17 Ekim 2022 Pazartesi

Bir bahçeden konuşuyor gibi

II. Yeni ile birlikte modernliğin şiirdeki yansıması farklı şekillerde algılanıp değişik biçimler almaya başladı. Yer yer şiirin konuşan dilinin bağlanıp anlamı boğan bir karmaşaya kurban edilişine tanık olduk. Elbette bunda modern insanın içinde yaşadığı iklimi ve çağı tanımlayıp bir yere oturtmakta çektiği sıkıntının da rolü vardı. Modern şiirin çağdaş insanın açmazlarını ve de çıkmazlarını karşılayıp yaşadığı anla ilişkisini yeniden belirlemesi bir taraftan gelenekle arasına mesafe koymasına sebep olurken diğer taraftan mevcut zamanın dışında başka bir zaman arayışını doğurdu. Yalın ve sadelikten uzak durmak, imge yoğunluğu ile şiiri nefessiz bırakmak sanki moderniteye ait problemleri modern bir biçim ve biçimle ifade etmenin değişmez kuralı gibi görülüyor. Çoktan beridir yalınlık ve sadelik şiirimizi terk etmişse sebebini biraz da burada aramalı. Halbuki yalınlığın da sade söyleyişin de bir gücü ve orijinalitesi vardır.

Günümüz şiirinde yalınlığı özensizlik, sadeliği basitlik zannedip vasatın üzerine çıkamayan örnekler bir tarafa, gerçekten modern şiirde yalın, sade ve gereksiz süsleme ve betimlemelerden kendini koruyabilmiş şairlerimiz de yok değil. İlk şiir kitabı’ (Dünyaya Sarkıtılan İpler)ndan bu yana her kitabında bu yalınlığı hep doğada aramış ve onu hikayesinin tamamına ortak edebilme ustalığı göstermiş bir şair olarak Ömer Erdem kuşkusuz bu şairlere en güzel örnektir. Onun şiirinin doğasını oluşturan en önemli unsurlardan biri doğa ise diğerleri mekân, tarih ve medeniyettir. Diğer üç unsur Ömer Erdem şiirinde doğanın hakimiyet alanı içerisindedir. Özellikle bunu şairin yakın zaman önce çıkan Güneş Kalır Bir Başına isimli 11. şiir kitabında yakından görüyoruz.

Neredeyse kitabın bütün şiirlerinde “güneş” kesif bir imge olarak tüm dizeleri ısıtıyor. (“gökte güneş kararmış portakal”, “gençlik bir gökkaldıran portakalı” (s.9) “güneş gözünde şimdi balıkların” (s.10)) Mevsimler mekanik sayılarla uygun adım yürüyen yılların önüne geçmiş. Mevsimler yeryüzü ve hayat üzerinde doğanın canlı etkisinin bir tezahürdür. Ağaçlar, bitkiler, meyveler ve her türlü hayvanat şairin hem şimdiye hem geriye hem de ileriye işleyen saati gibidir. Bütün saatlerin, mevsimlerin ve de tabiat denen devingen organizmanın merkezinde güneş vardır. Şair bunu kendisiyle yapılan bir söyleşide, öğle uykusundan uyandığı bir vakitte yaşadığı bir görsel tecrübeye dayandırıyor. Karşı apartmanların göründüğü yere kadar ağaçlarla kaplı olan penceresinin camından gökyüzüne doğru baktığında gözlerinde bir tuhaflık sezer şairimiz. Güneş kendi formunu kaybetmiş ve binlerce buğday başağına dönüşür. Birbirine karışan görüntülerle başaklar arasından mavi gökyüzünde birden uçak gibi bir metal geçer. Fakat bu geçen uçağa benzeyen mavi metal aygıt göğe değil de şairin beynine, beyninin uzayına doğru yol alıp sonra orada kaybolur. Bu gizemli olay şairin hayatındaki başka olayların habercisi olur ve şair doğaya karşı yeni bir bilinç geliştirmeye başlar. Ömer Erdem bu süreci şöyle özetler: “Doğa bende bir bilgi olmaktan kurtulmak istiyordu, diyordu ki artık benim bilincim ol ve duyarlılığında bunu taşı.

Burada basit, yalın ve göz önünde olan bir şeyi daha önce hiç görülmeyen tarafından bir görebilme tecrübesi var. İnsan tabiata nesne olarak yaklaştığında ondaki asli melekeleri ve doğal refleksleri görememektedir. Şairlerin doğaya sadece bir güzellik unsuru gibi bir pastoral öğe olarak yaklaşması belki şiire çok çarpıcı tablolar armağan edebilir ama şiirin yakına dair imkânlarını geliştiremez. Oysa doğa şaire en yakın pozisyondadır ve kendisi kadar yakındır. Doğanın reflekslerini ancak onunla arasına bir duyuş mesafesi koyabilenler fark edebilirler. Bu duyuşun beraberinde şairin göğsüne yükledikleri şaşkınlık, hayranlık, dinginlik ve büyülenmedir. Ömer Erdem şiirinde bu dört duyuş biçimini de görebiliyoruz. Şu cümleyi dize yapan dünyaya isterseniz bir duyuş aralığından bakalım: “üzüm salkımları iri iri güneşin alnında” (peşi sıra-s. 15) Burada bir tabiat tablosu mu var yoksa doğaya ait bir refleks mi? Zahirde olduğu gibi çıplak gözle güneşe bakanlar orada hiçbir şey göremeyeceklerdir, görünen sadece “iri üzüm salkımları”dır. Şair tabiatı bir tuval olarak kullanmadığı için okuyucusuna da bir görsel şölen vaat etmemektedir. Güneş etkilenerek etkiliyor. Güneşin ısı ve ışığını üzümün iri salkımında arayanlara özgü bir tasvir yok burada. Saadetin en küçüğünde de güneşin payı vardır: “ekim güneşi duvara abanmış/ önümde bir lokmacık çay” (bir lokma çay-s. 20) Çayın katık edildiği yerde saadet vardır. Ve her zaman güneş mutluluğa tanıklık etmek için oradadır. Güneş yukarıdan aşağıya doğru uzanan el gibi sırtları sıvazlar, omuzlara dokunur ve sönmüş bir gülümsemeyi tutuşturur. Yağmur, fırtına, devrilmiş ağaçlar, japon elması, çürük akasya, kayalıklardaki kediler, kargalar, dip balıkları ve daha o saatte orada olması gereken daha birçok şey güneşin organize ettiği bir festivalde bir araya gelecekler. Yine güneş çekip çevirmenin merkezindedir: “bu sabah güneşe çok iş düşecek/ ısıtıp ışıtmak için karmaşık her şeyi.” (s.21), “kadından erkeğe akan ılık ışık/bu güneşten” (güneş ağacı-s.10)

Güneş her zaman o sizin bildiğiniz güneş değildir. Sürprizler yapar, tabloyu hiç bilmediğiniz renklere de boyar. Şairin muhayyilesi güneşin dünya etrafındaki dönüşüyle uyumludur: “kar gibi güneş yağıyor ocak ayında/ kuzey rüzgârı tembel bir telde terliyor/ duvarlar çiçek açmış çoktan” (yanlış tabiat-s.38) Güneş sadece tabiatın devingen eli değil aynı zamanda insanlık normlarının hatırlatıcı imgesidir: “güneşten habersiz olanların zulmü/ gecenin torbasını doldursa da/ yaşayamaz ışıksız hiçbir karanlık/ yakındır yıkılışı sonunda” (karanlığın yıkılışı-s.36) Çok uzakta hiç kimsenin bilmediği bir rengi, kimsenin gitmediği bir ülkeyi ya da bir şehri gösteriyor Ömer Erdem, kendini onlardan uzak kılan insanlara kendi bakışını yaklaştırıyor. Tabiata ait olanı insanlaştırırken insanı tabiata yaklaştırıyor. Bir bahçeden konuşuyor gibi. (“uğradığın yollar mürdüm tadında” (gibi-s.14) Kimi zaman bir ormandan, bir ağaçtan, bir insandan ve bir hayvandan konuşuyor. (“ne çok tat karışmış hayata dutlardan” (s.27) Söylemenin imkânlarını artırmak için kasti anlamı kırmaktan çekinmiyor: “sakla gibi bir ormanı” (gibi-s.14)

Güneş Kalır Bir Başına'da son dokuz şiir “kısa halk şiiri ölçüsüz” adıyla kitabın ikinci bölümünü oluşturuyor. Bu şiirler sosyal meselelere ince dokunuş ve eleştiri özelliği taşıması noktasında diğerlerinden belirgin şekilde ayrılıyor. “Sert sözler”, “Rahat yeri bulmak” ve “bakkal önünde üç kapıcıdan birinin marşı evdekal” şiirlerini de ses ve söylem itibariyle ayrı bir yere yerleştirmek nasıl olur bilmiyorum. Ortada farkını tabiat kadar sadelik ve doğallığının yanı sıra ustalığından almış şiirler varken, herhalde en iyisi hepsini aynı güneşin altında toplamaktır.

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

Bizi gerçekten insan kılacak o vakitler

Momo, her ne kadar çocuklar için yazılmış bir kitap olsa da aslında yetişkinlere de hitap eden bir kitap. Zira yazar Michael Ende Hikayelerimi içimdeki çocuğa yazıyorum. Benim kitaplarım 8 yaşından 80 yaşındaki tüm çocuklar içindir.” diyor.

Peki, Momo bizlere ne anlatıyor? Zamanın sırrını mı yoksa zamanın insanlar için önemini mi? Aslında ikisine de cevap veriyor fakat çoğunlukla insani ilişkilerin üzerinde duruyor. Öyle ki bu küçük kız kendisinden yaşça büyük insanlara yardım ediyor ve birçok problemleri çözüyor. Bunu ise dinleyerek yapıyor. Evet, sadece dinleyerek yapıyor.

Öyküsü ise eski bir tiyatro harabesinde başlıyor. Zaman geçtikçe de büyük bir aileye sahip oluyor. Temizlik görevlisi ihtiyar Beppo’yu ve genç turist rehberi Gigi’yi çok seviyor. Günlerini çoğunlukla ya onlarla ya da çocuklarla geçiriyor. Fakat bir zaman sonra tuhaf şeyler olmaya başlıyor. Hiç kimsenin daha önce görmediği “Duman Adamlar” ortaya çıkıyor. Bu kişiler aslında varla yok arasındadır. Hatta insan bile değildir. Hora Usta, onları bir hiç olarak tanımlar. Yüzlerinin kül renginde olması, sürekli sigara içmeleri ve en çok da etraflarına soğuk hava yaymaları tuhaf özelliklerinden birkaçıdır.

Görevleri ise zaman tasarrufu adı altında insanların kıymetli zamanlarını çalmak. Onları insani duygulardan yoksun bırakmak ve sadece maddeperest bir hâle getirmektir ki zaman içinde bunu maalesef başarırlar ve insanlara bir sözleşme imzalatarak dediklerini yaptırırlar. Öyle ki bu küçük kasaba gibi bir yerde insanların ne eskisi gibi neşeleri ne huzurları ne de birbirlerine olan sevgileri, bağı kalır. Varsa yoksa tek dertleri zengin olmak olur. Bir zaman sonra da kurdukları hayallere kavuşurlar.

Ancak çocuklar bu durumdan hiç memnun değillerdir. Çünkü onların zengin olma gibi bir dertleri yoktur. Sadece oyun oynamak ve aileleriyle güzel vakitler geçirmek isterler fakat annelerini, babalarını sürekli çalışırken gördükleri için giderek mutsuzlaşırlar. Tabii bu hâlden Momo, Gigi ve Beppo’da hiç memnun değildir. Özellikle Momo, madem insanlar bana artık gelmiyor ben de onların yanına giderim diyerek bu kötü havayı biraz olsun dağıtır ve başarır da. Fakat duman adamların bu hiç işine gelmez. Kurdukları düzenin bozulmasından çok korkarlar, rahatsız olurlar.

Bir gün Momo ise kulübesinin yakınında konuşan oyuncak bir bebek görür ve onu çok sever ancak bir süre sonra tekrar edilen sözler canını sıkmaya başlar. Farklı şeyler duymak ister. Ama gelgelelim değişen bir şey olmaz ve tam bu sırada yanına duman adamlardan biri gelir. Ona diğer arkadaşlarından uzak durması karşılığında çeşitli oyuncaklar verir. Fakat Momo, karşısında sevgiden yoksun kalmış bu duman adama sorular sordukça adam ister istemez sırlarını ortaya dökmüş gibi olur ve apar topar oyuncakları alarak uzaklaşıp gider...

Bundan sonra da duman adamlar, Momo’yu gerçek bir tehdit olarak görmeye başlarlar ve türlü planlar yaparlar. Konuşmaları duyan ihtiyar Beppo ise küçük kızı kurtarmak için telaşla yanına gider fakat Momo bu sırada Kassiopeia adında bir kaplumbağanın peşine takılır. Onunla “Hiçbir Zaman Sokağı” yazan bir sokağa gider. Ardından “Hiçbir Yerde Evi” adlı bir evin önünde kendini bulur. İçeriye girdiğinde çok farklı bir manzara ile karşılaşır. Nitekim çeşitli yemekler, tatlılar ve pek çok saatler görür. Her şeyden önemlisi Hora Usta ile tanışır. Onunla uzun bir sohbete dalar. Duman Adamlar hakkındaki gizemi öğrenir. Sonrasında hayatında daha önce görmediği güzellikte çiçekler görmeye başlar. Tabii bu çiçekler sıradan çiçekler değildir. Zamanla ilgilidir.

Romanın bu kısmından sonra Momo, Hora Usta’nın yanından evine döner ama hiçbir şeyi eskisi gibi bulamaz. Ne dostlarından ihtiyar Beppo vardır ne de Gigi, çocuklar... Sanki hepsi sır olup kaybolmuştur. Momo ise birkaç yere sorup soruşturmakla nihayet haklarında ip ucu yakalar ama öğrendikleriyle ve gördükleriyle de hayal kırıklığına uğrar. Öyle ki dostları eskisi gibi değildir.

Ve bu duruma bir son vermek için Hora Usta akıllıca bir plan yapar. Momo da ona yardım eder. Zaman çiçekleriyle birlikte nihayet duman adamların sonu gelir. Her şey tıpkı eski günlerdeki gibi olur. Dostlar sevinç ile bir araya gelir...

Ezcümle olarak kitabın bizlere verdiği en önemli mesaj: Mühim olanın zaman değil bizim onu nasıl değerlendirdiğimiz. Hayata nasıl baktığımız. Sevdiklerimize gösterdiğimiz ilgi ve konuşmalarımızdır. Zira bunların olmayışı bize ne hayır getirebilir ki? İstediğimiz kadar zengin olalım, lüks evlerde oturalım, lük otomobillere binelim, en güzel kıyafetleri giyinelim ya da yemekleri yiyelim eğer sevdiklerimiz yanımızda değilse bunların ne anlamı kalır. Hem unutmamak gerekir ki gökyüzüne, yıldızlara, denize ve daha birçok güzelliğe bakmak asla boş vakit geçirmek değildir belki en dolu vakitlerimiz o vakitlerdir... Zira bizi gerçekten insan kılacak o vakitler... Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Bir insanın çok dostu olabilir ama insan, onların içinden bazılarını kendine daha yakın bulur ve onları daha çok sever."

"Zengin olmak marifet değil, derdi Momo’ya. Her isteyen zengin olabilir. Birazcık zenginlik için hayatlarını ve ruhlarını satanların hâline bir baksana ne hale gelmişler! Yok. Ben onlar gibi olmak istemem. Varsın bazen cebimde kahve param olmasın."

"Herkes çok iyi bilir ki bazen bir saatlik süre insana ömür kadar uzun gelirken, bazen de göz açıp kapayıncaya kadar geçip gider. Zamanın bu garip kısalığı ve uzunluğu, o saat içinde yaşanan olaylara bağlıdır. Zaman içinde günler, geceler, aylar ve yıllar boyunca geriye doğru giden aslında sen kendinsin. Bir gün çıkıp geldiğin o sihirli kapıya doğru yaşamın boyunca geri gidiyorsun ve sonunda da yine oradan çıkıp gideceksin. İnsanlar ölümün ne olduğunu bilselerdi ondan hiç korkmazlardı. Korkmayınca da kimse onların yaşam zamanını çalamazdı."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

29 Eylül 2022 Perşembe

İyilik üzerine yeniden düşünmek

Donald Winnicott 1970'te, "Akıl sağlığının bir işareti de insanın başka birinin duygularını, düşüncelerini, umutlarını ve korkularını zihnen ve tam manasıyla görebilmesi ve aynı zamanda karşısındakinin de bunu yapmasına izin vermesidir" diye yazmış. Modern çağın en korkutucu özelliklerinden biri bu fikrin tam karşısında duruyor: Sadece kendine değer var, kendini kurtarmaya bak, dünyayı bugünden daha iyisine getiremezsin, sürekli kazanan taraf ol ve bununla yetinmeyip başkalarının da kaybetmesini sağla. Utanmanın ve vicdan azabının çağın gerisinde kaldığını unutma. Kıyamet kopmadan malı götürmeye bak. Sana ne başkasının derdinden. Gibi.

Şahane kitapların yazarı Britanyalı psikoterapist Adam Phillips, bu kez tarih bilimci Barbara Taylor ile iyiliğin kökenlerine götürüyor okuru. Yolculuk, iyilik karşıtlığı konusuyla başlıyor. "Günümüzde pek çok insan, içten içe iyiliğin kaybedenlere özgü bir erdem olduğuna inanarak büyüyor. Fakat insanları kazananlar ve kaybedenler diye ikiye ayırma söylemi iyilik fobisinin, çağımızda iyiliğe karşı duyulan dehşetin yol açtığı sakınmanın getirisi" deniyor ve şöyle devam ediliyor: "Çünkü iyilik düşmanlarının, ki artık bu düşman hepimizin içine işlemiş durumda, kendilerine sormadığı şeylerden biri de böyle bir şeyi neden hissettiğimiz. Neden, öyle veya böyle, başkalarına, hele ki kendimize, iyilik etmek gibi bir ihtiyaç duyuyoruz? İyiliği niye dert ediyoruz?"

Bu oldukça önemli soruların cevabı daha çok ebeveyn-çocuk ilişkisiyle yorumlanmaya çalışılıyor günümüzde. En doğru ve iyi ilişkinin anneyle çocuk arasında sürdüğü, sürmesi gerektiği ifade ediliyor. Sanki iyilik, sadece çocuk yetiştirmede gündem olması gereken bir konuymuş gibi değerlendiriliyor. İnsanın sadece çocukluk döneminde değil, esasında hayatın pek çok döneminde savunmasız olduğu unutuluyor. Neyi ne kadar garanti edebiliriz ve hayatı bütünüyle mutlu, saadetli yaşamamızın bir kesinliği var mı? Ne garanti ne kesinlik, iyiliğin çok dışında oysa. Zorlukların üstesinden gelmek hepimiz için bir kesinlik, tek kesinlik de bu. Bu kesinliği hayat içinde işlerken, olabildiğine başkalarının da zorlukları yenebilmesine katkıda bulunmanın adı iyilik midir? Bu da ayrı bir muamma ama genel olarak evet, iyiliktir. Bir omuz vermek, yapılması gerekeni yapmak ve sonra da kenara çekilmek, iyiliğin alametidir. Günümüzde, sosyal medya sağ olsun, iyiliğin yapıldığı ve denize atıldığı zamanlar geride kaldı. Herkes her eylemini paylaşıyor ve bunu da "başkalarının teşvik etmek için" yaptığını ifade söylüyor. Gerçek olan, iyiliğin gerçekten de teşvik edilmesi gerektiği. Yoksa sadece olağanüstü durumların ya da pedagojinin bir konusu olarak kalacak iyilik.

Felsefeden yararlanırken özellikle Stoacılara işaret ediliyor. Müstakil yaşamayı benimsemiş olan Stoacılar her ne kadar benliğe bel bağlamış olsalar da bu benliği tekil değil müşterek olarak tanımlıyorlardı. Stoacı imparator Marcus Aurelius'a göre dünya, karşılıklı sevginin ve iyiliğin olmadığı bir durumda yaşanılamaz bir yere dönüşürdü. "Bir insan için gerçek haz, yaradılışına uygun davranmaktır. İnsan, hemcinslerine iyi niyet göstermek için yaratılmıştır" demiş Aurelius. Çok sonraları, Jean-Jacques Rousseau gibi müstakil olmaya düşkün, kendi derdini önceleyen ve iyilik elçiliği yapması beklenmeyen biri bile yıllar süren hayal kırıklıklarının, ıstıraplarının ardından "İnsan, yanında başkası yoksa bir türlü iyi vakit geçiremiyor" demişti. Önemli eserlerinden biri olan Emile'de ergenlik dönemine geçerken bir çocuğun duygusal dünyası için iyiliğin önemine doğru bir işaret gösterilir: "Başkalarının ne hissettiğini tahayyül etmeyen çocuk kendi derdinden başka dert bilmez ama duyuları gelişmeye başlayıp hayal gücünü ateşleyince kendisini başkalarında duyumsamaya, başkalarının yakarışlarından etkilenmeye ve dertlerinden mustarip olmaya başlar. İşte o vakit, ıstırap çeken insanlığın hazin manzarası, deneyimlediği ilk şefkat duygusunu yüreğinde yeşertmelidir.". Romanın sonlarına doğru bilhassa gençliğin günümüzdeki hâlini yakalayan bir söylem var. Bugün iyiliğin bu kadar zarar görmesinde elbette bu vurdumduymazlık ve bencillik de önemli bir yer kaplıyor: "Kendilerini sevmekten bihaberler; tek bildikleri kendileri dışındaki şeylerden nefret etmek."

Kitap, iyiliğin psikanaliz tarafından nasıl ele alındığıyla devam ediyor. Neden anneler ve çocuklar birbirlerine, başka insanlardan daha iyi davranır sorusu, bu alanın derinliğini ifade ediyor aslında. Freud'un hem hayatını hem de psikoloji bilimine katkılarını oldukça iyi çözümleyen Phillips burada da boş durmuyor elbette. Fazla duygusallığın yıpratıcılığı ve gerçeklikten kopuk bir hayal gücünün hiçbir işe yaramayacağı, aksine daha fazla hırpalayacağı yorumu şaşırtmıyor, ziyadesiyle haklı. Birlikte okuyalım: "İyiliği romantikleştiren ve ona yalnızca doğaüstü iyilikte insanların erişebileceği, ulaşılması son derece güç bir erdem muamelesi yapan toplumlar da insanların gerçek ve sıradan iyiliğe inancını oradan kaldırır. Her şeyin güllük gülistanlık, herkesin mutlu olmasını sağlaması beklenen sihirli iyilik, insanların gerçekten ihtiyaç duyduğu gerçeklerle örtüşen ilgi ve güvenceyi sağlayamaz. Sihirli iyilik yalancı bir vaattir."

Çağımızda iyiliğin ne durumda olduğunu sorgulayarak bitiyor kitap. Şu hatırlatmalar son derece önemli: insanlar kazananlar ve kaybedenler olarak ikiye ayrıldıkça ve rekabet körüklendikçe, iyilik bir pastadan başka bir şey olmayacak, görsel şov. İnsanlar çelişik duygulara ve dünyalara sahip varlıklar. İyilik tabiatımızda var ama kötülük, şiddet, saldırganlık ve nefret de var. Baskı herkesi rahatsız eder ve sağlıklı ilişki kurmasını engeller, böylece iyiliğe uzanmak da giderek zorlaşır. Phillips yine hünerini konuşturarak zihnimizi zorluyor tam da burada: "Hayatımız iki dolaysız soru vasıtasıyla anlamlandırılabilir: Neyi kabul etmek, neyi kovmak istiyoruz? Hayatımıza neyi dahil etmek, kimi zarar veremeyeceği uzaklıkta tutmak istiyoruz? Sevgi kabul ettiğimiz, nefret ise kovmak dediğimiz. Dolayısıyla, nefret duygumuz garip bir şekilde ayakta ve hayatta kalmamızı sağlıyor."

Hayatımızdan memnun olmaya, öyle veya böyle güzel yaşamaya çalışmak tek başına halledilecek bir mesele değil. Çocuk masumiyeti burada devreye giriyor belki de. Çünkü onlar herkes mutlu olsun istiyor. O masumiyete dönmek mümkün olmayabilir ama hatırlamak çok şey kazandırabilir. Üstelik bu kazanç, kimseyi bir kayba da uğratmaz.

Yağız Gönüler

28 Eylül 2022 Çarşamba

Tanrısız ahlak mümkün mü?

Amerika’da görev yapan ateist felsefe profesörü Walter Sinnott Armstrong, din felsefesi, felsefe kategorilerinde eserler yazmış, Tanrısız Ahlak kitabının yazarıdır. Yazar’a göre yalnızca yalın ahlâk vardır ve bu kitabın yazılış amacı da Tanrısız ahlâk konusunun bir sorun olmadığını göstermektir. Armstrong’un ifadesiyle teistler, hangi nedenle olursa olsun, ahlâkın dine bağlı olduğunu düşündükleri için teisttir ve öte yandan çoğu teist ve agnostik de dini ahlâkla özdeşleştirir; dini terk ettiklerinde ahlâkı -en azından nesnel ahlâkı- da terk ederler. Örneğin Richard Taylor, “ahlâki yükümlülük kavramı Tanrı fikrinden ayrı tutulduğunda muğlaktır” ifadesini kullanır.

Tanrısız Ahlâk terkibini bir bütün olarak ele almadan önce “ahlâk” kavramını ve doğru bir ahlâk öğretisinin ne olduğu konusunu Ahlâk Felsefesi kapsamında incelemek daha doğru görünüyor. Çünkü antik çağdan beri tüm felsefeciler ahlâkı felsefenin alt dalı olarak görmüşler. Modern dönemlerde de ahlâk, felsefenin dört temel dalından biridir. Ahlâk felsefesi disiplininde ise temelde üç öğretinin öne çıkmakta olduğunu söyleyebiliriz. İlki, en yüksek iyinin mutluluk olduğunu söyleyen ve bundan dolayı “mutluluk ahlâkı” olarak nitelendirilen Aristoteles’in görüşüdür. Aristoteles, éthike kelimesini ahlakı ifade eden temel kavram haline getirmiş filozof olarak, ahlakın değişebilir olduğuna dair bir yaklaşım sergilemiştir. Éthike kavramı, kelime köken olarak ethos, yani alışkanlık kelimesinden türetilmiştir. Alışkanlıklarımız doğuştan değildir, dünya hayatında sayısız kez tekrarladığımız davranışlarımızın bizde yerleşik hale gelmesidir. Aristo’ya göre mutluluk ve ahlâk arasında sıkı bir ilişki vardır ve insanların nihai amacı mutluluktur. Mutluluğun ise üç özelliği vardır: Mutluluk, bizatihi kendisi bir amaçtır, kendinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaz ve akla uygun erdemli faaliyetin belirlediği bir hayattır. Aristo’nun ahlâk felsefesine göre erdemli olmak zordur ve bunun da bazı koşulları vardır. Her şeyden önce zorla, bilgisizce yapılan bir iş erdemli değildir. Erdem, insanın kendi iradesini ortaya koyabileceği özgür ortamın varlığında söz konusu olabilir ki, istek ve tercih aynı şey değildir. Erdem, isteğin düşünülüp tercihe dönüşmesi ile ilgilidir. Bilinçli tercihler, tekrar eden eylemlerle pekiştiğinde asıl erdeme dönüşürler. İslam filozofu Farabi de Aristotelesçi bir yaklaşım sergilemektedir. Ahlak felsefesinde öne çıkan ikinci öğreti Epikür’ün hazcı ahlak felsefesidir. Ona göre ahlak, “insanın acılardan kaçınması ve hazlara yönelmesidir.” Epikür ahlâk söz konusu olduğunda hazzı kriter olarak ele almaktadır ve bizim açımızdan bu durum hazza yüklediği anlamı dikkate almayı gerekli kılmaktadır. Epikür, haz derken yalnızca maddi değil, manevi hazları da kastetmektedir. Örneğin insanın muhtaç kimselere yardım etmesi ona manevi bir haz veriyorsa bu ahlâki bir eylemdir. Aristo gibi Epikür de mutluluğa ulaşmayı en yüksek iyi olarak görmektedir. Bu alandaki en önemli üçüncü ve aynı zamanda Epikür ahlak anlayışıyla çelişen görüş Kant’ın ‘vazife ahlakı’dır. Kant için, iyi olan yatkınlıklardan değil, vazife duygusuyla yapılan şeylerdendir. Salt kendi eğilimlerinden dolayı, haz amaçlı bir eylemi yapmak erdem değildir ve bundan dolayı bu eylem mutluluğa da ulaştırmaz kişiyi. Kant’ın ahlâk felsefesinde yüksek bir vazife duygusu ahlâkın temelini oluşturmaktadır. Görüldüğü gibi tarih boyu ahlâk konusunda farklı görüşler ortaya konulmuş, Antik ve Ortaçağ’da ahlâki norm özne dışında aranmış ve kendi başına iyi olan -doğa ya da Tanrı yasası- bir kaynağa dayandırılmıştır.

Özgürlük, ahlâkın gerçekleşmesinin en önemli koşullarından birisidir. Ahlâki eylemin ideal ortamı, iyi ve kötü olanın beraber bulunduğu bir ortamda iyi olanı özgür irade ile seçmektir. Her türlü zorunluluk, seçme eylemini ortadan kaldırdığı için insan eylemi özgürlük olmaksızın anlamlı olmaktan da çıkmaktadır. Bizde var olan, ama bizim tarafımızdan seçilmiş olmayan her durum, her irade, her istek ve her eğilim, bir belirleyiciliğin/cebrin ürünüdür. İnsan eylemini zorunlu hale getiren tarihsel, coğrafi, toplumsal ve kişisel biçimler vardır.

Özgürlüğün ve dolayısıyla ahlâkın Tanrı veya dine dayanması sonucunda tüm ateistlerin ahlâken kötü olduğu, -ateist ve agnostiklerle dolu- seküler toplumların yoz ve ahlâksız olmaya sürüklendiği, nesnel ahlâkın herhangi bir mantığının olmadığı, ateistlerin ahlâklı olacak kadar akıllı olmadıkları veya Tanrı’nın, dini kurumların ve kutsal kitapların rehberliği olmaksızın ateistlerin ahlâken neyin doğru-yanlış olduğunu bilemeyecek oldukları sonucu ortaya çıkmaktadır. Peki, ateistlerin ahlâken kötü olduklarına dair empirik iddia doğru mudur? Esas sorun, sadece ateistlerin ahlâksızlığa meyyal olup olmadıkları değil, diğer seküler teist ve agnostik insanların da ahlâksız olabileceği ihtimalidir. Ahlâklı ateistler bir Hristiyan kültürü içinde büyüdükleri, yani o kültürü özümsedikleri için ateist olmalarına rağmen iyi birer insan olabilirler. Dolayısıyla bir ateistin ahlâklı olmasının sebebi doğrudan olmasa bile dolaylı olarak geçmişte kalmış bir dinin tortularıdır, çünkü yeni kuşakların sadece ideolojileri vardır, fakat dinlerin tarihi ideolojilerden eskidir. Aynı şekilde dindar kimliğe sahip fakat dini kültürü özümsememiş bir insan ahlâksız olabilir.

Armstrong, ahlâkın özünün Tanrı’ya bağlı olmadığını ve bundan dolayı temel ahlâkı kabul edip anlamak için herhangi bir dini kabul etmeye ya da Tanrı’ya inanmaya gerek olmadığını iddia etmektedir. Bir ahlaki önermenin nesnel olduğu iddiası, onun doğruluk değerinin toplumun ahlaki görüşünden bağımsız olduğu anlamına gelmektedir. Ahlaki realizm ise ahlaki önermelerden en az bir tanesinin doğru ya da yanlış olduğunu iddia eden felsefi bir görüştür. Ahlâki realizm savunucularına göre, ahlâki önermelerin doğruluk değeri toplumun ahlâk teorisinden bağımsızdır. İster teist, ister ateist ya da agnostik olsun tecavüz ahlâken yanlıştır. Çünkü kurban özgürlüğünü kaybederek aşağılanmış olur, onurunu kaybederek acı çeker ve kalıcı pek çok hasara maruz bırakılır. İnsanları – hiçbir haklı neden yokken- öldürmek ahlaken neden yanlıştır? Çünkü yaşam hakkı elinden alınır. İnsanlara verilen sözü tutmamak ve yalan söylemek ahlaken neden yanlıştır? Çünkü bu durum onları incitir ve size olan güvenlerini kaybetmelerine neden olabilir. Armstrong’un iddia ettiği gibi Tanrısız bir evrende nesnel ahlâki ilkelerin varlığından söz edebilir miyiz?

İslam Kelamı tarihinde ahlâki bilginin nesnelliği ya da öznelliğine ilişkin bir tartışma yaşanmıştır. Kur’an’dan hareketle evrensel bir ahlak teorisi inşa etmeyi amaçlayan Mu’tezililer, ahlaki hükümlerin nesnel varlığını ve ayrıca bu hükümlerin de akılla bilinebileceğini iddia eder. Yani ahlaki ilkeler, insan aklının bilmek ve donanmak zorunda olduğu şeylerdir. Mu’tezile’ye göre ahlakın peygamberden bağımsız kavranabilen ontolojik ve epistemolojik boyutu evrensel, dolayısıyla nesneldir. Nesnel olan ahlaki değerler insan varlığından bağımsız ve aşkın olduğu için tüm insanlar ahlaki olanı akılla bilebilirler. Mu’tezile’nin ahlaki nesnelliğine karşı Eş’ariler ahlakın ilahi iradeyle belirlendiğini, ahlaki değerlerin belirleyicisinin Tanrı olduğunu, iyilik ve kötülüğün bilgisinin nesnel olmayıp yalnızca peygamber tebliğiyle bilinebileceğini öne sürmüşlerdir. Zira bu gruba göre ahlakın akli nesnelliğinden ziyade vahyi bağlayıcılığı önemlidir.

Armstrong, insanın kendisine zarar vermesini akıldışı bulup bu durumu ahlâkdışı bulmamaktadır. Oysa aklın gayri insani bulduğu her şeyi din, gayriahlaki bulur. İmam Mâturidi, ahlakın din, dinin rasyonelite olduğunu söylerken, aklen doğru bulduğumuz şeylerin ahlaken olumsuzlanan şeyler olduğunu ifade etektedir.

Modern dönemin ateist felsefecileri olan Jean Paul Sartre, F. Nietzche, B. Russell ve R. Dawkins Tanrısız bir evrende nesnel ahlaki önermelerin olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Sartre’a göre Tanrı olmadığı için insanın içsel değeri yoktur ve ahlak dâhil tüm değerleri insanın kendisi yaratır. Nietzsche, Tanrı’yı öldürmekle ahlakın öleceğini ve ahlakın gerçekliğini Tanrı’nın gerçekliğiyle özdeş olduğunu ileri sürer. Russell biraz ileri giderek ahlakın, bireyin üstündeki toplumsal baskıdan kaynaklandığını ve bundan dolayı Tanrı’nın da nesnel ahlaki önermeler gibi var olmadığını savunur. Armstrong ateist felsefecilerin aksine “insanlar genel anlamda neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilme yetisine sahiptir.” “Ahlak, Tanrı’ya bağlı değildir, ahlaki yanlışlık, Tanrısız var olabilir.” görüşünü ileri sürmektedir. Ahlaki realizm tüm bu iddiaları doğrular mı? Ateist ya da teist olsun tüm insanların inandığı en az bir tane nesnel ahlaki önerme vardır, örneğin yalan söylemenin kötü bir şey olduğuna dair hepimiz nesnel bir inanç taşırız. Üstelik ahlaki realizmi reddetmek için rasyonel argümanlar ileri sürülmelidir, aksi halde ahlakın doğası hakkında agnostik bir tavır takınmamız gerekmektedir. Kürtajın ahlakiliği tartışmaları özelinde farklı kültür ve toplumların bazı ahlaki konuların göreceli olduğunu ileri sürerek ahlaki realizme karşı yükseltilen itirazlar vardır. Fakat bu eleştiriler bizim ontolojik görüşlerimizin ve toplumsal algılarımızın ahlaki yargılarımızı ciddi şekilde etkilediği gerçeğinden uzak bir yargıdır. Naziler soykırımı haklı çıkarmak için Yahudilerin olmadığı bir dünyanın daha iyi olacağına dair ahlaki bir önerme ileri sürmüştür. Bu demektir ki toplum, bizim ahlaki yargılarımızı etkileyebilir, fakat aynı toplum ahlaki yargılarımızın doğruluk değerinin nesnel olup olmadığı konusunda görüş ileri süremez. Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı’nda insanın özgürlüğü ve ahlaki eylemleri önündeki engellerden söz etmektedir. Çünkü insan, günlük yaşantısında çoğunlukla içinde doğup büyüdüğü toplumdaki kültürel, geleneksel, tarihsel değerlerin güdümündedir. “Ben” dediğimiz, toplumun, tarihin, coğrafyanın bir meyvesidir. İnançlarımızı, aidiyetlerimizi, düşünce kalıplarımızı, korkularımızı kısaca sahip olduğumuz her şeyi bize içinde yetiştiğimiz toplum yükler. İnsan, toplumun olduğu kadar kendi benliğinin de esiridir ve en güçlü, aşılması zor olan bu insanı Şeriati “ego” olarak nitelendirir. Eleştirel düşünce yoluyla tabiat, tarih ve toplum zindanından çıkmayı başarabilen insanın benlik zindanından kurtulması oldukça zordur. İnsanda yerleşmiş bulunan güdüler, eğilimler, arzular Kur’an’da Heva olarak nitelenir. İnsan, seçimlerinin kendi dürtülerinden bağımsız olduğunu düşünmesine rağmen, tercihlerini kendi nefsinin arzularına göre yapmaktadır. Kontrolsüz arzularına esir olan insan, ancak kendini yıkmak, kendine isyan etmek suretiyle özgürlüğünü elde edebilir. Şeriati’ye göre diğer üç zindandan kurtulmak için lazım olan akli değerlendirme kendine isyan etme söz konusu olduğunda işe yaramaz, kendi zindanından kurtulmak isteyen insanın mantık dışı bir güce ihtiyacı vardır: “din”. İnsan tabiatının iyiliği-kötülüğü meselesini antik yunanda ilk olarak ele alan Platon, beden hapishanesinden çıkmanın ancak nefsin kanatlarıyla mümkün olduğunu, Tanrı’nın bu yetkiyi kanatlara verdiğini söylemektedir.

Ahlak felsefesi, felsefenin alt dallarından biridir ve bundan ötürü felsefenin temel özelliklerini taşımaktadır. Buradan hareketle ahlak felsefesinin de felsefe gibi nesnel doğrular üretme çabası vardır. Yani ahlak felsefesi de nesnel olarak doğru-yanlış önermeler üretebilir ve bu durum nesnel ahlaki ilkelerin varlığını göstermektedir. Bu demektir ki, iyi ve kötünün bilgisini akıl içerir ve İslam, Hz. Âdem’den itibaren insanlığa bu evrensel değerleri hatırlatır. Gündelik hayatta ateist, agnostik birçok ahlaklı insanın varlığı ahlakiliğin bir dine bağlı olmadan da gelişebileceğini gösterir. Ahlâkın nesnelliğinden dolayı bir toplumdaki din farklılıklarına rağmen ortak ahlaki ilkeler ortaya konulabilir. Fakat dini ve seküler ahlaki önermelerde bazı farklılıklar vardır, çünkü din ve ahlak arasında özel bir ilişki vardır. Özellikle dinin metafizik boyutları sebebiyle ahlaki emirleri meşruiyet kaynağı haline getirdiği gözlemlenmektedir. İnsan aklı tabii olarak iyi, doğru ve estetik olanı bulmak ve ona meyletmek zorundadır, bu durum ahlaki bir aklın gereğidir fakat din, iyi ve doğru olanı bilen akıl sahibi insanın iradesini harekete geçirerek onun iyi ve doğru olanı yapmasını zorunlu kılar. Bu noktadan hareketle ahlaklı ateistten söz edilebilir, fakat ahlâklı ateizmden söz edilemez, çünkü aklın bir şeyin kötü olduğunu bilmesi insanı zorunlu olarak o şeyden uzak durması gibi bir sonucu doğurmayacağı gibi; nesnel iyiliğin bilgisine sahip akıl, insanı sürekli iyi olanı yapmaya yöneltecek kadar güçlü bir kuvve değildir.

Bir kutsal emir ahlak teorisinin iddiasına göre, ahlakdışı eylemleri ahlakdışı yapan şey, onları yapmamamızı bize Tanrı’nın emretmiş olmasıdır.” Armstrong, bu düşünce özelinde teistik ahlaki ilkelerin Tanrı’nın keyfi seçimleri sonucu oluşturulduğu kanaatine ulaşıyor. Ona göre Tanrı bir şeyi yapmamamızı emrediyorsa bu şey her ne olursa olsun, onu yapmamak zorundayız, ayni şekilde bir şeyi yapmamızı emrediyorsa o şeyi yapmak zorundayız; o şey ne olursa olsun. Armstrong’un bu iddiası İslam Kelamının merkezi tartışma konularından birini içeriyor. Ahlaki davranışların Tanrı tarafından emredildiği için ahlaki olduğu iddiası İslam Felsefesinde başta Gazali olmak üzere Eş’ari kelamcıları tarafından, Evangelik Hristiyan düşüncesinde ise Ochham tarafından savunulmuştur. Bu iddiaya göre Tanrı fikrini değiştirip tecavüzü ahlâklı görürse, tecavüz ahlâklı olacaktır. Fakat bu durum ateistlere göre kabul edilebilir değildir, üstelik böyle bir iddia söz konusu olduğunda ahlâkın nesnelliği değil Tanrı’dan kaynaklı teistik ahlakın keyfiliği yargısı oluşabilir. Eşari tarzdaki bu ahlâk yaklaşımı bizi septisizme götürür. Keyfi bir Tanrı tasavvuru, adaletsiz ve güvenilmez bir Tanrı tasavvurunu da beraberinde getirir. Örneğin her ne kadar kutsal metinde dürüst olduğunu söylese de keyfi davranışlar sergileyen bir Tanrı, iyi olanları da kötülerle birlikte cehenneme atabilir. Görüldüğü gibi bu yaklaşım, Tanrı’nın reddi için makul bir gerekçe sunmaktadır.

Ahlâki davranışlar ahlâki olduğu için Tanrı tarafından emrediliyor olabilirler mi? Bu düşünceye göre de ahlâk Tanrı’dan bağımsız olacaktır ve ahlâk Tanrı’dan bağımsızsa, Tanrı olmasa bile ahlâk var olabilir. Konu hakkındaki üçüncü ve Augustine, Anselm, Aquinas gibi teistik felsefecilerinde savunduğu en doğru yargı, merhamet, adalet gibi temel ahlâki özelliklerin Tanrı’nın doğasının parçası olduğudur. Bu görüşe göre ahlâki değerlerin standardı Tanrı’nın doğasıdır. Tanrı, merhametli, adil ve iyidir; bu sıfatlar onda temel ve zorunlu olarak vardır. Yani Tanrı, merhamet, adalet gibi ahlâki özellikleri herhangi bir kaynaktan almaz, o mutlak olarak ahlâklıdır. Tanrının ahlâkiliği metafiziksel bir zorunluluk olduğu için ateistler tarafından kavramsal olarak algılanamamaktadır.

Sevil Türkyılmaz
twitter.com/arzhal_

15 Eylül 2022 Perşembe

Sahi, ayrılık diye bir şey var mıydı?

Size sadece bir oturuşta okuyabileceğiniz ama tadı damağınızda kalacağı için başa dönüp tekrar okuyacağınız, bazen gülümseyeceğiniz, bazen acıyı derinden hissedeceğiniz, bazen sorgulayacağınız ve nihayetinde acılarından kendince çıkan, iyileşen ve hatta çiçeklenen bir kadını seyredeceğiniz bir roman önerisiyle geldim.

Bu Hikâye Senden Uzun Osman, Aylin Balboa’nın İletişim Yayınları’ndan raflara uzanan üçüncü ve son kitabı. Kısaca özetleyecek olursam, yaşadığı bir ayrılığın ardından sevdiği adama (adamımız Osman elbette) karşılıksız mektuplar yazarak (bu mektupların gönderilip gönderilmediği bir muamma) aşkını, yaşadığı acıları, düşüncelerini, dünyasını ve nihayetinde iyileşmesini anlatan bir kadının öyküsü.

Bu ilişki beni çok yıprattı, ben ayrılmak istiyorum Osman." diyerek başlıyor. Ayrılığın ardından ise bir süre uğraştığı, kopamadığı, başa sardığı Osman’a yazıyor anlatıcı. Kitapta Osman yok, hiç yok hem de… Öte yandan kitapta Osman var, her satırında üstelik. Hayatımızdan bir sebeple iyi ya da kötü, tercihen ya da mecburi gidenler de nasılsa öyle işte. Osman var, olmasa da var. Osman’la yaşananlar var, Osman’ın sebep olduğu duygular, düşünceler ve acılar öyle gerçek ki… Tüm bu gerçeklikte görüyoruz yazarın ruh halini, iyileşme çabalarını, içine düştüğü kör kuyulardan çıkacağı halatı kendi başına ilmek ilmek işlediğini… Ve elbette, zamanın da şifa olduğunu…

Candan Erçetin’in “Bitti, buraya kadarmış dedim, unuttum bile dedim, avuttum kendimi sözde” diye bir şarkısı vardı. Atilla İlhan’ın “Ayrılık da sevdaya dahil / çünkü ayrılanlar hala sevgili” diye bir şiiri… Eminim, şimdi düşünsek, bu minvalde birçok eser gelir geçer aklımızdan. İşte aşk ile harmanlanmış bir ayrılığın tam da bu süreçlerine bir bir şahit oluyoruz kitapta Ayrılmalıyız Osman, Barışalım mı Osman, Senin Canın Sağ Olsun Osman, Ben Burada Bekliyorum Osman, Senden Ayrılmaktan Bıktım Osman, Oturdum, Geçmesini Bekliyorum Osman, İyi ki Doğdum be Osman, Astalavista Osman gibi birçok öykü başlığı ile. Öte yandan paylaştığım son iki öykü başlığından da anlaşılacağı üzere ayrılıklar da aşklar da yaşanan her türlü iyi ve kötü deneyim de bir vedalaşma anına gebe. Burada ise devreye “Bu da geçer ya hu” anlayışı hakim oluyor. Halihazırda bu iyileşmenin başlangıcına kitaptaki bir öyküde de şahit oluyoruz:

Bir de şey hikâyesi var hani, İran şahı mı Hint imparatoru mu ne işte, Asya’da bir yerlerde biri sadrazamına demiş ki, ‘Bana kederli olduğumda sevineceğim, sevinçli olduğumda kederleneceğim bir cümle yaz.’ Sadrazam da şey yazmış işte: ‘Bu vakit geçip gidecek.’ Bu kıssayı ne zaman hatırlasam gerçekliği karşısında dehşete kapılıyorum. Bu vakit geçip gidecek, biliyorum, artık bunu bilmekten de nefret ediyorum Osman.

Bu vakit geçip gidecek muhakkak ama nasıl? Ne yaparak? Ne deneyimleyerek?

Benim en çok sevdiğim tarafıysa tüm çıplaklığıyla insan olmanın hallerini görüyoruz biraz da bu anlatıda. Kendiyle, yaşadığı dünyayla derdi olan bir kadını… İyileşmesinde rol oynayan ilkyardım çantasındaki aletlerden biri olan kendilik sorgulamasını:

Kendimizi sabit, katı, değişmez bir şey sanıyoruz. Kim olduğumuzla ilgili fikirlerimiz ve kararlarımız var. Nelerden korktuğumuzu, neleri istediğimizi, neleri sevdiğimizi, neleri sevmediğimizi belirlemişiz. Bu sınırların dışına çıkarsak yanlış bir şey yapacakmışız gibi hissediyoruz. Kendimize "Ben" adında bir hapishane yapmışız, bir türlü tahliye olamıyoruz Osman."

Kitabın yapısal özelliklerine değinecek olursak, üzerinde öykü diye belirtilmiş ancak aynı anda birçok türü içinde harmanlamış bir anlatı diye düşünebiliriz: öykü, mektup, novella… İçinde Osman’a yazılmış yirmi farklı mektup var, anlatıcının hangi süreçten geçtiğini bizlere gösteren yirmi farklı öykü barındırıyor bu mektuplar. Nasıl geliyorsa içinden öylece yazmış yazar, bu nedenle son derece samimi bir üslup hakim metne. Bölümlerin her biri aslında ayrı ayrı okunmaya müsait, aralarında ise Aylin Balboa’nın bu mektuplardaki bazı detayları temsil eden kendi çizimleri yer alıyor. Tüm bu bağımsız okunabilecek mektuplar bir araya geldiğinde ayrılıkla başlayan ve iyileşmeye doğru uzanan akışı görebildiğimiz, anlatıcı karakterin hayatının bir dönemini okuyucuya yansıtan sağlam bir novella duruyor karşımızda.

Kimi zaman hüzünle, kimi zaman muzip bir tebessümle okuyabileceğiniz Bu Hikaye Senden Uzun Osman’daki son mektup "Gezegenin bir yerlerinde olduğunu bilmek benim için her zaman güzel." diyerek bitiyor ve yazar yine de not düşüyor son satırlarına: Astalavista Osman!

Sahi, ayrılık diye bir şey var mıydı?

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

13 Eylül 2022 Salı

Hakk'a selîm bir kalp ile varılır

“Sanma ey hâce ki senden zer u sîm isterler
‘Yevme lâ yenfau’da kalb-i selîm isterler.”
- Bağdatlı Ruhî

Şüphesiz dünya hayatının sonu var ancak hayatın sonu yoktur. Müminler bilir ki dünya, ancak bir gurbet yurdudur. Mevlânâ’nın Mesnevî’nin girişinde ney ve kamışlık üzerinden tasvir ettiği gibi insan aslî yurdundan izler taşır ve aslî yurduna ulaşmak için için dert yanar. Buradaki aslî yurt, cennet değil bizzat Hakk’ın kendisidir zira Cenab-ı Hakk. Enbiya suresinde “Biz ona ruhumuzdan üfledik.” buyuruyor. Ayrıca, Cenab-ı Hakk insanı yeryüzünde kendisine halife olarak yaratacağını meleklerine bizzat beyan ediyor. İnsan, halifetullah olması itibariyle Allah’ın hoşnut olacağı şekilde hareket etmelidir. Ömer Tuğrul İnançer Hocamız, “İnsanlar size bakıp Müslüman olmaya karar vermiyorsa eksiksiniz demektir.” derken bir anlamda bu helifetullah olma durumuna işaret ediyor. Halifetullah olan insanın üzerinde Allah’ın esması tecelli etmelidir. Allah’ın esmasının tecelli ettiği en yüce insan şüphesiz Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’dir. (sav) Bu nedenle müminler Peygamber Efendimiz’in hadis ve sünnetlerini rehber edinirler. Peygamber Efendimiz’i (sav) rehber edinmenin yolu ise onun varisleri olan alimleri ve arifleri rehber edinmektir. İşte tasavvuf, insanda Allah’ın esmasının tecelli etmesi için izlenen İslâmî bir terbiye yoludur ve rehbersiz yürünmez. Merhum Hocamız Ömer Tuğrul İnançer son dönemde manevî dünyamızı imar eden önemli şahsiyetlerden biriydi. Hocamızın son kitabı Kalb-i Selîm tasavvufî hayatın önemli kavramlarından kalb-i selîm, benlik, enaniyet, riya, gıybet, haset, ucb vb. hakkında ayet ve hadisler ışığında çeşitli açıklamalar yapıyor ve gündelik hayatın çeşitli açmazlarına İslâmî izahlar getiriyor.

Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde, “Allah sizin suretlerinize ve şekillerinize, mallarınıza ve mülklerinize bakmaz ama kalplerinize ve amellerinize bakar.” buyuruyor. Bu hadis üzerinden pek çok çıkarım yapabiliriz. Mümin, dünyaya zengin ya da meşhur olmaya değil Allah’a kul olmaya geldiğini bilir. Ayrıca mümin bilir ki Allah insanların kalplerinden geçenleri bilir. Peygamber Efendimiz’in (sav) sünnetine uymaktan gaye onun şekline ve görüntüsüne benzemekten ziyade onun ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Enfâl suresinde, “Oysa sen onların içinde olduğun sürece Allah onlara azap edecek değildi. Onlar bağışlanma diledikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir.” buyruluyor. Peygamber Efendimiz’in (sav) içimizde olması sadece aramızda olması değil, bizzat kalbimizde yer almasıdır, yani onun ahlâkıyla ahlâklanmış olmamızdır aslolan. Peygamber Efendimiz (sav) bir başka hadisinde şöyle buyuruyor: “Bilin ki insan vücudunda bir et parçası vardır. O salih olursa bütün beden düzgün çalışır, o bozuksa bütün beden bozuk olur. İşte o kalptir.” İçinde Muhammedî bir ahlâk bulunan kalp elbette salihtir. Aksi taktirde hiçbir kalp salih değildir. Müminler; cömertlik, alçak gönüllülük, hoşgörü, tevazu, iyi niyet gibi aklımıza gelebilecek bütün güzel huyların en güzel örneklerini Efendimiz’de (sav) bulur.

İnsanın kulluk yolculuğunda en büyük engellerinden biri benliktir. “Attığın zaman sen atmadın fakat Allah attı.” ayetinin sırrına erebilirsek kulluğun esasının benlikten kurtulmak olduğunu da anlarız. Cenâb-ı Hakk Maide suresinde “Müminler birbirlerine karşı alçakgönüllü, kafirlere karşı izzetli olurlar.” buyuruyor. İsra suresinde de “Yeryüzünde ayaklarınızı yere vura vura, böbürlenerek yürümeyin çünkü ne yeri delebilir ne de boyca dağlara erişebilirsiniz.” buyuruyor. Mümin; “İslâm’ın şartı beştir, altıncısı haddini bilmektir.” düsturunca hareket eder. Haddini bilmek, nefsine galip gelmekle mümkün olur. Nefsi yenmenin yolunu ise Mevlânâ şöyle açıklıyor: “Nefis yanmakta olan bir ateş gibidir. Sen bu ateşi söndürmek istiyorsan üzerine odun atma.” Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk; zina, içki, kumar gibi günahlara “Yaklaşmayın” diyor. “Yapmayın” demek yerine “Yaklaşmayın” diyor zira nefs, kötülüğü emreder. Ömer Tuğrul İnançer Hocamız, tasavvufun nefs terbiyesi hakkında şunları söylüyor: “Tasavvuf zaten baştan aşağıya hizmet ettirmek ve nefse ağır gelen hizmetleri yaptırmak suretiyle kişinin nefsini evvela törpüler, sonra eğeler, daha sonra cilalar, bir kenara koyar. O nefis terbiyesini geçen kulda ise İlahî tecelliler parıldamaya başlar.

Nefs ve benlikle birlikte düşünülebilecek bir başka kavram da riyadır. İki yüzlülük, samimiyetsizlik, sahtekârlık gibi kavramları da çağrıştırır riya. Olmadığı gibi görünmek, yapmadığı şeyleri yapmış gibi konuşmak… Özellikle yaptığımız iyilikleri, verdiğimiz sadakaları, kıldığımız namazları, tuttuğumuz oruçları vs. insanlar görsün, bize “Ne kadar güzel bir insan” desinler diye yapmak… Ömer Tuğrul İnançer Hocamız bu duruma farklı bir açıdan yaklaşıyor. “Sağ elin verdiğinden sol elin haberi olmazsa benim çocuğum nereden öğrenecek sadaka vermeyi? Fiilen görmeden, kitapta yazılanlardan öğrenemez.” Müslüman bütün iyilikleri gizli kapaklı yaparsa yeni nesiller bu iyilikleri kimden öğrenecek? Bu nedenle örnek olması bakımından bazı davranışları açıktan yapmakta ziyan yoktur.

İnsan, fıtratı gereği gaflete düşer ve günah işler ancak Allah kulunun tövbe etmesini ister. İnsanı şeytandan ayıran en önemli özellik, hatayı kendinden bilmesidir. Şeytan Allah’a “Beni sen azdırdın” diyerek kibre düşerken Hz. Âdem “Biz nefsimize zulmettik” diyerek hatayı kendinden bilmiştir. Bu nedenle Şeytanın özrü kabul edilmezken Hz. Âdem affedilmiştir. Şeytanın kibre düşmesi, kendisinin ateşten yaratılmasına rağmen Hz. Âdem’in topraktan yaratılmış olması sebebiyledir. Bu durumla peygamberlerin davetini kabul etmeyen insanların tavırları arasında bir benzerlik kuruyor Ömer Tuğrul İnançer Hocamız.

Tasavvufun en fazla eleştirilen yönlerinden biri de mürid ve mürşid arasındaki ilişki. Müridin iradesini mürşidinin eline vermesini kölelik sanıyorlar, mürşide İlahlık atfedildiğini zannediyorlar. Müslümanlar değil herhangi bir şeyhe Hz. Peygamber’e (sav) dahi ilâhlık atfetmemiştir. Şeyhlerin tek rolü yol göstericiliktir. Ehl-i irfan bu durumu kesin bir şekilde şöyle açıklıyor: “Allah, Allahlığını kimseye vermez. Allah Allah’tır, kul da kul.” İnsan, dünyada kayıp bir yolcudur. Nihai hedef ise rıza- yı İlâhî’dir. Mürşid, bu yolculukta müridin elindeki harita gibidir. Her ne kadar haritaya bakarak yol alsa da haritaya varmak için değil menzile varmak için ilerler. Ömer Tuğrul Hoca bu konuda “Bilmiş olmak lazım ki Allah ile aranda ya nefsin vardır ya da adam gibi bir adam vardır.” diyor. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” prensibinin bir başka ifadesi de budur.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

12 Eylül 2022 Pazartesi

Bir aşk üçgeninden geriye kalanlar

Javier Marias son birkaç yıldır benim Nobel Edebiyat Ödülü adaylarımdan biri. Kaleminin sarsıcılığı, metinlerinin psikanalitik kuvvetliliği, kurgudaki başarısı ve karakterlerinin en derinlerine rahatlıkla inebiliyor oluşu onu hem çağdaş İspanyol edebiyatının hem de dünya edebiyatının en çarpıcı kalemlerinden biri yapıyor.

Hiç düşünmeden, duraksamadan diyebilirim ki; Marias çağımızın Proust’u. Javier Marias’ın kaleminin başarısında, roman sanatını çok iyi bilmesinin yanı sıra çevirmenliğinin etkisi de olası. Hardy, Conrad, Nabokov, Faulkner ve Shakespeare gibi isimleri kendi diline kazandıran Marias; Sterne’ün ünlü Tristam Shandy eseriyle de İspanyol Ulusal çeviri ödülünü kazandı. Javier Marias’ın daha önce Berta Isla, Karasevdalılar, Beyaz Kalp, Yarın Savaşta Beni Düşün, Acı Bir Başlangıç Bu, Tüm Ruhlar, Yarınki Yüzün gibi önemli kitapları dilimize kazandırılmıştı. Duygusal Adam isimli eseri de yıllar sonra yeni çevirisiyle, yeniden okuruna kavuştu; Neyyire Gül Işık çevirisi ve Yapı Kredi Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı.

Bir opera sanatçısının yaşadığı yasak aşkı anlatan roman, Madrid’e giden bir trende başlar. Baş kahramanımız Verdi’nin Otello’sunda Cassio rolünü oynamak üzere bindiği trende üç yabancıyla karşılaşır; bir kadın ve iki erkek. Bu üçlünün arasındaki ilişkiyi merak eden, anlamaya çalışan opera sanatçısı, daha sonra kaldığı lüks otelinde aynı üçlüyle karşılaşıp bir de sohbete başlayınca, hikâyenin gizemi de yavaş yavaş çözülmeye başlar. Hayatı adeta onların hayatıyla yumak haline gelen, iç içe geçen sanatçının hayatı bir anda altüst olur. Bu üçlü, Belçikalı yaşlı bir banker ve aynı zamanda kıskanç bir koca olan Hieronimo Manur; genç karısı Natalia Manur ve de kocası işteyken Natalia’ya yanaşacak erkekleri kovalamakla görevli eşlikçileri Dato’dur. Opera sanatçısı işi gereği şehirleri gezmekte ve gezdiği şehirlerde hep lüks otellerde kalmaktadır. Aynı otelde kaldıkları süre boyunca Manur’un karısı Natalia’ya karşı duyguları yoğunlaşan genç opera sanatçısı, Natalia’nın kocasını yok etme, öldürme isteğiyle dolup taşar. Bu dürtüye mani olmaya çalıştıkça daha da aşka düşer, aşka düştükçe de hatalar yapmaya başlar. Hataları Natalia’nın kocasının dikkatini çeker. Kendisi iş toplantılarındayken karısının oyalanmasına izin verdiğini ama asla daha fazla ileri gidemeyeceklerini sık sık belirten Manur, yine de bu yasak aşka mani olamaz. Opera sanatçısı bu aşkın girdabında kaybolmuştur. Natalia’dan uzaklaşsın diye otel odasına çağırttığı fahişeyle birlikte olamaz ve onu geri göndertir. Tüm bunlar yaşlı banker Manur’un dikkatini çeker ve genç karısını, yaşının dengi olan opera sanatçısına kaptıracağı fikriyle deliye döner. Kitabın bundan sonrasını ve yasak aşkın nasıl sonlanacağını okura bırakalım.

Duygusal Adam'ın anlatı tekniğine gelince, Marias okuruna küçük bir oyun oynar. Hikâyenin yalınlığına ve sıradanlığına rağmen onu çarpıcı hale sokan da bu tekniktir. Yazar hikâyeyi bir gün içinde anlatır. Sanatçı bir gün yatağından kalkar, ancak kahvaltı etmez, zira ona göre “kahvaltı etmeyen kimseler, güne başlamamak isteyen kimselerdir ve hâlâ gece gördüğü düşlerin etkisi ve egemenliği altındalardır. Hikâyelerini uykuda konuşur gibi anlatırlar.” Anlatıcı iki ayrı dünya olduğundan bahseder, biri düş biri uyanıklık dünyasıdır. Hiçbir şey yemeden akşama kadar masa başında oturup bu hikâyeyi anlatır. Hikâyeyse son dört yılı kapsar. Andan geçmişe dönen anlatıcının belleğine güvenip güvenmemek de okura bir tercih gibi sunulur. Acaba bunların hepsi bir düş müdür yoksa anlatıcının belleğine güvenmeli midir? Anlatılan hikâye henüz uykuda olan bir bilincin mi yoksa tekinsiz bir belleğin ürünü müdür? Anlatıcı anlatmaya başladığında “Düşlerimi size anlatayım mı bilmiyorum, çünkü eski zaman düşleri…” der; günün sonunda artık fazlasıyla acıkmıştır, dört yıllık hikâyesini okurun ellerine bıraktıktan sonra şöyle bitirir “Hepsi bu işte,” ve devam eder, “artık bir şeyler yiyeyim.

Javier Marias’ın neredeyse tüm romanlarına hakim olan psikanalitik tahliller, karakter çözümlemeleri, derin psikolojik sorunlar, sanrılara sebep olan nevrotik durumlar burada da baş roldedir. Kahramanın Manur’u öldürmek, onu ortadan kaldırmak ve yok etmek dürtüsü çok baskındır. Benzer bir dürtüyü Karasevdalılar romanında da başkasına aşık olduğu için kocasının ölmesini isteyen bir kadında görürüz. Marias hem kahramanının en karanlık yönlerini anlatmayı ve en hayvani dürtülerini yazmayı sever hem de aynı zamanda onun belleğinin labirentlerinde gezinirken bunu sarmal düzende bir olay örgüsünde okura anlatır. Duygusal Adam da bu sarmal düzende ilerleyen kurgusuyla okurda bir edebiyat zevki bırakacaktır.

Yasak aşkı, başkasına ait olana sahip olma duygusunu, tutkuyu anlatan bu romanda genç ve başarılı bir opera sanatçısının yaşamının dört yıllık kesitini okuyacaksınız. Bu yasak aşkın sonunda ne olduğunu keşfederken aynı zamanda da güçlü bir edebiyat deneyimiyle karşı karşıya kalacak ve çağımızın yaşayan en güçlü kalemlerinden biri olan Marias’ın diğer romanlarını da okumak isteyeceksiniz.

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz