23 Mart 2022 Çarşamba

Edebiyatımızın romantik kahramanı: Kuyucaklı Yusuf

Sabahattin Ali’nin ilk eseri olan Kuyucaklı Yusuf, yazarın cezaevinde tanıştığı Yusuf adlı bir kişinin yaşadıklarından yola çıkılarak yazılmıştır. Romanın tam tefrikası 9 Kasım 1936 ile 21 Ocak 1937 tarihleri arasında Tan gazetesinde tefrika edilmiştir. Eser Kuyucaklı Yusuf, Çineli Kübra ve Dağdan İnen Yusuf olmak üzere üç cilt olarak tasarlanmıştır. Ancak bir cildi yazılmıştır.

Kitap “1903 senesi sonbaharında ve yağmurlu bir gecede Aydın’ın Nazilli kazasına yakın Kuyucak köyünü eşkıyalar bastılar ve bir karıkocayı öldürdüler.” cümlesiyle başlar.

Yusuf, annesinin ve babasının ölümünden sonra kimsesiz kalırken Selahaddin Bey onu evlat edinir. Edremit’e götürür. Fakat eşi Şahende Hanım bu durumdan hiç memnun olmaz. Sürekli şikayetlerde ve kötü sözlerde bulunur. Her fırsatta Yusuf’u incitir. Yusuf ise Şahende Hanımdan nefret eder. Ona karşı içinde kin duyar. Ama bir yandan da bir kadının bir erkeğe nasıl baş kaldırdığını nasıl böyle konuştuğunu anlayamaz. Kendince babasını zayıf görerek şu sözleri söyler:

Hocanın bildiği birisinin işine yarasa, kendi işine yarardı. Sen bile okudun bildin de ne oldun sanki? Benim babam bir şeycikler bilmezdi ama evinde sözü senden çok geçerdi,” dedi ve usulca, mahrem bir tavırla ilave etti: “Şu Şahende Anam sabahacak encek gibi dırlanır durur da bir yolunu bulup onu bile susturamazsın; ne edeyim ben senin okumanı?

Yusuf’un bu sözleri romanda ataerkil bir yapıyı gösterirken kadınların erkeklerden bir adım geride olduğunu erkeklerin ise istedikleri her şeyi yapabilecek güce sahip oldukları vurgulanır. Özellikle Muazzez’in, Yusuf’a söylediği şu sözler durumu ortaya daha belirgin bir şekilde çıkarır:

Ağabey, beni kaça sattınız?”, “Daha doğrusu beni kaça sattın?

Geçen zaman içinde ise Yusuf ile Muazzez mektebe gitmeye başlar fakat Yusuf zeki olmasına rağmen mektepte başarılı olamaz. Yaşadığı travmalardan dolayı mektebi yarıda bırakır. Günlerini zeytinlikte geçirmeye başlar. Tabii Yusuf’un genç bir delikanlı olması evdeki bazı şeylerin değişmesine de sebep olur. Verilen kararlarda Yusuf’un fikrileri önemsenir. O ne derse Selahaddin Bey onu yapar. Şahende Hanım bu durumdan hiç haz etmese de tek söz dahi edemez. Yusuf’tan korktuğu için bir adım geride durur. Muazzez ise çocukluktan genç kızlığa erişince Yusuf’un duyguları değişir. Kalbinde ona karşı derin hisler duymaya başlar. Fakat aklı ve kalbi arasında sürekli gelgitler yaşar. Ne Muazzez’e bir adım atabilir ne de ondan geri durabilir. Ruhunu saran karanlıkla baş başa kalır. Bir gün Kübra diye bir kızla zeytinlikte karşılaşır. Onun acıklı hikayesini öğrenir. Yardım etmek için anne ve kıza hizmetçi olarak çalışmalarını teklif eder. Onlar da Selahaddin Bey’in evinde çalışmaya başlar. Yalnız Kübra’nın hüzünlü bakışları Yusuf’un gözlerinden bir türlü gitmez ve kitapta bir gün onların mutlaka buluşacakları daima vurgulanır. Fakat Kübra romanın sonlarına doğru ortaya hiç çıkmaz.

Bu durum kitabın üç cilt olarak tasarlanmasıdır ki Sabahattin Ali’nin vefatı nedeniyle roman yarıda kalmış, Kübra karakteri ise bilinmezliğin içinde... Tekrar kitaba dönecek olursak bir gün Yusuf ve Muazzez bayram yerine giderler. Kasabanın en zengini Hilmi Bey’in oğlu Şakir, Muazzez’e orada laf atar, sarkıntılık yapar. Bunun üzerine Yusuf onu herkesin gözü önünde döver. Şakir bunu gururuna asla yediremez. İçinde intikam alma hırsı doğar. Muazzez ile evlenmeye karar verir. Hilmi Bey daha önceleri oğlunun her isteğini yerine getirdiği için bu isteğini de geri çevirmez. Bir oyun kurarak Selahaddin Bey’i kumar borcuna sokar. Karşılığında ise kızı Muazzez’i oğlu Şakir’e ister. Bunu duyan Yusuf, bakkal olan arkadaşı Ali’den borç alır ve borcu kapatır. Evlilik konusu ise çok uzamadan kapanmış olur. Fakat Şakir niyetinde kararlıdır. Muazzez’i elde etmeye kafasına koymuştur...

Olaylar giderek bir kördüğüm hâline dönünce Ali’nin ölümüne kadar uzayıp gider. Şakir zengin bir ailenin oğlu olduğu için ceza almadan bu cinayetten kurtulur. Kaza süsü verilerek bu vahim olayın üzeri kapatılır. Dönemin ise adaletten ne kadar uzak olduğu gözler önüne serilir. Muazzez ve Yusuf ise nihayet duygularını birbirlerine söyleyerek civar köylerden birine kaçıp orada gizlice evlenirler. Kaymakam Selahaddin Bey bunu duyunca çok mutlu olur. Şahende Hanım’ında dünyası başına yıkılır. Tabii bir zaman sonra neşe ve mutluluk yerini acılara ve karamsarlıklara bırakır. Kaymakam Selahaddin Bey’in ölümü her şeyi değiştirir. Yusuf’a, Muazzez’e ve Şahende Hanım’a bitmeyen bir kış yaşatır...

Yusuf, evinin geçimi için gezici köy tahsildarlığı yaparken Şahende Hanım fakirliğe dayanamayarak kızının aklını zehirli sözleriyle doldurur. Onu bir kukla gibi oynatarak istediklerini yaptırır. Evini içki ve eğlence yerine çevirir. Muazzez artık hem annesinin hem de başka adamların oyuncağı olur. Üstelik Şakir, Yusuf’tan almak istediği intikamı Muazzez’i kötü hallere düşürerek alır.

Ve bir gece Yusuf evine dönünce karısını başka adamların eğlencesi olduğunu görür. Öfkenden gözü dönerek Şahende’yi, Şakir’i ve Kaymakam'ı çekip vurur. Yalnızca Muazzez’i alarak atına binip Balıkesir tarafına gider fakat kalbini paramparça edecek bir gerçekle karşı karşıya kalır...

Ölümün hazin gölgesinde başlayan kara yazgısı sevdiği kadını, karısını kaybederek devam eder. Acı ve gözyaşı içinde değiştirmek istediği kaderi onu çok başka yollara koyar...

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"‘O gelmez artık!’ dedi.
‘Nereden biliyorsun?’ dedim.
‘Gidişinden belliydi!’ dedi."

" Hayatta hiçbir şey ona kıymetli görünmemiş, peşinden koşmak, erişmek, sahip olmak arzusunu vermemişti. Etrafına daima bir yabancı gözüyle bakmış, hiçbir yere bağlanmak arzusu duymamış, bu yalnızlığının gururu içinde memnun olmaya çalışmıştı."

"Kendinde her şeyi yapabilecek kuvveti görmek, sonra yapılacak hiçbir şey bulamamak... Tükenmek bilmez bir sabırla bir meçhulü beklemek... Ve nihayet bütün bunları sisli bir havadaki ağaçlar gibi belli belirsiz, karışık bir şekilde hissetmek... Bu, uzun zaman dayanılır şeylerden değildi."

"Hayatı olduğu gibi kabul etmeli ve ona ne bir şey ilave etmeli ne de ondan bir şey eksiltmeli..."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

11 Mart 2022 Cuma

Byung-Chul Han’ın melamet hırkası

Yeryüzüne Övgü’ye kadar; en azından dilimize kazandırılmış tüm kitaplarında bu çağın dinamiklerini teferruatıyla izah ve hatta tersyüz etmeye çalışan bir zihne sahip olduğunu görmüştük Byung-Chul Han’ın. İlgilendiği ve üzerine düşündüğü konular genel olarak tansiyonu en yüksek meseleleri oluşturuyor. Aşk, güzellik, iktidar, kapitalizm, ölüm, psikopolitika, şeffaflık, şiddet, yorgunluk ve zaman gibi ateş hattının içinde yer alan kavramları hırpaladığı, bu kavramları en azından şimdilik bir kenara bıraktığı bambaşka bir kitabı var artık dilimizde: Yeryüzüne Övgü. Han bu kez dairede, merkezde, tribünde ya da sahada değil, bahçelerde. Böceklerin, çiçeklerin ve tabiatın kendisine sunduklarını büyük bir şükürle kabul ederek, olabildiğince sade biçimde yorumluyor zihnindeki kâinatı. O ne kadar şaşırıyorsa, okur da o kadar şaşırıyor. Tüm dünyayı etkileyen bir salgın sebebiyle hepimizdeki ölüm dürtüsünün hararetlendiği şu zamanlarda, üstelik bu dürtüye dair yazdığı kitapla sinemize ciddi bir metafizik gerilim zerkeden Han, şimdi ne yapmak istemektedir de bize begonyadan, keçi söğüdünden, kedi fındığından, anemonlardan bahsetmektedir?

İnsanın tabiatla yüzleşir yüzleşmez farkına varacağı şey, bu dünyada sadece kendisinin olmadığıdır hiç şüphesiz. Han, “Yeryüzü, kendini mutlak kabul eden öznenin karşı kutbudur. Özneyi kendi tutsaklığından kurtarır.” diyor. Çünkü yeryüzü aynı zamanda bir özgürlük alanıdır. Özgürlük, insanın kesinliklerinden ve yanılgılarından kurtulmasıyla mümkün oluyorsa şayet; güvenliği ve huzuru aynı anda arama cesaretini göstermesi gereken insan için yeryüzü, dev bir savaş meydanıdır. Han, duyguların ve düşüncelerin modern mekanizmalar tarafından şekillendiği bu çağda esas savaşın insanın kendisinden kendine doğru seyrettiğini işaret ederek aslında bu kitabında bizi kendi seyr u sülûk’una tanık kılıyor. Zira şu ifadeler, okurlarının zihnini daima hırpalamış bir düşünür için fevkalade manevi: “Çiçekleri açmış bir bahçede bulunmak/eğleşmek beni yeniden inançlı biri yaptı. Cennet Bahçesi'nin var olduğuna ve olmaya devam edeceğine inanıyorum. Tanrıya inanıyorum, Yaradan'a, sürekli baştan başlayan ve böylece her şeyin yenilenmesini sağlayan bu Oyuncu'ya inanıyorum. İnsan da onun yarattığı bir varlık olarak bu oyuna katılmakla yükümlüdür. Biyolojik bir evrim yok. Her şey varlığını tanrısal bir devrime borçlu. Ben bunu tecrübe ettim.

Yeryüzü denince akıllara ilk gelen şeyler ciddi bir dönüşüm geçiriyor. Anlamı itibariyle devasa bir alanı ifade eden, insanın ufkunu genişleten, ona görgü kazandıran bir ifade yeryüzü. Bizim onu anlamlandırma çabamız ise akamete uğradı. Alışveriş merkezleri, plazalar, rezidanslar, tatil köyleri, gökdelenler derken geçici dünya hayatımız nihayete erdiğinde yeniden buluşacağımız toprakla ciddi bir kavgamız var. Mağlubu çoktan belli olan bu kavganın durdurulup, bir an evvel toprağın tüm teferruatıyla (bereketi, dokusu, haşmeti, kokusu) yeniden hatırlanması gerektiğine dair olabildiğince nazik konuşmaya çabalıyor Han: “Toprak ölü, cansız, suskun bir öz değildir, aksine, konuşkan bir özdür, yaşayan bir organizmadır. Taş bile yaşar. Yeryüzüne özen göstermek insanlığın acilen yerine getirmesi gereken bir ödev, bir sorumluluktur, çünkü o güzeldir, hatta harikuladedir. Özen, övgü talep eder. Bizler yeryüzüne karşı bütün saygımızı kaybetmiş durumdayız. Artık onu görmüyoruz ve işitmiyoruz.

Byung-Chul Han’ın hiçbir kitabı, bittikten sonra okura huzur, merhamet ve sükûnet vermez. İçindeki çiçek çizimlerine bakarken mırıldandığım Bahçada Mor Meni türküsü eşliğinde bir oturuşta bitirdiğim Yeryüzüne Övgü bittiğinde kendimi Emirgan Korusu’na atmayı, biraz etrafı koklayıp yürüyüş yaptıktan sonra İstinye sahilinde balık ekmek yemeyi, akabinde şekerimi makul bir seviyeye yükseltmek için Kireçburnu Fırını’na uzanmayı istedim. Yapamadım çünkü Küçükçekmece’deyim. Han’ın sadık bir okurunu böyle bir krize sokacağını asla tahmin etmezdim. Böylece ve nihayet, bizi durulmaya sevk edecek zihinlerin munis bir yaşam sürenler kadar çağı koklayanlar arasından da çıkabildiğine tanık oluyoruz aslında. 20 Kasım 2017’de günlüğüne yazdığı bir notta, toprağın büyük bir sanatçı ve romantik olduğunu, içinde şükran duygusu doğurduğunu, bu duygu sebebiyle düşünecek çok şeye ulaştığını ve düşünmenin esasında şükran duymak anlamına geldiğini söyleyerek el frenini çekiyor Han. Geleceğin yeryüzünü hayal etmek için tuttuğu notlarda umudu asla elinden bırakmıyor. Bunu yüzeysel biçimde tabiattan süzülen romantizm olarak değerlendirmek hafiflik olur. Neticede bu tip insanları hamakta sallanarak ve yârinin önüne koyduğu meyve tabağından atıştırarak fikir üretenlerden ayırmak gerekiyor. Acıyı ve ıstırabı göze aldığı besbelli ki “Bahçeler bana Varlık ve Zaman’ı geri verdi” diyor.

Tabiatla yüzleşen -belki de ona tekrar kavuşan demeliyiz- insanların algılarının, sezgilerinin kuvvetlendiğine dair pek çok anı okumuşuzdur. Han da bir anısından bahsediyor. Bahçesinde, çok sevdiği bir söğüt varmış. Bir gün onu devrilmiş görünce üzülmüş. Yaprakları da iyice kurumuş. Ağacın gövdesinin iç tarafında kırmızı bir şey gözüne çarpmış ve bundan ağacın kanadığını hissetmiş. Nihayet, bu küçük söğüdün kendini toprağa bırakmasıyla birlikte bahçesinde kendini açığa vurmuş bir ölümle yüzleşmiş. Yas tutmuş ve bahçedeki anemonlarla birlikte onun arkasından ağlamış. Bahçelerin, çiçeklerin ve tabiatın gönlünü açan ışığına kendini iyice bırakmış. Bu arada Byung-Chul’un “parlak ışık” anlamına geldiğini de belirtelim.

Bir derviş mütevaziliği ve zarifliği var Byung-Chul Han’da kitap boyunca. Hölderlin ve Rilke atıflarıyla şairane bir yaşayışa da özlem duyuyor gibi. Gelecek dönemde insanın anlam arayışına ve bu arayışta maneviyatın yerine dair şedit oklar fırlatıp fırlatmayacağını bilemeyiz ancak şu yorumları yazsa yazsa bir Melami yazabilirdi diyebiliriz: “Ben hiç kimse olarak uykuya dalmak isterdim, isimsiz biri olarak. Bu bir kurtuluş olurdu. Bugün bizler sadece egoyla meşgul oluyoruz. Herkes birileri olmak istiyor, herkes otantik olmak istiyor, diğerinden daha farklı olmak istiyor. Böylece birbirlerinin aynısı oluyorlar. Ben isimsizleri özlüyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Okur dergisinin 23. sayısında yayınlanmıştır.

Suriçinde bir cevelân

Mustafa Kutlu, son kitabı Topkapı’dan Topkapı’ya’nın ilk cildiyle selâmladı okurları. Bu kitap Kutlu’nun son dönem kitaplarından ayrılıyor. Birincisi, oldukça eski bir tarihten geliyor bu yazılar: 1986 yılından. İkincisi ise, yazarın son dönemlerde yayımladığı fikir metinlerinden ziyade gezi yazısı diyebileceğimiz metinlerden oluşuyor bu kitap. Üst başlıkta zaten İstanbul gezi yazıları yazıyor diyenler için şunu söyleyebilirim: Sadece gezi yazılarından oluşmuyor bu kitap. Topkapı semtiyle Topkapı Sarayı arasındaki, suriçi diyebileceğimiz kısımda önemli gördüğü birçok şey hakkında kalem oynatmış yazar. Yani klasik gezi yazısı türünü aşıyor bazen, zaman zaman denemeye yöneliyor zaman zaman anılar giriyor işin içine. Zaman zaman Kutlu’nun fikirlerini, İstanbul’un nereden nereye geldiğini ya da getirildiğini okuyoruz. Kısacası şu: Kutlu bizi Topkapı semtinden alıyor, gördüğü birçok şeyle ilgili bir anı anlatıyor bir fikir belirtiyor ve bizi sarayın önünde bırakıyor.

Fark ettiğim bir nokta da şu oldu. Mustafa Kutlu’yu yüz yüze olmasa bile kitaplarından tanıyanlar bilir, yazar en radikal fikirlerini bile hamasete düşmeden anlatmasını bilir. Sanki kalp kırmak istemez. Fakat bundan otuz beş yıl önceki Kutlu biraz daha köşeli anlatmış fikirlerini. Yani dönemin belediye başkanlarını veya yöneticilerini şehir konusunda eleştirmekten geri durmazken daha keskin ifadeler kullanmış. Elbette sadece eleştiri değil şehirle ilgili iyi yönleri vurgularken de keskinliğinden geri durmamış. Yani daha heyecanlı bir yazar var karşımızda. İstanbul’u seven, içindekilere değer veren, kişiler hakkında yazarken coşkusunu eksik etmeyen bir heyecanı görüyoruz onda. Fakat işin ilginç tarafı birçok kişi şu an diyor ya “İstanbul bitti” diye. Kutlu da o zamanlar aynı şeyleri söylüyor. Ya da o zamandan şimdiyi görüyor diyebiliriz: “İstanbul hormonal bozukluğu yüzünden aşırı büyüme hastalığına tutulan, tedavisi imkânsız görülerek günübirlik çareler ile avutulmaya çalışılan bir çocuk gibi: Yaşı 12. Boyu 1.70. Kilosu 80.

Bir sunuş yazısı ve yirmi beş denemeden oluşuyor kitap. Sunuş yazısında Kutlu kısaca, kendisinin ve ailesinin İstanbul’a geliş serüveninden, bu yazıların yazılış hikâyesinden ve kitabın fikrinin nasıl doğduğundan bahsediyor. Daha sonra denemeleri görüyoruz. Denemelerde sadece bir turist gibi suriçini dolaştırmıyor bize yazar. Mekân yazıları da gözümüze çarpıyor kişi portreleri de görüyoruz. Bunlar kitaba bir dinamizm ve zenginlik katmış. Tabii kişiler deyince anıları görmezden gelmek olmaz. Anılar, okura yetecek miktarda yer alıyor eserde. Üstte dediğim gibi Kutlu, kitabında mekân ve portre yazıları da yazdığı için, eserde Sultanahmet, sahaflar çarşısı, Türk Ocağı, Muzaffer Ozak gibi kişi ve mekânlar yer ediniyor kendine.

Bize İstanbul üzerinden genel olarak sosyolojik bir gözlem çıkarmış yazar. Önem verdiği kişi ve mekânları ayrı tutuyorum, toplumun kalanının yaşayışlarını, eğlencelerini, eğlence altında yapılan ‘saçma’ şeyleri, bazen keşmekeşi bazen de durulmayı, en nihayetinde insan hikâyelerini de es geçmeden aktarmış okura. Kısaca bize İstanbul’u anlatmaya çalışmış her yönüyle. Tabiî bu üç cilt olacağı bildirilen metinlerin ilk kitabı. Kalan iki ciltte bakalım İstanbul’un hangi noktasına götürecek bizi Kutlu.

Şunu söyleyebilirim son olarak: Yazılardan birine bakıyoruz, İstanbul çok değişti diyoruz, bir diğerine bakıyoruz İstanbul o zaman da aynıymış, hâlâ bu aksaklıklar devam ediyor diyoruz. Okur karar versin sonunda: Hangi İstanbul daha değerli(ydi)?

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13
* Bu yazı daha evvel Okur dergisinin 23. sayısında yayınlanmıştır.

3 Mart 2022 Perşembe

Tanzimat neyi tanzim, ıslahat kimi ıslah etti?

Teknik açıdan modernleşme sürecimiz öncesine uzansa da özellikle sosyal bilimlerde toplumsal, kültürel ve siyasi alanlara etkileri ve neden olduğu dönüşüm nedeniyle Tanzimat Fermanı milat olarak alınır. Bu dönemle birlikte modernleşmenin yanında sosyo-kültürel anlamda nevzuhur bir Batılılaşma söz konusudur. Modernleşme tüm tezahürlerinin ötesinde soyut-düşünsel derinliği olan (teorik) bir olgu iken Batılılaşma doğrudan somut-vakıa (pratik) üzerinden öykünmeye matuftur. Uygunluğu veya faydasının olup olmadığı tartışılır lakin modernleşmeden Batılılaşma hevesine düşmüş bir devlet/toplum olduğumuz ve bu yüzden arafta kaldığımız gerçeği tartışmaya kapalıdır. Bu bağlamda yakın tarihe yönelik literatüre baktığımızda Tanzimat ile başlayan süreci ele alan çalışmaların büyük oranda yanlı olduğunu görürüz. Çalışmanın bilimsel, felsefi ya da edebi olup olmaması bu tavrı değiştirmiyor maalesef. Ya aşırı savunmacı veya tümüyle reddeden yorumlar konunun metodolojik, sağduyulu ve hakkaniyetli ele alınmadığını gösteriyor. Osmanlı aydın ve bürokratlarının ortaya koyduğu birikimi anakronizme düşmeden değerlendiren çalışmaların azlığı dikkat çekiyor. Oysa her ne kadar hataları olsa da, özellikle Osmanlı’nın son yarım yüzyılındaki birikimde bugünkü entelektüel seviyenin üzerine çıkabilen düşünsel derinlik ve çeşitlilik olduğu görülür. Ne yazık ki aynı düşünsel derinlik ve zenginliği Cumhuriyet döneminde uzun süre göremeyiz ve hatta bugün de gördüğümüz meçhul diyebiliriz. O günün zor şartlarından büyük bir özveriyle kendini yetiştirmiş bu insanların devletin en zor durumunda el yordamıyla bir şeyler yapmaya çalıştığı gerçeğini görmeyerek yapılan ideolojik değerlendirmeler bir fayda sağlamayacaktır. Evet, Osmanlı aydını doğru ve haklı çıkarımları kadar yanlış ve hatalı çıkarımlarda da bulunmuş ve istenmeyen mecralara savrulmuştur fakat bu durum düşüncenin üretildiği ve geliştiği ortamda doğal olanıdır. Dolayısıyla Osmanlı aydınını ele alırken dikkatli davranmak hem bilginin/bilimin izzeti, hem değerlendirilen kişiye saygı ve hem değerlendiren kişinin öz saygısı için zorunludur. Ancak böyle bir rikkatle yapılan değerlendirmelerin fayda sunması beklenir.

Onlardan biri olduğunu düşündüğüm Türk Düşüncesinde İstikamet Arayışı adlı çalışma Osmanlı’da Tanzimat ile başlayan ve hem modernleşme hem de Batılılaşma çabalarını içeren düşünsel serüvenin izini sürüyor. Mahya Yayıncılık tarafından neşredilen eser yüz doksan iki sayfadan oluşuyor. Türk Düşüncesinden İstikamet Arayışı, Vahdettin Işık’ın doktora tezinin bir bölümünün yeniden ele alınarak düzenlenmesiyle oluşturulmuş. İçerik, Giriş ve Sonuç kısımları hariç dört bölüme ayrılmış diyebiliriz. Bölümler sırasıyla Tanzimat’tan Kalan Miras, Kendini ve Muhatabını Yeniden Tanımlama İhtiyacı, Kavram Değişimi ve Doğu-Batı Kavramlarının Yeni Kullanımları, Doğu ve Batı Tartışmalarında Üç Tutum şeklinde isimlendirilmiş. Yazar çalışmanın amacını “Doğu ve Batı kavramları dolayımından, II. Meşrutiyet dönemi Türk düşüncesindeki istikamet arayışını göstermek” olarak açıklıyor. Mesele Doğu-Batı diyalektiği olunca ben-öteki gerilimi, Avrupa-merkezci bakış açısı ve tarih yazımı, oryantalizm, modernite, Aydınlanma, emperyalizm gibi konular doğal olarak doğrudan mevzunun içine giriyor. Bu paketin içine farklı yönleriyle direniş çabasını da eklemek gerekiyor. Sosyal, siyasi, kültürel, ekonomik ve nihayetinde dini açıdan çok yönlü, çok kapsamlı, çok saçaklı bir etkileşim ağından bahsediyoruz.

Vahdettin Işık kapsamı daraltarak II. Meşrutiyet dönemine yoğunlaşıyor fakat elbette buraya nasıl gelindiğini göstermek için Tanzimat’tan Kalan Miras başlıklı bölümde on sekizinci yüzyıl Avrupa’sının on dokuzuncu yüzyıla yığdığı düşünsel iklim ve bu iklimin Doğu’ya yönelik yorumlarını özetliyor. Dönemin bağlamı içinde neyin amaçlandığı ve nasıl bir yol izlendiğini göstermeyi deniyor. Diğer yandan Batı’nın bu çabasının Doğu’da nasıl yankı bulduğu ve ne tür sonuçlara yol açtığını göstermeye çalışıyor. Tanzimat denilen şeyi tam da bu çabaların bir sonucu olarak okumak mümkün. Okur bu bölümde Tanzimat’ın amacı, işlevi ve bir açıdan sonuçlarıyla karşılaşıyor. Yazar, ikinci bölüm olan Kendini ve Muhatabını Yeniden Tanımlama İhtiyacı’nda modern Batı’nın tanımlamalarına karşı hem Batı’yı tanımak ve kendini konumlandırmak isteyen Doğu’nun pek sistematize olamayan çabaları üzerinde duruyor. Bu süreçte ortaya çıkan en önemli şeyin kavramsal karmaşa olduğu görüyoruz. Zira Batılı kavramları kullanmak zorunda kalan bir düşünce evreninin oluşu etkinin boyutlarını arttırıyor. Bununla birlikte gelenekten alınan bazı kavramlardan faydalanmak isteyen girişimler de bulunuyor fakat yeni durum karşısında yetersiz kalan kavramların içeriklerinin değiştirilerek kullanılma gerekliliği yeni sorunları ortaya çıkarıyor ve özellikle dini açıdan gelenek-yenilik çatışmasına yol açıyor. Yaşantının içinde faal olan eski kavramların yetersizliği bir yana, hayatı bambaşka bir boyuta taşıyan yeni kavramların gücü ve içeriği değiştirilmek durumunda kalınan eski kavramların uyum sorunu kafaların karışmasına neden oluyor. Müslümanların entelektüel ortamını en net yansıtan bölüm burası diyebilirim.

Kavram Değişimi ve Doğu-Batı Kavramlarının Yeni Kullanımı başlıklı üçüncü bölüm Batı düşüncesi içinde Doğu-Batı kelimelerinin nasıl asli (yön bildiren) hüviyetinden soyutlanarak siyasi ve dini birer kavram hâline gelişini ele alıyor. Metnin bu bölümü Doğu karşıtlığı üzerinden şekillenen Batı düşüncesinin bir yandan kendisine mevzi kazanırken bir yandan da yaptıklarını nasıl meşrulaştırma yöntemine dönüştürdüğünü açıklıyor. Yazar bu durumu sorun hâline getiren şeyin, Doğu için yön bildiren, coğrafik veya etnik etnik isimlerin salt birer sözcük olmanın dışında bir anlamı olmamasına karşın Batı’nın kategorik indirgemelerine maruz kalarak oryantalist söylem ve eylemlere dayanak yapılması olduğunu savunuyor. Işık, Batı’nın buradaki indirgeme ve politize etme süreçlerini felsefi ve tarihsel arka planıyla birlikte değerlendiriyor. Dolayısıyla biraz özet de olsa Doğu-Batı gerilimi haritalandırıyor. Bu bölümde dikkat çeken bir başka konu ise İslami gelenekte önemli bir misyonu olan fıkıh ilminin yeni dönemdeki konumu diyebiliriz. Batı’dan etkilenen Müslüman aydınların fıkhın alanına giren yorum ve çözüm önerilerine ulema tarafından sert şekilde karşılık veriliyor. Buradaki keskin dönüşümün bugün de yansımalarını yaşadığımız yeni bir tartışma boyutunun ortaya çıkmasına neden olduğunu görüyoruz. Geleneksel anlayışın yetersiz kaldığı düşüncesi modern dünyaya yönelik yeni bir dil ve yorum getirme çabasını güdüyor. Bir anlamda fıkıh geleneği modernite ile çatışma içine giriyor.

Yazar, Doğu ve Batı Tartışmalarında Üç Tutum başlıklı dördüncü bölümde şimdiye kadar yaptığı analizlerden yola çıkarak Tanzimat’ın birikimine de içine alacak şekilde II. Meşrutiyet döneminin düşünsel atmosferini yorumluyor. Osmanlı aydınının Doğu-Batı geriliminde nerede durduğu göstermeye çalışan Işık, ortaya çıkan düşünce evrenini başlıca üç kategoriye ayırıyor. Literatürde İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük şeklinde yapılan tasnif, Işık’ın başlıca temsilcileriyle birlikte yeniden kategorize ettiği şekliyle İslami Tecdid Hareketi, Garbçılık (Batıcılık) ve Telifçilik olarak sıralanıyor. Işık dönemin entelektüel düşüncesinin Batı ve İslam ile ilişki kurma biçimleri bu yeni tasnifi gerekli kıldığını savunuyor. Bu bölümdeki tartışmalar Sırat-ı Müstakîm ve İctihad dergilerinde yer alan yazılardan yola çıkılarak yapılıyor ve metnin tamamı bu iki derginin yayın politikasına göre yorumlanıyor.

Türk Düşüncesinde İstikamet Arayışı’na yönelik üç temel eleştirim var. İlki, metnin ele alış biçiminin Doğu-Batı geriliminin modern dönemde ortaya çıkmış gibi bir görüntüye yol açıyor oluşu. Oysa Antik Yunan metinlerinde de biliyoruz ki Doğa-Batı diyalektiğinin kökeni antikiteye kadar uzanıyor. Bu yönüyle yön, coğrafya ve etnik kimlik bildiren sözcüklerin Doğu’da kısmen politize olmadığını söylemek mümkünse de Batı’da tam tersi olduğu kesindir. Bu gerçek doğal olarak oryantalist söylem ve ötekileştirme temelli hem teorik çalışmaların hem da pratikteki uygulamaların iskeletini oluşturuyor. İkincisi, iki dergiyle kısıtlanan çalışmanın kapsamının genele teşmil edilerek yorumlanmasının -ki bu eleştiriyi yazar metin içinde kendisi de yapıyor- yol açtığı muğlaklık. Bu özelliği metni bir yanıyla kısıtlarken diğer yandan başlığın altını tam olarak dolduramamasına yol açmış görünüyor. Dönemin aydınlarının düşünce evreninin daha geniş daha çeşitli olduğu kanaatindeyim. Üçüncüsü ise ulusçuluk veya Türkçülük tasnifinin farklı bir kategori içine dâhil edilerek bir şekilde silikleşmesi sonraki dönemin politikalarını anlamlandırmada eksikliğe neden olabileceği tehlikesine neden olması diyebilirim. Zira Cumhuriyet’in hem kurumsal hem de kuramsal açıdan hangi fikir üzerine inşa edildiğini söylemeye gerek yok. Elbette şerh düştüğüm yerler daha fazla lakin konu bağlamında biraz tali kaldığı için alanı daha fazla işgal etmek istemem.

Kitapla ilgili iki konunun ise beğeni seviyemi farklı boyuta taşıdığını söylemeliyim. Bunlardan ilki, bir tanıdıktan nostaljik bir kartpostal almış gibi insanın içini ısıtan kapak çalışması oldu. Bu nezih çalışma bir okur olarak beni alıp kitabın ya da bağlamın içine konumlandırdı. Diğeri ise sessiz bir manifestoya dönüşmüş Sonuç bölümü. Açıkçası metnin geneli çok kıymetli, çok öğretici, zihin açıcı fakat sonuç bölümünün başka bir boyuta kapı araladığı kanaatindeyim. Okunup okunup notlar alacak, dersler çıkaracak, üzerine düşünüp fikir üretilecek nitelikte zengin bir metin olmuş. Türk Düşüncesinde İstikamet Arayışı Osmanlı aydınının modernleşme ve Batılılaşma sürecini nasıl ele aldığına özet ama derinlemesine bakma imkânı tanıyor. Umulur ki kazanılan özgün bakış açısıyla bugünü de içine alan ve hamaset içermeyen bir yorumlama ayrıcalığı sunar.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

1 Mart 2022 Salı

Veled-i Kalp: Hikemü’l-Atâiyye

Pek kıymetli hocam Mahmud Erol Kılıç; bir konferansında irfanla talep arasındaki ilişkiyi kısaca yorumlamış ve “hakiki talibin olduğu yere irfan uğrar, talip yoksa irfan kendini sırlar” demişti. O sırrı açmak için de şüphe yok ki Hakk’ın “el-Karîb” ism-i şerifinin tecelli etmesi gerekiyor. Yakınlaşmak için asgari ödevlerin ifasından ziyade azami gayret ve samimiyet isteniyor. Böylece kurbiyet vuku buluyor ve irfan, nice hikmetleri âriflere sunuyor. Ârifler de o hikmetleri birbirine bitişik olan aşk ve ilim pınarında gezindirip, bizlerin anlayabileceği biçimde yorumluyor. Henüz şerhin ne olduğuna gelmedik bile. Yukarıdan aşağıya doğru ilerliyoruz. Yanlış anlaşılmasın, bu bir düşme değil, düşünme eylemi. Şerh de belki bu olsa gerek: hikmetin temellerine sadık kalarak yeniden yorumlama. Neden? Her asırda bir kez daha kıymeti bilinsin ve kirini tozunu atmak isteyen gönüllere refik olsun diye.

Tasavvuf ile nitelenmenin şartı hikmet sahibi olmaktır” diyor büyük gönül sultanlarından Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye’de. Hikmet nasıl bir çağlayansa, ondan bir şeyler fısıldayan ismi ebediyete taşıyor. Herhalde burada rıza-yı Bârî, şefaat-i Resûl, himmet-i Ricâl kaidesi işliyor. Hakikat perdesini açıp irfan sofrasına oturanlar, büyük bir cömertlikle tüm insanlığa o sofradan ikramlar sunuyor. Nihayet asırlar geçse de hikmet kiminin baş ucunda, kiminin sırt çantasında, kimininse kütüphanesinin nadide bir köşesinde çağıldamaya devam ediyor. Bir gerçek var ki hiç değişmiyor: hikmeti kalp yurduna yerleştirmek. Sonrası için vaktiyle bir meczup şöyle demiş: “Artık sabah akşam sana düğün bayram. Oynar durursun.

Günümüze ulaşan büyük tasavvuf yollarından Şâzeliyye, 13. yüzyıl itibariyle İskenderiye ve Tunus şehirlerinde teşekkül ediyor. Mısır, Suriye, Malezya ve Endonezya’da serpildikten sonra Afrika’dan Anadolu’ya, oradan Balkanlar’a ve Amerika’ya dek uzanan çok geniş bir halka kuruyor. Ahmet Murat Özel’den öğrendiğimize göre Silâhdar Abdullah Ağa tarafından yaptırılan 1786 yılında yaptırılan Alibeyköy Şâzelî Dergâhı, İstanbul’daki ilk Şâzelî zâviyesi. İstanbul’da önemli etkiler bırakmış Şâzelî şeyhi ise Şeyh Zâfir adıyla bilinen Muhammed Zâfir el-Medenî. II. Abdülhamid, Beşiktaş’taki Ertuğrul Tekke’sini onun için yaptırmış. Bu yol öyle rehberler yetiştirmiş onların yetiştirdiği talipler de birer rehber oluvermiş. Birkaç mühim ismi burada anmamız gerekiyor: Meşîş el-Hasenî, Ebu’l-Abbas el-Mürsî, Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî, Yâkūt el-Arşî ve yazımızda acizane değineceğimiz kitabın müellifi, büyük sûfî İbn Atâullah el-İskenderî. Şâzeliyye’de marifet sahibi olmak, tüm dervişlere öğütlenen bir menzil. Bu menzile ulaşanlar, elde ettikleri ganimetleri sade kendilerine katmamış, yeryüzünün dört bir yanına da yaymış. Bu gerçek bendenize hep Ebu’l-Hasan Harakânî’nin şu sözünü hatırlatır: “Sabah olunca âlim ilmini, zâhid zühdünü, tacir de ticaretini artırmak için uyanır. Ebu’l-Hasan ise bir kardeşinin gönlünü saadete kavuşturmanın derdindedir.

Atâullah el-İskenderî pek çok eser neşretse de onu en çok Hikemü’l-Atâiyye adlı eseriyle biliyoruz. Bu eser, tasavvuf ilminin nice sırrını ihtiva eden üç yüze yakın sözden oluşuyor. Pek çok şerhi ve tercümesi yapılan esere dair elimizde yepyeni bir çalışma var artık. Fatih Yıldız’ın yayına hazırladığı ve Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen bu çalışmanın sahibi vaktiyle Meclis-i Meşâyih reisliği ve Urfa milletvekilliği yapmış bir kâdirî şeyhi olan Saffet Yetkin. Kendisi, sanat ve edebiyat yazılarıyla tanınan Suut Kemal Yetkin’in babası. 1866-1950 yılları arasında yaşamış olan Saffet Efendi; cumhuriyet devrinde Fahreddîn-i Irâkī’nin Lemaʿât, Şehâbeddin Sühreverdî’nin Heyâkilü’n-Nûr ve Atâullah el-İskenderî’nin Hikemü’l-Atâiyye’sini dilimize tercüme etmiştir. Yine kritik bir dönemde Cem‘iyyet-i Sûfiyye’nin idaresini yürütmüş ve bu cemiyete ait Tasavvuf dergisinin imtiyaz sahipliğini yapmıştır. Siyasi hayatı da oldukça hareketli olan Saffet Efendi, “Hilafetin ilgası ve Hânedân-ı Osmânî’nin Türkiye haricine çıkarılmasına dair teklif” teklifi meclise sunan kimsedir. Bu teklif onun sonradan hep menfi manada hatırlanmasına sebep olsa da teklifin görüşülmesi esnasında Urfa milletvekili olarak şu önemli ifadeleri dile getirmiştir: “Cumhuriyet idaresinin asıl vazifelerinden en birincisi İslâm ahkâmının muhafazasıdır. Hulefâ-i Râşidîn’den sonra Cumhuriyet devrine kadar hilafet meselesi tetkik edilmemiş ve hakkında mantıklı ve doğru bir hüküm verilememiştir. Cumhuriyet rüştü ve sağladığı hürriyet ve adalet sayesinde hilafet meselesini bütün İslâm âlemine tahlil ve ilan edecek duruma gelmiş bulunuyoruz. Herhangi bir İslâm hükümeti adalet ve hak üzere yönetimi üstlenirse o hükümet yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Bu şartlar ancak cumhuriyette bulunabilir. Hilafetin mahiyeti aklen ve mantıken TBMM’nin mânevi şahsında tamamıyla tecelli etmiştir. Aksi İslâm hilafına bir manasız sözdür.

Saffet Efendi’nin tasavvufi düşüncesinin merkezinde Muhyiddin İbnü’l-Arabî yer almaktadır. Dolayısıyla o, hem vahdet-i vücûd mesleğini benimsemiş, Ekberiyye ekolünün güçlü temsilcilerinden biridir. Uzun yıllar felsefe ve kelam üzerine çalışıp kendine bir durak bulmaya çalışsa da gayesine Fütûhât-ı Mekkiyye ile ulaşmıştır. Hatta Yetkin İlker Jandar’dan öğrendiğimize göre vahdet-i vücûd meselesiyle alakalı eser sahibi olan babası Şeyh Abdülkadir Efendi’den İbnü’l-Arabî’nin evrâd ve ezkârını icazet yoluyla almıştır. Şerh bu gözle okunduğunda, okuyucuyu manen oldukça zenginleştirici olduğu görülecektir hiç şüphesiz. Hem müellif hem de şarih sûfî olunca, çok eski devirlerden beri söylenen “Namazda Kur’an’dan başka bir kitap okumak câiz olsaydı Hikemü’l-Atâiyye okunurdu” sözü, daimî bir anlam kazanacaktır. O hâlde sözü daha fazla uzatmadan Atâullah el-İskenderî’nin mürşidi Ebü’l-Abbas el-Mürsî’ye takdim ettiği hikmetlerinden ve Saffet Efendi’nin bu hikmetlere dair açıklamalarından birkaç misal vererek bitirmek isterim.

12. Hikmet: Halk ile görüşmekten uzaklaşarak uzlet köşesine çekilip tefekkür meydanına girmek gibi kalp için faydalı bir şey yoktur.
Şerh: Halk ile görüşmekten uzaklaşarak kalbin manevî hastalıklarını tedaviye çalışmak Hak yolu sâliklerinin vecibelerindendir. Bu manevî hastalıklar, uygunsuz kimselerle görüşmek ve nefsin hevasına uymak gibi hissiyat âlemiyle uğraşmaktan ileri geldiği için, bunların tedavisi birçok yolla olabilir. En iyisi ve faydalısı, halkın yaramaz sohbetlerinden uzaklaşıp kurtulmaktır. Böyle bir kurtuluş Hak yolunda yürüyenlerin iltizam edecekleri dört şartın biridir. Diğerleri de açlığa, uykusuzluğa ve pek az konuşmaya alışmaktır. Bunlara devam, pek doğru tefekkürlere yol açar.

80. Hikmet: Olabilir ki sana verir de men eder ve olabilir ki men eder de sana vermiş olur.
Şerh: Hak Teâlâ kulunu hoşlanacaklarından ve lezzetlerinden men ile alıkoyarsa bu büyük, İlâhî bir vergidir. Çünkü kulunu kendiyle beraber bırakmış ve nefsinin isteklerinden alıkoymuştur. Bunun aksi ise zâhirde her ne kadar vergi olarak görülürse de hakikatte asıl alıkoymak odur. Muhyiddin İbnü’l-Arabî buyuruyor ki, “Alıkonulursan bu onun vergisidir. Sana verilirse o da alıkonulmaktır. Almak üzerine almamayı tercih et. Kulun üzerine vacip olan, tedbir ve tercihi Rab Teâlâ’ya terk etmektir.”

179. Hikmet: İbareler dinleyenlerin gıdasıdır. Senin için ancak yiyebileceğinden başka bir şey yoktur.
Şerh: Nasihat ve hikmetleri işitip dinleyenler fakra ihtiyaç ile muttasıftırlar. Bunlar onların gıdalarıdır. Bu gıdalar muhtelif olduklarından birine yarayan gıda diğerine yaramaz olabilir. Bir alimden yahut ariften ve bu yolun sâliklerinden birinden işittiğin bir ibareden faydalanamazsan sana yarayacak bir gıda olmadığını bilmelisin. Sana yaramaz da başkalarına yarayabilir. İşitilen herhangi bir mânanın işitenin hâliyle mütenasip olması gerektir.

223. Hikmet: Bilgi ile Allah korkusu beraberse senin içindir. Beraber değilse o bilgi senin aleyhinedir.
Şerh: Arapça kelimelerin eş anlamlı kısımlarında birbirlerine nispetle, terimlerine göre farklar vardır. Havf ve haşyet kelimelerinin her biri “korku” anlamını ifade eder. Fakat havf, “mutlak korku” demektir. Haşyet ise, “tazim ve ululama ile korku” anlamında kullanılır. Allah’ı tazim ile haşyette bulunan kimseyi, bu haşyeti dünya ve âhirette faydalandırır. Haşyetsiz bilgi dünya ve âhirette zarar verir. Dünya bilginleriyle âhiret bilginlerinin birbirlerinden ayrılışları işte bu noktadadır.

236. Hikmet: Kâinata sığabildiğin, ancak cismaniyetin hasebiyledir. Yoksa ruhaniyetin bakımından kâinata sığamazsın!
Şerh: İnsanın cismaniyeti hasebiyle kâinata sığmış olması aynı cinsten olmak dolayısıyla, münasebetleri olduğundandır. Maddi, yemek ve içmek gibi ihtiyaçları temin edilir. Fakat bu insan için bir hususiyet değildir. Çünkü insanın mertebesi maddiyata nispetle çok yüksektir. Ruhaniyeti hasebiyle kâinata sığamayışı arada bir münasebet olmadığındandır. Şu hâlde kâinatı yaratan, mükevvin Allahu Teâlâ ve Tekaddes’e doğru seyir ve sülük, insandaki kadir ve kıymetin yüksekliği icabıdır. Şayet bunu ihmal edecek olursa esfel-i sâfilin / aşağıların en aşağısına yuvarlanmış olur.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Muhit dergisinin 26. sayısında yayınlanmıştır.

28 Şubat 2022 Pazartesi

Dost bağının gülleri

"Kim bir kavme benzerse o, onlardandır."
- Hadis-i Şerif

İnsanlara iyiyi, güzeli ve doğruyu öğretmek; Hak yolu göstermek için Hz. Adem’den (as) Hz. Muhammed (sav) Efendimize kadar nice peygamber gelmiştir. Cenâb-ı Hak, bütün peygamberleri aracılığıyla kullarına kendini tanıtmış ve gaflet içindeki insanın akletmesini istemiştir. İnsanın gaflete düşmesi şüphesiz ki fıtratındandır ve bunda dahi Allah’ın bir rahmeti vardır.

Eğer siz günah işlememiş olsaydınız Allah sizi yok eder, başka bir kavim getirir, onlar günah işlerler, günahlarının bağışlanmasını Allah'tan isterler, Allah da onları bağışlar.” mealindeki hadis, bize insanın günah işlememek üzere yaşamasından ziyade gaflete düşmeye karşı Allah’a sığınmak üzere yaşaması gerektiğini söylüyor. İnsanın meleklerden üstün olabilmesinin yolu da kalbiyle akledip nefsine galip gelmesidir.

Cenab-ı Hak, bu imtihan yurdunda kullarını elbette bir başına bırakmamıştır. Allah’ın veli kulları, sözleri ve davranışlarıyla Cenâb-ı Hakk’ın peygamberleri aracılığıyla yaktığı İlahî hakikat çerağını kıyamete dek diri tutacaklardır. Bizlere düşense ayet ve hadislerin rehberliğinde, sünnet ve şeriat dairesinde bu velîlerin gösterdiği sırları keşfetmeye çalışmak ve kalplerimizle aklederek hakikatten kopmamaktır. Hud suresinin 120. ayetinde Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini kuvvetlendireceğimiz bilgilerin her birini sana anlatıyoruz. Bunlarda sana gerçeğin bilgisi, müminlere de bir öğüt ve bir uyarı ulaşıyor” Bu ayetin ışığında şunu açık bir şekilde söyleyebiliriz ki Allah dostlarının hikayelerini okumak da bizim katılaşmış kalplerimizi yumuşatacak ve ayaklarımızı sabit kılacaktır. Cüneyd-i Bağdadî, “Sûfilerin ve velilerin sözleri, ulu ve yüce Allah’ın askerlerinden bir askerdir. Şayet müridin kalbi kırıksa, maneviyatı bozuksa bu asker onu takviye eder; mürid bu askerden yardım bekler, medet umar.” buyuruyor. Dünya kalelerini fethetmek için dünya ordularına ve dünya askerine ihtiyaç olduğu gibi gönül kalelerini fethetmek de ancak gönül erleriyle mümkündür.

Ebu Ata Abbas şöyle buyuruyor: “Eğer Allah Teâlâ’nın dostlarının sevgi eteğine yapışmaya kadir olamazsan bari Allah dostlarını sevenlerin muhabbet eteğine tutun, dostlarına dost ol çünkü onları sevenleri sevmek, aynen onları sevmektir.” Cenâb-ı Hak, “Siz hiç akletmez misiniz” buyururken bir başka ayette ise “Kalpleri vardır, onunla aklederler.” buyuruyor. Gaflet ehli olanlar, yalnızca “Siz hiç akletmez misiniz?” ayetini görüp hayatı akılcı bir anlayışla ve bilim ışığında okumaya çalışırken pek çok İlahî sırrı da gözden kaçırıyor. Cenâb-ı Hak, insanın kalbiyle düşünmesini istiyor. Burada sevgi odaklı bir düşünme sistematiğinden bahsetmek mümkündür zira kâinatın yaradılış gayesi sevgidir. Allah’ın sevgili kullarının hayatlarını, onların birer inci değerindeki kıymetli sözlerini ve ibretamiz tavırlarını okumanın Allah katında bize de bir rahmet vesilesi olacağını ümit etmeliyiz. Feridüddin Attar, “Sûfi ve veli olmadığı halde onları seven, onların eserlerini ilgiyle okuyan kimse kendini Ashab-ı Kehfin köpeği gibi görmeli. İyi insanlarla manen bulunduğu için hiçbir zaman ümitsiz ve eli boş geri dönmeyeceğine inanmalıdır.” sözüyle bizim bu ümidimizi dillendiriyor.

Pinhan Yayıncılık'tan 2011 yılında okuyucuyla buluşan Evliya Menkıbeleri, Abdurrahman Câmî’nin, Allah’ın velî kullarıyla ilgili söz ve davranışları bir araya getirdiği bir eseri. Eser, ilk olarak Sülemî tarafından kaleme alınmış. Sülemî eserinde 103 velînin söz ve davranışlarına yer vermiş. Daha sonra Herevî, eseri Farsçaya çevirirken esere 120 velîye ait söz ve davranışları da eklemiş. Abdurrahman Câmî eserdeki velî sayısını 616’ya çıkarmış. Son olarak Lâmiî, eseri Türkçeye tercüme ederken eserde yer alan isimleri 650’ye yaklaştırmıştır. Süleyman Uludağ ve Mustafa Kara hocalarımızın titiz çalışmalarıyla yayıma hazırlanan eserin hocalarımızın ifadesiyle gerçekliği sorgulanarak değil kısadan hisse alınarak okunmasını temenni ediyoruz. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadisinde, “Alimler nebilerin varisleridir. Nebiler miras olarak ne para ne pul bırakmışlardır. Kim ilme sahip olursa büyük bir nasibe sahip olur.” buyuruyor. Bu hadiste işaret edilen alimler velîlerdir. Her ne kadar modern çağ insanı, hayatı bilimsel veriler ışığında okumaya alışmış olsa da Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve rahmet eli velî kulları aracılığıyla her zaman insanların üzerindedir. Ne var ki yüce Allah ilmini sebeplere gizlemiştir. Bu nedenle insan, hayret makamının sırrını idrak etmeli ve yaratılmış her şeye hayret makamından bakabilmelidir.

Evvela bizim gönlümüze olmak üzere gaflette bulunan bütün gönüllere rahmet vesilesi olması dileğiyle kitapta isimleri ve halleri zikredilen velîlerin sözlerine değinelim. Kararmış gönüllerimize ışık olmasını niyaz edelim. Herevî şöyle söylüyor: “Hakk’ın hastası bellidir. Onu görmüş olan kimsenin vücudundaki canı çıldırır. Nerede rahat bulsa rahata düşman olur. Zira gariban için vatan, müflisler için sermaye ve tevhid yolcusunun yol arkadaşı O’dur. Ne vakit sermeyeni elinde tutan ve derdine uygun ilacı kendisinde bulunduran bir kimseyi bulursan onun eteğini iyi tut." Mürşid, müridinin fıtratına uygun bir eğitim metodu uygular. Her müridin nasibi başka bir kapıdandır. Talip, önce doğru kapıyı bulmalı; sonrasında mürşidine bir ölünün ölü yıkayıcı karşısındaki teslimiyeti gibi teslim olmalıdır. Kalbin akletmeye başlayabilmesi ve İlahî sırları keşfedebilmesi için talibin evvela nefsini, kibrini ve aklını mürşidine teslim etmesi gerekir.

Maruf Kerhî şöyle söylüyor: “Sûfi bu dünyada misafirdir, misafirin ev sahibini (dünya ehlini) rahatsız etmesi cefadır. Edebe riayetkâr olan misafir bekleme durumunda olur, kimseyi sıkıştırmaz.” Tasavvufî hayatın özünde dünyayı terk vardır. Dünyayı terk etmenin hikmeti ise Kerhî’nin bu sözünde ortaya çıkıyor. Elbette kolay değildir dünyaya sırt çevirmek. Ciddi bir talim gerektirir. Hak yolcusu, bir kapıya kapılanmaya niyet ettiğinde önce sınanır. Yolun meşakkatine katlanıp katlanamayacağına bakılır ve titiz bir yöntemle ve sırayla mertebeleri aşması sağlanır. Nasıl ki annesinde süt emen iki yaşındaki bir çocuğa et yedirilemezse sülûkunun başındaki bir dervişe de ancak hazmedebileceği kadar İlahî sır verilir.

İnsanı dünyaya bağlayan hususların başında şüphesiz yeme, içme ve dünyevi zevkler gelir. Bu nedenle tasavvuf ehli; az yemeyi, az konuşmayı ve az uyumayı telkin etmişlerdir. Ebu Süleyman Daranî, “Her şeyin bir pası vardır, kalpteki nurun pası da tokluktur.” diyor. Bu sözdeki tokluk sadece karın tokluğu değil, her türlü duygunun tokluğudur. Beden doydukça ruh aç kalır. İnsan midesini doyurdukça kalbindeki nur da paslanır. İnsanın İlahî sırlara vakıf olabilmesi için ruhunu doyurması, dolayısıyla karnını mümkün olduğunca aç bırakması gerekir. Burada dikkat edilmesi gereken husus yemek için yaşamak yerine yaşamak için yemek düsturudur. Nihayetinde beden, ruhun elbisesidir ve aslolan ruhtur.

Herevî’nin şu sözü tasavvufun gayesini ve hangi esaslar üzerine kurulduğunu göstermesi bakımından mühimdir: “En yüce şerefe ulaşmak isteyen şu yedi şeyi diğer yedi şeye tercih etsin: fakirliği zenginliğe, açlığı tokluğa, aşağıda olmayı yüksekte olmaya, zilleti izzete, tevazuyu kibre, hüznü neşeye, ölümü hayata.” Sûfi, dünyada misafir olduğunu ve Allah’a döneceğini bilir. Bu dünyanın ahiretin tarlası olduğunu ve ahireti isteyenin dünyadan nasibinin olmadığını da bilir. Bunları bilince de güneşi sağ eline, ayı da sol eline verseler dahi yine de davasından dönmeyecek olan kutlu Nebi’nin güzel ahlâk üzerine kurulu hayatını kendine rehber edinir. Tasavvufta sohbet önemli bir yer tutar. Özellikle mürşidin sohbet halkasındaki müridler sohbet yoluyla nefis mertebelerini geçer. Mürşidin sohbeti, müridin fıtratına uygun olmalı. Bununla beraber sohbetin dahi fazlası zararlıdır. Serî Sakatî, “Kötülerin sohbetinden uzak dur, iyilerin sohbeti de seni Allah’tan alıkoymasın.” buyuruyor. Halvetteki Allah dostlarından birinin yanına giren bir derviş, “Yalnız mıydınız?” diye sorunca Hazret “Az önce Allah’la beraberdim, sen gelince yalnız kaldım.” buyurmuştur. İnsana lazım olan her daim kendisine şah damarından daha yakın olanın idrakinde bulunmaktır.

Rüveym bin Ahmet, tasavvufun ne olduğuna dair bir soruya şöyle cevap vermiş: “Tasavvuf, senin hiçbir şeye malik olmaman, hiçbir şeyin de sana malik olmamasıdır.” Bu sözü iki şekilde anlamak mümkündür. Birinci anlamında tasavvufta esas olanın fakirlik olduğu ortaya konurken ikinci anlamında dünyalık sermayedeki amacın Allah rızası olması gerektiği anlaşılır. Tasavvufta makbul olan fakirlik, kulun Allah’tan başka hiçbir sebebe güvenmemesine yönelik fakirliktir. Dervişe yakışan fakirlikten ötürü insanlara el açacak duruma düşmek değil, dünyanın nimetlerine değer vermeyip Allah’tan başkasına el açmamaktır.

Tasavvufta esas gaye hakikate ulaşmaktır ama hakikate ulaşmak için şeriat kapısından geçmek şarttır. Şeriat kapısından geçmek yeterli değildir zira örtüsünü de kaldırmak icap eder. Tarikat örtüsünün ardından hakikatin özüne ulaşılabilir. Bütün sırayı gözetmek ise marifet gerektirir. Tasavvuf ehli bu durumu izah etmek için cevizi rumuz olarak kullanır. Cevizin dışındaki yeşil renkli tabaka şeriattır. Bu tabaka cevizin içindeki lezzetli ve doyurucu özü korur. Bu tabakaya ihtimam gösterilmezse içindeki öze ulaşılamaz ancak sadece bu tabakayla ilgilenilirse içindeki öz de ortaya çıkamaz. Cevizin kahverengi sert kabuğu tarikattır. Bu tabaka içindeki özü dünyanın soğuğundan, sıcağından, yağmurundan, karından ve hatta börtü böceğinden korur. Tarikat da dervişi dünya hayatının her türlü çeldiricisinden muhafaza eder ancak derviş öze ulaşmak istiyorsa bu kabuğu da kırmalıdır. Tarikat kabuğunu da kıran derviş, cevizin içindeki zarı da soyduğunda hakikate ulaşmış olur. Şeriat, tarikat ve hakikat sırasını gözetmeye; herkese bulunduğu mertebeye göre davranmaya da marifet denir. Kuru kuruya Allah dostu olduğunu iddia eden kişi kabuğu kırmadan cevizi yediğini iddia etmiş gibidir. Bu konuya dair Ebu Hasan Verrak. “Allah’a muhabbetin alameti, dostu Resulullah’a (sav) tâbi olmaktır.” buyuruyor. Tasavvuf büyüklerinin pek çoğu, “Şeyhlik iddiasında bulunan bir kimsede sünnete ve Kur’an’a aykırı bir davranış görürseniz ondan derhal uzaklaşın.” buyururlar.

Yazıyı Allah dostlarının sözleriyle bitirelim:

Ebu Ali Râzî: “Allah Teâlâ’nın seni halktan sıkılır bir hale koyduğunu gördüğün zaman bil ki seni kendisinden hoşlanır bile koymak istemektedir.

Ebu Cafer Muhammed Nesevî: “Her kim yüce Allah’tan başkasıyla huzur bulursa Allah Teâlâ onu terk eder. Her kim Allah Teâlâ’yla huzur bulursa başkalarının huzur bulma yolu ondan geçer.

Mevlânâ Celaleddin Rumî: “Yeryüzünden yukarıya doğru uçan bir kuş, göğe erişemezse de yukarıya doğru uçtuğu ölçüde aşağıdaki tuzaklardan uzaklaşır ve onlardan emin olur. Derviş olan bir kimse de dervişliğini kemale ulaştırmak için çalışır. Başaramazsa bile yine de halk ve esnaf zümresinden üstün olur. Dünya sıkıntılarından kurtulur ve rahata kavuşur. Yükü hafif olanlar kurtuldu ağır olanlar helak oldu.

Rabiâtü’l Adeviyye: “Bendeki gam, derli ve kederli olduğumdan değil; belki dertsiz ve kedersiz olduğumdandır.

Allah dostlarının her sözü dünya hayatının tuzakları karşısında gönlümüze birer kalkan gibi gerilir. Allah cümlesinden razı olsun, cümlemizi istifade edenlerin arasına katsın.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

25 Şubat 2022 Cuma

İki âşığın, ölümün gölgesi altında yaşadıkları

Güzide Sabri Aygün, 1886 İstanbul doğumludur. Babası Salih Reşat Bey, Adliye Nezareti memurlarındandır. Annesi Nigar Hanım, şair Koniçeli Kazım Paşa’nın yeğenidir. Edebiyat derslerini hocası Tahir Efendi’den almıştır. Yazdığı eserlerle dönemin kadın romancıları arasında yaygın bir şöhrete sahip olmuş, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrinin ilk yıllarında halk arasında çok tutulan kara sevda romanlarını yazmıştır. Eserlerinin bir çok baskıları yapılmış, bazıları da birkaç defa filme uyarlanmıştır. İlk eseri Münevver 1899’da, Hanımlara Mahsus Gazete'de tefrika edilirken, 1901’de kitap halinde basılarak Sırpçaya tercüme edilmiştir.

Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi romanında ise hüzünlü bir aşkı konu edinir. Birbirini çok seven fakat kavuşamayan iki âşığın, ölümün gölgesi altında yaşadıklarını anlatır. Olaylar ise Suat’ın yani Fikret’in ablasının soğuk, karlı bir gecede geçmişi anlatmasıyla başlar...

Fikret, güzel mi güzel genç bir hanımdır. Fakat hayat onu en güzel yıllarında belki de ömrünün ilkbaharın da ölümcül bir hastalıkla imtihan eder. Bazen bu hastalık onu çok güçsüz bırakır bazen de yataklara düşürür. Onun bu haline ise anneannesi çok üzülür. Bir gün Suat’a, Fikret’in tedavi olması için doktor bulmasını ister. Suat, bu isteği hemen yerine getirerek Nejat adında bir doktoru kardeşinin yanına getirir.

Nejat, yakışıklı ve anlayışlı bir adamdır. Onun böyle bir karaktere sahip olması Fikret’i oldukça etkiler ve geçen zamanda birbirlerine aşık olurlar. Öyle ki Fikret aşkın gücüyle hayata sımsıkı Nejat’la tutunurken, onun bu halini ablası anlar ve kardeşinin duygularını öğrenerek üzülmesinden çok korkar. Zira Nejat, evli ve iki çocuk babasıdır.

Nihayet günlerin böyle geçmesiyle Fikret, Nejat’ın muayenehanesine gider ve gerçekleri öğrenir. Hâlini ise büyük bir keder ve hayal kırıklığı alır. Zira geceler ve gündüzler boyunca ağlayarak imkansız aşkını düşünür. Fakat yapacağı hiçbir şeyin olmayışından bir gün çaresizce babasına mektup yazar. Gelen mektupla da babasının evleneceğini öğrenir. Bu durum onu bir kez daha yıkılmasına sebep olsa da her şeyi göze alarak yine de gitmek ister.

Ve günlerini üvey annesiyle geçirmeye başlar. Tek tesellisi ise musiki olur fakat aradan çok vakit geçmeden kabus gibi bir söylenti onun zayıf bedenini ve gönlünü çok yaralar. Zira üvey annesi Fikret’ten otuz yaş büyük bir adamla yani Sait Bey’le evlenmesini ister. İşin kötü yanı ise babasının da bu evliliğe razı olmasıdır ki Fikret ilk başlarda çok dirense de sonraları mecbur kabul eder. Bunun nedeni ise Nejat’ın ailesinin dağılmamasıdır. Çünkü eğer bir gün ona çok sevdiğini ve her şeye rağmen kavuşmak istediğini söyleyecek olursa emindi ki kendisine koşarak gelecekti. İşte bu yüzden herkesin mutlu olması için kendi mutluluğunu hiçe sayarak Sait Bey’le evlenir. Güzel bir çiftliğe yerleşerek günlerini bazen piyano çalarak bazen de kitap okuyarak geçirir.

Fakat burada şunu söylemem gerekirse: Güzide Sabri Aygün, tabiatı anlatırken çok hoş betimlemeler kullanmış. Özellikle çiçeklerin üzerinde detaylı durarak en ince ayrıntısına kadar anlatmış. Renklerine dahi çok önem vermiş. Okurken sanki bahçeler gözümde canlanmış gibi oldu...

Tekrar kitaba dönecek olursak Fikret seçtiği bu umutsuz ve münzevi hayatı çiftlikte yaşamaya devam eder. Fakat gönlünde hep Nejat vardır. Öyle ki her anını hayalen onunla yaşarken bir yandan da vicdan azabı çeker. Nitekim kocasının ona çok iyi ve müsamahakâr davranması canını acıtır. Haksızlık yaptığını düşünerek her gününü gözyaşlarıyla sonlandırır. Ama bir vakitten sonra hayatına güneş gibi bir güzellik doğar. Kader ona şirin mi şirin bir kız evladı bahşeder. Nedret'i... Fikret arık eski günlerine nazaran daha mutludur. Aldığı her nefesin kıymetini bilerek yaşar. Kızına itinayla bakar. Sait Bey’in ise bu durum çok hoşuna gider. Ömrünün sonlarına doğru verilmiş bu mutlulukla hep şükreder.

Fakat hayat aynı çizgide maalesef ilerlemez. İnsan, tam yaralarım kabuk bağladı derken yaralarını yeniden açacak kederli tesadüflerle karşılaşabilir ki bu acı tesadüflerden birini ne yazık ki Fikret de yaşar. Kader bir kez daha yolunu Nejat’la birleştirir. Ve büyük bir şaşkınlık sevdiği adamın karısını Sait Bey’in yeğeni olduğunu öğrenir...

Bu kısımdan sonra Nejat, Mediha ve çocukları bir süre Sait Bey’in çiftliğinde kalırlar ama Fikret için bu çok büyük bir imtihan olur. Sevdiği adamı her gördüğünde ondan uzak durmak için gönlünde çok zorlu savaşlar verir. Fakat bunlar bir vakitten sonra beyhude olur ki bir gün Mediha’nın her şeyi öğrenmesiyle gerçekler gün yüzüne çıkar... Ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Aşk için verilmiş tüm mücadeleler ölümün pençesinde son bularak Fikret ile Nejat’ın yollarını ebediyen ayırır ve geriye sadece yaşayan bir ölüden farksız Nejat’la, annesinin acılı hayatından geriye kalan Nedret olur... Bu hikaye ise bundan sonra onunla devam eder...

Ayrıca kitap, filme de uyarlanmıştır. Başrollerini Hülya Koçyiğit ve Ediz Hun’un yer aldığı Ölmüş Bir Kadının Mektupları'nı izlemenizi tavsiye ederim.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Onu tatlı bir rüya gibi hayalimde, kalbimde bir hatıra olarak saklamak istiyordum."

"Rüzgar, çiçeklerden topladığı güzel kokuları yüzüme serpti."

"Ay, bu gece odalara sisli bir ışık serpiyor; deniz, gökten dökülen gümüş pullar içinde..."

"Tahammüle karar vermiş insanların derin tevekkülü ruhuma sinmişti."

"Kalbimde uzak hatıraların yâdı var."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_