağırma toplantısı yapılırken Şükriye Hanım’ın babası, İsprit Reisiyle uzun uzun konuşur. Fakat bu konuşma bir vakitten sonra tartışmaya döner. Olaylar farklı bir akışa doğru ilerler...

Kitabın başlangıcı ise Fikriye adındaki genç bir hanımla olur. Fikriye dayısının evinde tek çocuğuyla yaşayan dul bir kadındır. Ancak onu evde istemeyen bir yengesi vardır. Amacı bir an önce Fikriye’yi evlendirmek ve evinden gitmesini sağlamaktır. Bir gün kılavuz kadınla görüşerek Naşit Nefi Efendi adında bir bey bulurlar. Bu beyi Fikriye’ye de söylerler fakat Fikriye bu duruma sıcak bakmaz. Evliliği istemediğini söyler ki, kitabın bu kısımlarında toplumun özellikle kadınların eş seçme hakkındaki özgürlükleri tartışılır. Zira Emine Hanım, daha gelenekselci bir portre çizerken, Fikriye dönemine göre daha modern bir kadın portresi çizer.

Gelgelim bir gün Fikriye’nin annesinin arkadaşı olan yaşlı bir kadın çıkagelir. Naşit Nefi Efendi’nin ilk karısının ölüp hortladığını, bu beyle nikahlanan kadınları da öldürmeye çalıştığını anlatır. Duyduklarından şaşkına dönen Fikriye, yengesine çok öfkelenir. Fakat ne var ki yengesi bu tür şeylere inanmadığını söyler. Bunun üzerine Naşit Nefi Efendi’nin eski eşi olan Şükriye Hanım’ın evine giderler. Tüm olan biteni bir de ondan dinlemek isterler.

Başlarda Şükriye Hanım, çok serzenişlerde bulunur. Fakat sonrasında yaşadıklarını kaleme aldığını söyleyerek, ortaya bir kitap çıkarır. Ve başından geçenleri anlatmaya başlar...

Nitekim evliliğinin ilk günleri normal geçerken bir gün çocuklara sürekli yemiş gelmesi onun dikkatini çeker ve bu yemişlerin kimin getirdiğini araştırır. Bu araştırmaların sonucunda da cadı anneyi yani Binnaz Hanım’ı öğrenmiş olur. Fakat bu bilgi giderek canını sıkmaya başlar. Zira hâlini eşine de açar ama o da konu hakkında bir şey söylemez. Tabii hâl böyle olunca Şükriye Hanım’ın içini giderek büyük bir kuşku kaplar.

Günler geçince de evde garip şeyler olmaya başlar. Nitekim Naşit Nefi Efendiyle birlikte Binnaz Hanım’ın yazdığı mektubu bulurlar. Bunun nasıl gerçek olduğunu şaşkınlıkla ve korkuyla anlamaya çalışırlarken bu olayın ardından daha ilginç olaylar yaşanmaya başlar. Şükriye Hanım’ın her günü kabusa döner ve bunun böyle gitmeyeceğini söyleyerek babasıyla birlikte plan yapar. Birkaç gün içinde de planı başarılı olarak gerçekleştirirler. Ancak nöbet tuttukları bir gecede kahve pişirirlerken ağır haşhaş kokusu onları baygınlaştırır. O sırada Şükriye Hanım, Binnaz Hanım’ı görür. Aceleyle babasını uyandırır. Adam ise tabancasıyla ateş etmeye başlar fakat silah boştur. Üstelik bu duruma Binnaz Hanım, kahkaha ile karşılık vererek üzerlerine saldırır. Bu maceranın üzerinden Şükriye Hanım ve babası sağ salim kurtulur. Fakat Şükriye Hanım bir daha eşi Naşit Nefi Efendiye geri dönmez.

Hikayenin sonunda da Emine Hanım anlatılanlara ikna olur. Fikriye’yi evlendirmekten vazgeçer. Naşit Nefi Efendi ise bir daha evlenmez. Ancak günün birinde komşu yalısında oturan Kadir Bey’den mektup alır. Mektupta yazılanlar onu adeta şaşkına uğratır. Zira kendisine kötülük yapan kişiyi yani Aramdi Hanım’ı öğrenir.

Bunun üzerine mektupta yazılanları gazete aracılığıyla herkese duyurur fakat ne var ki kadınlar ona inanmak yerine cadı hikayesine inanmaya devam eder...

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Ölüm yaşla, sırayla değildir. Gençliğine güvenme."

"Yoksa hakikat adını verdiğimiz her şey hayalden ibaret midir?"

"Dünya fani, ahiret baki..."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

30 Ağustos 2023 Çarşamba

Duyarlı insanın gücü ve yaşadığı zorluklar

"Ancak sığlıktan uzak, engin ve kendine özgü iki ayrı dünyayı içlerinde barındırması insanları birbirine bağlayabilir."
- Rainer Maria Rilke, Çünkü Zordur Sevgi

Jenn Granneman, yayın hayatını uzun yıllardır sürdüren "Introvert, Dear" adlı blogun kurucusu. Bütünüyle içe dönük insanlara hitap eden bu blog, internet aleminde "keşke en ince detayına kadar dilimize çevrilse" dediğim çalışmalardan biri olmuştur hep. 2019'da Hep Kitap tarafından meraklılara sunulan İçedönüklerin Gizli Yaşamı, alanındaki boşluğu doldurmuş şahane bir çalışmaydı. Özellikle içe dönüklerin hem gülerek hem de ağlayarak okuyabilecekleri bu kitapla birlikte Jenn Granneman ülkemizde de tanınır oldu. Timaş Yayınları tarafından dilimize kazandırılan Duyarlı isimli kitapta Granneman'ın yanında Sensitive Refuge ortaklarından ve yazarlarından Andre Sólo da var. "Gürültülü, Hızlı ve Sürekli Üstümüze Gelen Dünyada Aşırı Hassas Olmanın Saklı Gücü" alt başlığını taşıyan çalışmada Sena Bayraktar'ın oldukça akıcı ve lezzetli çevirisine de şahitlik etmiş oluyoruz.

Kitabın ilk bölümünde duyarlı olma hâlini bir kusur mu yoksa süper güç olarak mı ele almak gerektiği üzerine yorumlar yapılıyor. Yaşadığımız çağ ile birlikte üzerimize her gün, her saat, her saniye yağan bilgi bombardımanı düşünülecek olursa duyarlı olan insanların işi hayli zor. Hassas ve duyarlı insanlar, her gün bu üstümüze üstümüze gelen dünyada olanları çok daha derinden hissediyorlar. Dolayısıyla duyarlılık hem kusur hem de süper güç olarak ayrı ayrı ele alınabilir. Hiç şaka kaldıramamak, aşırı tepkiler vermek, utanmak ya da kendini suçlamak için yer aramak, eleştiri kaldıramamak, çabuk alınmak gibi hâller duyarlılığı dikkatlice değerlendirmeyi gerektiriyor. Hassas ve duyarlı olmanın kötü bir şöhreti var yazarlara göre. Google'a "Çok hassasım" yazıldığında karşımıza çıkan makaleler şöyle oluyor genellikle: "Çok hassasım, nasıl daha dayanıklı olurum?", "Hassas olmayı nasıl bırakabilirim?".

Hassas insanların duymayı hiç istemedikleri şeylerden biri "Neden bu kadar hassassın?" sorusudur. Bu, bir insana yöneltilen "Neden yürürken ayaklarını kullanıyorsun?" sorusundan farksızdır. Meseleyi daha pürüzsüz biçimde anlayabilmek için şu satırları okuyalım: "Hassas yerine karşılık veren / tepkisel demek daha uygun düşer. Vücudunuz ve zihniniz, çevrenizde olup bitenlere daha fazla karşılık veriyor demektir. Kalp kırıklığına, acıya, kayıplara daha fazla tepki verirsiniz. Ama aynı zamanda güzelliğe, yeni fikirlere ve neşeye de daha fazla tepki verirsiniz. Başkalarının yüzeyle yetindiği yerde siz derine inersiniz. Başkaları pes edip bir sonraki işe geçtiğinde siz hâlâ düşünmeye devam edebilirsiniz."

Kitabın en güzel özelliklerinden biri, bazı bölüm sonlarında insanlara daha önce yöneltilmiş soruların cevaplarının bulunması. Mesela "Hassas olmak size ne ifade ediyor?" sorusuna verilen cevaplar oldukça önemli. Bunun yanı sıra hassas ve duyarlı bir insan olup olmadığınızı anlamak için bir test de bulunuyor. Jenn Granneman ve Andre Sólo, zamanımızda insanlara devamlı püskürtülen 'mutlu olma zorunluğu' ve 'güçlü ol miti'ne karşı duyarlı bakışı öneriyorlar. Duyarlı bakış, bize şunları dedirtiyor:

- Herkesin bir sınırı vardır - ve bu iyi bir şeydir.
- Başarı, beraber çalışmayla gelir.
- Merhamet meyvelerini verir.
- Duygularımızdan çok şey öğrenebiliriz.
- Kendimizi önemsediğimizde daha büyük, iyi şeyler yapabiliriz.
- Sakinlik de eyleme geçmek kadar güzeldir.

Yazarlara göre duyarlı olmanın insana sunduğu beş büyük armağan var: empati, yaratıcılık, duyusal zekâ, işlem derinliği, duygu derinliği. Hepsine bakıldığında duyguları daha yoğun yaşayan hassas insanların ne kadar güçlü ilişkilere, güçlü işlere kapı açabileceği, dolayısıyla dünyaya ne kadar ilham olacakları da dikkat çekici bir nitelik kazanıyor. Özellikle empati ve duygu derinliği noktasında tüm insanların ortak bir zeminde buluşabilmesi, dünyamız için fevkalade önemli olsa da bu şimdilik sadece bir ütopya. O yüzden biz, yazarların realiteye yakın yorumlarına bakalım: "Kişisel düzeyde bakıldığında duygu derinliği, hayatı bereketle yaşamanıza da olanak sağlar. Duygusal tepkilerin ölçüldüğü çalışmalarda, duyarlı insanların hem pozitif hem negatif deneyimlere daha güçlü tepki verdiği gösterilmiştir. En büyük tepkiyi alan deneyimlerin pozitif olduğunu zevkle hatırlatalım. Bu, duyarlı insanların neden genelde yüksek idealleri olduğunu, başkalarıyla güçlü bağlar kurduklarını ve özellikle güzellik söz konusu olduğunda -güneşli bir sonbahar gününde yapraklarla kaplı bir sokak veya köşedeki sokak sanatçısının çaldığı gitarın sesi gibi- hayattaki küçük şeylerden büyük keyif aldıklarını açıklar."

Aşırı uyarılma, sadece hassas veya duyarlı insanları değil, pek çok insanı olumsuz etkileyebilecek bir durum. Şurası bir gerçek ki duyarlı insanlar ve içe dönük insanlar bu aşırı uyarılma meselesine dair büyük sınav veriyorlar. Ailelerin kalabalıklaşması, şehirlerin kalabalıklaşması, sessiz alanların giderek azalması, freelance çalışma düzeniyle beraber iyice evlere kapanma, sürekli tatil peşinde koşan ülkelerde çocukların her an evde olması durumu, geleneksel toplumlardaki o hiç bitmeyen aile ziyaretleri, 'toplantıkolik' işverenler, toksik ilişkiler, narsisistlerin devamlı ön planda olması, dünya üzerinde olan biten her şeyin anında sosyal medyada yankı bulması, bilen bilmeyen herkesin her konuda uzmanca yorumlar yapabilmesi... Sayılamayacak daha birçok etken var. Kitapta bu konuyla ilgili olan bölümü dikkatle okudum ve epey yararlandığımı söyleyebilirim. Şuraya lütfen dikkat:

"Bazılarının kovası büyükken bazılarının -duyarlılarınki- küçüktür. Kimse kovasının büyüklüğünü seçemiyor, hepimiz uyaranlarla başa çıkacak farklı bir sinir sistemiyle ve farklı bir kapasiteyle dünyaya geliyoruz. Ama duyusal işleme zorluğu çeken çocuklarla ve yetişkinlerle çalışan iş ve uğraşı terapisti Larissa Geleris'e göre, kovanın boyutu ne olursa olsun her ses, duygu ve koku, onu biraz dolduruyor. Kovanız kuruyorsa canı sıkkın, rahatsız hatta depresif hissedersiniz. Kovanız dolup taşıyorsa da stresli, bitkin ve tükenmiş -hatta belki panik hâlinde, öfkeli ve kontrolden çıkmış- hissedersiniz. Herkesin belli bir uyaran eşiği vardır ve herkes kovasının doğru oranda dolmasını ister, böylece ne yetersiz ne de fazla uyarılırlar. Örneğin, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB) olan bir çocuk, kovasının hep kuru olduğunu hissedebilir. O yüzden kendisini uyarmak amacıyla parmaklarıyla masaya vurur veya sınıfta oturduğu yerde tepinir. Siz duyarlılar için durum tam tersidir: Kovanız, iş yerinde geçirilen bir gün sonrası ya da evde çocuklara bakmak gibi gündelik aktivitelerle hemen dolar. Geleris durumu, 'Kova dolduğunda taşar ve düzensizlik ya da aşırı uyarılma gözlemleriz. Duyu sisteminiz, 'Hayır, daha fazlası olmaz. Yeteri kadar bilgi işledim, filtreledim, aşırı yüklendim ve artık daha fazlasını kaldıracak kapasitem yok' diyordur' diye açıklıyor."

Herkesin duyarlı bir tarafı olduğu muhakkak. Kimileri bununla gurur duyuyor, kimileri alay ediyor, kimileri de hassas olmaktan utanıyor. Bu kitap uygulanabilir alıştırmalar ve güncel araştırmalar eşliğinde pek çok düğümü çözüyor. En önemlisi de kişiyi kendisiyle barıştırma noktasında ilk adımı atan taraf oluyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

28 Ağustos 2023 Pazartesi

Anadolu’yu içeriden görebilmek

Reşat Nuri’nin Anadolu Notları, aslına bakılırsa oldukça sıradan denebilecek satırlar içerir. İşi gereği Anadolu’nun pek çok yerine yolculuklar yapmak durumunda olan bir Milli Eğitim müfettişi yazarın karşılaştıkları, yaşadıkları ve gözlediklerinden oluşan, içten ve kendiliğinden yazılmış yazılardır. Romantik gibi gözükse de oldukça gerçekçidir. Yazarın, görüp düşündüklerini zorlanmaksızın basitçe dile getirdiği yerler oldukça değerli tespitler içerir.

Özel bir gayret ve amaç yokmuş gibi hissettirdiği için midir bilinmez ama okurken kendinizi bir anda dönemin atmosferine bütünüyle kapılmış bulursunuz. O sıradan cümlelerin lirik bir şekilde ruhunuza işlediğini hissedersiniz. Çok az yazar Anadolu’yu Reşat Nuri kadar içeriden görebilirmiştir. Onu, bir tiyatro dekoru gibi olması gereken her şeyi eksiksiz fazlasız yazının gerekli yerlerine yerleştirmiştir. Oyuncular ilk andan itibaren bellidir ve mutlaka ilginç bir olay örülmektedir. Anadolu, onun büyük sahnesidir. Anadolu insanı ise basitliğinin ve çaresizliğinin içinde sakladıklarını sadece kalpten bir bağla bağlandıklarına açtığı, ancak yakından tanımakla kendini gösteren ve bu nedenle üzerinde epeyce çalışılması gereken oyuncularıdır.

Bu yazılar bir bakıma yol notlarıdır. Özellikle yolların ve vasıtaların durumunu, kaldığı otellerin temizliğini, yediği yemeklerin ve içtiği suyun kalitesini çok dert edinir Reşat Nuri. Sineklerden başı derttedir. Kalacak otel, yiyecek lokanta bulmakta sıkıntı çekmektedir. Dönem, 30’lu 40’lı yıllardır ve yazar, bir şehirden bir diğerine giderken yanında mutlaka su taşımaktadır çünkü temiz su bulamama ve ancak kaynatarak içmek durumunda kalma gibi zorluklar yaşanma olasılığı bulunmaktadır.

Anadolu’nun eğlencesizliği ve keyifsizliği de onun için bir başka önemli konudur. Akşam olunca mütevazi kapıların ardına çekilen ve dışarıdan bakıldığında hayli sıkıcı denebilecek küçük hayatların iç tarafına yönelik gerçek bir merak ve ilgi duymaktadır. Onun yazarlığının sırrı da galiba bu gerçek merakın peşinde, bitmeyen bir heyecanla arayışta olduğunu hissettirmesidir. Dışarıdan görünenle değerlendirme yapmayacak kadar yazarlığının bilincindedir.

Tulûat tiyatroları üzerinde önemle durur mesela. Bu tiyatrolar durgun suyun dalgalanmasına neden olduğu için, bu kapalı insanların gönlünü eğlenceye ve bir bakıma kısa süreliğine dış dünyaya açtığı için hayli önemlidir. Onun izlediği, tiyatrolar değil tiyatrolar esnasında halkın nasıl izleyip nasıl tepkiler verdiği, oyunculardan hangilerini daha çok beğendiği, kendisini daha çok hangi tiplerle özdeşleştirdiğidir.

Denebilir ki Reşat Nuri, Anadolu’yu bir büyük tiyatro oyunu gibi durmaksızın izlemiştir. Kendisinin de ana kahramanı Anadolulu karakteridir. Bu kadar bütünleşince de ister istemez hem her şeyi yakından ve içeriden hem de görülmeyen açılardan görme imkânları bulmuştur. Buna bağlı olarak aynı zamanda bu insanları ve hayatlarını savunma ihtiyacı duymuştur, denebilir.

Örneğin, Anadolu’yu gezen veya gözlemlerini yazan pek çok kişinin en çok şikâyet ettikleri konulardan biri, mahalle kahveleridir. Genel eğilimimiz bunun miskin şarkın sembolü olduğu yönündedir. Geriliğimizi hatırlatmakta, her türlü serseriliğin, kumarın, kavganın ve dedikodunun mekânı gibi algılamaktayızdır. Mehmet Akif’in sert dizeleri hepimizin hafızasındadır. Oysa Reşat Nuri öyle düşünmemektedir.

Kahveler üzerine olan yazılarından birini, kendi tabiriyle “tam kahve düşmanlarının tasvir ettiği gibi bir kahve”den yazamaktadır. (s.158). Bu küçük kasabada henüz saat akşamın 6.30’udur ve hayat çoktan evlerin içine çekilmiş, kandiller yanmıştır. Ne kadar evsiz barksız ve evlerinde sıkılmış insan varsa kahveye toplanmıştır. Oyun oynayanlar, dedikodu yapanlar, ertesi gün kurulacak pazara gelmiş köylüler, serseriler, emekliler…

Güzel amma burasını kapatırsan biz bu kadar kişi bu saatte nereye gideceğiz?” (s.158). diye sorar ve şöyle devam eder: “Ben neyse ne…Bugün varsa yarın yok…Gelgeç bir misafir…Fakat ötekiler ne yapacaklar? Şu neredeyse sobanın içine girecek başı, boynu sarılı ihtiyarın evde acaba ateşi var mı? Bekleyeni var mı? Karısının bu zamana kadar yaşamış olması şüpheli…İçinde artık bulunmayan sıcak ve rahat köşeyi arar gibi durmadan döndüğü, kıpırdandığı yatağa şimdiden girerse sabahı nasıl bekleyecek?” (s.159).

Tıpkı bunun gibi kahvede o an gördüğü memurların, esnafın, köylülerin hayatlarını ayrı ayrı hayal eder ve genellikle eğlencesiz, tekdüze, yorucu ve neşesiz, kimsesiz bulur. Kahve bütün bunlar için kesin ve önemli bir ihtiyaçtır. Taşra yalnızlığının ve bunaltısının atıldığı ender mekânlardan biridir.

Bu insanlara zamanlarını neden burada öldürüyorlar demek de çok yanlıştır çünkü burada geçirilen zaman sanılanın aksine hiç de ölü değildir. Bilakis, en canlı hallerini içeriyor olabilir. Bu insanlardan özellikle eğitimli olanların neden kitap okumadıklarını sormak da ona göre çok yersizdir. Her ne kadar bu insanların bir kısmı kasabanın ileri gelenleri, okuyup yazmışları olsa da neden kitap okumuyorlar demek “Niye piyano çalmıyorlar’ demek gibi bir şeydir. Kafayı kitap okumaya alıştırmak, parmakları piyano çalmaya alıştırmaktan kolay değildir. Ona göre yetişmek, hazırlanmak lazım gelirdi. Okumak, bir kitaptan alınan elemanlarla kendine manevi bir dünya yapmak, onun içinde tek başına yaşayabilmek demektir.” (s.160). Bu ise çocukluktan itibaren buna göre yetişmiş ve bu şekilde yaşamış olmaktan gelen güçlü itiyatlar gerektirmektedir.

İşsizleri de savunur Reşat Nuri. Bu insanlar kahvelere geldikleri için işsiz değildirler; işsiz oldukları için kahvelere gelmektedirler. Burası da olmasa işsizliklerine bir de yalnızlık ve bunalım eklenecektir. Hele artık tekaüte ayrılmış devlet düşkünleri! Bu insanlar hiç değilse henüz şahitleri hayatta olan üç beş hatırayı anlatacak birilerini bulmakta ve bu sayede hayata tutunmaktadırlar. Ya bu da ellerinden alınırsa?

Her durumda Anadolu insanını savunacak bir şey bulsa da bu durum kaleminin vakarından kaybettirmez. Bir kere daha, onların yaşadıklarını içeriden duymakla ilgili bir durumdur bu. İçeriden görebilme kaçınılmaz bir savunma ihtiyacı doğurur. Yazarlık ise tam anlamıyla içine girebilmekle, görünmeyene nüfuz edebilmekle ilgili olduğundan, bu yazılar kalıcıdır.

Anadolu Notları’nın bir başka ilginç bölümü -belki de en ilginç yeri- para ve Anadolu insanının parayla olan ilişkisi üzerine olan yazılardır. Özellikle köylüde para fikri üzerine birkaç yazı yer alır ki hayli ilginç gözlemler barındırır. Okuduktan sonra bugüne kadar neden bu bölüm üzerinde yeterince durulmadı acaba diye kendi kendime düşünmeden edemedim. Çok ince ve bir o kadar derin tahlillerle yüklü bir bölüm bu da.

Anadolu köylüsü ilk bakışta paraya fazla önem veriyormuş, para karşısında zaafları varmış gibi gözükür. Reşat Nuri bunu, para düşkünlüğünden çok paranın ele geçtiğinde mutlaka doğru kullanılmasının hayati derecede önemli oluşuna bağlar: “Anadolu’nun paraya tapıyor görünmesi hasisliğinden değil, onun en lüzumlu yerde kullanmak fikir ve meylinden doğar…toprağın, sermayelerin en aşınmazı olduğunu o herkesten iyi anlamıştır. Hasılı Anadolulu hasis değil sadece taş ve kayadan koparırcasına güçlükle eline geçirdiği birkaç parayı ucu ucuna getirmek gayretiyle yanan bir fakirdir.” (s.259).

Bir keresinde de Reşat Nuri’nin içinde olduğu araç yolun bir yerinde batağa saplanır. Şoför telaşla ne yapacağını bilmeyerek uğraşsa da nafile, kımıldatamaz. İlerdeki tepede onları izleyen bir köylü oturmaktadır. Şoför, uzaktan, “Haydi baba. Mandaları al, gel..” (s.263) demesi üzerine Reşat Nuri, şaşırarak “görünürde köy filan yok bu adam kalktı nereye gidiyor” diye sorma ihtiyacı duyar. Bunun üzerine şoför, “An ne çarıklı bezirgândır onlar…Makinelerin yolun neresinde batacaklarını bilirler. Mandalarını bir yerlere saklayıp kapana kısılmamızı gözetlerler. Artık ne tutturabilirlerse insaflarınadır.” (s.263-264).

Gerçekten de köylü, fırsattan istifade etmenin türlü yollarını bilen, kurnaz bir adamdır. Bu kervan geçmez yolda bütünüyle adamın insafına kalmışlardır. Durumdan istifade yüksek bir ücret talep edeceği, şantaj yapacağı bellidir fakat şoförün mırın kırın edeceğini düşünen adam daha baştan Reşat Nuri’yi gözüne kestirerek “çıkarırım ama ücretini senden alırım, tamamsa” der. Reşat Nuri, “Kavga edecek bir şey yok baba…Anlaşırız” diyerek sorumluluğu üstlenir. Derken, adam aracı battığı yerden çıkarınca çok yüksek bir ücret olduğunu düşünse de 25 kuruş talep eder. Gerçekteyse yapılan işe mukabil oldukça makul bir rakamdır. Reşat Nuri bunun üzerine şöyle der ki bu onun genel bakışını da yansıtır: “Efendi Anadolulu…Boşuna yorulma. Sen ahlaksızlığa karar verdiğin zaman da beceremeyeceksin.” (s.265).

Son bir not olarak, devlette uzun süre çalışıp kenara çekilenlerle köylünün tutumunu karşılaştırdığı bir yerde şöyle der: “Köylüdeki yiyemediğini yemiş görünmek manisine mukabil onda [devlet düşkünlerinde] yediğini yememiş görünme manisi…Fakat birincinin yalanı, ikincinin zelil dilenciliğine nispetle ne kadar vakur ve sempatiktir…” (s.270).

Reşat Nuri okuduğunuzda, yalansız bir şeyler okumanın zevki edebiyatla birleşerek kendimizi bir tiyatro sahnesinde izleme hissi yaratır. Ve oyun sıkıcı değilse bunun nedeni, içimizden geçirip bir türlü hayata dökemediğimiz, olanca eksik yanlarımızdır!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

Savaş sonrası aşkın ve özgürlüğün romanı

Simone de Beauvoir’ın fotoğraflarına bakıyorum; bir sokak protestosunda kendi gibi güçlü kadınlarla kol kola girmiş yürüyor, ellerinde “kadınlara özgürlük” yazan pankartlar var, çünkü o aktivist ve feminist. Bir başka fotoğrafta sandalyede oturmuş, elinde kalem tutuyor, kucağında defter var ve yazı yazıyor çünkü o bir romancı. Diğer fotoğrafa geçiyorum, dönemin tüm yazar, şair, filozof ve entelektüellerini etrafına toplamış, onlara bir konuşma yapıyor, hepsi onun sıkı birer dinleyicisi çünkü o bir filozof. Bir salıncakta oturmuş, arkasında sevgilisi, Amerikalı yazar Nelson Algren onu sallıyor çünkü o aşkı seven bir kadın. Son olarak en sevdiğim fotoğraflara gelip, uzun uzun bakıyorum, Jean Paul Sartre’la yan yana, omuz omuza, restoranda, kafede, sokakta ve son olarak mezarda yan yanalar, çünkü o sadık bir hayat arkadaşı… O Avrupa’nın göbeğindeki bir şehirden yazdığı metinleriyle bir devri etkilemiş olan Simone de Beauvoir.

İkinci Cins isimli kitabıyla tüm kuralları yıkıp feminist teoriyi yeniden yazan, Bir Genç Kızın Anıları’yla kadın okurlarına kendilerini keşfetme imkanı sunan, bunu yaparken de “en önemli eserim, hayatımdır,” diyen Beauvoir, tüm külliyatı arasından sıyrılan Mandarinler romanıyla merceği Avrupa’ya, politikaya ve varoluşçu felsefeye çeviriyor. Geçtiğimiz aylarda Beauvoir’ın Bütün İnsanlar Ölümlüdür isimli metafizik romanını yayımlayan Alfa Yayınları, yazarın külliyatının önemli eserlerini yeniden çevirmeye ve yayınevinin çatısı altında toplamaya devam ediyor. Simone de Beauvoir’ın 1954’te Fransa’da yayımlanan ve yayımlandığı sene ülkenin en önemli ödüllerinden biri olan Prix Goncourt’u kazanan romanı Mandarinler, İlkay Kurdak çevirisi ve Alfa Yayınları etiketiyle kitaplıklarımızda yerini aldı.

1944 senesinin Noel’inde açılan roman, Paris’in Alman işgalinden kurtuluşunun hemen ardından bir grup sol görüşlü aydının kutlama yapmak için toplandıkları bir evde başlıyor. Şair, romancı, oyun yazarı, filozof ve gazetecilerden oluşan bir grup aydın, ülkelerinin kaderini politikacılara emanet etmemekte kararlılar ama etkilerini kaybetmiş oldukları da hissediliyor. Paris entelijansiyası hem umudu hem de liberalizmi yeniden yorumlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyor. Avrupa’nın geçirdiği en büyük felaketlerden biri olan İkinci Dünya Savaşı’nı ve savaşın bitimini Camus, Sartre gibi gerçek aydınlar üzerinden anlatan bu savaş sonrası roman, ismini de Çin’deki bürokratik memurlar için kullanılan Mandarin kelimesinden alıyor. Romanın türü olarak Fransızca bir terim olan “roman a clef” i kullanmak yerinde olacaktır zira bu tür romanlarda gerçek karakterler kurguya karıştırılarak anlatılır. Mandarinler’de de Henri karakteri aslında Albert Camus’dür. Robert, Jean Paul Sartre’dan başkası değildir. Anne, Simone de Beauvoir’ın kendisidir. Lewis de Simone’un aşk yaşadığı Amerikalı yazar Nelson Algren’dir. Anne ve Robert karakterlerinin, Simone ve Sartre'dan tek farkları evli olmaları ve Nadine isimli bir kız çocuğuna sahip olmalarıdır oysa gerçek yaşamda iki yazar da evliliği reddetmiş, özgürlükçü ve serbest bir ilişki biçimini benimsemişlerdir. Anne, bir psikanalisttir, orta yaşının aşkın önünde bir engel olmadığını düşünür ve Amerikalı Lewis’le fırtınalı bir ilişki yaşar.

Albert Camus ve Jean Paul Sartre kurgulanmış karakterler Robert ve Henri üzerinden politik görüşlerini tartışır. Henri’nin gazatesinin ismi L’espoir yani umuttur. Henüz özgürlüğüne kavuşmuş yeni Fransa’nın savaş sonrası dönemini masaya yatırmaları, kâh Beauvoir’ın aşk hikâyelerini, kâh varoluşçu ve feminist düşüncelerini okura aktarması açısından önemli bir romandır.

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

23 Ağustos 2023 Çarşamba

Gönül âleminde bir cevelân: Sadr, kalp, fuad, lüb

"Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler
'Yevme lâ yenfa'u'da kalb-i selîm isterler."

Rûhî-yi Bağdâdî

Yaşadığı dönemde çevresindeki pek çok âlimi ve ârifi etkilemiş sufilerden biri de Hakîm et-Tirmizî'dir. O, kurduğu üslupla naklî ilimleri ve aklî ilimleri bağdaştırıp bir temele dayandırmıştır. Kendisinin "Hâkîm" ismiyle anılmasının önemli sebebi, gnostisizmden gelen hikmet anlayışını tasavvufa aktarması olmuştur. Dolayısıyla Tirmizî'nin tasavvufi anlayışında da hikmetin merkezde olduğunu belirtmek gerekir. Yaşadığı dönemden bugüne hem en çok ilgi gören hem de en çok tartışılan fikri, "hatmü’l-evliyâ" fikridir. Ona göre eğer bir hâtemü’l-enbiyâ (son peygamber) varsa hâtemü’l-evliyâ (son velî) da vardır. Yalnız buradaki "son" ifadesi, o velînin makamanın, mertebesinin en yüksek mevkide olmasına dair bir işarettir. Hatmü’l-evliyâ, mükemmel velîdir. Tirmizî bu nazariyesi nedeniyle yaşadığı şehir Tirmiz'den uzaklaştırılmış olsa da İbn Arabî gibi birçok büyük sufi onun hâtemü’l-evliyâ nazariyesine önem vermiştir.

Yahyâ b. Muâz ve Ebû Türâb en-Nahşebî gibi önemli sufilerin sohbetlerinden istifade eden Tirmizî'nin hakikat arayışında nasıl yollardan geçtiğini Büdüvvü şeʾn adlı eserinden öğreniyoruz. Abdülfettah Abdullah Bereke'nin TDVİA'da yazdığı Tirmizî maddesinden okuyalım: "Büdüvvü şeʾn’de, her gece seher vakti Kâbe civarında dua edip büyük günahlarından tövbe ettiğini, halini düzeltmeye, dünyaya ilgi duymamaya ve Kur’an’ı ezberlemeye muvaffak kılması için Allah’a yakardığını söyler. Hac dönüşü başladığı hâfızlığı memleketinde tamamlayan Hakîm et-Tirmizî, Allah’ı tanımak ve âhirete yönelmek için kitap okumaya ve araştırmalar yapmaya, belde belde dolaşıp bir mürşid aramaya başladı. Bu arada sürekli olarak oruç tutmaya ve nâfile namaz kılmaya devam etti. Âriflerin sözlerinden etkilendi. Ahmed b. Âsım el-Antâkî’nin bir eserinin tesiriyle riyâzet hayatı yaşaması ve çile çekmesi gerektiğine kanaat getirerek bu yolu tuttu. Yalnızlıktan hoşlandığı, tek başına kırlarda gezdiği ve sık sık harabe ve mezarlıkları ziyaret ettiği bu dönemde kendisine yardım edecek samimi dostlar bulamadığını, ıssız yerlerde dolaşmaya devam ettiği sırada rüyasında Hz. Peygamber’i gördüğünü, nihayet Hak ile arasındaki perdenin kalktığını ve ilhama mazhar olduğunu, meclisine gelenlerle sabahlara kadar sohbet etmeye ve Allah’a yalvarıp yakarmaya başladığını söyler."

Kalbin Anlamı, Tirmizî'nin Beyânü’l-farḳ beyne’ṣ-ṣadr ve’l-ḳalb ve’l-fuʾâd ve’l-lüb adlı eserinin Ekrem Demirli tarafından yapılan bir tercümesi. Bu eserde Tirmizî; sadr, kalb, fuad ve lüb gibi kelimeleri hikmet penceresinden yorumluyor. Çoğu zaman birbirinin yerini tuttuğunu gözlemlediği bu kelimelerin pek çok farklı anlamlara sahip olduğunu, bu anlamların tasavvufta özellikle nefs basamakları bahsinde ayrı bir kıymete haiz olduğunu ayetlerden, hadislerden ve ariflerin yorumlarından misallerle açıklıyor. Şimdi Tirmizî'nin bu kelimelere dair yorumlarına bir göz atalım:

Sadr: "Kinlerin, arzuların, kuruntuların ve beklentilerin kalbe giriş yeridir. Bazen daralır, bazen genişler. Sadr, kötülüğü emreden nefsin yönetim yeridir... Sadr, İslam nurunun yeri olduğu gibi aynı zamanda işitilmiş bilginin korunma yeridir de. Bu bilgi, hüküm ve rivayetler ile dile getirilmiş her türlü şeyden öğrenilen bilgidir. Ona ulaşmanın ilk yolu, öğrenme ve duymadır... Tıpkı gündüzün başlangıcına (sadr) denilmesi gibi, kalbin başlangıç noktasına da sadr denir... İhtiyaçlarla ilgili kuruntular, oradan ortaya çıkar. Bu kuruntular yerleşik hale gelip süre uzadığında, insanı meşgul eden düşünceler oradan kalbe girer."

Kalp: "Sadrdaki ikinci duraktır. Kalp, sadrın içidir ve o gözün içi olan gözün karasına benzer... Kalp, iman nurunun bulunduğu yerdir. Bunun yanı sıra Allah korkusu, Allah'tan sakınma duygusu, Allah sevgisi, Allah'tan razı olmak, kesin inanç, korku-ümit, sabır ve kanaatin yeri de kalptir. Kalp, bilginin esaslarının kaynağıdır... Kesin inanç, bilgi ve niyet kalpten taşar, sadra çıkar. O halde kalp, kök; sadr ise daldır. Dal, ancak kök sayesinde güçlenebilir."

Fuad: "Kalp içinde fuadın durumu -ki bu da üçüncü yerdir- göz karanlığındaki göz bebeği gibidir... Fuad, bilginin ve düşüncenin yeri olduğu gibi, aynı zamanda görme de burada gerçekleşir. İnsan bir şey öğrendiğinde, önce fuad diye isimlendirilen bu yer, ardından kalp öğrenir. Fuad kalbin ortasında bulunduğu gibi kalp de tıpkı bir incinin sedef içinde bulunması gibi sadrın ortasında bulunur."

Lüb: "Fuadın içinde lübbün durumuysa gözde görme ışığının durumu gibidir... Lüb denilen bu yer, birleme nurunun yeri olduğu gibi aynı zamanda Hakk'ı (yarattıklarından her bakımdan) ayrıştırmanın da merkezidir. Söz konusu nur, en yetkin nur ve en yüce otoritedir."

Buradan sonra okur düşünebilir: Durak durak bir ilerleme, içe geçiş söz konusu. Sadrdan başlıyor bu ilerleme ve soğan gibi soyula soyula lübe ulaşıyor. Peki lübden sonra başka yerler, duraklar, makamlar ve mekânlar var mı? Tirmizî buradan sonra özellikle tevhitten ve marifetten bahsediyor. İman nurunun giderek parıldadığı ve son raddeye uzandığı bu yolculuğun devamını 'zarif sırlar' nitelendiriyor.

Sadr faslına tekrar geri dönecek olursak, dilimizde de zaman zaman dua ederken kullandığımız bir söz vardır, "Sadrımı genişlet" diye niyaz ederiz bazen. Zira sadrın genişlemesi ve daralması mümkündür. Tirmizî burada herkesin sadrının bilgisizliği ve öfkesi ölçüsünde daraldığını söylüyor. Üstelik bu daralmanın bir sınırı yok, tıpkı genişlemenin de bir sınırı olmadığı gibi. "Bir sadr Hak (ve hakikat) için daralırsa, bu kez batıl (boş ve gerçek dışı şeyler) için genişleyeceği gibi aynı zamanda batıl karşısında daralan sadr da Hak için genişler" diyen Tirmizî burada kitabın pek çok sayfasında olduğu gibi kişinin ehemmiyetli şeylerle uğraşması gerektiğine dair bir yorumda bulunmuş oluyor. Bunun yanı sıra Allah'ın, kalplerinizi temizlesin diye O'na yakarışta bulunmamızı sevdiğini de söylüyor: "Allah, sadırlarını vesvese ve kuruntulardan koruma işini kendilerine bırakmamıştır. Bunun nedeni, kullarının Allah'ın üzerlerindeki ihsanını öğrenmelerini sağlamaktır."

Akleden kalp meselesi pek çok arif tarafından yorumlanmıştır. Tirmizî de görme ve körlük gibi eylemlerin kalbin eylemi olduğunu dile getiriyor. Hac suresinin 46. ayetini ("Kuşkusuz gözler kör olmaz, sadırlarda bulunan kalpler körleşir") hatırlatırken kalbin konumunu da yeniden aşikar kılıyor. En önemli bilginin batın bilgisi olduğunu, bildiğiyle amel edene bilmediğinin Hakk tarafından öğretileceği müjdesiyle tekrarlıyor. Kalbin katılaşması, kararması gibi konulara sebep olarak insanın sadrındaki nefsin kabarması olduğunu anlatıyor: "Kalp; inançsızlık, kuşku ve ikiyüzlülük karanlıklarıyla dolduğu vakit, Allah o kalbin sahibi için bir şeytan görevlendirir. Böylece o şeytan kişinin kalbinin korumasını üstlenir ve başarısızlık kilidiyle onu kilitler. O kalbin (sahibinin) sonunun ne olacağını ve işinin neye varacağını sadece Allah bilir. Can çekişme anına kadar hiç kimse onu bilemez. Bu durum, başka kimsenin öğrenemeyeceği, Allah'ın bir sırrıdır. Nice Allah'tan uzak kâfir vardır ki kendisine iman etmek nasip edilir. Nice Allah'a yakın mümin vardır ki onu Rabbi başarısızlığa uğratır ve böylece bedbaht birisi olarak ölür."

Bu incecik gibi görünen kitap, insanın kendi sırrına doğru yapacağı yolculuğun hangi mekanları kapsadığına dair harikulade bir özet. İnsanın gönül dünyasının derinliklerini bilmesi, kendiyle ilgili pek çok soruyu sormasına ve o soruların cevaplarını verebilmesine de bir vesile. Kalbin esas anlamını keşfederken selim bir kalbe kavuşabilmeyi de niyaz etmeyi unutmamalı...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

18 Ağustos 2023 Cuma

Tevhid temsilcileri şirk odaklarıyla nasıl mücadele etti?

"Hakk’ı seven âşıkların eğlencesi tevhîd olur
Aşk oduna yanıkların eğlencesi tevhîd olur."

- Niyâzî-i Mısrî

Tüm peygamberlerin en büyük hedefi, hitap ettikleri topluluklardan şirki uzaklaştırmak ve giderek şirkin üzerini tamamen örtmek olmuştur. Peygamberlerin yolunu takip eden ve halk dilinde "Allah dostları" olarak bilinen evliyaların, kâmil kimselerin, velilerin hedefi de esasında insanların gönüllerindeki putları bir bir devirmek olmuştur. Bu putlar devrilmeden insanın hakikat yürüyüşünü yapması, tonlarca ağırlıkta yükü omuzlayıp dimdik ve upuzun bir yokuşu çıkmaya benzer.

Yeryüzünde hakikatin ayan beyan ortaya çıkması -aslında o hep ortadadır da kafa gözüyle değil, kalp gözüyle görülür- için tevhid ehli, şirk düzeninin temsilcileriyle daimi bir mücadele hâlindedir. Bu mücadelenin ne zaman başladığını ve ne şekilde sürdüğünü anlayabilmek için sık sık kitaplara başvurmak durumundayız. Sadece okuyup geçmek ya da bilgiyle donanma yanılsamasına düşmek için değil, bugüne dair hakiki bir bakış atabilmek ve önce kendimize, sonra da çevremize dokunabilmek gayesiyle bir eylem planı oluşturmak için. Necmettin Şahinler'in güzide kaleminden çıkan Tevhidin Karakteri, bu plan dairesinde bize şirki yeniden hatırlatıyor.

Sözlük anlamıyla şirk, "Allah’a eş ve ortak koşma, ortak isnat etme" anlamına geliyor. Bu anlamda şirkin zıddı olarak aklımıza tevhid geliyor. Hemen Hüdâyî sultanın dizelerini de hatırlayalım: Sakın nefse inanma / kendini bildim sanma / şirk ateşine yanma / tevhîde gel tevhîde. Görünür şirkin dışında bir de şirk-i hafî olarak bilinen gizli şirk var: Allah’ın birliğine inandığı halde farkına varmaksızın davranış veya düşüncesinde Allah’a eş ve ortak koşma. Burada hemen Necmettin hocanın yazdıklarına kulak verelim: "Açık şirki tespit etmek kolaydır ama gizli şirk, Allah'ın tasarruflarına kafa tutmak ve Allah'tan beklenmesi gerekeni başkasından beklemek olduğu için insanın iç dünyasında kolaylıkla yer bulabilir, rahatlıkla saklanabilir hatta insanın kendisi bile bunun farkında olmayabilir. Bu yüzden Hz. Peygamber, ümmeti adına açık şirkten değil, daha çok gizli şirkten endişe duymuş ve bunu da birçok sözünde -riyâyı merkez alarak- tekrarlamıştır. Riyâ, Allah'a giden yola en amansız pusuyu kuran ve dini içinden yıkarak insanlığı karmaya ve onursuzluğa mahkûm eden bir karanlıktır."

Birkaç şeyi bir araya getirip bir yapma, birleştirme, Allah’ın birliğine inanma, bir ve tek olduğunu kabul edip söyleme, “Lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme, zikretme gibi anlamlara gelen tevhid, Hakk'ın iradesini yaşadığımız hayata olduğu gibi yansıtmaktır. Şirk, işte tam da burada devreye girer. Şirkin temsilcileri, Hakk'ın egemenliğini, kudretini, yetkilerini -haşa- kullandıklarını iddia ederek, yine tüm bunları paylaşmaya kalkanlardır. Şirkin ne olduğu üzerine düşünüp okurken, şirkin temsilcilerini iyi bilmenin önemi de burada yatıyor. Zira onlar, Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e kadar gelen tüm peygamberlerin ortak çağrısı olan tevhidle mücadele etmeyi kendilerine birincil esas kabul etmişlerdir. Dolayısıyla insanların, insan olma, hakikati bulma gayretleri karşısındaki en büyük engel de yine onlar olmuşlardır. Şahinler burada şunları dile getiriyor: "Tevhid, Allah'a teslimiyetin adıdır ve dinin amacıdır veya başka bir deyişle dinin kendisidir. Buna karşı çıkan şirk de bir hayat görüşü, bir inanç olup o da bir dindir. Bütün kavgalar ilahî vahyin toplamı olarak indirilen din ile bu vahyin kurmak istediği yapıya alternatif olarak üretilen, uydurulan din arasındadır."

Tevhidin Karakteri'nde Hz. Nûh'un, Hz. Hûd'un, Hz. Sâlih'in, Hz. İbrâhim'in, Lût peygamberin, Hz. Şuayb'ın, Hz. Mûsâ'nın, Hz. Süleymân'ın, Hz. Îsâ'nın ve Fahr-i Âlem Efendimiz'in şirke karşı nasıl mücadele ettikleri Kur'an'dan ayetler eşliğinde ve hadiseleri günümüzde nasıl yorumlamamız gerektiğine dair bir üslupla ortaya konuyor. Necmettin Şahinler'in şu sözleri, bu mücadelenin hem batıni hem de zahiri yönünü anlamamız açısından bir ipucu özelliği taşıyor: "İlk masumiyet döneminde insan, kötülüğün varlığından ve dolayısıyla eylem ve davranışları için var olan sayısız imkân arasında her an bir seçim yapma gerekliliğinden haberdar değildi. Ne zaman ki insanda, Allah'ın buyruğuna karşı bir itaatsizlik eylemi gelişti, işte bu durağan tutum bir anda değişti. Böylece insan, eğriyi doğruyu ayırt edebilme ve dolayısıyla hayatta tutacağı yolu seçebilme yeteneğine sahip bir kişiliğe dönüştü. Gerçek olan şu ki; bu dönüşüm insanın kaderidir ve kıyâmet gününe kadar kardeşlik ve dostluklar gibi sürtüşme ve düşmanlıklar da dünya hayatının bir parçası olarak sürüp gidecektir."

"" süpürgesini elimizden hiç düşürmeden gönül evimizi temizlemeyi sürdürmeli, orayı tez vakitte ve en hayırlısıyla "İllallah" sarayına dönüştürmeliyiz. Bunun için de tevhidi bilmekle kalmayıp yaşamış muvahhidlerin hayatlarından da her fırsatta feyz almalıyız. Sanılmasın ki yeryüzü mekânlarında sadece şirk odakları kol geziyor. Tevhid temsilcilerinin Hakk'ın lâmekân kudretinden hisseyâb olduğu asla unutulmamalı...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

9 Ağustos 2023 Çarşamba

Savaş sonrası tükenmiş bir neslin portresi

Çağdaş İngiliz Edebiyatı’nın yaşayan en önemli yazarlarından Julian Barnes, Bir Son Duygusu, Flaubert’in Papağanı, Metroland, Benimle Tanışmadan Önce, Bir Çift Söz ve Seni Sevmiyorum gibi romanların yazarı fakat hepsi bu kadarla bitmiyor, Dan Kavanagh ve Edward Pygge mahlaslarıyla yazdığı polisiye romanlarıyla da okurların gözbebeği. Man Booker ödülüne üç kez aday olduktan sonra 2011’de Bir Son Duygusu romanıyla ödülü almaya hak kazanan Barnes’ın tüm kitaplarını yayımlayan Ayrıntı Yayınları, en son romanı Biricik Hikâye’yi Serdar Rifat Kırkoğlu çevirisiyle okurlarına kavuşturdu.

Daha çok sevip daha çok ıstırap çekmeyi mi yeğlersiniz; yoksa daha az sevip daha az ıstırap çekmeyi mi? Sanıyorum sonuçta tek gerçek soru bu” diye başlıyor roman ve hemen ardından böyle bir soru sorma şansımızın olmadığını, bu durumda sorunun da olmadığını çünkü hiçbirimizin ne kadar sevdiğini kontrol edemediğini söylüyor. “Eğer kontrol edebiliyorsanız, o zaman aşk değildir o. Bunun yerine başka ne diyeceğimizi bilmiyorum ama aşk değil,” diyor anlatıcı. “Sayısız hikâyeye dönüştürdüğümüz sayısız olay vardır. Ama önemi olan, sonuçta anlatmaya değer olan tek bir hikâye vardır. Bu benim hikâyem.

Bu roman, baş kahramanı ve anlatıcısı Paul Roberts’ın biricik hikâyesi. Paul Roberts, on dokuz yaşındayken tanıştığı, kırk sekiz yaşındaki evli ve iki çocuklu Susan Maclead’le yaşamış olduğu derin aşk ilişkisini ileri bir yaşındayken hatırlayıp okura aktarıyor. Bu hikâyeyi okura aktarırken Paul’ün tek dayanağı ise belleği. Paul bize bazı detayları hatırlamadığını, önemsemediğini, aktaramayacağını da söylemeyi ihmal etmiyor lakin bu kurmaca dahilinde okurun Paul’ün belleğine güvenmek, inanmaktan başka çaresi de yok. Yer yer tekliyor, anlatı duraksıyor, unuttuğu bir yeri başka bir hikâyeyle yamalıyor. Bunu yaparken de birinci, ikinci ve üçüncü tekil anlatımları birbirine harman yapıyor, yaptıkça dil zenginleşiyor, kimi yerde duygu şöleni, kimi yerde dil ziyafeti kimi yerde de edebiyat harikaları yaratıyor Barnes.

Kitabın konusuna gelince; okulu yaz tatiline girince zamanını geçirmek üzere anne babasının yanına gelen Paul, kasabanın tenis kulübüne geçici üye olur, çiftler turnuvasında Susan’la eşleşen Paul, “kura da bir çeşit yazgıydı değil mi?” derken kaderci yönünü ortaya çıkarmaktadır. Susan’la önce tenis partneri, sonra arkadaş ve en nihayetinde sevgili olan Paul kendinden yaşça büyük bu kadının ekseninden senelerce kurtulamaz. Susan Maclead’ın kocası kaba saba bir taşra insanıdır, aralarında en ufak bir cinsel yakınlık olmadığını öğrendiğimiz karısı Susan’a fiziksel şiddet uygular, bağırır ve çoğu zaman da umursamaz. Görünmez olduğu, mutsuz bir evliliğin içinde hapis kalan Susan’ın Paul’e aşık olması kaçınılmaz olur. Susan’ın evliliğinde tek eksik cinsellik değildir, Susan’ın Paul’e aşık olmasının yegane sebebi de bu olamaz fakat tuhaftır ki Paul hiçbir hayali, amacı, emeli olmayan sıradan bir delikanlıdır. Susan’ın arkadaşı ona bir iş bulması ve para kazanması gerektiğini öğütler oysa Paul’ün hayata dair bir iş planı yoktur, politikadan anlamaz, hevesleri, heyecanları yoktur. Buna rağmen kendinden yaşça büyük ve olgun bir kadınla Londra’ya kaçmayı başarır. Bundan sonrasını okumanın ve satır aralarında dolaşmanın keyfini okura bırakalım.

Üç bölümden oluşan bu roman İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yani yüzyılın ikinci yarısında yaşayan ve sıkışmış olan bir neslin tükenmişliğini konu alır. Kadının ev içinde kıstırılmışlığına, cinsellik olmayan bir hayata mahkum edilişine değinirken birbirinden kopuk ve uzak yaşanan ilişkilerin, kalabalık yalnızlıkların ve aile içi sırların da fotoğrafını çekip okura yansıtır. Bir akşam yemeğinde sofra etrafında dönen önemsiz sohbetlerden, bir bulmaca karesine sığdırılmaya çalışan sözcüklere kadar derinlemesine inceleyebileceğiniz bir anlatıdır bu. Hafızamızın güvenilirliğini sorgulayacağımız, belleğin derinliklerine kazınmış anılarınızı hatırlayacağınız ve bunları yaparken size bir edebiyat şöleni yaşatacak bir roman. On dokuz yaşında bir delikanlı hiç farkında bile olmadan kendini içinde bulduğu ve topluma göre dengesiz görünen bu ilişki dinamiğinin içinde sıkışıp kalır hatta kendi deyimiyle “dosdoğru aşkın içine düşer”. Kendi delikanlılığını, aşka düşme hikâyesini, ailesiyle yüzleşmesini, işsizliğini, parasızlığını, yetersizliğini ve hatta kötü sevişmelerini anlatırken de dürüst ve dobradır. Bu bir pişmanlık anlatısı değil, daha ziyade iç travmalar ve dış sebepler sonucu vazgeçmesi gereken bir aşkın anatomik incelemesidir. İçinde yaşadığımızda bir türlü konduramadığımız, ne kadar büyük bir sevda yaşadığımızı anlamadığımı ve lakin kaybettiğimizde sevdamızın büyüklüğünü fark edebildiğimiz bir ilişkinin geniş açıdan bakılmış bir panoraması. Susan kendi nesli için “tükenmiş” derken bu tükenmişliğini gizli gizli içtiği alkolde ve bastırılmışlığı da yerini suyla doldurduğu viski şişesinde görürüz. Yeniyetme bir delikanlının heyecanlarını, bir kadının cesaretini, deneyimli olduğunu düşüneceğimiz iki çocuklu bir kadının deneyimsiz sevişmelerini görüyor, aşkın bir hayatı nasıl dönüştürebildiğini, sevginin her şeyi alt edebileceğine bir an olsun inanıyoruz. “Evden nefret ediyorum” diyen Paul’e, “O zaman neden ona ev diyorsun ki?” diyen Susan bu ontolojik mesele üzerine bizi düşündürüyor. “Hayatta en önemli şeylerden biri güvendir. Biz hepimiz güvenli bir yer arıyoruz. Eğer bu yeri bulamazsan, o zaman zamanı geçirmeyi öğrenmen gerekir” cümlesinde kendi güvenli yerimizi sorguluyoruz.

Kısacası Julian Barnes bu romanında savaş sonrası dönemde yaşayan tükenmiş bir neslin portresini çizerken, aşkı, kaderi, vazgeçmeyi, güvenmeyi, insan ilişkilerini, aidiyet duygusunu sorguluyor, sorgulatıyor. Susan’ın defterine yazdığı şu cümleyi de alıntılayarak bitirelim: “Hiç sevmemiş olmaktansa sevmiş olmak ve kaybetmek daha iyidir.” Sizlerin de kendi biricik hikâyenizi düşüneceğiniz, hayatınızı sorgulayacağınız bir okuma yolculuğu dilerim…

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz