“Bir gölge yapmazsam nasıl önemli olabilirim? Bütün olmak için benim de karanlık bir tarafım olmalı.”
- Carl Gustav Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş
Rodos Semahı’nı dinleyenler -
tavsiyemiz Nida Ateş’tir- oradaki bir sözü girdabına kapılmış olmalılar:
Kendi kusurun görmezsin, elin eksiğin ararsın. Gerek türkülerimiz gerekse tasavvuf; bir başkasında dikkatimizi çeken ilk kötü özelliğin kendimizde olduğunu hatırlatıyor. İlginçtir, bazen birisiyle tanışırız ve ilk dakikalardan itibaren içimizdeki ses bizimle konuşmaya başlar. Sanki tanışan biz değilmişiz de içimizdeki sesmiş gibi komutlar verir. Çok konuşuyor, yalancı olabilir. Sürekli bence diyor, kibirli. Elini cebine atmıyor, cimri galiba. Neden konuşurken ellerini kollarını hareket ettiriyor, görülme endişesi. Kusur üstüne kusur, eksik üstüne eksik.
Bir başkasında gördüğümüz ilk özellikler eğer olumsuzsa, bu durum o özelliğin doğrudan bizde olduğunu gösteriyor. İnsan sahip olmadığı, tanımadığı, keşfetmediği şeyi bilemez ve bulamaz. “
Kendimden biliyorum” diyerek sözü tamamladığımız anlar vardır; bir durum karşısında takındığımız tavrı öyle veya böyle masaya yatırırız. İşte bu, bazı huylarımızı ve davranışlarımızı ne kadar keşfettiğimizi anlatıyor aslında. Huylarını ve davranışlarını, özellikle de eksiklerini, hatalarını, kusurlarını bilenler; bir başkasında da bu tip durumlarla karşılaştıklarında tabiri caizse vites düşürürler. Kendilerini bir nebze bildikleri için başkalarını da hoş görmeye, ondaki kusuru kendi gözlerinden bilmeye hazırdırlar. Hani bektaşî ile mevlevî dervişi arasında geçen meşhur bir fıkra vardır: Bektaşî, "
Baba erenler, sizin hırkalarınızın yenleri neden bu kadar geniştir?" diye sorar mevlevîye, o da "
Başkalarında gördüğümüz kusurları örtmek içindir" der ve bu kez bektaşîye "
Ya sizin hırkalarınızın yenleri niye bu kadar dardır?" diye sorar. "
Biz kimsede kusur arayıp bulmayız, ondandır” cevabını verir bektaşî. Madem tasavvuftan aktardık fıkrayı, o hâlde gölge meselesini derinleştirirken iki büyük mutasavvıfa da müracaat etmek gerek. “
Bir kimsenin diğer bir kimsede gördüğü ilk kusur kendi nefsinin pek âşina olduğu bir kusurdur. Perde-i gayb açılmış olsa idi, hiçbir kimsenin bir kimse ile alay etmeye aslâ mecâli kalmaz idi, herkes birbirini mâzur görür idi.” demiş
Ahmed Avni Konuk. Burada perde-i gaybın henüz açılmadan önce insanın takınması, belki olması gereken hâl nedir diye düşünülebiliriz. İşte bu düşüncenin karşılığı ârif olmaktır. Çünkü ârife tarif gerekmez, ârif olan anlar. Onlar bilirler ki başkalarındaki kusur aramak nefsin hoşuna giden, insanı da insan olma yolunda durduran bir olaydır. Cehalet perdelerini yırtarak ve marifet ilminden faydalanarak kişi ârif olabilir ancak. Böyle olduğu zaman kainattaki canlı-cansız hiçbir varlıkta kusur aramayacak, bütün eksikliği ve olmamışlığı kendinden bilecektir. O hâlde bu hususta son sözü
Niyâzî-i Mısrî sultandan alalım: “
Arif ve muvahhid güneş gibi, cahil ise karanlık gibidir. Cahil, baktığı her şeyde ayıp, kusur ve eksiklik görür. Bilmez ki, o kendi ayıbıdır, oradan kendisine aksetmiştir."
Tasavvufla ilgilenen, araştırmalarını bu yönde derinleştirmeye çabalayan biri için psikoloji ilminde dikkatle takip etmesi gereken bazı kavramlar var. Ayna, bilinç, bilinçdışı, gölge, yansıtma bunlardan sadece birkaçı. Gölge, özellikle
Jung’un üzerine gitmesiyle psikoloji sahasında genişlemiş, geçmişten günümüze üzerinde araştırma yapılan bir kavram. Şahsi bir gölgemiz var, burası muhakkak. Ama oraya yanaşmayı pek düşünmüyor, çoğu zaman da korkuyor. Özellikle bazı duygular var ki bu duygulara neden başvurduğumuzu bilmiyor ama başkasında görür görmez de rahatsız oluyoruz. Hatta pek çok arkadaş, eş ve çocuk çatışması da bu yüzden çıkıyor. Daha geçen gün yemek sofrasına otururken oğlumun “
Bugün yemekte ne var?” diye sormasından ve annesinden aldığı cevap karşısında “
Öf ya hiç istemedim, tokum zaten” diyerek mutfaktan uzaklaşmasından epey rahatsız olmuştum. Rahatsız derken, baya öfkelenmiştim. Böyle durumlarda rahmetli
Doğan Cüceloğlu hocamız hemen tepki vermek yerine derin bir nefes almayı ve üzerine bastığımız duyguyu (
öfke) neden tercih ettiğimizi sorgulamamızı isterdi. Çok basit ve kısa süren bir sorgulamadan sonra öfkemin kaynağı el salladı: Sen de böyleydin, ne çabuk unuttun? Sen de mutfağa girerken hemen aynı soruyu sorar, beklemediğin ya da ağız tadına uymayan bir cevap aldığında hırçınlık yapardın. Öfken kime ve neye? İçindeki çocukla oğlun karşı karşıya geldi diye mi? Evet, sahiden de öyle.
Elimde birkaç haftadır sayfalarını çevirmekten büyük haz aldığım bir kitap var:
Gölgeyle Buluşma. “
İnsan doğasındaki karanlık yüzün gizli gücü” alt başlığıyla Kasım 2022 itibariyle
Timaş Yayınları tarafından okuyucuya sunulmuştu. Kitabın konusu ve içindeki makalelerin yazarlarını görmek, kitabı almak için çok yeterli bir sebep olmuştu. Geriye tek bir soru işareti kalmıştı, okuru nasıl bir çeviri bekliyordu? Basit bir okur takıntısı değil bu. Meseleye çok ilgiliyseniz, okurken zorlanmak istemiyorsunuz. Zaten kendi ruhunuzu ölçüp biçeceğiniz için yorulup zorlanacaksınız, bir de çevirinin çevirisini yapmakla harcamak istemezsiniz elbette kendinizi. Bu endişelerle başladığım kitapta ilk gün yüz sayfa, ikinci gün yüz elli sayfa okumuştum. Derken kitap bitti ve oturduğum yerden ama can-ı gönülden
Özgür Ertana’yı alkışladım. Müthiş bir çeviri ortaya çıkarmıştı ve bu kitabı bu kadar sevdiysem -
başta Jung olmak üzere kimse kusura bakmasın- en büyük pay kendisine aitti. Bu çok büyük bir kültür hizmetidir ve Özgür Ertana bu hizmetiyle kendisini çoktan ebedî kılmıştır.
Altmış beş makale var Gölgeyle Buluşma’nın içinde. İçlerinde psikoloji, edebiyat, felsefe üçgeninde ter akıtmış okurların mutlaka bildiği isimler var:
Carl Gustav Jung,
Rollo May,
Ernest Becker,
Anthony Stevens,
Joseph Campbell,
Ken Wilber,
Marie-Louise von Franz,
Adolf Guggenbühl-Craig,
M. Scott Peck,
James Hillman. Ancak kitabın en büyük şaşırtmacası burada. Adını daha önce hiç duymadığımız bir şair, astrolog, oyun yazarı, Hint felsefesi meraklısı, teknolojik tahmin ustası da yazdığı makaleyle okurun zihni üzerinde kritik hamleler yapabiliyor. Kitabın geneline Jungiyen analistler hâkim, dolayısıyla Carl Gustav Jung severler için tadına doyulmaz bir yolculuk da söz konusu.
Jung'un seneler önce okuduğum, sonra bir kere daha okuduğum
İnsan Ruhuna Yöneliş kitabında bir cümlesi var. ''
İçimizdeki karanlıkları göze almazsak bütünlüğümüze asla ulaşmayız.'' diyor orada. Atölyelerde ya da dost meclislerinde sık sık vurguladığım bir mesele var. Kendinizi dövmeyin, kendinize vurmayın, bunları zaten hayat yapacak ve yapıyor. İyi ki de yapıyor. Başka türlü akıllanmak, kendine çeki düzen vermek mümkün değil. Hayat insana mutlaka rehberlik ediyor. Fakat bizim meselemizin içinde hep bir aşağılık psikolojisi, hep bir eziklik var. Başaramama korkusu, üstesinden gelememe endişesi, suçluluk duymaya hazır olma. Neden? Hayatta ilk yaramızı aldığımızda sahiden suçlu muyduk? Sanmıyorum. Yara, bazen de kabımıza fazla gelendir. Ne zaman kap genişler, derinleşir, yaranın adı tecrübe olur. Tecrübe kazanırken de dikkat etmemiz gereken bir mesele var: Yaşadığımız her şeyi tecrübe olarak bir kenara yazıyoruz. Diyoruz ki bu böyledir, şu şöyledir. Büyük hata. Hiçbir şey öyle değil ve öyle de kalmıyor.
Engin Geçtan'ın Rastgele Ben kitabından: "
Hayat, ‘dir’ ve ‘dır’larla sonlanan hükümlerle yaşanamaz; çünkü anlamaya çalışmanın sonu yoktur."
Jung, aynı kitabında bizi gölgemizle yüzleşmeye çağırırken ayıp, günah, kusur, ne derseniz deyin, hepsinden hem bağımsız hem de hepsine bağımlı olan gölgeden bahsediyor. Tanımadığımız kendimizden, henüz karşılaşmadığımız yüzümüzden, çoktan kendi kabuğuna çekilmiş yüreğimizden. Onu bulun, bilin ve olun diyor. Bu, yine tasavvuftaki bilmeden bulunmaz, bulmadan olunmaz kaidesini hatırlatıyor. Her şeye ama her şeye yenik bir psikolojiyle başlanamayacağını "
Çünkü işlenmemiş günahlar bağışlanamaz." cümlesi ne kadar güzel özetliyor. Bilince çıkarmadığımız her şeyin hayatta kader olarak karşımıza çıkacağını söylüyor Jung. Burada bilince çıkarmadığımız şeyin adı gölge. Öfkemiz, aç gözlülüğümüz, şiddette meyyalimiz, utançlarımız, arsızlığımız, yalan söyleme kabiliyetimiz, hepsi her an bizimle birlikte: “
Hemen hemen her insanın belirli bir kötülüğe eğilimi bulunur; belirli bir oranda herkes cinayet işleyebilir. Bu nedenle, erdemlerimizden gururlanmaktan sakınmalıyız, çünkü erdemlerin yanı başında her zaman insan istatistiklerinin yansıttığı bir karanlık gölge vardır. Eğer insansak, insanlığın en belirgin yanı olan kötülüğü de yanımızda taşırız.”
Gölgeyle Buluşma, okurunu tekinsiz bir denizde yüzmeye, sonra da dalgıç olmaya hazırlıyor. Evvela ona bu tekinsiz denizi, yani gölgeyi anlatıyor. Farkında olmadan peşimizde sürüklediğimiz bu çuvalın içinde nelerin olduğunu, tarihte ve edebiyatta oynadığı rolü, rüyalarda karşımıza nasıl çıktığını, günlük yaşamda onu nasıl bulabileceğimizi anlatıyor. Derken reddedilen benliğin merkezi olan aileye geliyoruz. Sahte benliğimiz nasıl oluşuyor, inkârı ve ihaneti nasıl öğreniyoruz, anne-kız ilişkisinin karanlık tarafında neler oluyor, ebeveynlik sırasında çocuklarda gölgeyle nasıl yüzleşiyoruz… Burası kitabın demir leblebi sayfalarını oluşturuyor. Gölgeyle karşılaşma anında değişen duygularımız konuşulacaksa, önce öfkeden konuşmak gerekiyor. Bunun için Jungiyen analistler öfkenin en çok patladığı yere, evlere çeviriyor kamerayı. Kız ve erkek kardeşlerde, eşler arasında hasedin, öfkenin ve yalanın nasıl dans ettiğini ürpererek görüyoruz. Tüm bunların beden rahatsızlığı olarak dönmeyeceğini kim söyleyebilir? Bu elbette mümkün değil. Sık sık hastane ziyaret edenler, kendinde hastalık arayanlar, hasta sohbetlerini sevenler bu bölümü iyi okumalı. İş dünyasında, sosyal medyada, siyasi arenada, sahte bilim adamlarının ve sahte mürşitlerin arasında, o herkesten korumaya çalıştığımız maneviyatımızda gölge yok mu? Asıl oralarda at koşturuyor ve biz de nal topluyoruz... Mesela en hassas duygular arasında yer alan masumiyet, onun içinde gölge yok mu?
Rollo May’den okuyalım: “
Hayatın iyilik ve kötülüğün bir karışımı olduğu, saf iyilik diye bir şeyin olmadığı ve kötülük potansiyelinin olmadığı bir durumda iyiliğin de olmayacağı tecrübesinin kalbi işte burasıdır. Hayat, kötülükten ayrı olarak değil, kötülüğe rağmen iyiye ulaşmaktır.”
Gölgeyle buluşurken bazı kavramlar zihnimizde yıkılacak, daha doğru anlamlarıyla inşa olacaklar. Maalesef bazı şeyler tam olarak yıkılmadan sağlıklı bir inşa gerçekleşemiyor. Gölgeyi iyi derecede tanırken aynı zamanda zorlu bir inşa süreci de geçiriyoruz. Burada vicdanımız bize kendisini en hakiki biçimde gösteriyor ve en önce de kötülük bahsini açıyor. “
Kendimizden saklanmaya teşebbüs etmekle kötü oluruz. Kötülerin kötülüğü doğrudan değil, bu örtbas etme sürecinin bir parçası olarak dolaylı yoldan gerçekleşir. Kötülük, suçluluk duygusunun yokluğunda değil ondan kaçma çabasında vücuda gelir.” diyor M. Scott Peck. O kaçtığımız yeri çoğu zaman vicdan olarak tanımlarız. Oradan kaçtıkça maskemiz daha da belirginleşir. Giderek üzerimize yapışır, suretimiz olur. Durun durun, gölgeyle karşılaşmak her ne kadar ürkütücü olsa da durum aslında korkunç değil. Tam da burada Marie-Louise von Franz’ı dinleyelim: “
Gölgenin dostumuz mu düşmanımız mı olacağı büyük ölçüde bize bağlıdır. Gölge her zaman rakip değildir. Aslında o bazen pes ederek, bazen direnerek, bazen sevgi vererek (durum ne gerektiriyorsa o şekilde davranarak) geçinmek zorunda olduğumuz herhangi bir insan gibidir. Gölge sadece görmezden gelindiğinde veya yanlış anlaşıldığında düşman haline gelir.”
Kitabın sonsözü,
Connie Zweig ile birlikte eserin editörlüğünü üstlenen
Jeremiah Abrams’a ait. “
Saygı duyabileceğimiz bir insan olmayı seçebiliriz, arkasında durabileceğimiz, bizi pişman etmeyecek davranışları seçebiliriz.” diyor. Ama nasıl? Bu ancak seçimlerimiz net, bilincimiz berrak olduğunda mümkün. Bunun sırrı da gölge kişiliğin farkında olmak, onun bilinçdışı gücünü ortadan kaldırmak. Böylece elimize bir fırsat geçiyor: Gölgemizle egomuz arasındaki gerilim hafifleyecek, yaptığımız her şeyin farkında olacağız. “
Dünyada hangi rolü oynayacağımıza dair bir seçime sahipsek yarattığımız dünyanın sorumluluğunu da alabiliriz” diyor Abrams. Farkında olmadan ya da bilerek, isteyerek yaptığımız tüm fenalıklar kalpte birikiyor, giderek kalbi ele geçiriyor. Eskilerin mühürlenmiş kalp dedikleri hadise bir kez daha ortaya çıkıyor. Kalp giderek karardıkça, bütün vücut kararıyor, tabiri caizse insan, nefs-i hayvaninin elinde şeytana dönüşüyor. Gölgeyle buluşmak işte bu sebeple de çetin bir mesele, mutlaka üzerine gidilmesi gereken bir hadise. Bu harika kitabı okuduktan sonra yapacak çok fazla şey birikiyor: Etrafımıza anlatmak, onların da gölgeleriyle buluşmalarını sağlamak.
Gandhi’nin “
Dünyadaki gerçek şeytanlar kendi kalbimizde dolaşanlardır. Esas savaşın verilmesi gereken yer burasıdır.” sözü bize bir ilk adım motivasyonu olsun dilerim.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf