Hep söylenegelir ya, kütüphanesi olan evde doğan bir çocuk kitap olmayan evdeki çocuğa göre talihlidir diye. Hakikatten öyledir… Kitap aşığı bir baba veya anne düşünün; çocuklarının bundan etkilenmemesi mümkün mü? Ocak ayında raflardaki yerini bulan Şefik Can’ın hatıralarını içeren muhteşem söyleşisini okuyunca aklıma geldi bu anekdot. O Şefik Can ki maaşının tamamını kitaba yatıran, daha Kuleli Askerî Lisesi’nde okurken hafta sonu iznini Sahaflar Çarşısı ve Beyazıt’ın meşhur kitapçılarında geçiren, hatta emekli oluncaya değin tek bir kat elbise ile idare edip giyim kuşam parasını bile kitaba yatıran bir bibliyofil! Mesnevî-i Şerif’i hakkıyla Türkçemize çeviren son dönemin en önemli ismi olan Şefik Can’ın bir Edebiyat öğretmeni olarak mesleğinin zaten kitap olduğu söylense de onun kitap aşkı sadece mesleğinden kaynaklanmıyor. Söyleşiyi okuyunca kitap aşkının çok makul sebepleri olduğunu görüyorsunuz, ama belki en önemli motivasyonu Müftü babasından intikal etmiş olmalı. 1915 yılında Rusların Tutak’ı işgali üzerine orayı terk etmek zorunda kalan Müftü Tevfik Efendi’nin ailesiyle yanına aldığı tek şey kitaplarıdır. Büyük bir kısmını da yanına alamaz zaruretten, en çok da buna yanar! Ama kitap aşkı olan kimseler için yeni bir kütüphane kurmamak kabil mi? Daha sonra görev yaptığı yerlerde yeniden kitap toplar… Hatta 1927’de İstanbul’a gelen oğlu Şefik Can’a sürekli kitap siparişleri verir durur. Büyük bir âlim olan hem Arapça hem Farsça edebiyatına yakından vakıf Müftü Tevfik Efendi’de kitap aşkı o seviyededir ki büyük oğlu Şefik Can bu sevginin vardığı boyutları şu şekilde anlatıyor: Müftü Tevfik Efendi ölüm döşeğindeyken kızını çağırır ve tarif ettiği yerden anahtarı alarak fetvahanenin kapısını kapatmasını ister. Müftü Tevfik Efendi, kızına yapması gerekeni izah ederken gerekçeyi de şöyle açıklar; “Birazdan insanlar gelir ve oluşan kalabalıkta kitapların başına bir hal gelebilir!”
Ölüm anında dahi kitaplarını düşünen bu büyük insanın ölümden sonra kitaplarını düşünmeye devam ettiğini ve oğlunun rüyasına girerek telkinde bulunduğunu söylesem latife zannetmeyiniz! Hakikatten öyle; Şefik Can babasından intikal eden kıymetli bir yazmayı ehil gördüğü bir kişiye hediye ediyor 2000’lerin başında. O gece rüyasına giriyor ve kitabı yanlış kişiye verdiğini söylüyor! Demek ki kitap aşkı kıyamete dek süren bir iptila… Birbirinden harika, hayret ve heyecan uyandıran olayların anlatıldığı bu hatıratta Şefik Can’ın kitap sevgisinin diğer bir saikinin de üstadı Tahirü’l-Mevlevî olduğunu görüyoruz. Yine Kuleli’de talebe iken peşine düştüğü bir yazı onu İmam Şamil’e dair bir kitaba götürür. Kitapçı Hulusi Bey o kitabın müellifinin Taşkasap’ta yaşayan Tahirü’l-Mevlevî olduğunu ve onda muhakkak bir nüsha olacağını söyler. Aksaray’da Tahirü’l-Mevlevî’nin evini sora sora bulan genç askeri mektep öğrencisi kapının tokmağına vurunca hazret kapıyı açar. Kitap için geldiğini izah ettikten ve kendini tanıttıktan sonra, zamanı olmadığı için kitabı okula götürüp tekrar geri getirmesinin mümkün olup olmadığını sorar. Tabi kitaba olan meftuniyeti ve aşkı ehlince malum olan ve kitabı sevgiliye benzeten üstadın bu konudaki görüşünü bilmem söylemeye gerek var mı? “Evladım gel yukarıda kitabı mütalaa et! Ben kimseye kitap veremem!”. Şefik Can bu söze üzülür, zira kendisinin hangi okula mensup ve öğrenci numarasının ne olduğu üniformasında ayan beyandır. Ancak, kaderin garip cilvesi ki yıllar sonra öğretmen olarak atandığı Kuleli Askerî Lisesi’nde stajını yanında yapacağı hoca; onun mürşidi ve üstadı olacak, Mevlevîlik aşkını zerk edecek işte bu kitap âşığı şahıstır.
Hem babasından hem de üstadından kitap sevgisini kazanmış olan Şefik Can ise yukarıda belirtildiği gibi yemez içmez, varını yoğunu adeta kitaba yatırır ve şimdi Millet Kütüphanesi’ne intikal etmiş olan büyük kütüphanesini nice fedakarlıklar ile oluşturur. İşte böyle satın aldığı bazı kitapların sahipleniliş öykülerini de güzel ve tatlı bir üslupla anlatır. Örneğin Yüksekkaldırım’da bir kitapçının camekanında Divân-ı Kebir görür, eser öyle muhteşem yazılmış ve ciltlenmiş ki hemen dükkâna dalar ve eseri görmek ister. Takdim edilince kenarlarında da Mesnevî-i Şerif’in istinsah edildiğini, yani kopyalandığını görür. Daha da ilginci kitabın ortasına kalınca bir çivi çakılmış ve kitap örselenmiş bir haldedir. Bu muhteşem güzelliğin yeri kendi kütüphanesidir ve hemen fiyatını sorar. Yarım saat öncesinde kitapçıya bırakılan bu eşsiz eserin fiyatının 45 lira olduğunu söyler kitapçı, büyük para o zaman! Ancak yanında 15 lira vardır ve onu kaparo olarak vererek kitabı camekandan rafa çektirir. Aynı gün 30 lira borç bulur ve gelip kitabı satın alır. “… Çok harika, kalın ciltli, elyazması bir eser. Kitabı alabildiğime uzun süre inanamadım, hayran oldum. Kenarında altı cilt Mesnevî, ortasında Divân-ı Kebir. İçinde Rubâîler de var. Böyle bir eseri düşünmek bile heyecan veriyor insana” derken bir kitapseverin heyecanı bütün berraklığıyla görülüyor. Meşhur neyzen Halil Can bir servet değerindeki bu eseri satmasını ve büyük bir meblağ alacağını söylese de Şefik Can’ın parayla pulla işi yoktur. Kitabı satmaz elbette…
Şefik Can Hatıralar tam anlamıyla kitaba ve okumaya adanmış bereketli ve saf bir ömrü gözler önüne seriyor… Cumhuriyetin ilk on yıllarında İstanbul’un kitapçı dükkanları, sahafları ve müdavimleri öyle güzel anlatılmış ki Eşref Edip, Ömer Rıza Doğrul, Sevan Nişanyan’ın dedesi kitapçı Nişanyan, Muzaffer Ozak, Raif Yelkenci, Şemseddin Yeşil ve Yüksekkaldırım’daki Rum ve Yahudi kitapçılar… Osmanlı bakiyesi dünyada kitaba sahip çıkan sahaflar ve kitapçılar dünyasının bilinen ve bilinmeyen pek çok ayrıntısını veren bu mufassal ve hacimli hatırat, bilhassa kitabın, kitapçının ve sahafların tarihine meraklı okur için bulunmaz bir memba…
Cezmi Aşur