10 Ağustos 2022 Çarşamba

Bu devirde tasavvuf

Cumhuriyetle birlikte toplum hayatımızdaki en önemli değişikliklerden biri şüphesiz tekke ve zaviyelerin kapatılması hadisesidir. Tasavvuf faaliyetleri de bu sayede sonlandırılmak istenmiştir. Bu durumun ilk bakışta tasavvufun ve İslâm ahlâkının toplum hayatından uzaklaşmasına sebebiyet vereceği düşünülse de zamanla görüldü ki kanunlar ya da yasaklar marifetiyle gönül dizginlenemez. Cumhuriyet döneminde de insanlar gönül sofraları kurmuş, nefis terbiyesine devam etmiştir. Hatta tasavvuf gömleğini şahsî çıkarları için giyen sahtekârların temizlenmesine vesile olduğu için bu yasaklama faaliyetinin bir şekilde hayra vesile olduğunu düşünmek dahi mümkündür. Bakara suresinde Yüce Allah’ın buyurduğu üzere “Olur ki, hoşunuza gitmeyen bir şeyde sizin için hayır, yine olur ki hoşunuza giden bir şeyde de sizin için şer vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” Günümüzde de çeşitli dernek, vakıflar vasıtasıyla gönül sultanları nefis terbiyesine devam ediyor. Hayatın çok hızlı akıyor olması, olayların sıklıkla maddeci bir bakışla değerlendirilmesi ve dinî meselelerin dahi tüketim kültürünün oyuncağı olması gibi nedenlerle günümüzde tasavvufî bir hayatın mümkün olmayacağı sıklıkla savunulan bir görüş olmasına rağmen özellikle büyük şehirlerde yaşayan insanların manevî açıdan boşluğa düşmeleri, ruhsal bir çıkış yolu aramaları ve hayatlarının anlamını sorgulamaları günümüzde ve elbette her dönemde tasavvufa ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Ömer Tuğrul İnançer, Dinle ki Dinlenesin adlı kitabında “Mademki nefis var, tasavvuf vardır çünkü nefisle mücadelenin yolu tasavvuftan geçer. Bu mücadelenin en büyük silahı da muhabbettir yani sevgidir.” diyerek bu devirde de tasavvufun bir ihtiyaç olduğunu vurguluyor.

Tasavvuf, insanın hayatı anlamlandırma merkezi olarak aklı değil gönlü kabul eder. Bu nedenle insanı ve insan sayesinde toplumu dönüştürmek için gönle hitaben konuşur. Gönül temizlenirse bütün dünyanın temizleneceğini savunur. İnsanlık tarihinin her döneminde zulüm var olmuştur. İyiliğin anlam kazanabilmesi için kötülüğe ihtiyaç vardır elbette ama günümüzde vahşetin sınırlarının çok genişlediğini insanların kalplerinin dünya putlarıyla dolduğunu söylemek gerekir. Bu durum tasavvufun naif dilinin bu katılaşmış kalpleri temizlemeye muktedir olamayacağı fikrini ortaya çıkarsa da İnançer Hoca bu durumu şöyle izah ediyor: “Kâbe içine put konmakla Kâbelikten çıktı mı? Çıkmadı elbette. Gönlümüz de öyledir. İçine dünya putu koysak da gönlümüz temizdir çünkü onu Allah yarattı.

İslamiyet yalnızca Kur’an ahkâmı değildir. Eğer öyle olsaydı Cenab-ı Hakk, yüce Kur’an’ı gökten indirir ve bütün insanlığın yalnızca bu hükümlere uymasını emrederdi. Fetih suresinde yer alan, “Şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmişlerdir.” ayeti, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) temsiliyetinin delilidir. Ashab-ı kiram efendilerimiz İslam dininin temel prensipleriyle beraber gündelik hayatının düzenlenmesine dair İslâm ahlâkına yönelik pek çok düsturu doğrudan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’den (sav) almışlardır. İnançer Hoca, “Senin muhatabın insan olacak çünkü ilim insana insandan tecelli eder, kitaptan değil.” diyerek sohbetle eğitmenin önemini vurguluyor. “Peygambersiz İslam” söylemi son dönemde özellikle sosyal medya üzerinden gençlerin zihinlerini bulandırmaya devam ediyor. Birtakım ayetleri kendilerince yorumlayan kişiler yalnızca Kur’an okuyarak İslâmî bir yaşamın mümkün olacağını savunuyor. Oysa birçok ibadetin teferruatı Kur’an’da yer almaz. Müslümanlar Peygamber Efendimizin örnekliğini esas alırlar. İnançer Hoca bu kişilerle ilgili de şunları söylüyor: “Bazıları iki tane tercüme okuyor, hatta iki tane de değil, bir tane tercüme okuyor, ‘Ben Kur’an’ı okudum, anlamadım.’ diyor. Ben de anatomi kitabını okudum ama doktor olamadım. Benim anatomi kitabını okuyup doktor olamayacağım tabii de senin bir defa Kur’an- Kerim tercümesi okuyarak Kur’an’ı anlaman mümkün mü? Bu ne haddini bilmezlik!

İnançer Hoca, tasavvufta esas olanın tevhide ulaşmak olduğunu vurguluyor. Ancak tevhidi doğru anlamak gerek. “Allah’la bir olmak, Allah’ta yok olmak, Allah olmak” gibi ifadeler ilk söyleyişte ürkütücü gelse de sözdeki mananın derinliğini idrak etmek söylenenleri daha anlaşılır kılıyor. “Ölmeden evvel ölmek” ifadesi mutasavvıflarca sıkça kullanılan bir ifade olmakla beraber buradaki ölmekten kasıt bedenin ölümü değildir. Ayrıca çokça yanlış anlaşıldığı üzere iradenin bir mürşide teslim edilmesi de değildir. Ölmeden evvel ölmek, kulun iradesinin mürşit marifetiyle Allah’ın rızasına yöneltilmesidir. “Sen çıkarsan aradan, kalır şeksiz Yaratan” dizesiyle latif bir biçimde ifade bulan bu anlayışı İnançer Hoca şu sözlerle destekliyor: “Namazlar, oruçlar, sair ibadet u taat, kul olmanın Cenab-ı Hakk tarafından bize gösterilmiş kestirme yollarıdır. Namazsız olmaz ama namaz kılmak için yaratılmadık. O namazı kılarken tevhid ehli olmak için yaratıldık.” Peki nasıl olacak tevhid ehli olmak? Yunus Emre’nin dizeleriyle ifade etmeye çalışalım: “Kahrın da hoş lütfun da hoş” olacak. İnançer Hoca’nın ifadesiyle, “Fail-i hakikinin Allah olduğunu bil. Ne kimse senden incinsin ne de sen kimseden incin.” Gönül koymak, kin beslemek, hatta dünya uğruna çokça sevinmek dahi benlik alametidir. Oysa benlikten sıyrılmaktır esas olan. Gelene de eyvallah gidene de eyvallah diyebildiğimiz takdirde tasavvuf kapısının tokmağını tutmuşuz demektir.

Tasavvufta insan mühimdir. İnançer Hoca’nın da ifadesiyle “Allah yeryüzünde Allahlığını kulları vasıtasıyla yapar.Şeyh Galip Dede’nin “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen” dizeleri de aynı sırrı ifade ediyor: Nur-ı Muhammedî. Tasavvufta üzerinde durulan insandan kasıt beşer değildir. Beşer olmak için bir anneden doğmak kâfîdir ama insan olmak için bir mürşidin gönül sohbetlerinden ikinci kez doğmak gerekir. İnsan, çeşitli mertebelerden geçirdiği nefsini eğiterek insan-ı kâmil olmaya çalışır. Kulluğun esas gayesi, tevhidden maksat budur.

Ömer Tuğrul İnançer’in Dinle Neyden adlı programındaki konuşmalarından yola çıkılarak hazırlanan Dinle ki Dinlenesin adlı kitap, “Bu devirde tasavvuf olur mu?” sorusuna oldukça anlaşılır müspet bir cevap niteliğinde. Tasavvufun en görünür hali olan muhabbete dair İnançer Hoca’nın şu sözleri günümüz toplumunu sağaltıcı bir reçete hükmünde okunmalı kanaatimce: “Muhabbet güzelleşme demektir. Muhabbet sahipleri birbirlerini güzel gördükleri için aynı zamanda kendileri de güzelleşir ve muhabbet ettiğini üzmemek için muhabbet ettiğinin kendinde beğenmediği ahvali değiştirmeye çalışırlar. Dolayısıyla birbirlerini beğenmeleri, güzel görmeleri artar. Muhabbet esas olarak bu manaya gelir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

Gerilim, hüzün, kaos: Dikkat Eksikliği Bozukluğu

Sabah alelacele uyandınız, yüzünüzü yıkamadan önce çocuğunuzu uyandırdınız, seri bir şekilde hazırlanmanız gerekiyor. Siz işe yetişmelisiniz, o da bir an önce okuluna yetişmeli. Bir şeylere yetişme mücadelesi yeterince sıkıcıyken, evin içinde türlü zorluklarla daha da yoruluyor, geriliyorsunuz. Bunları düşünmek istemeden başlıyorsunuz hazırlanmaya. Yüzünüzü yıkamak, dişlerinizi fırçalamak, giyinmek, çantanızı toparlamak; bunlar sizin için gayet kolay. Diğer yandan da çocuğunuzun çantasını hazırlıyor, kahvaltısını yapmasını bekliyor, o esnada onun yüzünü bile yıkamadığını fark ediyor, akabinde altını ıslattığını görüyor, daha okul kıyafetlerini bile bulamadığını anlıyorsunuz. Delirmemek mümkün değil. Dünyanın en zor oyuncaklarıyla oynayan, en karmaşık parçaları bir araya getiren, düğümleri çözen, hafızasıyla etrafına şaşkınlık veren çocuğunuz, donunu bile giyemiyor!

Evden çıkmak üzeresiniz artık. Kan ter içinde kaldınız, hayattan bezdiniz, çocuğunuzla tansiyonu yüksek dakikalar yaşadınız ve üstelik bunu her sabah yaşıyorsunuz zaten. Ama bir türlü sinirlerinizi kontrol edemiyorsunuz, bağırıp çağırmazsanız delireceğinizi düşünüyorsunuz. Ayakkabınızı giydiniz, apartmanın içinde çocuğunuzun da bir an önce evle vedalaşmasını bekliyorsunuz. Ayakkabısını giymek için sizden yardım istiyor. O esnada çantası omzundan düşüyor, beslenme çantası merdivenlerden yuvarlanıyor. Sabır üzerine doktora tezi yazacak kıvama geldiniz. Merdivenlerden soluk soluğa iniyorsunuz. Sizi sinir, çocuğunuzu suçluluk duygusu kaplamış durumda. Okula gidişiniz bir cenaze töreninden farksız. Yolda kimse konuşmuyor. Hissiz bir öpüşme, otomatik bir sarılma ve okulun bahçesine doğru gönderiyorsunuz çocuğunuzu. Siz neye sinirlendiğinizi gayet iyi biliyorsunuz ama o neden bu kadar suçlandığını anlayamıyor. Dikkat eksikliği bozukluğu olan bir çocuğun, ebeveyni ile geçen sabah saatlerini okudunuz.

Gabor Mate, Vücudunuz Hayır Diyorsa adlı duygusal stresin bedellerine yönelik çalışmasıyla tüm dünyada en çok okunan yazarlar arasında bulunuyor. Kolay okunabilir metinleri pek çok pratik sunuyor. Şahsi hikayeler, günümüzün eğitim meseleleri ve maişet zorlukları göz önünde tutularak değerlendiriliyor. Böylece okur derin bir nefes alıyor. Kendini ve etrafını daha iyi tanımak için harekete geçiyor. Engin Süren çevirisiyle Nisan 2022’de Hep Kitap’tan çıkan Dağınık Zihinler, yine çağın üzerinde en çok konuşulan rahatsızlıklarından biri üzerine: Dikkat Eksikliği Bozukluğu. Mate, bu rahatsızlığa adını değiştirerek bakmamız gerektiğini söylüyor: Uyumluluk Eksikliği Bozukluğu. Gerçekten de DEB’li çocuklar, toplum içine çıktıklarında ebeveynlerini daha fazla huzursuz ediyorlar. Bunu elbette bilerek, isteyerek yapmıyorlar. Tabiri caizse durumun özeti şöyle: Üst düzey bir motor var ancak şase motorun isteklerini karşılayamıyor. Akıl, bedenden taşmak istiyor. İki metrelik bir sandala yüz beygir gücünde motor takıldığını düşünün, işte durum tam da böyle.

DEB’li çocuklarla zaman üzerine konuşmak büyük mesele, kendi oğlumdan biliyorum. “Baba, futbolcu kartları alacaktık ya, ne zaman?” diye sordu geçenlerde. “Acelemiz yok oğlum, kartların var nasılsa, iki hafta sonra alabiliriz mesela” dedim. Dünya başına yıkılmış gibi şoka girdi. Mate’in kitabını okuduğumda bu gibi pek çok meseleyi daha iyi kavradım. Zaman meselesi için şöyle yazıyor: “Çok küçük bir çocuk için herhangi bir zaman dilimi sonsuzluk gibi gelir. Akşam yemeğinin üç dakika sonra hazır olacağını söylediğinizde sanki onu sonsuza dek açlığa mahkûm etmişsiniz gibi feryat figan eder. Ona acele etmesini, çünkü zamanın tükendiğini söylediğinizde ne dediğiniz hakkında hiçbir fikri olmayacaktır. Sonsuzluk nasıl tükenebilir ki? Küçük bir çocuk için sadece iki zaman birimi vardır: şimdi ve şimdi değil. Şimdi değil, onun için sonsuzluktur.

Gribin ne olduğunu biliriz, tansiyon çıkınca ya da şeker düşünce neler yaşandığını, tecrübe etmesek bile çevremizdeki hastalardan tahmin edebilir, gerektiğinde önlem alabiliriz. Pek çok kanser türüyle ilgili bilgimiz vardır, merakımızdan yola çıkarak insan vücudunun gizemini çözmekten hiç kaçınmayız. Kitaplar, belgeseller başucumuzdadır. Ama bu dikkat eksikliği bozukluğu neyin nesidir? Ne oluyor da dikkat toplanamıyor? Beyin denen o çözülmesi imkânsız dünyada neler yaşanıyor da böyle bir rahatsızlık ortaya çıkıyor? Yine kitaptan, tam ihtiyacım olan bir tarif: “Paradoksu anlamanın en iyi yolu analojidir. Şehirdeki bütün işlek yolların kestiği kalabalık bir cadde düşünün. Söz konusu modelimizde sürücülerin kendilerini düzenleme yetileri olmasın. Trafik doğu-batı yönünde akarken kuzey-güney yönündeki araçların sıra onlara gelene kadar durmasını ve araçların organize bir şekilde dönüşler yapmasını sağlayan bir polis memurunun sağlayacağı düzene bağlı olsunlar. Kısa bir ifadeyle trafik akışı, bir yönde dururken diğer yönün akacağı şekilde dönüşümlü olarak düzenlenmiştir. Ortada bir düzen vardır. Şimdi o polis memurunun işbaşında uykuya daldığını hayal edin.

Gerisini okumak istemedim. Bu, bir düzenin bozulmasından çok daha korkunç bir şeydi. Teknik bir sorun gibi görünen bu rahatsızlığın arka planında elbette genler var zira DEB’li çocukların annelerinde ve babalarında DEB mutlaka görülüyor. Oranı düşük olabilir, kişi uzun yıllara dayanan idmanlardan sonra toplumla daha uyumlu bir hâl alarak hastalığı örtbas etmiş olabilir veya çok yoğun bir ihtimalle hastalığının hiç farkında olmayabilir. Zaten mesele de bu. DEB’li kişi son derece hassas oluyor, bu hassasiyeti çevresini de hassaslaştırıyor. Giderek ev hassas bir teraziye dönüşüyor. Evi bir şekilde yoluna koyabilirsiniz. Peki okul, iş, ilişkiler? Mate, dünyanın hassas insanlara her zaman ihtiyacı olacağını söylüyor. Bilimin, felsefenin, sanatın ve pek çok mesleğin her şeyini bu hassas insanlara borçlu olduğunu da ekliyor. Bu esnada sakinleşecek gibi olurken birkaç sayfa sonra oğlumun neden sürekli hasta olduğunu öğreniyorum. Evet, oğlum sürekli hasta. Yoğun olarak da grip, soğuk algınlığı, krup gibi hastalıklar. Şimdi birlikte okuyalım: “DEB’li çocukların DEB’li olmayan akranlarına göre sık sık soğuk algınlığı, üst solunum yolu enfeksiyonu, kulak enfeksiyonu, astım, egzama, alerji geçmişi olduğu çok iyi bilinmektedir ve doğruluğu klinik çalışmalarla tekrar tekrar kanıtlanmıştır. Bu gerçek bazıları tarafından DEB’nin alerjilerden ötürü ortaya çıktığı şeklinde yorumlanmaktadır. Alerjilerin alevlenmesi her ne kadar DEB semptomlarını kötüleştirse de birinin sebebi diğeri değildir. İkisi de altta yatan ve doğuştan gelen bir özelliğin ifadesidir: Hassasiyetin.

Dikkat eksikliği bozukluğunun doğası, ailedeki ve toplumdaki kökenleri, duymazdan gelme, hiperaktivite, uyuşukluk, utanç gibi özellikleri, DEB’li çocukta iyileşmeye giden yollar ve hayati öneriler, DEB’li yetişkinin yaşamı; hepsi Dağınık Zihinler’de. Kimi zaman kahkaha atacak kimi zaman ağlayacaksınız. Hüzün ise baştan sona hiç bitmeyecek. Şuradan başlamalıyız: “İnsanların yargıya ihtiyacı yoktur, kabule ihtiyaçları vardır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Ağustos 2022 Çarşamba

Kaosa son vermek üzerine etkili bir tarif

Çocukları anlama üzerinde birçok kitap geçti kütüphanemden. Aralarında gerçekten başarılı bulduklarımdan bir tanesi de Dramsız Disiplin oldu. Çünkü gerçekçi, objektif ve çözüm odaklı.

Çocuk davranışını, hem beynin gelişim süreçlerini hem de çocuğun psikolojik ve bilişsel varoluşunu anlamlandırarak ele alıyor yazarlar. “Dramsız bir disiplin nasıl mümkün olur?” sorusunun cevabını yakalamaya çalışırken araya serpiştirdikleri başarılı ve başarısız örnekler de son derece faydalı. Çünkü itiraf edelim, hepimiz “Bunu yaşayan tek ebeveyn ben olamam.” diye konuşurken buluyoruz kendimizi. Yazarlar bu noktada ısrarla yalnız olmadığımızın, hatta mükemmel ebeveyn diye bir şeyin mümkün olmadığının ve hatta çocuk terapistleri olarak kendilerinin de hatalar yaptıklarının altını ısrarla çiziyor. Ve ekliyorlar; bu hataları onarmak imkânsız değil ve bu hataları onarmak için hiçbir zaman geç değil. Çünkü son zamanlarda adından sıkça söz ettiğimiz “nöroplastisite” kavramı var şükür ki. Yani beynimiz, her an ama her an öğrendikleriyle, yaşadığımız deneyimlerle yeniden şekilleniyor.

Kitap temelde, disiplin diye adlandırdığımız şeyin anlamı üzerinde duruyor öncelikle. Disiplinin yaygın anlayıştaki kontrol ya da ceza uygulamalarının aksine, koşulsuz sevgi ve şefkat ortamında öğretme ve yetenek kazandırma süreci olduğunu vurguluyor. Zaten “disiplininin” kelime kökeni de “öğrenen kimse” anlamındaki “disciple” sözcüğünden geliyor.

Dramsız disiplin metodunu neden öğrenmeliyim diye soranlara şöyle bir cevap veriliyor kitapta:

1- Çocukların iş birliği içinde doğru olanı yapmalarını sağlamak ki bu kısa vadeli bir hedef.
2- İkinci ve uzun vadeli olan, hatta belki ilkinden daha önemli olan hedefse çocukların “zor durumlar, engeller ve kontrolü kaybetmelerine neden olabilen duygusal fırtınalarla dirençli bir şekilde baş etme kapasitesi geliştirme”lerini sağlamak.

Özetle, dramsız disiplinin amacı sadece günü kurtarmak değil, vizyoner bir perspektifle, koşulsuz sevgi ve şefkat bağlarını güçlendirerek çocuklarımızın gelecekte de duygu, düşünce ve davranışları ile doğru bir şekilde yüzleşebilmelerini ve bu üçlü ile sağlıklı yollardan baş edebilmelerini sağlamak.

Çocuğun disipline en çok ihtiyaç duyduğunu düşündüğümüz zamanların ardında ise bazı fırsatlar ve anlamlar var elbette. Örneğin, en güçlü öğrenmelerin bu “yaramazlık” anlarının ardından gerçekleşmesi kuvvetle muhtemel. Ayrıca çocukların ebeveynlerine ya da bakım verenlerine duygusal anlamda (koşulsuz sevgi ve şefkat ortamı) en çok ihtiyaç duydukları zamanlar bunlar. Haliyle güçlü bağlar oluşturmak için kaçırılmayacak fırsatlar vadediyor bu zorlu zamanlar.

Dramsız disiplin yaklaşımı size madde madde bir uygulanacaklar listesi ya da sihirli bir değnek sunmuyor. Yazımın en başında bu nedenle ilk önce gerçekçi olarak tanımladım kitabı. Pratik bir söylemi var ancak bununla beraber bu söylemi zenginleştirmek ebeveyn olarak sizlerin yaratıcı çözüm yolları bulmanıza, yani çocuğunuzla olan ilişkinizi sadece size özel kılarak yeniden yapılandırma iştiyakınıza bağlı. Nedir bu söylem?

1- Çocuğunla ÖNCE bağ kur.
2- Bağ kurduktan SONRA yönlendir.

Ne demek bu bağ kurmak?

Bağlantı, dikkatimizi çocuklarımıza verdiğimiz, onları dinleyecek kadar onlara saygı duyduğumuz, sorun çözmeye yönelik katkılarına değer verdiğimiz ve davranış şekillerini beğensek de beğenmesek de onların yanında olarak onlarla iletişim kurduğumuz anlamına gelir.

Kitap boyunca altı çizilen bu cümlenin bencesi de şöyle: Yedi yaşındaki çocuğunuzun arkadaşına vurma davranışını kabul etmeyebilirsiniz (hatta etmemelisiniz) ama çocuğunuzun o arkadaşına vuracak kadar öfkelenmesini, yani duygusunu kabul etmeli ve o duyguya saygı göstermelisiniz. Çocuğunuz için sağlıklı bir sınır inşa etmelisiniz (Çünkü bu çocuğun hem öğrenme süreci hem de güvenli bağlanması için elzemdir.), öte yandan bu sınırları ihlal ettiğinde de sonsuz sevginizi ona hissettirebilmeli, duygusunu kabul etmeli ve hatasını telafi etmesi için destek olabilmelisiniz. Bağlantı kurmanınsa çeşitli yolları var ve bu sizin biraz önce ifade ettiğim gibi yaratıcı ebeveyn gücünüze bağlı. Bunun en basit yolu ise fiziksel temastır diye de not etmiş olalım.

Peki ikinci madde olan yönlendirmek ne demek?

Bağlantı kurmanın ardından, çocuğunuz sizi dinlemeye hazır hissettiğinde ve elbette siz de çocuğunuzla konuşacak kadar sakin kalabildiğinizde çocuğunuzu doğru olan davranışa götürmektir yönlendirme. Ancak burada önemli olan da şu, çocuğa doğru olanı her zaman siz söylemek zorunda değilsiniz. Hatta 3-4 yaşlarından itibaren sadece yansıtma yaparak ya da doğru soruları sorarak atacağı adımı kendisinin belirlemesine destek olursanız, hem çocuğun üst beynini güçlendirecek hem de çocuğunuzun gelecekteki ilişkisel bağlarına yatırım yapmış olacaksınız.

Özetle söylemek gerekirse “bağlantı kurma ve yönlendirme çocukların hem şimdi hem de yetişkinliğe geçiş aşamasında daha iyi insanlar olmalarını sağlayacak. Yaşamları boyunca ihtiyaç duyacakları içsel becerileri oluşturacak.

Kitapta, bu sistemi kurabilmeniz için fazlaca örnek ve alt strateji mevcut, ne yazık ki hepsine burada yer vermek mümkün değil. Öte yandan, “mükemmel ebeveyn” olma yolunda anne babalara her gün pompalanan milyonlarca davranış seti yerine son derece basit iki söylemi olan ve gerisini tamamen sizin ilişki dinamiğinize bırakan bu kitabı kendi doğal ebeveynliğini yaşamak arzusunda olan herkesin okuması gerektiğine inanıyorum.

Çocuklarla her gün ayrı bir gündem ve bu bazen çok yorucu oluyor, iki çocuk annesi olarak bunu çok iyi biliyorum ve yazımı bu nedenle kitabın da ilk cümlesi olan ve gerçekten söylemek istediğim şu cümle ile bitirmek istiyorum:

Yalnız değilsiniz.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

25 Temmuz 2022 Pazartesi

Çocuk cevap istemez, cevaba gitmek ister

Modern zamanların pedagojisi üzerine kafa yormak gerekiyor. Muhatabın değişmesiyle birlikte muhataba uygulanacak terbiye metodunda da bir takım yenilikler olmalı. Yenilik sizi korkutmasın. Eskimez olana yeni biçim ve de biçemle yaklaşmak yeni kuşakların sadece dilini çözmek değil idrakine de yakın olmak demektir. Hele bir de verdiğiniz eğitim “din eğitimi” ise bu daha bir ehemmiyet kazanır. (Ehemmiyet kazanan her şeyin önemi vardır!) İdrake inmek ve dilini çözmek kadar çocuk dilinin sınırlarını keşfetmek de ayrı bir maharet ve marifet gerektiren bir çabadır. Uzun süredir din eğitimi bağlamında ortaya konulan çalışmaları heyecanla takip edip katkı yapılması gereken noktada bir şeyler söylemeye çalışıyorum. Gördüğüm en büyük eksiklik, çocukları ve gençleri anlayabilecek kaynak sıkıntısı oldu hep. Çocuklara ve gençlere dair din eğitimi vermek üzere yola çıkanların her defasında bu kuşakları anlamadan anlatmaya çalışmalarını gördüm. Olumlu örnekleri defter aralarında gül kurusu saklar gibi kaideyi bozmayan istisnalar listesine ekledim. Son günlerde beğenerek okuduğum bu örneklerden biri de Şule Kala’nın kaleminden çıkan Kafama Takıldı kitabı oldu.

Şule Kala çocukların istifham dünyasına inerek inanca dayalı “kafalara takılan” soruları onların fıtratını örselemeden cevaplamaya çalışmış. Bunu yaparken üslup ve yöntemin ne kadar önemli olduğunun son derece bilincinde. Çocuklarla sohbet ederek ukdeleri çözmenin yollarını göstermiş. Bizim ukde -düğüm- olarak gördüğümüz şeyler çocuk zihninde ilmek olmanın ötesine geçmez. Şule Kala (aynı zamanda bir anne olarak) çocukların soyut âlem ve fizik ötesi dünya ile ilgili sorular sorabilmesini fıtri bir imkâna bağlıyor. Gerçekten de çocuk sorularında tasavvur ve tahayyülün yenilenmesi ve kendi kendini onarması gibi bir taraf vardır. Hatta çocukların bu soruların peşine düşüp anne-baba gibi kendine en yakın kişilerden cevabını aramasını feylosofça bir tecessüs sayanları da ciddiye almak gerekir. Zira bu ontolojik soruları sormak bakımından çocuklarla filozoflar arasında birebir yakınlık söz konusudur. Çocuklar kafalarına takılan fizik ötesi soruları annelerine babalarına sorarlarken filozoflar bu soruları kendi kendilerine sorarlar. Şayet çocuklar anne babalarına sordukları ontolojik soruları kendi kendilerine sormuş olsalardı filozof olurlardı. Filozoflar da kendi kendilerine değil annelerine bu tarz soruları sormuş olsalardı çocukluğa avdet etmiş olacaklardı.

Şule Kala çocuklarla istifhamlı sohbetin başında onları fıtrat üzere sabit kılacak cümleyi kuruyor: “Biliyor musun, soru sormak, özellikle de, ‘Yaratıcı hakkında’ soru sormak insanın fıtratında, özünde, mizacında var.” Soru sormanın masumiyetine inanmadan düzgün cevap vermek de kolay olmayacaktır. Hâlbuki zihnin soru üretmesi hem eşyanın hem de zihnin tabiatına uygun bir davranış biçimidir. Şule Kala çocukların zihin duvarına şu çerçeveyi asmayı ihmal etmiyor: “Bir şeyi öğrenmek istiyorsan, onun hakkında soru sormalısın.

Biliyorum kitaptaki çocuk soruları ziyadesiyle sizlerin de kafasına takıldı. Hemen birkaç örnek vereyim: Kimdir Allah? Allah yaratılmış mıdır?, Allah kötüleri ve kötülükleri neden yarattı?, Kendi kaderimi kendim mi çizerim?, Allah şeytanı neden yarattı?, Kur’an’ın değişmediğini nereden biliyoruz?..

Çocuğunuzun soru sorması zihinsel anlamda gelişmişlik işaretidir. Lütfen çocuğunuzun sorusunu ağzına tıkamayın ya da cevap vermek varken topu taca atmayın. Şule Kala’nın eğitimci tecrübesiyle kaleme aldığı bu kitap küçük büyük, çoluk çocuk herkesin kafasına takılan dikenli telleri bertaraf edecek doyurucu cevaplara sahip.

Unutmayın çocuk cevap istemez cevaba gitmek ister. Onu bir çocuk bahçesine götürür gibi elinden tutarak cevaba götürün. Sakın ola karşınızdakinin bir çocuk olduğunu unutup da didaktik olmaya çalışmayın! Kafama Takıldı kitabına resimleriyle katkı sağlayan Ümran Aşkın Aydın’ı da ustalıklı çizgilerinden ötürü kutluyoruz.

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

Medeniyetimizin kendini açığa vurduğu yer: İstanbul

Kubbealtı Vakfı’nın kurucularından, ömrünü milli ve manevi değerlerimiz, dil ve kültürümüze hizmet için vakfetmiş, medeniyetimizin yetiştirdiği zirve şahsiyetlerden biri olan mütefekkir yazar Sâmiha Ayverdi Hanımefendi, 2013’te, vefatının 20. yılı münasebetiyle düzenlenen bir sempozyumla anılmış. İstanbul Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi ve Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın işbirliğiyle 31 Ekim 2013 tarihinde üniversitenin Yenikapı Mevlevihanesi yerleşkesinde gerçekleştirilen sempozyumda edebiyat başta olmak üzere, tarih, ilahiyat, felsefe, mimarlık ve iktisat gibi farklı disiplinlere mensup uzmanlar tarafından Sâmiha Ayverdi’nin eserleri değişik vecheleriyle değerlendirilmiş.

Kubbealtı Neşriyat 2014 yılında bu sempozyumda sunulan bildirileri Sâmiha Ayverdi’nın İstanbul’u başlığıyla kitap haline getirerek yayınlamıştır. Meydana çıkan eser, hem mütefekkir ve edebi kimliğiyle öne çıkan Ayverdi’nin eserleri hakkında genel bir fikir edinmek, hem de onun başlıca konusu olan, özelde İstanbul, genelde şehir ve medeniyet ekseninde düşüncelerinden istifade etmek bağlamında bir kazanım olmuş.

Şiirden musikiye, mimarlıktan tezyini sanatlara, bir milletin kültürünün en olgun numuneleri başşehrinde oluşur. Hem doğal güzellikleriyle hem de imparatorluklara başkentlik yapmış olmasıyla eşsiz İstanbul’u anlatan ve bu anlamda ihtisas kesbeden yazarların varlığı gayet tabidir. Ayverdi hiç kuşkusuz onlardan biri olmakla birlikte bazı hususiyetleri ile diğerlerinden ayrılır. Bu yazarların kimisi geçmişte kalan İstanbul hayatını bir nostalji havası içinde veya 19. yy’dan 20. yy’a geçişte modernleşme dönemi aydınlarından çoğunda görülen şekilde gizli bir oryantalist bakış açısıyla yapmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal ve Ayverdi’nin içinde bulunduğu diğer bir grup ise şehri yapan kültür elemanlarını zenginleştirici bir birikim olarak geçmişten bugüne aktarma yönünde farklı bir yerde dururlar. Ayverdi için bu duruş kitapta söyle izah edilmiş: “Evvel emirde belirtilmelidir ki onun eserlerinde İstanbul idealize edilen bir varlık, bir birim olarak yüceltilmez. Zaten geçmişinde yüce bir hayat tarzı ve mevcudiyet ortaya koymuş olan İstanbul’un arkasından adeta hayıflanılır. Ve bu birikimin ve birimin belirli ögeleri seçilerek alınır, günün ve sonrasının kuşaklarına ideal modeller olarak sunulur. Bu yalnızca lirik bir şehir mersiyesi ya da medhiyesi hiç değildir. Tam tersine geleceğe örnekler, gelecek nesillere modeller inşa etme çabasıdır.” (Sayfa 19 -20)

Yine başka bir açıdan bu duruş şöyle özetlenmiş: “Yazarımız sanki geçmişi, eski İstanbul’u ve İstanbulluları anlatmak değil, günümüz insanının eksiklerini, zaaflarını geçmişten uygulamalı örnekler vererek tamamlamak, gidermek ister. Toplumun yapısını sağlamlaştıran, kişiler arasındaki ilişkileri kuvvetlendiren değerlerin kaybıyla toplumun yaşadığı problemleri çözmeyi teklif eder gibidir.” (Sayfa -43)

Ayverdi, 1905 yılında Şehzadebaşı gibi İstanbul’un tam kalbinde yer alan bir semtte, aristokrat denilebilecek bir ailede hayata gözlerini açmış, uzun ve bereketli ömrünü, Şehzadebaşı- Hırka-ı Şerif ekseninde tamamlamış son Osmanlılardan biridir. Allah vergisi yazma kabiliyeti ile doğal olarak bütün incelikleriyle bildiği İstanbul’un fiziksel mekânlarını, insanlarını, mahalle hayatını, insan ilişkileri ve arkasında duran ruhu, son derece iyi nüfuz ederek tespit etmiştir. 1993’te bu dünyadan göçtüğünde arkasında akıcı bir üslup ve güzel bir Türkçe ile yazılmış 40’ın üzerinde kitaptan oluşan bir külliyat bırakmıştır.

Sâmiha Ayverdi’nin şahsiyetinin oluşmasında en önemli etkenlerden biri, belki de birincisi, hiç kuşkusuz aldığı tasavvuf terbiyesidir. Esasen onun dünyaya geldiği 20. yy’ın başında 300’den fazla dergaha ev sahipliği yapan İstanbul’da tasavvufi hayat son derece tabii ve yaygındır. Derviş olmak için erken denilebilecek bir zamanda, henüz 20’li yaşlarında mürşid-i âlîsine gönül verir. Sâmiha Ayverdi’nin ‘gönül ve sevgi kalesi’ olarak tavsif ettiği bu mübarek zat, Ken’an Rifai (Büyükaksoy) Efendi idi.

Efendi hazretlerinin terbiye halkasına dahil olan Ayverdi, fiziki olarak da ona yakın olmak gayesiyle 1935’te Hırka-ı Şerif’e taşınacak ve ölünceye kadar burada ikamet edecektir. Fakat Hırka-ı Şerif hatıraları kitaplarında, yaşadığı diğer muhitler kadar ayrıntılarıyla yer almamıştır. Bunun nedeni elimizdeki kitapta şöyle izah ediliyor: "Hırka-ı Şerif’te oturulmuş, müstesna bir tarih ve çevre şuuru ile burada doya doya yaşanılmış, ancak yazılmamıştır. Bunun sebebi nedir? Hırka-ı Şerif, kendisini ‘zaman tezgahında beraberce bez çözer, elvan elvan canfes, diba dokurduk" dediği Kenan Rifa’i Efendi’nin dergah ve konağına taşıyan Sâmiha Hanım’ı yaşarken hamuş kılmış olsa gerektir. Artık coğrafi zemin buharlaşmış, madde ve ruha dönmüştür. Ken’an Efendi ile Sâmiha Hanım arasında geçen şu soru-cevap, ihtimal ki yolumuzu aydınlatıyor:

Sâmiha Hanım: Âşığa dediler ki: Çok şehirler gezdin, hangisi daha güzeldir? Dedi ki: O şehir ki yâr oradadır.
Kenan Efendi: Evet ( bir an sükut) Ben olsam o âşığa derim ki, Onun olmadığı şehir var mı?
(Sayfa -95)

Bundan sonra hayatına istikamet veren dervişlik Sâmiha Ayverdi’nin kaleminden alıntıyla şöyle tasvir ediliyor: “Her yolcuya, her yabancıya, her ziyaretçiye, kaynayan aşından ve gönül hoşluğundan hisse düşüren derviş, bir cemiyet fedaisi, prensipleri ve imanı ile yaşayan adamdı. Zira bir mürşide ikrar vermek demek, insan olarak taahhüt etmek mevkiinde kaldığımız vazife ve mesuliyetleri, bu dünya planında bir kez daha hatırlayıp o ezel mukavelesini yeniden imzalamamız ve mührümüzü bastığımız bu mukaveleyi de, bir ruh inzibatı içinde kendimizden safra ata ata ifa etmeye başlamamız demekti.” (Sayfa- 144)

Sanatkar şehir”, “medeniyet şehri” diye vasıflandırdığı İstanbul, Ayverdi için bizim medeniyetimizin mahiyeti itibariyle kendini açığa vurduğu yerdi. Şehrin kuruluşunda mimarlık kadar önemli olan, bu şehrin anlamı ile bütünleşmek durumunda olan insan’ın davasıydı asıl davası. Bu anlamda İstanbul’un fethine verdiği mana insanlığa ve medeniyete açılış ve bunun temeline insanı koyuştu: “Bizim şehirlerimizde özellikle farklı ekonomik seviyeler birlikte yaşarlar. İçinde bulunulan ahenkli bütünlük, topyekun bir insanlık âleminin küçük bir numunesi gibi olmalıdır. Belki farklı inanç toplulukları birbirlerinden çok uzak olmasalar ve birbirleriyle beşeri ve insani alışveriş içinde olsalar da çoğunlukla ayrı mahallelerde yaşıyorlar. Bu şunu gösteriyor ki, farklı ekonomik ve sosyal çevreleri bir arada tutan zemin inançtır; fakat bu inanç kendi sınırları içinde diğerleri ile temasta olmayı engellemez. Bu İstanbul’un oluşturduğu Tevhid medeniyetinin başka bir göstergesidir. Hiçbir mahalle kendi içinde bir atom, diğerleriyle irtibatsız bir biçimde oluşan bir ada değildir. Tıpkı medeniyet kavramının mahiyetinde olduğu gibi, İstanbul medeniyetinin manası da bütünleştiricidir ve içinde yaşayan bütün unsurları bir şekilde himayesine alır.” (Sayfa- 151)

İslam şehirciliğinin devamı olması yanında bu anlayışın en yüksek mertebesine ulaşan İstanbul’u Türk kültür ve medeniyetinin mücessem numunesi olarak değerlendiren Sâmiha Ayverdi, hayatı boyunca kalemini insanımız için kullanırken, “Doğru dil, doğru din ve doğru tarih ve kültürün” önemini bilhassa gençlerimize telkin ederek bereketli bir ömür yaşadı.

Bu satırların yazarı da, İstanbul medeniyetinin vakur ve zarif bir temsilcisi muhterem hanımefendiyi, 1980’li yılların ortalarında bir üniversite öğrencisiyken ara sıra gittiği Kubbealtı Vakfı’ndan hatırlıyor. O yaşında, adeta ulu bir çınar gibi davası uğrunda gösterdiği gayreti hürmet ve hayranlıkla yad ediyorum. Gençliğin serkeşliği ile zat-ı alilerinden yeterince istifade edememiş olmaktan dolayı da elem duyuyorum. Sevenlerinin ifadesi ile Sâmiha annenin ruhu şad, derecâtı âlî olsun.

Kuşkusuz eserleriyle yaşıyor ve yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor kendisi. Bu sempozyum ve sonucunda oluşan Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul’u kitabı da, bu son devir mütefekkiremizin düşünce dünyası ve eserleri hakkında toplu bir fikir vermesi bakımından güzel bir hizmet olmuştur. Bu hazineden gençlerimizin istifade etmesi temennisiyle emek verip katkı sağlayanlara teşekkürler.

Yasemin Dutoğlu
twitter.com/YDutolu
* Bu yazı daha önce dunyabizim'de yayınlanmıştır.

12 Temmuz 2022 Salı

Bilmemek neden hakkımız olmasın?

The Simpson’ın senaristleri yıllar önce, bugün pek çoğumuzun başvurduğu bilmek istememe durumuna işaret eden bir bölüm yazmışlardı. Bu sansasyonel bölümde Lisa’nın, elli yıl içinde Springfield adlı kasabanın nasıl bir yere dönüşeceği konusunda okulda sunum yapması gerekir. Lisa, iklim değişikliği meselesini merkeze alan son derece gerçekçi ve bu yüzden de oldukça korkutucu bir sunum ortaya koyar. Öğretmenler, ailesine Lisa’nın bir psikiyatriste gitmesi gerektiğini söylerler. Lisa muayene edilir ve teşhis şudur: ekolojik kaygı. Doktor ona cehalet adında bir ilaç yazar. Böylece Lisa, bu ilacın yardımıyla dünyaya bakış açısını değiştirecek, umutsuzluktan adım adım kurtulacak ve Polyanna olacaktır. Nitekim olur da. Artık bulutları gülümseyen ayıcıklar olarak görür, zihninde sürekli What A Wonderful World şarkısı çalar. Lisa’nın ebeveynleri bu süreçten başlarda memnun olsalar da sonradan pişmanlık duyarlar ve ilacı vermekten vazgeçerler. Çünkü Lisa’nın eski karamsar ama gerçekçi hâli çok daha kolay idare edilebilirdir. Bu yeni, delicesine neşeli hâlinin ise üstesinden gelmek mümkün değildir. Sebebi belli değil mi? Ne olursa olsun mutlu olmak, realiteden kaçmak, yaşamın acılarını umursamamak ve çıldırasıya kahkahalar atıp çevreye neşe(!) saçmak.

Slovenyalı düşünür Renata Salecl’ın kitabı Cehalet Tutkusu, Şafak Tahmaz’ın nefis çevirisi ile Timaş Yayınları tarafından Şubat 2022’de dilimize kazandırıldı. Cehaletin, inkâr etmenin, bilmek istememenin insanlık hikâyesinde nerede durduğunu son derece akıcı ve sarsıcı örneklerle anlatan çalışma, ismini Lacan’ın ortaya attığı bir kavramdan alıyor. Lacan, kişinin gerçeği bilmeme arzusuna cehalet tutkusu diyor. “Bilme arzusu değil, bilme korkusu vardır” diyen Lacan’a göre insanın üç büyük tutkusu var: sevgi, nefret, bilmezlik. Peki nedir bu bilmezlik, yani cehalet tutkusu? Salecl’a göre cehalet iki türlüdür. İlki bilgi eksikliği, bilme arzusunun yokluğu. İkincisi, belli bir davranışı ve hatta kişiyi görmezden gelmek, yok saymak. Görmezden gelmek bir şeyin önemini, varlığını inkâr etmektir. Bihaber olmak ise o şeyin mevcudiyetine ya da anlamına dair farkındalık eksikliğidir. Şöyle diyor yazar: “Farkında olduğumuz bir şeyi görmezden gelmek, ‘hakiki’ cehaletin bir zamanlar sağladığı mutluluğu tekrar kazanma çabasını beraberinde getirmektedir.

Psikanalizin ilgi alanlarından biri olan cehalet, insanların bazı duyguları bastırmalarıyla birlikte ortaya çıkan olumsuzlama ve inkâr gücüne dikkatleri çeker. İnsanlar bir düşünceyi bastırarak onu bilinç düzeyinden çıkarırlar, geriye iterler. Analiz esnasında bu itme gücü azalır ve bastırılanlar geri döner. Kimi insanlarsa bu gücü olabildiğince korurlar ve inkârı, bilmeme arzusuna yani cehalet tutkusuna çevirirler. Freud, hastaların “ben değilim”, “ben yapmadım” ya da “öyle değil” gibi negatif kalıplar kullandıkları zaman, meslektaşlarının daha dikkatli olmalarını tavsiye eder. Çünkü bu tür olumsuzlamalar her an olumlamaya dönüşebilir ve hasta daha evvel bastırdığı bir şeyi ortaya çıkarabilir.

Güç, her zaman insanların gerçeği ortaya çıkarma konusundaki isteksizliğinden beslenmiştir – herkes kralın yeni kıyafetleri hakkındaki hikâyeyi bilir. Bugün değişen tek şey, insanların gözlerini gerçeklere yummaları değil, gerçeğin ne olduğunu bilmemekte birlik olmalarıdır” diyor Salecl. Buna rağmen gerçek, hiç beklenmedik anlarda toplulukların karşısına dikiliyor ve onlara çaresiz kalmanın da insan hayatına dair olduğunu hatırlatıyor. Salecl, cehaletin savaş sonrası yankılarını da özellikle incelemiş, önemli gözlemler yapmış. Bir anısı şöyle: St. Louis’de bulunan Boşnak bir kasapta eski bir kamyon şoförüne rastlıyor. Şoförün hayatı hiç fena değil, iyi para kazanıyor, savaşı ardında bırakmış. Ancak geçirdiği bir trafik kazasından sonra, adamın “çöküşüne yol açan bastırılmış anıları” serbest kalıyor. Kendini bir psikiyatri hastanesinde bulan adam bir daha çalışamamış. Konuşa biçimi ölgün bir kimlik kazanmış, yaşam enerjisi çekilmiş, geriye yaşar gibi yapan bir gölge kalmış. Bilmemek, bedende de farklı sıkıntılarla zuhur edebiliyor. Tuhaf nefes darlıkları yaşayan Rus asıllı bir adam, bir gün sokakta bayılıyor. Doktorlar semptomlarında fiziksel bir sebep bulamayınca onu psikiyatri kliniğine yönlendiriyorlar. Danışman psikolog adamın aile geçmişini sorguluyor ve babasının otuz dokuz yaşında intihar ettiğini öğreniyor. Psikolog, hastanın da otuz sekiz yaşında olduğunu fark ediyor. Peki bu durumda adamın nefes darlıklarının temel sebebi ne oluyor? Babasıyla aynı yaşta ölme kaygısı yaşaması.

Cehalet bazen de şiddete yönelik genetik yatkınlığın içinde gizlenebiliyor. Jeffrey Landrigan davası son derece sarsıcı: Büyük büyük dedesi bir içki kaçakçısı. Dedesi, banka soygununda polisle girdiği çatışmada ölüyor. Oğlu Darrel ise tüm bu yaşananların tanığı olarak çok geçmeden suça bulaşıyor, iki cinayet işleyip idama mahkûm ediliyor. Darrel’ın sadece bebekken gördüğü Billy adlı bir oğlu var. Annesi altı aylıkken yetimhaneye bırakmış. Bir aile onu evlat ediniyor ve adını Jeffrey olarak değiştiriyor. Jeffrey Landrigan ergenliğinden itibaren uyuşturucu ve alkol sorunları yaşıyor, ıslah evine yollanıyor. Reşit olduğundaysa biyolojik babası Darrel gibi iki kişiyi öldürüp idama mahkûm ediliyor. Darrel, ölüm hücresindeyken biyolojik oğluna dair şu ürpertici açıklamayı yapıyor: “Jeffrey’nin de kaderi buydu, kimse bundan şüphe etmiyor, eminim. Armut dibine düşermiş, ben neysem o da o oldu. Onu son gördüğümde kundakta bir bebekti ama iki 38’lik tabanca ve bir Demerol’un üstünde uyuyordu.

Bir insanın bütün özelliklerini bilsek ona yine de âşık olabilir miyiz? Sabahtan akşama kadar fay hatlarıyla ilgilensek gözümüz avizeden başka neyi görebilir? Ekonomik krizlere, iklim değişikliklerine, savaşlara dair bütün bilgileri almaya çalışsak antidepresan dünyasıyla tanışmamız gerekmez mi? Her çağ kendi cehaletini üretiyor ancak bilmeme hakkı da insana mahsus. Ayşegül Genç’in Kalbin Arka Odası’nda yazdığı gibi: “Filmler seyrettiniz, kitaplar okudunuz, dünya müziklerini ezberlediniz, bilmek ne işe yaradı, her şeyi bilip her şeyi mahvettiniz...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

8 Temmuz 2022 Cuma

Konuştuğu gibi yazmak

Sık sık insanoğlunun en nezih keşfinin yazı olduğunu düşünüyorum. Açık söylemek gerekirse yazı sesten de histen de öte geliyor bana ve yazıyla her karşılaşmam, her irtibatım, her deneyimim farklı bir boyutta hayrete dönüşüyor. Meseleyi derli toplu ele alan düşüncenin belirli bir düzen içinde zihnin imbiğinden süzülmüş hâli görüntüyü berraklaştırdığı kanaatindeyim. Kitaplar bu berraklığın zirveye doğru yükselen dağı oluyor. Okur ne kadar yükseğe çıkabilirse perspektif o kadar genişliyor. Bu değerlendirme elbette sesin, sözün, konuşmanın ehemmiyetsiz olduğu anlamına gelmiyor. Üslubu ve derinliği olan samimiyeti ve hissiyatı barındıran söz de aşağı kalır değil. Nitekim ikisi arasında analoji kurulduğu vakidir. Örneğin bazı insanlara kitap gibi konuşuyor tabiri yakıştırılır. Öylesi insanlarla karşılaşmak rahatlatmakla, dinlendirmekte kalmaz öğretir de. Dili öğretir, üslubu öğretir, nezaketi, zarafeti, tecrübeyi öğretir. Maalesef bu insanlar azdır ve pek kadri kıymeti de bilinmez.

Kitap gibi konuşanların dışında bir de hitap gibi yazanlar vardır. Daha doğrusu hitap eder veya konuşur gibi yazanlar. Bunun bir adım ötesi konuştuğu gibi yazanlardır. Gözlemlediğim kadarıyla genellikle yazarların/şairlerin konuşmaları yazmaları gibi olmuyor. Yazdıkları ve söyledikleri aynı birikime ve düşünsel havuza dayanıyor şüphesiz fakat bu iki eylemde aynı tarz, aynı üslup, aynı akış bulunmuyor. Satıra dökülen üslupla dilde sadır olan farklı cereyan ediyor. O estetik ve bilge bütünlük sağlanamıyor. İkisini bir potada eriten ise yok denecek kadar az olsa gerek. Bu yazıya konu olan kitabın yazarını onlardan biri olarak görüyorum. Uzun süredir eserlerine aşinayım. Önce akademik kitaplarıyla tanıdım, sonra televizyon ekranından takip ettim. Kısa bir süre öncesinde de yüz yüze tanışma fırsatı buldum. Necdet Subaşı’dan bahsediyorum. Bu kanaatim, akademik eserleri bir yana son yıllarda ağırlık verdiği edebi eserlerindeki dil ile konuşması arasındaki uyumdan dolayı. Kısacası Necdet Subaşı konuştuğu/konuşur gibi yazıyor ve yazdığı gibi de konuşuyor. Yaklaşınca Haber Ver bu örneğin -şimdilik- sonuncusu. Kısa süre önce Mahya Yayıncılık’tan çıkan eser iki yüz kırk sayfadan oluşuyor. Kitapta çoğunluğu 2018 olmak üzere geçtiğimiz dört yılda yazılmış yetmişten fazla deneme yer alıyor.

Yaklaşınca Haber Ver eleştiri kadar ziyadesiyle özeleştiri içeriyor. Hatta Necdet Subaşı kitabın hemen başında bir tanıdığının akademi dışı yazdığı kitaplara yönelik ‘sert’ eleştirisini ekleyerek bir özeleştiriyle giriş yapıyor. Eleştirinin üç temel noktası bulunuyor. Bunlardan ilki Necdet Subaşı’nın yazdıkları kişisel konular etrafında şekillendiği, bu konularda bıçak sırtı meselelere girmekten çekindiği ve amacının kendini mutlu etmeye yönelik olduğu; ikincisi, bu eserlerde derinlik ve mesaj kaygısı bulunmadığı; üçüncüsü ise ulvi bir misyonu olmayan bu yazıların Ümmet’in herhangi bir derdine çare sunmadığı yönünde. Necdet Subaşı bir süre etkisinde kaldığını belirttiği bu eleştirileri dikkate almakla birlikte kendisi olarak devam vermeyi uygun bulduğunu belirtiyor.

Büyük anlatılar, teorik çözümlemeler, idealist reçeteler önemli olabilir fakat çoğu zaman gündelik hayatın akışıyla teğet bile geçmeyen bu uğraşları bir daha sorgulamamız gerekiyor sanıyorum. Farkında değiliz belki ama kendimize dünyayı kurtarmak gibi aşırı-misyon yüklediğimizde insana ulaşmayan hamasi söylemlerin, elitist tavırların kurbanı oluyoruz. Dokunduğumuz ya da bize dokunan da aynı akıbete uğruyor. Oysa hayat kendi akışında devam ediyor ve belki de her şey bu kadar çetrefilli değil. Sorunlar kolayca çözülebilir, sorular basitçe cevaplanabilir şeylerdir. Necdet Subaşı’nın yazdıkları her defasında bunları getiriyor aklıma. İnsanı basite indirgemeden meselelere basitçe yaklaşmak gerekiyor olabilir. Zira aksi çözümsüzlüğü üretiyor.

Kitabın içeriğine gelirsek, çoğunlukla olanı yazmak zordur. Daha doğrusu, zor olan doğal olanı, olağan olanı yazmaktır. Çünkü olağanlık pek ilgi çekici değildir. İnsan söz konusu olduğunda ilgi çekici bir kurguya, olağanüstü bir anlatıya ihtiyaç duyulur. Necdet Subaşı merceğini doğal olana, olağan olana tutuyor. Bu yöntem ona yaşam kadar ölümün de hayatın içinde yer aldığını ve tükenişlerin, eksikliklerin, sorunların, kötülüklerin en az iyilik ve mutluluklar kadar hayatın parçası olduğunu söylemesine müsaade ediyor. Hayatı zorlaştıran meselelerin aslında kurgu olup olmadığını sorgulatıyor.

Necdet Subaşı bugünün gündelik hayatının içinden yazıyor fakat nostaljiyle kurduğu sıkı temas ayrıksı bir görüntü vermesine yol açıyor. Gelecek endişesi varmış gibi durmadan geçmişe yönelmesi geçmişte yaşıyor ya da orada kalmak istiyor izlenimi veriyor. Hemen hemen her konuda geçmişe gidiyor ve bir şeyler getirip anlatıyor fakat anlattıklarının öznel hissiyatını kısmen yansıtırken edebi ruhaniyetini gizli bırakıyor. Bu ketlemeyi kasıtlı mı yapıyor bilemiyorum ama bazı yerlerde edebi ruhaniyet dediğim şeyi görmek mümkün olabiliyor. Örneğin “Geçenlerde o günlerden kalma bir defteri incelerken en çok da cildinin yıpranmışlığı dikkatimi çekmişti. Eğer dikkat edilse onların üzerinde avuç içlerimizin bütün sıcaklığını, terini ve donmuşluğunu görmek mümkündü.” diyerek aslında ‘edebiyat parçalamada’ da ehil olduğunu gösteriyor.

Edebiyat demişken, edebiyat bir dereceye kadar özneldir çünkü edebi metinde varoluşu gereği daha fazla kişinin ortak paydada buluşması için olabildiğince geniş bir çerçeve çizilir. Necdet Subaşı ise yazılarındaki tercihini kişisel tecrübeye indirgemeden yana seçiyor. Bu yazılarda okur kendi hayatına paralellikler kurulabilir elbette fakat öznelliğin dozu önemli sanıyorum. Örneğin Necdet Subaşı’nın hayatına giren insanları en ince detayına kadar hatırlaması ve yazması onun anlatının genelleştirilmesine engel olan şeylerin başında geliyor diye düşünüyorum. Öte yandan bu kadar ismi, bu kadar yüzü, bu kadar detayı hatırlamak benim gibi isim ve yüz hafızası kötü olan biri için pek anlaşılır değil. Okurken bile yoran bu detayların yazarı yormadığı bir dünya tahayyül edemiyorum.

Necdet Subaşı okumak farkındalığımı arttırıyor diyebilirim. Bazen zihinde var olan, dolayıp duran, kendini belli eden ama bariz şekilde ortaya çıkmayan düşünceler oluşur. Sonra birinin konuşmasında veya bir metinde denk gelince ‘işte bu, havsalamda vardı bu vesileyle açığa çıktı, somutlaştı’ dersiniz. Şahsen Necdet Subaşı yazılarında (ve konuşmalarında) bu durumla sık sık karşı karşıya kalıyorum. Kısacası zihnimde var olan şeyi derli toplu şekilde o ifade ediyor.

Kitaptaki denemeler birçok kimlik altında yazılmış. Evlat, baba, dost, sosyolog, hoca, okur, yazar, bürokrat… Bazı yazılarında tek kimlik, bazı yazılarında birkaç kimliği bir arada kullanılmış. Elbette dini hassasiyetler ve manevi değerler üzerinde şekilleniyor bu yazılar. En önemlisi sanıyorum eleştirilerine kendisini de ekleyerek özeleştiriye dönüştürmesi. Malumdur, bizde eleştiri katiyen sevilmez, özeleştiri zinhar yapılmaz.

Necdet Subaşı değerlendirmeleri ile temelde insan olmanın hâllerini, fıtratı çözümlüyor. Denemelerde hayat ve ölüm iç içe geçiyor. Her ikisinin de doğallığı kadar insanda hem yaraya hem merheme dönüştüğünü gösteriyor. Hayatımıza giren çıkan insanlardan, bizde bıraktığı etkilerden bahsediyor. Günlük hayat pratiklerini ele alırken bu pratiklerin uzanabildiği tüm alanlara değiniyor. Ev, sokak, işyeri ve toplum içinde aile, akraba, arkadaş, insan ilişkilerine değiniyor. Siyaset, eğitim kuruluşları, bürokrasi gibi kurumsal yapılar da bundan nasibini alıyor. Taşra ve kent hayatının dinsel motiflerini araya giriyor ve bu arada kuşaklar arası değişime dikkat çekerken aslında dini hassasiyeti olanların dönüşümünü vurguluyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp