23 Şubat 2022 Çarşamba

Hayatın her anına dair kısacık öyküler

Gerilimli anlarımda daha çok sarılırım kitaplara, özellikle öykülere. Kimi yazılar hap gibi gelir öyle zamanlarda. İnsan bazen kendi içinde durduğu atmosferden kaçıp kitaptaki atmosferin içine girmek istiyor. Unutturuyor ne derdiniz varsa öyküler, o sayfalar arasında salındığınız saatler içinde. Peki, nasıl öyküler bunlar? Yoğun öyküler. Çünkü kendi günlük hayatınızın yoğunluklu karmaşasını, sinenizde beliren düğümleri unutturabilmesi için, işte öyle yoğun olması gerek bu öykülerin.

Kibrit çöpü kadar önemsiz şeyler yaşıyoruz günlük hayatımızda. Sonra bunlar kartopu gibi birbiriyle bitişe bitişe kocaman bir hal alıyor. Murathan Mungan gibi yazarlar da, gerek kendi yaşadığı, gerek tanıklık ettiği kibrit çöpü kabilinden olayları yoğunlaştıra yoğunlaştıra toplayıveriyor yarım sayfada. O önemsiz gördüğümüz, ama biriktikçe gönlümüzde kırıklıklar, kafamızda karışıklıklar oluşturan kibrit çöplerinden, böyle unutturan ve sakinleştiren öyküler çıkıyor. Kibrit Çöpleri’ni birkaç hafta önce, uyuyamadığım bir gecede okudum. Başımın ağrısı dindi, sakinleştim, sanki kendi içimden çıkıp da dışarıdan izledim kendimi.

Murathan Mungan, Kibrit Çöpleri’nde, alelade bir gün içerisinde görebileceğimiz her şeyi, her insanı, her olayı ve hayatı konu ediniyor. Neredeyse bir sayfa bile olmayan kısacık öykülerle, çevirdiğiniz her sayfada başka bir dünyaya, başka bir bakış açısına, başka bir muhayyileye dahil ediyor okurunu. Bazen “ah” dedirtiyor, bazen “yok artık”, bazen de öfkelendiriyor. En önemli özelliklerden biri de, tasvir ettiği mekânın içine alıyor okuru, sanki o sahneyi okuyor gibi değil de, resmen izliyor gibi oluyorsunuz.

Görünmezliğine hayranlık duyuyordum kadının. Bulunduğu yerde öne çıkma, görülme, fark edilme gayreti taşımayan ender kadınlardandı. Sadeliği silikliğinden değil, geri durmayı bilen tutumundan, ölçülü yaşama ve eyleme üslubundan kaynaklanıyordu. Dünyaya, klişelerin gözlükleriyle bakanların asla göremeyeceği sadelikte duru bir kadın. Gizemli, buğulu kadın havalarına girmeden, kendince bir gizem kazanmayı başarmış.

Bizimki o kızlardan değildi. Yılları anasıyla didişmekle geçmiş, ama o hep bildiğini okumuştu. Bir süredir hastaydı annesi, bir hastane odasında aletlere bağlı yaşıyor, arada bir gözlerini açıp kendine geliyor, sonra yeniden gömülüyordu sisli karanlığına. Aralarda bilincinin gidip geldiği söyleniyordu. Şimdilerde durumu iyice kötüleşmişti; belliydi, sayılıydı günleri.

İçindeki ejderha uyandığında üstündeki ağırlık da kalkıyor. Senin ağırlığın dünyanın yükü değil, kendi göz kapakların. Gözünü kendine açmıyorsun sen. Göz koyduklarını o uyandığında alacaksın dünyadan.

Bir gün düşüp bayılıverdim metrobüste giderken, yanımda kız kardeşim vardı. Ben bayılınca çok korktu, endişelendi, eli ayağı titredi tabi ama ağlayamadı. O an beni hastaneye götürecek birine ihtiyacım vardı çünkü. Gel gelelim akşam oldu, metrobüsten indiğimiz sırada ayağı takıldı kapıya, ağlamaya başladı. Bir şey demedim. Tam metrobüs köprüsünün ortasına gelince, “Abla, lütfen bir daha yapma böyle,” dedi bana. İşte insan bazen yüreğinin gizli kutularına saklayıveriyor gözündeki incileri. Onları döküvermek için bir kibrit çöpü bekliyor zaman zaman.

İşte belki de o kibrit çöplerinin bir araya getirilmiş hali oluyor bu kitap okur için. Ben okurken çok keyif aldım, okuyacak olan herkese, taze çay eşliğinde keyifli okumalar dilerim.

Nida Karakoç 

22 Şubat 2022 Salı

Kendini bulmaya çalışma sancısı

"Dal kendi içine, koş kendi kendinin peşinden, bul onu, bul kendini, bul ruhunu, bul, sev, bil, an, gör, kendi içinde gör Allah'ını. Kendine dön, kendine bak, kendine gel."
- Peyami Safa (Yalnızız)

"Nefsini bilen Rabbini bilir."
- Hadis-i Şerif

"Nefsinde olanı bilmeyen Rabbini nasıl bilebilir?"
- Ebû Saîd el-Harrâz

"İnsanlar da işte burada ya da işte şurada demeyecekler çünkü Tanrı'nın egemenliği içinizdedir."
- İncil

Kendini aramanın, kendini bulmaya çalışma sancısının, boşa bir arayış gibi gelen debelenmenin, ciğere oturan o bıçak saplantısının kelimelere dökülmüş hâli Zamanın Farkında. Allah Allah diyerek, bir satır okuyup uzaklara dalarak, kıt akıllıyız biz ya Hû, bize de buldur kendimizi, yolumuzu diye dua ede ede okumaya çalıştık.

Kitap adını, içerisindeki beş hikâyeden (hikâyeden öte bir tür benim için) en sonuncusunun başlığından almakta. Çağdaş Türk edebiyatının zaman mefhumu üzerine söz söyleyebilen nadide yazarlarındandır Şule Gürbüz. Bir mekanik saat ustası olmasının onu böylesi derin fikirlere ulaştırdığını düşünmekteyim. Şule Gürbüz bence Türkiye'nin yaşayan yedi harikasından biridir. Türk aydınının ondan öğreneceği çok şey var. Felsefe, dil, sanat, zanaat nasıl birbiriyle bağlanır kitaplarında görebiliriz. Biz sade vatandaşların da insanlığın bir üyesi olarak düşünmeye meyilli olduğumuzu alt metinlerde okuruz.

Şule Gürbüz'ün saat ustalığına bu kadar önem atfetmemin sebebi, insanlık tarihinde de insanı düşünmeye götüren ellerini kullandığı bilgisidir. Zanaatın önemini anlatmaya kendini adamış Gary Rogowski; çok uzun zaman önce, düşünmeyi ellerimizi kullanarak öğrendik, düşüne düşüne ellerimizi kullanmaya başlamadık, der. Zanaatın bizi insan yapan şey olduğunu belirtir ve yalnız değildir. Chicago Üniversitesi'nden Matthew Crawford da bir yandan motosiklet tamir ederken, bir yandan modern dünyada anlam ve değer üzerine felsefi metinler yazmaktadır. Her şeyin geçici olduğu, hele ki geçiciliği de atlayıp yerine bir anda gelip geçmenin geldiği modern dünyada, bizi insan yapan şeyler, kendini bilmek, iç yolculuklar üzerine söylenecek sözlerin olması çok değerli.

Kitapta yer alan beş farklı öyküde nefsimizin türlü türlü bozukluklarını okuyoruz. Öyle bir okuyuş ki gafil benliğimizden haberdar ediyor bizi. Müzik Hocası'nda karakterimizin kulak kesildiği adam "I've been waiting here for so long and all this time has passed me by" diyor. Karakterin inatla ve kibirle hayalindeki kişi olmak için yapması gerekenleri yapamamasını, yapabilenlere kıskançlıkla bakmasını ironik bir cümle halinde, hayat bir oyalanmadan ibaretin gavurcası şeklinde buluyoruz bu cümlede. Arayışın onu üç paralık ettiğini söylüyor. Satırlar boyunca karakterin bir türlü kendinin ne olduğunu bulamadığı sancısını yaşamamıza rağmen, aslında ne olmadığını bulduğunun sonucuna varıyoruz. Yaşadığı şey, dünyaya dair az buçuk bir şeyleri fark edenlerle, kendinin ne olduğunu zerrece umursamayanlar arasında bir kalakalmışlık hissi. Bu his içinde mükemmeliyetçilik, kibir, kıskançlık gibi çok insani, çok bizden bir hal var.

Şule Gürbüz'ün teknik olarak yaptığı ciğerleri cendereye sokan bir hissettirme. Şiirle ilgili şu söyledikleri nasıl da rahatsız ediyor.

"Şiir sevilmez ki, öyle duyulur, öyle bakılır, hastalanılır, zehirlenilir, ölünür. Şiir sonunda öldürür."

Bu eserinde de diğer eserlerinde olduğu gibi başka kitaplara, başka şairlere, yazarlara, filozoflara, alimlere, erenlere kapı aralarsınız.

"Her şey yerlerde,1982 yılına ait bir gazete bile hala düştüğü yerdeydi. O oraya düştüğü vakit Edip Cansever sağdı."

"İnsanın ömrü herhalde bu yüzden uzun, bir halt ettiğinden değil, ne halt olduğunu on- on beş senede bir anlamasından."

Bu cümlelerdeki zaman anlatımı harika değil mi?

"Ama bir yandan nefes alıp verişler bir türlü bitmiyor. Bu ıstırap bitmiyor."

Bu cümle Lucifer dizisindeki cehennem döngüsünü anımsatıyor. Cehennem, yaptığın kötülük anını, o vicdanını rahatsız eden günahı tekrar tekrar yaşadığın yer. Müzik hocası için de yaşamak cehenneme dönüşmüş.

"Ben de senin kadar ışıksızım, bilgisizim, vasatiyim... diyebilmek, bu hali sergileyebilmek bana en zoru geliyor."

İnsanın benlik algısının, dünyaya dönük algısı gibi bir yanılsama olduğunu görebiliriz Müzik hocasının ıstırabında ve bu meselenin evrensel olduğunu "Ben-i adem azayı yekdigerend!" alıntısıyla taçlandırarak anlatıyor. Bu alıntının BM Cenevre ofisinin girişinde yazılı olması da ayrı bir mesele. Meali; Ademoğulları aynı vücudun uzuvlarıdırlar... (Zira aynı cevherden yaratılmışlardır).

Bir müzik hocası tasviri; kendini arayan, bulamayan bir adam. Bu adam şeytan mı melek mi, cennetlik mi cehennemlik mi, kendini buldu mu arıyor mu hala, deli mi akıllı mı, sufi mi münafık mı, o nerede biz neredeyiz? Esas iş yolda olmak mı? Bulmak diye bir şey yoktur belki de. Onun bu hali rahatsız etse de tanıdık bir hal.

İkinci hikaye Cansın'da özenti, züppe bir hayat süren ailenin çok da şey olmadığını görüyoruz. Genç Cansın'ın Bacon'la banyoda imtihanına tanık oluyoruz. Kitap boyunca okuduğumuz hep bir kendimizi doğru okuyamama hali ve bunu çevremizdekilerin de son derece bilinçsiz ve ahmakça tam anlamıyla bir illüzyona çevirme peşine düşmeleri.

"Anlıyorum ki göz istediğini göremiyor; gerçekten gözlerini kaçırıyor. Kör olduğumu o zaman anladım. Sağır olduğumu da buna benzer şekilde anladıktan sonra bir kör, sağır ve aklen kifayetsiz nasıl yaşarsa öyle yaşadım."

Bir cehennem tasviri Cansın'da da var. Bacon'ın cehennemi başlığında cehennem için ölmenin gerekmediğini dünyanın da kendimizi bulmak, aramak, bulmak ya da bulma yolunda ölüp gitmenin de cehennem ıstırabına dönüşmesi anlatılmış.

"Anlama o kadar sancılı bir süreç, kabullenme o kadar eziyetli bir hal ki anlamak ve kabul etmek, bunu içine sindirmek, bu hal ile bir olmak çekmek anlamına da gelebiliyor. Anlamak öyle bir sancı ki insanın vücuduna bir başka insan daha yerleşiyormuşçasına bir darlık, isyan, bunalma, kabullenme güçlüğü ve daha, çok daha dar bir yerde yaşama mecburiyeti getiriyor."

Mezarlıktan Geçiş'te, Leyla tatmin olmamış bir mükemmeliyetçi kadındı ve diğerlerindeki kendini olduğundan başka bir şey olduğunu görme halini onda da gördük. Leyla tembel yanımızı, gereksiz özgüvenimizi, teslimiyeti yanlış anlama halimizi, gereksiz beklemelerimizi, kaderin bir yerde gülecek olması umudumuzu, cesaretsizliğimizi vurdu yüzümüze.

"Her şey mecaz ise ve işaret aranıyorsa, pek de bir şey bulunamıyorsa, kendi kendini tüketerek bir yol yürünüyorsa mecaz başka bir mecazla ancak bir gönül hoşluğu yaratıp boşlukları doldurmada yine yetersiz kalıyorsa, bütün düşünme, anlama çabasına rağmen insan yetersiz kalır. Leyla da yetersiz kaldı. Zamanı, ne hızlıdır ne yavaş, getireceğini getirir, diyerek sakin bir bekleme odası addetti."

Mutfak hikâyesindeki kadında, görebildiğimize kendimizi şanslı sayabileceğimiz bir kendini değersiz hissetme, kendini kusurlu bulma, yenilerin deyimiyle özgüvensizlik hali okuyoruz. Başkalarının alıntılarıyla kendine bir paha biçme derdine düşmüş, bu dünyada kendinin bir sözünü diline dolamaktan utanmış, kendini bir yere sığdıramamış bu kadın içimizi gıcıklandırıyor ama o da bizden. Başkalarına odaklı yaşamak bizi bir bilgeliğe ulaştırmıyor. Sonunda hiç olan bir ömürle kalakalıyoruz. Hikâyedeki büyükannenin bu bilgeliğe ulaştığını bir sözünde görüyoruz ama yanı başındakiler bunu göremiyorlar. Büyükanne diyor ki:

"Elin her haltını karıştırmayın, azcık halinize şükredin, ıldır ışık var, mumla çay içmek neyin nesi, azcık prensip sahibi olun, hıyar diyene seğirtmeyin, diyerek evde belki de o güne dek söylenen en ağır sözü söylemiş oldu."

Zamanın Farkında hikâyesinde Aslan Bey kitabın diğer karakterlerinden farklı olarak kendini bilen bir yalancı. Bunu kendine itiraf edecek cesarette, ne olmak istiyorsa açıkça yalan söylemiş, diğerleri kendi yalanlarına inanmazken, bir yanılsama oluşturma derdine düşmüşken, Aslan Bey her şeyin farkında. Bunu kendini bulmakla eş değer sayabilir miyiz bilinmez.

Türk aydınımsılarının bir Ayetü'l-Kürsisi de var şu satırlarda:

"Ah 'bilgiyi çoğaltın, yayın' sözü füsus şerhlerini, psikiyatri kitaplarını, hadis kitaplarını basıp basıp etrafa, kaldırımlara döke saça yaymak olarak anlaşılırsa, kaldırımlar da şeyhler, şeyhalar, fakihler, psikanalistlerle dolar elbet. Dinsiz kalmadı, hepsi mutasavvıf oldu, güldeste okuyan müctehid oldu, bunları lüzumsuz bulan postnişin oldu, deli kalmadı, hafif nevrozlu, psikoz ipini elinde tutan sanatkâr oldu. Olan, oldu bitti doğru yolda olana oldu. Herkesin hikayesini dinlemeye, herkese ayrı ayrı hayran kalmaya mecbur oldu, kendini onların yanında yavan bulmaya, sonradan olmanın sonraki her halinde bir kıymet bulmaya, nasıl keşfedildiği, lütfa mazhar olunan hallere hasret duymaya mecbur oldu."

Aslan Bey otuz dokuz yaşındadır ve hayatının otuz yılını söküp atar, dokuz yaşındaki haline geri döner hayalinde, dokuz yaşından sonrası için kendine bambaşka bir hayat çizer, onu yaşar, onu anlatır, ona inanır. Cin gibidir, her şeyin farkındadır, didik didik eder kendini, çareyi yalanda bulur.

"Yalan, hayatımı ve kendimi mi beğenmemektir, başkalarını ve onlarınkini mi beğenmektir, yoksa başkalarınınkini sadece kendimde mi beğenmektir? Beğenmeye neden bu kadar mecburum, beğenmiyorum da beğendirmeye mecbur hissediyorum? Bunu biliyorum da beğenenleri de beğenmediğim halde acaba bunu neden yapıyorum? Tat değdi herhalde, ağzıma, helal olmayan kazancın tadı değdi, dilimi çekemiyorum."

Hâsılı kelam bu eser bambaşka bir açıdan yazılmış bir insanlık halidir. Dünyada gelip geçen bir modernizme bakakalmış Türk aydınının da muhteşem bir dil ve anlatımla yazılmış ince bir eleştirisidir.

Mevhibe Şenel
mevhibe.senel@gmail.com

16 Şubat 2022 Çarşamba

Küçük bir kızın iç dünyasına ortak olmak

İlmek ilmek Hayaller kitabı Doğu Türkistan’da Çin’in baskısı altında hayata tutunmaya çalışan, fakir bir ailenin kızı olan Mehrigül’ün hikayesini anlatıyor. Kitap gerçek bir hikayeden esinlenerek yazılmış, çocuk edebiyatı alanında birçok ödül almış. Yazar Josanne La Valley her ne kadar Çin zulmünü eserine yansıtmakta eksik kalmış olsa da kitabın bir kurgu olarak güzel mesajlar içerdiğini söyleyebiliriz. Yani kitabı Çinlilerin Uygurlara yaptıklarını öğrenmek, gerçek bilgiler edinmek için okumak isterseniz hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz. Ancak küçük bir kızın iç dünyasına ortak olmak için okursanız seveceğinizi düşünüyorum.

Kitabımızın kahramanı Mehrigül okuldan alınıp tarlada çalıştırılan, pazarcılık yaptırılan bir kızdır. Ve onun bir korkusu vardır uzaklardaki fabrikalara işçi olarak gönderilmek. Bir gün pazarda satış yaparken Amerikalı bir kadın onun bisikletinde asılı olan sepeti çok beğenir ve satın almak ister. Ona Mehrigül’ün hayal edemeyeceği kadar çok para verir ve devamını yapmasını ister. Tekrar geleceğim, der. Mehrigül buna çok sevinse ve ümitlense de hayallerine kavuşmak için onu birçok zorluk beklemektedir. Babası Mehrigül’ün sepet yapmaya vakti olmadığını, o kadının da bir daha gelmeyeceğini söyler ve parasını elinden alır. Kitap boyunca Mehrigül tekrar sepet yapmak için çabalar, babasıyla bir çatışma halindedir. Okur olarak karşımızda sert, anlayışsız bir baba vardır ancak yazar bunu yer yer yumuşatmaya çalışır. Babayı da hepten kötü bir karakter olarak çizmek istemez yine de kitabı okuyan herkes bu adamın kızına olan tavrından rahatsız olacaktır. Allah’tan Mehrigül’ün sepetlerine ve fikirlerine değer veren biri vardır, dedesi. Dedesi yıllardır sepet ören, anlayışlı, sakin, bilge bir kişiliktir. Mehrigül’ün hayaline destek olur. Yeni sepetler yapmak için onu teşvik eder. Ne var ki Mehrigül’ün zar zor gizlenerek yaptığı sepetleri babası bulup yok pahasına satmaya götürür. Mehrigül her şeyden vazgeçecek kadar yorulur. Yaşından büyük aldığı sorumluluklar ve engellenmişlik hissi onu zorlar. Annesi kaderine razı olan ama yavaş yavaş tükenen, hayattan elini eteğini çeken bir kadınken Mehrigül onun tersine tüm zorluklara rağmen hayal kuran, azimli bir kızdır. Kitapta iç konuşma tekniğiyle Mehrigül’ün önce hayata küser gibi olup sonra kendini yine kendisinin teskin etmesi, cesaretlendirmesi okuru da heyecanlandırıyor. Onunla alay eden kıza karşı kendine dik dur Mehrigül diyen, elleri kanasa da tekrar sepet yapmak için direnen güçlü karakteri kaderine de tesir ediyor. Hayallerinden vazgeçmiyor. Herkes için önemsiz onun dünyasında ise büyük bir değeri olan an geliyor ve Mehrihül üç hafta sonra gelirim diyen turist kadına sepetini satmak arzusuyla o gün pazara gidiyor. Ve beklenen oluyor, kadın gerçekten sözünde duruyor. Devamı biraz Türk filmi tadında ilerliyor. Amerikalı kadın bu son sepete daha da hayran olup Mehrigül’e yüklü bir para ödüyor ve hatta okula gitmesi için babasıyla konuşuyor, babası hikayenin sonunda yumuşuyor vs. Belki bu kısımlar biraz hızlı geçilmiş diyebiliriz ama kitabın mutlu sonla bitmesi okurunu rahatlatıyor.

Bir yanda her fırsat ayağına serildiği halde mutsuzluk, isteksizlik girdabına düşen çocuklar, gençler diğer yanda zorluklar içinde yaşayan Mehrigül’ün okuma ve hayata tutunma arzusu… Bu iki uç bize zorluklardan geçen insanların ayaklarının yere daha sağlam basacak olduğunu hatırlatıyor. Bazı şeylerin kıymeti ancak yokluğuyla ortaya çıkıyor. Zorlukların arasında sıkışan insan kendinde saklı yeteneği parlatmak için daha çok çabalıyor. Rahata kapılmaktan geri duruyor. Böylece zahmetin ardındaki rahmetler, güzellikler bir bir ortaya çıkıyor. Eller kanasa da o sepetler örülüyor, birileri engel olmaya çalışsa da o engeller aşılıyor, çabalar elbet karşılığını buluyor.

Zeynep Odabaş
twitter.com/zeynneppakyol

14 Şubat 2022 Pazartesi

İçimizde kaybolan şarkılar bir gün bize dönecek mi?

Bir müzik terimi olarak kreşendo bir müzik eserinde seslerin gittikçe güçleneceğini belirten harekettir. Günlük hayatta ise bir olayın büyüyeceği, daha da ses getireceği manasında kullanılır. Peki, kreşendo bir çocuk kitabının ismi olursa ne olur?

Yazar Susanna Mattiangeli, Kreşendo kitabıyla işitme engelli bir çocuğun içinde yükselen müziğin sesine kulak vermemizi ister. Ulaşılabilirliğin söndürdüğü hayrete, şükrü gölgeleyen yalancı seslere, emeğin gücüne, içimizdeki müziği susturan yetişkinliğe Milo’nun sessiz dünyasından şahitlik etmemiz için bizi onun küçük kasabasına götürür. Milo’nun yaşadığı bu kasabada müzik eski coşkulu sesini, insanları kuşatan ahengini yitirmiştir. Tıpkı suyu verilmeyen, ışıktan mahrum kalan, özen gösterilmeyen çiçekler gibi solmuş, feri sönmüştür. Eskiden bu kasabanın kaldırım aralarından, duvar diplerinden arsız otlar gibi fışkıran müzik artık duyulmaz olmuştur. Sokaklar da insanların içi gibi kuraklaşmış ve sessizliğe gömülmüştür. Müzik artık evlerin pencerelerinden sokağa karışmamaktadır. Çünkü evlerde bir aile masasının etrafında birlikte dinlenen, keyfine birlikte varılan müziklerin yerini kişisel kulaklıklardaki müzikler almış; herkes sadece kendini mutlu edecek müzikleri dinlemeye başlamıştır.

Milo bu değişimi ses düzeyinde idrak edemese de şehrin canlılığını yitirdiğini gözlemler. İnsanlar Milo’ya ders kitaplarından müziğin ne olduğunu tarif etmeye çalışırlar, ona müziğe çiçekler gibi her gün özen gösterilmesi gerektiğini hatırlatırlar. Peki, bu insanlar bu hatırlatmaları yaparken müziği kendi elleriyle neden iterler?

Kreşendo’yu okurken zihnimizi kurcalayan bu sorunun günümüz dünyasına yansıyan birçok cevabı vardır elbette. Modern insan görselliğin zirvede olduğu bir dünyada sürekli kendini şaşırtan görüntüler arar. Maruz kaldığı yığının içinde debelenirken etrafında, bedeninde, ruhunda var olan güzellikleri sıradanlaştırır. Bu küçük mucizelere bakmak aklına gelmez, onları çantada keklik gördükçe yokluklarında nasıl hissedeceğini kestiremez hâle gelir. Hayret nazarının elini eteğini çektiği bir dünyada da mutsuz insanlar çoğalır. Ezberden ibaret olan, nefes almayan bilgilerle çocukların zihnine yerleştirilmeye çalışılanlar yetişkinlerin gerçek dünyasında ete kemiğe bürünmediği sürece çocukların ruhuna nakşetmeyecektir. Milo'nun bu kitaplardaki bilgilerle gerçek yaşam arasındaki uçurumu fark etmesi belki de onun içindeki sesle epeyce haşır neşir olmasıyla ilgilidir. Diğer insanlarla eksikliğinin bir bakıma eşitlendiği bu kasabada kalbinin sesi ve çocukluğun katıksız duyuşuyla keşif yolculuklarına çıkar. Küçük nesneler toplar, onları inceler ve resimlerini çizmeye başlar. Resim çizerken tüm bedenini ve ruhunu yaptığı işe verebilir çünkü hayatında gereksiz sesler, işini bölecek gürültüler yoktur. Yine bir keşif sırasında hurda yığınlarının arasında kıpırdayan bir bitki görür, canlılığı onu etkiler ve bitkiyi evine getirir. Keşfettiği bitkinin ne olduğuyla ilgili en ufak fikri olmasa da onu kendi elleriyle besler, yapraklarına özen gösterir, dallarındaki filizleri izler. O bitki ondaki eksikliği tamamlayan, hayatındaki boşluğu dolduran bir ses haline gelir. Bu bitki Milo dışarıdayken bile içini kıpırdatır, aklını sürekli meşgul eder. Hemen eve dönüp ona kavuşmak ister. Eve döndüğü bir gün evinin önünde yüzlerinde sıcak memnuniyetler gezinen, bedenlerini farklı şekillerde hareket ettiren insanlar görür. Milo, diğer insanlar gibi olmasa da ilk kez müziğin sesini içinde duyar ve onu zihninde şekillendirmeyi başarır. Evinde emek vererek büyüttüğü bitkinin rengârenk dalları pencerelerinden fışkırmıştır, bu dallar insanlara kadar uzanmış ve onları müziğin ritmiyle dansa kaldırmıştır. Kasabadaki insanlar bu uyanışla renk renk, çeşit çeşit müzik yetiştirmeye başlamışlar ve dans etmeyi hiç bırakmamışlardır.

Kreşendo bir çocuk kitabı olmasına rağmen yetişkinlerin dünyasına dair güçlü alt metinler barındırır. Müziğin tek bir çaba ve emekle bile bir sarmaşık gibi dünyanın dört bir yanındaki insanları kuşatabileceğini gösterir okura. İçimizdeki şarkıları canlandırmamızı, hayatın telaşlı koşturmacası içinde yitirdiğimiz çocukça notaları tekrar duymamızı, sahip olduklarımıza hürmet etmemizi, kaybettiklerimizi aramamızı, bulduklarımızı ise içimizdeki güzel kutularda muhafaza etmemizi ister. En kıymetlisi de dünyaya işitme engelli bir çocuğun gözünden bakmamızı sağlar.

Dili ve kurgusu itibariyle yer yer soyut bir hava sezeriz kitapta. Müzik, yitirdiğimiz ya da kıymetini bilmediğimiz birçok şeyin bir metaforudur aslında. Müziğin bitkiyle özdeşleştirilmesi; bize hayattaki devinimin bir parçası olduğumuzu, bu akış için ciddi bir çaba ve emekle donanmamız gerektiğini hatırlatır. Somut işlem dönemini tamamlamamış çocuklar için bu benzetmeler zihinlerinde tam olarak şekillenmeyebilir, bu nedenle kitabı yaş grubunu dikkate alarak ve ebeveyn önderliğinde okumak kitaptan alınan lezzeti artıracaktır. Kreşendo, hayatın ritmini tutmak ve içindeki şarkıları duymak isteyen herkesi sayfalarına davet ediyor…

Esra Türedi
twitter.com/esraturedi_

12 Şubat 2022 Cumartesi

Kitaplara adanmış asırlık bir ömür

Hep söylenegelir ya, kütüphanesi olan evde doğan bir çocuk kitap olmayan evdeki çocuğa göre talihlidir diye. Hakikatten öyledir… Kitap aşığı bir baba veya anne düşünün; çocuklarının bundan etkilenmemesi mümkün mü? Ocak ayında raflardaki yerini bulan Şefik Can’ın hatıralarını içeren muhteşem söyleşisini okuyunca aklıma geldi bu anekdot. O Şefik Can ki maaşının tamamını kitaba yatıran, daha Kuleli Askerî Lisesi’nde okurken hafta sonu iznini Sahaflar Çarşısı ve Beyazıt’ın meşhur kitapçılarında geçiren, hatta emekli oluncaya değin tek bir kat elbise ile idare edip giyim kuşam parasını bile kitaba yatıran bir bibliyofil! Mesnevî-i Şerif’i hakkıyla Türkçemize çeviren son dönemin en önemli ismi olan Şefik Can’ın bir Edebiyat öğretmeni olarak mesleğinin zaten kitap olduğu söylense de onun kitap aşkı sadece mesleğinden kaynaklanmıyor. Söyleşiyi okuyunca kitap aşkının çok makul sebepleri olduğunu görüyorsunuz, ama belki en önemli motivasyonu Müftü babasından intikal etmiş olmalı. 1915 yılında Rusların Tutak’ı işgali üzerine orayı terk etmek zorunda kalan Müftü Tevfik Efendi’nin ailesiyle yanına aldığı tek şey kitaplarıdır. Büyük bir kısmını da yanına alamaz zaruretten, en çok da buna yanar! Ama kitap aşkı olan kimseler için yeni bir kütüphane kurmamak kabil mi? Daha sonra görev yaptığı yerlerde yeniden kitap toplar… Hatta 1927’de İstanbul’a gelen oğlu Şefik Can’a sürekli kitap siparişleri verir durur. Büyük bir âlim olan hem Arapça hem Farsça edebiyatına yakından vakıf Müftü Tevfik Efendi’de kitap aşkı o seviyededir ki büyük oğlu Şefik Can bu sevginin vardığı boyutları şu şekilde anlatıyor: Müftü Tevfik Efendi ölüm döşeğindeyken kızını çağırır ve tarif ettiği yerden anahtarı alarak fetvahanenin kapısını kapatmasını ister. Müftü Tevfik Efendi, kızına yapması gerekeni izah ederken gerekçeyi de şöyle açıklar; “Birazdan insanlar gelir ve oluşan kalabalıkta kitapların başına bir hal gelebilir!

Ölüm anında dahi kitaplarını düşünen bu büyük insanın ölümden sonra kitaplarını düşünmeye devam ettiğini ve oğlunun rüyasına girerek telkinde bulunduğunu söylesem latife zannetmeyiniz! Hakikatten öyle; Şefik Can babasından intikal eden kıymetli bir yazmayı ehil gördüğü bir kişiye hediye ediyor 2000’lerin başında. O gece rüyasına giriyor ve kitabı yanlış kişiye verdiğini söylüyor! Demek ki kitap aşkı kıyamete dek süren bir iptila… Birbirinden harika, hayret ve heyecan uyandıran olayların anlatıldığı bu hatıratta Şefik Can’ın kitap sevgisinin diğer bir saikinin de üstadı Tahirü’l-Mevlevî olduğunu görüyoruz. Yine Kuleli’de talebe iken peşine düştüğü bir yazı onu İmam Şamil’e dair bir kitaba götürür. Kitapçı Hulusi Bey o kitabın müellifinin Taşkasap’ta yaşayan Tahirü’l-Mevlevî olduğunu ve onda muhakkak bir nüsha olacağını söyler. Aksaray’da Tahirü’l-Mevlevî’nin evini sora sora bulan genç askeri mektep öğrencisi kapının tokmağına vurunca hazret kapıyı açar. Kitap için geldiğini izah ettikten ve kendini tanıttıktan sonra, zamanı olmadığı için kitabı okula götürüp tekrar geri getirmesinin mümkün olup olmadığını sorar. Tabi kitaba olan meftuniyeti ve aşkı ehlince malum olan ve kitabı sevgiliye benzeten üstadın bu konudaki görüşünü bilmem söylemeye gerek var mı? “Evladım gel yukarıda kitabı mütalaa et! Ben kimseye kitap veremem!”. Şefik Can bu söze üzülür, zira kendisinin hangi okula mensup ve öğrenci numarasının ne olduğu üniformasında ayan beyandır. Ancak, kaderin garip cilvesi ki yıllar sonra öğretmen olarak atandığı Kuleli Askerî Lisesi’nde stajını yanında yapacağı hoca; onun mürşidi ve üstadı olacak, Mevlevîlik aşkını zerk edecek işte bu kitap âşığı şahıstır.

Hem babasından hem de üstadından kitap sevgisini kazanmış olan Şefik Can ise yukarıda belirtildiği gibi yemez içmez, varını yoğunu adeta kitaba yatırır ve şimdi Millet Kütüphanesi’ne intikal etmiş olan büyük kütüphanesini nice fedakarlıklar ile oluşturur. İşte böyle satın aldığı bazı kitapların sahipleniliş öykülerini de güzel ve tatlı bir üslupla anlatır. Örneğin Yüksekkaldırım’da bir kitapçının camekanında Divân-ı Kebir görür, eser öyle muhteşem yazılmış ve ciltlenmiş ki hemen dükkâna dalar ve eseri görmek ister. Takdim edilince kenarlarında da Mesnevî-i Şerif’in istinsah edildiğini, yani kopyalandığını görür. Daha da ilginci kitabın ortasına kalınca bir çivi çakılmış ve kitap örselenmiş bir haldedir. Bu muhteşem güzelliğin yeri kendi kütüphanesidir ve hemen fiyatını sorar. Yarım saat öncesinde kitapçıya bırakılan bu eşsiz eserin fiyatının 45 lira olduğunu söyler kitapçı, büyük para o zaman! Ancak yanında 15 lira vardır ve onu kaparo olarak vererek kitabı camekandan rafa çektirir. Aynı gün 30 lira borç bulur ve gelip kitabı satın alır. “… Çok harika, kalın ciltli, elyazması bir eser. Kitabı alabildiğime uzun süre inanamadım, hayran oldum. Kenarında altı cilt Mesnevî, ortasında Divân-ı Kebir. İçinde Rubâîler de var. Böyle bir eseri düşünmek bile heyecan veriyor insana” derken bir kitapseverin heyecanı bütün berraklığıyla görülüyor. Meşhur neyzen Halil Can bir servet değerindeki bu eseri satmasını ve büyük bir meblağ alacağını söylese de Şefik Can’ın parayla pulla işi yoktur. Kitabı satmaz elbette…

Şefik Can Hatıralar tam anlamıyla kitaba ve okumaya adanmış bereketli ve saf bir ömrü gözler önüne seriyor… Cumhuriyetin ilk on yıllarında İstanbul’un kitapçı dükkanları, sahafları ve müdavimleri öyle güzel anlatılmış ki Eşref Edip, Ömer Rıza Doğrul, Sevan Nişanyan’ın dedesi kitapçı Nişanyan, Muzaffer Ozak, Raif Yelkenci, Şemseddin Yeşil ve Yüksekkaldırım’daki Rum ve Yahudi kitapçılar… Osmanlı bakiyesi dünyada kitaba sahip çıkan sahaflar ve kitapçılar dünyasının bilinen ve bilinmeyen pek çok ayrıntısını veren bu mufassal ve hacimli hatırat, bilhassa kitabın, kitapçının ve sahafların tarihine meraklı okur için bulunmaz bir memba…

Cezmi Aşur

Kıbleyi nerede kaybettik?

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.”
- Hadis-i şerif

Toplumsal dönüşümler, kişisel tercihlerin ve temennilerin ötesinde kitleleri ikna edecek kanaat önderlerine, onları harekete geçirecek eylem adamlarına ve kararlı liderlere ihtiyaç duyar. Orta Asya’dan çıkıp Anadolu’yu yurt edinen, Viyana kapılarına kadar adalet ve barış tesis eden, İslam’la müşerref olup yüzlerce yıl İslam’a bayraktarlık yapan ecdadımız, yalnızca keskin kılıçlarıyla değil; bilhassa imanlarıyla mücadele etmişlerdir. Ecdadımızın en yüce davası “İ’lâ-yı Kelimetullah”tır. Fethedilen coğrafyalar birer sömürgeye dönüştürülmemiş; halkın dinine, diline karışılmamıştır. Türk sancağı, bütün mazlumlar için bir kurtuluş ümidi olmuştur. Bugün Amerika’nın uyguladığı “green card” uygulamasının ilk olarak Osmanlı Devleti tarafından uygulanmış olması da bu adalet şuurunun bir ifadesidir.

Ecdadımız, özellikle İslam’la müşerref olduktan sonra, şehir kurma ve şehirleri mamur kılma hususuna ehemmiyet göstermişlerdir. Fethedilen şehirlerdeki ibadethaneler yıkılmayıp şehirde Müslümanların yaşayacağı mahalleler inşa edilir ve söz konusu mahalleler cami merkezli düşünülürdü. Pek çok İslam şehrinde medreseler kurulmuş, astronomiden matematiğe, tıptan, kimyaya, felsefeden edebiyata kadar pek çok alanda öncü çalışmalar yapılmıştır. İlim adamları himaye edilir, kitap ve kütüphane önemsenirdi. Günümüzde sıklıkla karşılaştığımız; “Biz ne ara bu hale geldik?” ya da “Biz öyle bir ecdadın torunlarıyız ki…” şeklindeki serzenişler bir tür geçmişe özlemi ifade etmenin ötesinde içine düştüğümüz gafleti de açığa vuruyor.

Osmanlı Devleti’nin askerî ve ekonomik alanlarda özellikle Avrupalı devletler karşısında gerilemesi, toplumsal bir çözülmeye sebep olmuştur. Batılı devletlerin yeni ticaret yolları sayesinde ulaştıkları coğrafyaları sömürerek sağladıkları refahı ve İslam alimlerinin kitaplarını tercüme ederek ulaştıkları yeni bilimsel keşifleri onların yüksek medeniyetiymiş gibi algılayan hatalı zihniyet devletin kurtuluşunu Batılılaşmakta görmüş ve ferdinden kurumlarına kadar sistemli bir Batılılaşma hareketi başlamıştır. Yüzlerce yıldır toplumun dinamiklerini belirleyen kurumlar hakir görülerek Batılı kurumlar transfer edilmiş ve yine binlerce yıldır ecdadımızın zihin dünyasını oluşturan kavramların yerine yeni bir medeniyet tahayyülü sokulmak istenmiştir. Oysa kurumlar, toplumların ihtiyaçlarına göre oluşturulur. Siz başka bir medeniyet dairesi ait bir kurumu kendi toplumunuza taşımakla aynı ihtiyaçları da taşımış olursunuz. Bu da zaman içerisinde sizin de milli kimliğinizi kaybedip onlara benzeyeceğinizin habercisidir. Günümüz Türkiye’sinde adalet, eşitlik, millet, ümmet, özgürlük, modernizm, şehir ve kent gibi konularda düşünürken ya da soru sorarken olaylara Batılı bir zihniyetle yaklaşıyoruz. Batılılaşma sürecini yanlış okumuş olmak bizi Batılı bir toplum yapmamış olmakla birlikte İslamî hassasiyetleri zihinlerimizden uzaklaştırmış olduğunu üzülerek ifade etmeliyiz.

Abdurrahman Arslan, Beyan Yayınları’ndan çıkan kitabı Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm adlı kitabında İslam ve cemaat, Kemalizm, Din ve devlet, Arap Baharı, Kapitalizm, medrese, özgürlük, adalet, modernizm ve kent kavramları üzerinde Müslümanca bir zihinle düşünüyor. Asım Öz tarafından yayıma hazırlanan kitap, Abdurrahman Arslan’ın söyleşilerinden oluşuyor. Kitaba da ismini veren konuya dair şu ifadeleri kullanıyor hocamız: “Sudanlı Müslüman düşünür Hasan Turabi’nin dediği gibi ‘Müslüman dünya kıblesini arıyor.’ Evet, kıblemizi arıyoruz; güzel bir teşhis. Neyin doğru, neyin yanlış; neyin kalıcı, neyin aktüel olduğunu bilmiyoruz artık. Birçok önemli meseleyi yanlış zeminlerde tartışıyoruz. Cemaatle sivil toplumu birbirinin muadili olarak görüyoruz. Mesela kadın-erkek ilişkilerini feminist bir bağlam içinde İslam adına tartışıyoruz. Feminist taleple eşitlik temelinde tartışıyoruz fakat meseleyi İslam’ın ölçüsü olan adalet temelinde nedense hiç tartışamadık. Bu, zihnen oluşumuzun, bize ait Arşimet noktalarının kaybolduğunun ifadesidir.” Bu sözlerde esas hocanın esas şikâyet ettiği şey meselenin kendisinden ziyade meseleyi tartışırken Batılı bir zihniyetin esiri oluşumuz. Abdurrahman Arslan Hocamız 28 Şubat’a dair de şunları söylüyor: “28 Şubat’ın yapmaya çalıştığı ‘devleti Müslümanlardan arındırma’ ya da ‘İslam’ın siyasal ve kamusal alandan kovulması’ gibi teşebbüsler umulan neticeyi vermeyecektir. Burada esas sorun, Müslümanlarla ilgilidir: 28 Şubat’ı milat ilan ederek her şeyi ona yüklemek nihayette Müslümanların kendi isteklerini, dünyaya ne kadar düşkün olmaya başladıklarını görmelerine engel teşkil etmektedir. Nitekim şimdilerde şahit olduklarımız da maalesef budur.” Bu ifadeleri 2001 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide söylüyor hocamız. Özellikle günümüzde, iktidara bir şekilde yakınlaşan Muhafazakârların makam ve mevki için tevessül ettiklerini düşündüğümüzde hocamızın ne denli isabetli bir değerlendirme yaptığını anlayabiliyoruz.

Başörtüsü mücadelesinde de kazanımlarımızın bizi yanılttığını ifade ediyor hocamız ve özellikle başörtüsü serbestliğinin bir insan hakları meselesi ya da demokratik bir hak talebi olarak ortaya konmasının meseleyi yüzeyselleştirdiğini ve Allah’ın emri olan örtünmenin sanki demokratik bir hakmış gibi algılanmasıyla düşünsel bir kırılma yaşanmasına yol açtığını vurguluyor. Bu süreçte feminist hareketin de etkisiyle başörtülü kadın kamusal alanda kendine daha geniş yer bulmuş ve muhafazakâr kadının kamusal alandaki vatandaşlık ve meslekî rolü, evin içindeki annelik rolünün önüne geçmiştir. Aile kurumunun birleştirici unsuru olan annenin evin dışına çıkma özgürlüğü gibi okunan ama esasen annenin evden kovulma süreci şeklinde gelişen çalışan kadın meselesi bugün itibariyle bakıcı, kreş, çocuk eğitimi, aile içi şiddet, boşanma, yaşlı bakım evleri, tüketim çılgınlığı, toplumsal bunalım gibi akla gelebilecek pek çok problemi gündemimize soktu. Bu hususta “İslam adalet dinidir, eşitlik dini değildir.” uyarısını yapıyor hocamız.

Müslümanların kıblesini kaybetmesini şu şekilde açıklıyor Abdurrahman Arslan: “Siz başkası üzerinden düşüncenizi ve eyleminizi kurguladığınızda, sadece onun kaygısı ya da anlayışı üzerinden kurarsınız. Böyle bir durumda ise adalet olmayabilir ortada. Tabiî bu bizim ahlâkî anlayışmızda da ciddi zaaflar yaratıyor. Bir kere bu bizi pragmatizme davet ediyor. Pragmatizmin vardığı nokta oportünizmdir. Bugün Müslümanlarda gördüğümüz ahlâkî tutarsızlığın önemli sebeplerinden birisi budur. Müslüman kendi yaptıkları üzerinde düşünmüyor. Tam tersine, yaptıklarını öteki bağlamında değerlendiriyor.” İktisadi faaliyetlerine meşruiyet zemini bulmaya çalışan günümüz Müslümanları, Allah’ın ölçüleri yerine birbirlerinin faaliyetlerini kıstas göstererek başkalarının günahlarıyla kendi cennetlerini inşa etmeye çalışıyorlar. Başkalarının günahının bizi cennete götürmeyeceğini unutuyoruz.

Devletin din eğitimi vermesinden aile içi anlaşmazlıklara dahil olmasına, oruç ibadetinin vücut sağlığına yararları konusunda doktorların açıklamalarından şehir ve kent arasındaki farka, dindarlıktan tasavvufa kadar çeşitli konularda düşüncelerini açıklıyor hocamız. İslam’ın bir şehir dini olduğunu ve kentlerin İslam’ın özüne uygun olmadığını belirtiyor. İslam’da cemaat şuurunun önemine değinen Abdurrahman Arslan hoca, cami ekseninde teşekkül eden cemaat anlayışının bugün itibariyle etkisizleşmiş olmasını eleştiriyor. Müslümanların sivil toplum örgütü kurarak cemaat şuurunu koruyamayacaklarını ve gerçek anlamda cemaat şuurunun fıkıh ve tasavvuf sayesinde mümkün olabileceğini savunuyor.

Yahya Kemal’in ifadesiyle bulgur pilavı yiyerek ve Mesnevî okuyarak Viyana kapılarına kadar giden ecdadımızın kanaat üzere inşa edilen ve İslamî hassasiyetlere dayanan yaşam biçimi yerini muhafazakâr kadın modasına, sünnet düğünlerinde sema gösterilerine bırakmış durumda. Tasavvufa dair iki kelam etmeye kalktığımızda “Yahu hangi devirde yaşıyoruz!” diyen bir Müslüman’ın zihninin esir olmadığını iddia etmek oldukça ahmakça olsa gerek. Yazımı hocamızın özellikle üniversite gençliğine tavsiye ettiği bir kitapla bitireyim: Mekke’ye Giden Yol. Kitabın yazarı Muhammed Esed; Libya’nın bağımsızlık mücadelesine katılmış, Pakistan’ın Birleşmiş Milletlerdeki delegeliğini yapmış Yahudi asıllı bir Avusturyalı. Kitabın arka kapağındaki ”İslâm dünyasının iç yüzünü, canlı gerçeğini ve Batı’ya karşı direniş destanını anlatan eşsiz bir edebî eser.” ifadeleri dikkat çekiyor.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

5 Şubat 2022 Cumartesi

İnsan izinden bilinir

"Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi
Dilsiz kulaksız sözün can gerek anlayası."
- Yûnus Emre

İnsan elbette sözle anlaşır ancak sözün anlam kazanabilmesi için anlatıcı ile dinleyicinin anlam dünyalarının kesişmesi gerekir. Bununla birlikte söz konusu bilginin de hem anlatıcı hem dinleyici tarafından gerek gündelik yaşamlarında gerekse zihinsel dünyalarında bir karşılığı olmalı. Günümüz insanının muhayyilesinde tasavvufi gerçekleri idrak edecek bir zemin oluşturmak oldukça güçtür. Tasavvuf, İslam coğrafyasında güçlü bir şekilde yaşandığı dönemlerde dahi pek çok rumuz kullanarak kendini ifade edebilmişken günümüzde öncelikle bu rumuzların çözülmesi ve daha sonra da günümüz zihniyetinde bu rumuzlara karşılık gelecek yeni rumuzlar bulunması gerekir. Bu anlamda düşünüldüğünde özellikle Lütfi Filiz’in Noktanın Sonsuzluğu isimli dört ciltlik eseri, günümüz insanının tasavvufu anlaması noktasında oldukça önemlidir. Lütfi Filiz, özellikle fizik bilimi başta olmak üzere yirminci yüzyılda ulaşılan bilimsel veriler ışığında, günümüz toplumsal ve siyasal yapısından hareketle tasavvufi kavramlara açıklık getiriyor.

Yûnus Emre’nin yukarıda zikrettiğimiz dizelerinde de rumuzlu bir anlatım var: Dilsiz nasıl bir haber getirebilir, kulaksız bu haberi nasıl dinleyebilir. İlk dizedeki çelişkinin açıklaması ikinci dizede veriliyor. Dilsizin de kulaksızın da anlaşmak için kullanacağı şey “can”dır. Ama bugünkü manada can değil. Yine Yunus’un bir başka şiirinde; “Ten fanidir, can ölmez, çün gitti geri gelmez / ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil” diyerek ifade ettiği üzere ölümlüleri yaratan ve ölümsüz olanla irtibat kurduğumuz “can”dır. İnsan, diliyle söyler; kulağıyla duyar lakin dil de kulak da ölümlü olduğu için bunlarla ancak bu dünyaya ait olanları söyleyebilir ya da duyabilir. Ötelerin ötesini duyabilmek için can dili, can kulağı gerekir.

İşte, Sadık Yalsızuçanlar’ın Gezgin romanında hayatını anlatmaya çalıştığı İbn-i Arabî can gözüyle görmüş, can diliyle söylemiş bir insan-ı kâmil. Sadık Yalsızuçanlar, kronolojik bir hayat hikâyesi anlatmak yerine İbn-i Arabî’yi tasavvuf anlayışı içinde bir tekâmül serüveni içinde anlatıyor. Henüz on dokuz yaşında olmasına rağmen devrin filozoflarıyla hikmet tartışması yapabilecek kadar saf bilgiye ulaşmış, ilham ve keşif yoluyla öğrendiklerini ilmi bir metodla sürekli not eden Gezgin sistematik bir şekilde eserlerini ortaya koyuyor. Endülüs’te başlayıp, Fas, Arabistan, Suriye, Filistin ve Anadolu’ya uzanan bir yolculuğun hem kendi içinde kemâle erişini hem de bıraktığı eserlerle gerek çağının sufilerini gerekse sonraki çağların sufilerini etkileyen vahdet-i vücut anlayışını okuyabiliyoruz romanda.

Gezgin’in Filozofla karşılaştığı sahnede tevhit anlayışı şu şekilde veriliyor: “Sanki üç kişiydiler, Filozof, Gezgin ve Sessizlik. Filozof, Gezginle Sessizlik’i ayrı birer varlıkmış gibi hissediyordu. Sonra bu duygusu dağıldı, sadece Gezgin’i görmeye başladı. Kendisi de sanki yok olmuştu. Sadece o vardı.” İnsanın bir kâmil insan karşısında kendi benliğinden sıyrılarak Allah’ın birliğini ve bütün varlıkların Allah’ın varlığının bir yansıması olduğu idrak etmesi günümüz insanı için teorik olarak kolay görünse de bunu hakka’l yakin derecede bilmek pek kolay değil. Kendi varlığını yok kabul etmek günümüz insanı için oldukça romantik görünüyor. Burada İslâm inancının ve tasavvufun “Teslim ol ki hür olasın.” düsturunun önemi ortaya çıkıyor.

Devrin hükümdarları kendisinin fikirlerine başvurmuş, İbn-i Arabî bu istekleri herhangi bir makam veya mevki almamak karşılığında yerine getirmiştir. Saltanattan, şöhretten mümkün olduğunca uzak durmuş ama devrin sultanlarına alem-i İslam’ın selameti için tavsiyelerde bulunmaktan geri durmamıştır. Kitaplarını yazma amacına yönelik Gezgin’in ağzından şunları söyletiyor Yalsızuçanlar: “Bu kitapları yazarken yazarlık yapmak istemiş ya da belirli bir amaç gütmüş değilim. Ama kalbimi yakan ve göğsümü sıkıştıran bir ilhamı aktarmak zorundayım.” Bu ifade bize hem İbn-i Arabî’nin gerçek bilginin kaynağıyla ilgili fikirleri hem de dünyaya bakışı hakkında bilgi veriyor. Yalsızuçanlar’ın Gezgin’in ağzından aktardığı şu sözler de İbn-i Arabî’nin vahdet-i vücut anlayışını izah etmesi bakımından önemli: “Yalnızlık ona mahsustur. Yaratıcı’ya oranla O’ndan gayrı olarak algılanan her şey, bir yanılsamadan ibarettir. O’ndan başkasına ad olarak kullandığımız her sözcük bir ikilik içeriyor, aşılması gereken bir eksikliğe işaret ediyor. Rab ile kul arasında bir ayrımdan söz edilince, bu ikilik, aşılması gereken sınırlar üretiyor. Oysa varlık birdir, ikilksiz Tek’in dışında ne varsa bir hayal, bir gölgedir.” Bu ifadeleri günümüzün seküler zihniyeti insanın kendini Tanrılaştırması biçiminde yorumlayarak büyük bir hataya düşüyor. Bu sözlerde esas ifade edilen; sadece insanın değil, Yaratıcı dışındaki hiçbir şeyin bir varlığının olmadığıdır. Var olan tek şey tecellidir. Tecelli ise yine O’na aittir.

Yalsızuçanlar’ın romanı bize sadece İbn-i Arabî’nin hayatını sunmuyor. Dönemin İslam bilginleri, mutasavvıfları, siyasi olayları ve bütün bunların içinde İbn-i Arabî’nin tasavvuf anlayışını, insan-ı kâmilin özelliklerini ve dünya hayatının geçici bir yolculuk olduğunu okuyoruz Gezgin romanında.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc