3 Şubat 2022 Perşembe

Bir aptal bir aptala

“Bireysel ve kolektif tarihimizin gerçek ve ahlaki yüzü, ayrılıklar ve birleşmeler, trajedi ve komedinin sahnelendiği büyük oyundan başka bir şey değildir.”
- Maxime Rovere

Her gün onlarca insanla karşılaşıyoruz ve herhangi bir hukukumuzun olmasına gerek kalmadan hemen hemen hepsi hakkında bir fikrimiz oluşuyor. Dahası, yaşadığımız çağda artık bu karşılaşmaların yüz yüze ya da kanlı canlı olması gerekmiyor. Kitle iletişim araçları, internet teknolojileri, sosyal medya uygulamaları derken gerçek ile sanalın iç içe geçtiği büyük bir curcunanın içinde buluyoruz kendimizi. Pragmatizm eksenli zaaf ve eğilimlerimize zamanın ruhu da eklenince bu karşılaşmaların sonucunda yüzeysel fikirlerin yumağı hâline geliyor zihnimiz. Pragmatik yönümüz (bunu ahlaki ve/veya etik tutum şeklinde yorumlayanlar olacaktır) insanlar hakkındaki bütün fikirlerimizi uygun ortam olduğuna kanaat getirmediğimiz sürece açığa vurmamayı salık veriyor. Biz de öyle yapıyoruz. Esasında bu düşüncelerimizin genelinin ham fikir olduğunu söyleyebiliriz. Zira birden belirmiş ve zihinsel süreçlerden geçerek işlenmeden oluşmuştur. Dolayısıyla bunlar fikirden ziyade yargı, hatta birçoğu önyargıdır. Peki, hemen yukarıda paranteze alınan, sırtımızı dayayıp kendimizi temize çektiğimiz ahlak ya da etik bu işin neresinde?

Kolektif Kitap’tan çıkan "Aptallarla ne Yapmalı?" meselenin tam da bu yönüne eğiliyor ve felsefi açıdan sorguluyor. Kitap aptallığın felsefi boyutuna değinmesine değiniyor fakat felsefe tarihinin, aptallığın karşıtı olarak konumlandırdığı akıl üzerinden oluştuğu için filozofların aptallarla uğraşamayacak kadar yoğun olduklarının da altını çiziyor. Felsefenin ya da filozofların laftan anlamayana bir şeyler anlatmaya çalışarak zamanını boşa harcamayacağını söylüyor. Filozoflar açısından aptallık aklı kullanmayanların içinde bulunduğu teknik bir durumdur. Gelelim en önemli kısma: Bu teknik durumu derinlemesine analiz eden yazar Maxime Rovere, çalışmasını “etkileşimsel etik” şeklinde tanımlıyor. Henüz ahlakı ve etiği zihinsel açıdan hazmedememiş ‘etkileşenler güruhu’ için ne kadar da uç bir tanımlama demekten başka bir şey gelmiyor elden. Bununla birlikte yazarın nihai amacını alt başlıkta net olarak anlıyoruz: Rovere, “onlardan biri olmamak için” diyerek okurun içine bir kurt düşürmüyor değil. Ki, kurt’un akıbeti kitap bittiğinde ortaya çıkıyor. Psikoloji ve sosyoloji başta olmak üzere sosyal bilimlerin birçok alanıyla iç içe olan yüz altmış sayfalık kitap Türkçeye Servet Ugan’a tarafından çevrilmiş.

Aptallarla ne Yapmalı gerek isim gerekse içerik açısından ilk bakışta eğlenceli gibi görünüyor -ki öyle olmadığını söyleyemeyiz- fakat ilerledikçe aslında insanın kendisiyle yüzleşmesine neden oluyor. Öncelikle söylemek gerekir ki, çalışmanın üzerine inşa edildiği ‘aptal’ kelimesinin günlük hayattaki karşılığı biraz muğlak. Sözlük karşılığı üzerinden hareket edildiğinde uzlaşılan bir anlam bulunabiliyor fakat birini işaret etmeye kalkışıldığında sorunlu hâle geliyor. Basitleştirerek söylersek yazarın şöyle bir tespiti var: Aptallık birini işaret ettiğinde öznel bir tabir olduğundan işaret edenle sınırlı kalıyor. Bir anlamda göreceli bir duruma dönüşüyor ve herkes herkesin aptalı olmaktan uzak değil. Birisini aptal olarak niteleyen bir başkasının aptalı konumunda olabiliyor. Dolayısıyla aptallık net ve nesnel bir konumlanma bulamıyor. Bütün bu söylediklerine rağmen bir tanım getirmekten geri durmayan Rovere göre aptal, “Başkalarına saygı göstermeyip sıradan sağduyu ilklerini bile hiçe sayarak birlikte yaşamanın koşullarını ortadan kaldıran kişidir.

Yazar aptallardan kurtulmanın mümkün olmadığını, onlarla mücadele etmenin ise çok zorlu olduğunu belirtiyor. Zira bir aptalla mücadele etmeye kalkışmak aptallaşmanın adımlarından biridir. Aptallık bulaşıcıdır ve muhatabını aklın atıl bırakıldığı bataklığa çeker. Aptallaşmaya neden olan bir diğer tutum başka birini aptal olarak nitelemektir. Çünkü birini aptal olarak nitelemek öznel bir yargıyla hiyerarşik bir konumlanmayı beraberinde getirir ve niteleyenin kendisinin üstün olduğu düşüncesine dayanır. Tipik aptal tavrının arka planında da bu vardır. Bu tehlikelerden sakınabilmenin yolu aptalları tanımaktan geçmektedir. Rovere göre aptallar herhangi bir şeyi kabul etmez, fikri sabittir, inatçıdır, ne olduğuna bakmadan savaş ister, şiddet yanlısıdır, yıkıcıdır, bilinç dışı hareket eder, kolay olanı seçer, uyumsuzdur, diyalogdan uzaktır, iletişime kapalıdır… Rovere bu aşamada bazı önerilerde bulunuyor. Kişinin aptalların yaptıklarını salt manada kötülük olarak ele almayıp iyilikle yaklaşması, kendisiyle yüzleşip duygularını kontrol ederek meydan okuması ve üstün olduğu düşüncesiyle ahlaki ders vermekten kaçınması aptallarla mücadele etmenin işe yarar yöntemleri olabilir. Görünüşte basit öneriler fakat insanın doğası bu basit önerilere uymaya izin verir mi, orası tartışılır. Zira kötülük konusu, tahammül eşiği, ahlaki görelilik son derece kaygan bir zemine sahip.

Aptallarla ne Yapmalı’da aptallığın iradi olup olmadığı, ahlaki durumu, etik boyutu, genetik yönü ile psikolojik, sosyolojik ve felsefi bağlamına dair kapsamlı analizler yer alıyor. Buna göre aptallık hukuki değil, olgusal bir şeydir ve yaptırım açısından ancak toplumsal değerler çerçevesinde bir karşılığı olabilir. Dolayısıyla hukuk ve ahlak gibi normlar aptallığı yok etmede yetersizdir. Diğer yandan toplum zorunlu olarak aptal üretir, devlet otoritesi için aptalı ister. Ne aptal ne de aptallık bitirilemez, yok edilemez. O hâlde aptallarla yaşamaya alışmak zorundayız fakat aynı zamanda aptallığın hayatı zorlaştırmasına da izin vermememiz gerekir. Bu da aptallarla nasıl mücadele edileceğini bilmek ve aptallık tuzağına düşmemenin yollarını bulmaktan geçer. Kitap tam olarak buradaki farkındalığın izini sürüyor ve mümkünlüğünü arıyor. Hülasası, aptallardan kurtulmak mümkün olmadığına göre, etkisini azaltmayı deneyebiliriz diyor. Fakat sonsöz kesinlikle bu değil çünkü içe düşen ‘kurt’ boş durmuyor. Kitaba göre istisnasız her insanın takındığı bir tavır olarak bir başka insanı aptal olarak nitelemesi aptallık ise, aptal olmadığında ısrar edecek birileri çıkar mı?

Ya da hiç kimse aptal değil!

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

27 Ocak 2022 Perşembe

Bozkırdan insan hikâyeleri

Ethem Baran’ın son öykü kitabı Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor, yakın zamanda İletişim Yayınları tarafından neşredildi. Kitap üslûp açısından Ethem Baran öykücülüğünde farklı bir yerde bulunuyor. Diğer kitaplarındaki şiirsel ve imgesel anlatım yerini daha sade, düz, anlaşılır bir anlatıma ve önceki kitaplarına göre daha kısa cümlelere bırakmış. Bunun bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum; çünkü yer yer önceki üslûbundan sahneler de yer alıyor kitapta. Yazar, bilerek böyle yazdım der gibi bir yol tutturmuş.

İki bölümden (Boş Geçmeyelim, Baş Dönmesi) ve ilk bölümde iki, ikinci bölümde altı öykü olmak üzere toplam sekiz öyküden oluşuyor kitap. Bu öykü sayısı da Baran için az sayılabilir. İlk bölümün öyküleri “Furkan” ve “Nisa” birbiriyle bağlantılı bir şekilde oluşturulmuş. Bir novella da diyebiliriz bu bölüm için. Zaten kitabın yarıdan fazlası bu iki öyküden oluşuyor. Furkan’da, ergenliğinin ortasındaki bir gencin iç monologlarını görüyoruz. Karakterin içinde bulunduğu ruh halini, topluma, ailesine, kurumlara bakışını çok başarılı oluşturmuş yazar. Genelde isyankâr ve sorgulayıcı görüyoruz karakteri. Babayla problem, mutsuzluk, belirsizlik ve platonik aşk öykünün genel atmosferini oluşturuyor. Aşırı detaya girmeden, Türkiye’nin muhafazakâr kesimine de (din tüccarlığı üzerinden) bir eleştiri topu atıyor yazar. Zaten karakterlerin isimlerinden de (Furkan, Nisa) anlaşılabilir hangi kesimin hikâyesini yazdığı.

İkinci öyküde ise bir kadın karakter görürüz ki bu, kitapta çok karşımıza çıkan bir durum değildir. Baba ve aile problemi iki öyküde de temel sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Buna bu öyküde alttan alta yalnızlık duygusu da ekleniyor: “Herkes kendince, hayatta kalabilmek için gerekli silahları bulmuş ya da onlara baştan verilmiş. Benim sadece kitaplarım var.” Yine tek karakterli bir öykü diyebiliriz Nisa’ya da. Fakat bu iki öykü de lirizm açısından zengin öyküler. Yazar zaman zaman ‘ben’ zaman zaman da “ilahi bakış açısı” anlatımıyla öykülerini zenginleştirmiş fakat karmaşıklaştırmamış. İki gencin problemlerini toplumsal bazı aksaklıklar içinde eritip başarılı iki öykü karşımıza çıkarmış.

Baş Dönmesi” bölümü birbirinden bağımsız altı öyküden oluşuyor. Yine duygu odaklı öyküler yazan Baran, “Tıkır Tıkır” öyküsünde farklı bir yola girmiş ve baston metaforuyla toplumun aynılaşması ve kutuplaşmasını işlemiş. İnsanın sevdiği yerde dahi yalnız kalabileceğini ve ‘bizim gibi olmayan haksızdır’ bakışını kısacık öyküde çok başarılı anlatmış.

Diğer kitaplarında da ara ara gördüğümüz, günümüz edebiyatının aksayan yönlerini ele aldığı bir öyküyü bu kitapta da görüyoruz: “Bay WC Sıcak Duş Emanet Alınır.” Yine duygu temalı (hayal kırıklığı) bu öyküde günümüzün hem okur hem yazarlarına da eleştiriler yok değil.

Gözleri Dolana Dolana” ve “Her Yaz” öyküleri tıpkı ilk bölümdeki gibi, genç karakterlerin gönül işlerini tema olarak ele alıyor ancak baygın, ağlak bir romantizm görmüyoruz hiçbir zaman. Ancak mutluluk da görmüyoruz. Karakterler ve öykü umutla umutsuzluk arasında, umutsuzluğa doğru bir akışta işleniyor.

Yazarın genel olarak dili kullanımı oldukça iyi. Diğer kitaplarında olan, daha çok taşra anlatımını kırmış, insana ve duygulara yönelmiş bu kitabında. Tam bir bozkır öykücüsü Baran ve buranın toplumunu gözleme kabiliyeti üst düzeyde. Ayrıca iç monolog öyküleri ayrı bir başarılı. “Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor”un yazarın en iyi bir iki kitabından biri olduğunu düşünüyorum.

Mehmet Akif Öztürk

24 Ocak 2022 Pazartesi

Sevecen gecenin burukluğu

Dick'le Nicole bir şekilde karşıt ve tamamlayıcı olmaktan çıkıp, tek ve eşit olmuşlardı; Nicole aynı zamanda Dick'ti, onun kemiklerindeki cılız, yetersiz ilikti.

F. Scott Fitzgerald'ın Buruktur Gece adlı eseri, tüm benliğini bir kadın için tüketen bir erkeğin yaşadıklarını anlatıyor. Dick ve Nicole Diver çiftinin dışarıdan göründüğü hâlleri ile için dünyalarındaki farklılıklar olay örgüsünün temeli. Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda Fransa güneyinde geçen eser aynı zamanda Scott ve Zelda Fitzgerald çiftinin evliliklerinin yansımasıdır. Bu nedenle otobiyografik eser özelliği taşıyor. Doktor Dick Diver şizofreni yankılarının fark edildiği hastası Nicole'ün durumu ile ilgilenmeye başlar. Nicole Dick'in onunla hasta-doktor ilişkisi çerçevesinde ilgilendiğini bilse de ona olan hislerinin önüne geçemez. Dick’e mektuplar yazar, Dick onun iyileşmesini istediğinden mektupları kabullenir. Yazdığı ilk mektupla son mektup arasında giderek iyileşmeye başlayan ruh hali ve tavırları Dick'in dikkatini çeker. Nicole'e olan ilgisi artar, doktor arkadaşının da hastalık aşamasında onun Nicole'e iyi geldiğini söylemesiyle Dick Nicole’le evlilik aşamasına gelir, çocukları olur. Dick Nicole için kendinden hep ödün vermekte, onun hastalığının nüksetmeden iyileşmeye devam etmesini istemektedir. Evlilikleri boyunca etrafındaki insanlar hep onlara özenir, kusursuz ve saygın bir çift olduklarını düşünürler.

Dick ve Nicole'ün yaşadığı otele bir gün tatil amaçlı Rosemary adında oyuncu genç bir kız gelir. Dick’e ilgi duyar Dick başlarda buna karşılık vermese de zamanla kızın sakin dünyasına çekilir. Fakat Nicole’den uzaklaşamayacağını kıza söyler ve hep kendine hatırlatır. Bu arada Nicole’le olan ilişkisi giderek yorulmaya başlar. Nicole hastalık etkisiyle ataklar yaşar, Dick ve Rosemary uzaklaşır, Rosemary otelden gider. Aradan beş yıl geçtiğinde Dick Nicole’e kendinden katmaya devam etmektedir ve Nicole bu güçle kendini toparlamaya başlar. Artık çöküşe geçen Dick, yükselen de Nicole’dür. Dick Rosemary ile tekrar karşılaştığında Dick baştaki heyecana sahip değildir, yorgundur. Rosemary'nin Dick'e duyduğu yakınlık Nicole'ü sinirlendirir ve zaten zamanla Dick'ten uzaklaşmışken kopma noktasına gelir. Bu kopuş onu, yıllardır kendisini seven Tommy’e yakınlaştırır. Kendi benliğinin farkına varır ve Dick'ten aldığı güçle toparlandığı için tek başına dik durup ilerleyecek enerjiyi bulmuştur. Dick artık tükendiği için Nicole'ün başkasıyla olmasına karşı çakmaz. Onu iyileştirirken, kendinden ve mesleğinden uzaklaşıp alkole daha yakın durmuştur.

Yazarın ruhsal çözümlemeleri sayesinde romanı okurken kimin neyi neden yaptığını sorgulamamıza gerek kalmıyor. Dick'in kendisi ve etrafındaki insanlar hakkındaki tespitleri o kadar başarılı ki, onunla konuşan herkes sanki karşısında çırılçıplak kalıyor. Bu tespitleri okurken, diğerleri sanki arkasındaki görüntüyü içinden gösteren şeffaflığa sahipmiş gibi hissediyoruz. Bu da pek çok insan şekli tanımamızı sağlıyor. Yapacakları hamleleri ve sergilewyecekleri davranışları kestirebiliyoruz. Tüm karakterlere yakın durabiliyoruz çünkü hepsinin hem haklı, hem haksız yanları var. Bu, hepsinin insan olduğunu ve kusursuz olamayacağını hatırlatıyor. Yaşanan olaylarda bir aşırılık ya da abartı yok. Betimlemeler oldukça kuvvetli, mekânların içinde yer almamızı sağlıyor.

Dick kendi mutluluğu adına çaba gösteremediği ya da var olan çabaydı Nicole'e verdiğinden, zaman geçtikçe yaş almadan yaşlanıyor. Ruhundan verdiği her zerrede, benliği biraz daha eksiliyor, eksikliğin yeri dolmuyor. Dick, ruhu sanki pek çok parçaya ayrılmış, her biri başka bir anlam taşıyor ve başka bir duruş sergiliyormuş gibi bir karakter. Belki de bu yüzden karakterler arasında istemsizce en çok onu anlayıp ona yakın olmak mümkün hale geliyor. Tüm bunların yazarın hayatından izler taşıdığını bilmek, içte bir burukluğa sebep oluyor.

Gecenin önemi, tüm duyguların serbest bırakıldığı anları yaşatması, en çok da burukluğun. Bu burukluğu bütün gecelerde Dick Diver’da izliyoruz. Ve bu burukluk, sadece Dick'in değil, gecenin ruhunda ortaya çıkıyor. Belki bu burukluğu şu sözlerde hissetmek daha tesirli olur:

"İşte seninleyim! Gece buruk...
... ama hiç ışık yok burada,
Gökyüzünden esintilerle gelen, çimenli karanlıkların ve
Yosunlu, kıvrımlı yolların içinden sızan ışığın dışında.
"
(John Keats, Bülbüle Gazel)

Buse Çakmak
busecakmakjd@gmail.com

21 Ocak 2022 Cuma

Dolap niçin iniler?

Nakşibendî-Hâlidî mürşidi Mehmed Sâmi Efendi, Kırtıloğlu Tekkesi’ndeki bir sohbeti sırasında, kendinden uzakta, kapı eşiğinin neredeyse dışında duran Sâlih Baba’ya seslenir. “Söyle” der. O zamana dek şiirle başının pek de hoş olmadığı bilinen ve ümmi olmasıyla tanınan (Ümmîyem bir zerre denli ilme yoktur tâkatim / gâh olur ilm ile bîpâyân oluram kime ne) Sâlih Baba, irticalen şiir söylemeye başlar. Daha sonra divan olacak kadar şiir söyler. Şimdi burada duralım ve iki meseleyi açalım.

Eğer etrafınızda bir çocuk, deli yahut şair yoksa hakikatin tecellisi sizi epey bekletebilir. “Hakikat denilen şey, bu arayışı kendine olumlu bir faaliyet olarak gören iki insan arasında tecelli edebilir. Yani hakikatin tecellisi için mutlaka iki taraf, daha doğrusu iki insan gerekiyor.” der İsmet Özel. Şairlerin tek başlarına hakikatin tecellisini mümkün kılan bir yanları olduğunun altını çizer ve bunu kendi izahıyla şöyle yapar: Şair bir ip atar, okuyucu da onu ucundan tutar. Hakikat böylece ortaya çıkar. İşte, mürşidinin attığı ipi tutan Sâlih Baba o anda nice sıfatından sıyrılıp hakikat dolabını aralar ve içeri girer: "Kün fekân emriyle döner bir dolâb / öğüdür âlemi misl-i âsiyâb / inceden incedir olunmaz hisâb / çok hikmet var kün fekân’dan içeru”.

Tıpkı “Çıktım erik dalına” gibi “Benim adım dertli dolap” da ilk okuyuşta anlamına ulaşma hususunda zorluk çekilen şiirlerdir. Belki de bu yüzden erenler şiir demek yerine doğuş demeyi tercih etmişlerdir. Şairlerin hem eşyayla hem de tabiatla kurdukları hassas bağ, sufi şairler nezdinde daha da derinleşir. Elimizde sözlükler, kılavuz niteliğinde kitaplar ve şerhler olmadan içinde eşyanın, tabiatın hakikatini barındıran, o hakikati söyleyen şiirlerden lezzet alamayız. Bu sebeple tarih boyunca Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Yûnus Emre, Niyâzî-i Mısrî gibi gönül sultanlıklarını şiirin avazıyla kâinata aşk etmiş yüceler hep bir rehberin eşliğinde okunmuş tekkelerde. Süt çocuğuna bulgur pilavı yedirmemek gerektiğinin bilinciyle elbette. Bu bilince sahip olan kimseler çok büyük bir sorumluluğu elden ele taşıyıp bugünlere getirdiler. Ömrü belli seneleri aşmış olanlar için su dolapları, değirmenler, çarklar ve feleğin çemberinden geçmiş olmak elbette çok şey ifade edebilir. Gençler için artık bu eşyalar bilinir ve görünür değil. Ola ki tasavvufla muhabbetli kimseler elbette talihli. Çünkü tasavvufta Allah-insan-âlem ilişkisi, varlık ağacı, devir nazariyesi, tavâf, semâ, devrân gibi meselelerde daire önemli bir yer tutar. Nitekim Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Allah-âlem ilişkisine dair bir tasvirinde dairelerden yararlanır. Bu dairelerin merkezinde İlahi Hazret yer alırken en dışta yazılı maddeler saat yönünde şöyledir: Ateş, akıl, toprak, tabiat, su, heba, hava, nefis. Hazret, Fütûhât-ı Mekkiyye’de şöyle der ki bir devran zikri yaşamış kimseler için çok büyük anlamı vardır: “Bilmelisin ki Âlem küre şeklinde olduğu için insan sonundayken başlangıcına özlem duyar. Yokluktan varlığa çıkmamız O'nunla gerçekleştiği gibi yine O'na döneriz. Her iş ve her mevcut, kendisinden var olduğu başlangıca dönen bir dairedir.

Geleneğimizin her biri kıymetli dolaplarını açan, bulduğu ganimetleri yazdığı kitaplar yoluyla meraklılarla paylaşan Türkan Alvan, bu kez Türk edebiyatındaki dolab-nâmeler eşliğinde asırlar boyunca eşyaya verilen kıymeti, tabiata gösterilen hürmeti yeniden hatırlatıyor. Mayıs 2021’de Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Benim Adım Dertli Dolap, evvela su değirmenlerinin, su dolaplarının, Dolab-ı Muhammedî’nin, hacılarla Dolab-ı Muhammedî arasındaki muhabbetin, Pîr Sümbül Sinan’ın su dolabıyla münasebetinin ve saka kuşunun tarihinde geziniyor. Akabinde dolab-nâme türünün kaynaklarına ışık tutuyor. Burası önemli çünkü Kur’an ve sünnette kâinâtın dile gelmesi (Hz. Peygamber, Uhud Dağı, Hannâne), tasavvufun ve Mevlânâ, Âşık Paşa, Ahmedî gibi bilgelerin, şairlerin, mutasavvıfların dolab-nâme türüne etkisi irdeleniyor. Bu bölümü okurken doğaya ve bilhassa suya verdiğimiz özenin hayatımızdan ne kadar çekildiğinin farkına varıyoruz. Değiştiğimizi ve unuttuğumuzu hatırlıyoruz. Bu hatırlayış bize daha çok sancı veriyor, vermeli.

Mevlânâ ilahi aşkı anlatırken suyun duruluğu ve devinimi ile sevgiliye hasreti, sevgiliyi arayışı bağlamında âşığı sık sık suya benzetmiştir. Âşığı “Ben susuzluk hastasıyım, suyun beni öldüreceğini bilsem bile su beni çeker.diye söyleten Mevlânâ’ya göre asıl Cenab-ı Hakk’ın kuluna muhabbeti aşkın kullarında farklı şekillerde tecelli etmesinin sebebidir” diyor Türkan Alvan ve “Hz. Mevlânâ için su dolabı, yapım süreci ile kadere rızayı ve nefs terbiyesini temsil ederken dolabın suyun üstünde durmadan iniltiye benzer sesle dönüşü; âşığın Cenab-ı Hakk’a ve Hz. Muhammed’e hasreti ve aşkının derdiyle gözyaşları içinde ağlamasının sembolüdür. Çünkü su dolabı gibi feleklerin dönüşü akl-ı küll sahibi Hz. Muhammed sayesindedir.” cümleleriyle devam ederek bizi Dîvân-ı Kebîr’e davet ediyor: “Gelin bugün devletle kutlulukla yeni aşka düşenler gibi o sevgilinin çevresinde dönüp dolaşalım… Çok döndük dolaştık şu çorak yerde; biraz da ambarlara sığmayan tohumu araştıralım… Başımız ayağımız yok zerreler gibi havadayız. Ay gibi biz de o görülmemiş eşsiz güneşin çevresinde dönüp duralım. Su dolabı gibi feryatlarla dolduk. Düşünce gibi şikâyetsiz, sözsüz dönüp duralım.

Kaygusuz Abdal’ın Dolab Kasidesi’nde su dolabı insanı sembolize eder. Ebedî olana vurgunun yanı sıra nefs terbiyesi, mücahede ve riyazat gibi konular da kasidede merkezi bir noktadadır. Abdal, “Neden bağrun delükdür gözlerün yaş / sebeb nedür sataşdun bu ‘itâba” sualiyle dolapla dertleşmeye niyet eder. “Karârun yok gice gündüz dönersün / dökersün dertlü gözden hûn-âba” diyerek onun derdini anlamak ister. Âşık Yunus’un çocuklarımızı uyuturken ve kendimizi uyandırırken söylediğimiz “Benüm adım dertli dolap / suyum akar yalap yalap / böyle emr eylemiş Çalap / derdüm vardur inilerim” dizeleri, Rabbinin emriyle dönen dolabın dertli inlemelerini anlamaya bir çağrıdır. Şehzâde Cem’in himayesindeki şairlerden La’lî’nin dolab-nâmesinde ulu bir dağda yaşayan ağacın kesilip, bağrı delinip, çiviler çakılıp sonunda su dolabı yapılmasına tanıklık ederiz. Bilinen en uzun dolab-nâmeye imza atan Şeyh Ahmed Hayâlî-i Gülşenî, Kaygusuz Abdal’a nazire yaptığı şiirinde su dolabını nefsin arzularına uyan günahkâr bir insana benzetir ve Pendnâme tarzında öğütler verir. On beşinci Kırım Hânı olan Gazi Giray II, Safevilere karşı savaşırken esir düşmüş ve Alamut Kalesi’ne hapsedilmiştir. Kahkaha Zindanı’nda elleri ve boynu zincirli olarak geçirdiği yedi yıllık esaretin psikolojisi, “Bükegelmez idi hergîz kemânum / yıkıldum kalmadı tâb u tüvânum / hemân-dem kesdiler kolum budağum / sürtmeg-çün biri deldi ayağum / takup boynuma anda rismânı / ki bildüm kalmadı işret nişânı.” dizeleriyle dolab-nâmesine yansımıştır. Pir Sultan Abdal, su dolabının yanı sıra bülbül, dağ, çam ağacı gibi varlıklarla söyleşir. Tanbur ile söyleşisinde aslî vatanından kopmuş gurbet derdi çeken insanın hâlini anlatır: “Gel benim sarı tanburam / sen ne için inilersin / içim oyuk derdim büyük / ben anun-çün inilerim.

Benim Adım Dertli Dolap; asırlarca eşyanın hakikatini önemsemiş, bu hakikatin aynı zamanda insanın hakikati olduğunu benimsemiş, su içtiği bardağa da başını koyduğu yastığa da kendisine hizmet ettiği için öperek sevgisini göstermiş, ormandaki diğer ağaçlar ürkmesin diye baltasının ucunu mendille gizlemiş bir hassasiyet geçmişimiz olduğunu hatırlatıyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Okur dergisinin 22. sayısında yayınlandı.

Usta dedektifle yeniden tanışıyormuş hissi

Sherlock Holmes ve çırağı Mary Russell’ın Arıcının Çırağı’nda başlayan serüvenleri Kadınlar Alayı’nda devam ediyor. Arıcının Çırağı’nda, emekliliğini ilan etmiş Sherlock Holmes’ün Mary Russell’a karşılaşması, onun zekasının kıvraklığını dikkate değer bulması ve usta-çırak ilişkisinin başlangıcını okumuştuk. Holmes’ün Russell’da sezdiği-gördüğü yetenekleri okur da tek tek onaylamıştı. Kadınlar Alayı’nda hem bu tuhaf usta-çırak ilişkisinin derinleşmesine hem de Russell’ın kendini keşfetme yolculuğuna tanıklık ediyoruz.

Mary Russell, zeki, meraklı bir zihne sahip ve kendine biçilen rollere boyun eğmeyen genç bir kadın. Aynı zamanda inatçı da. Araştırmayı seven yapısı ve meraklı zihni, onu yeni bir mistik hareketin lideri olan Margery Childe ile karşılaştırıyor. Childe’yle tanışması sonrası Russell, onunla ve çevresindeki kadınlarla yakınlaşmaya başlar. Kadın haklarına yaklaşımı, teolojideki farklı yorumları nedeniyle dikkatini çeken bu tarikatın bir üyesi olmaya adım adım yaklaşan Russell’ın şüpheci zihni, ona bambaşka bir bakış açısı sunar. Merak ve araştırma, devamında Russell’ı içinden çıkılmaz bir maceraya sürükler.

Kitap, bir polisiye kitaptan beklenenden daha yavaş bir yapıya sahip; bazı bölümlerde klasik polisiye aksiyonuna yaklaşılsa da hem dilin hem de anlatımın genellikle sakin bir akışta ilerlediği söylenebilir. Kitapta gündelik dili yakalamak güç, kitabın orijinal metnini değerlendirme şansım olmadığı için bunun kitabın yazarından mı çevirmeninden mi kaynaklandığı yönünde görüş bildirmeyi sakıncalı buluyorum. Ancak Kadınlar Alayı’nda klasik Holmes romanları soluksuzluğunu beklememek gerektiğini söyleyebiliriz.

Kadınlar Alayı, Sherlock Holmes’ün ve aslında polisiye türünün erkeklerle örülü dünyasında büyük bir delik açıyor. Sherlock Holmes’ün çırağı olan Mary Russell üzerinden toplumda kadına uygun görülen yer, toplumsal cinsiyet rolleri ve kadın cesaretinin varacağı noktalar ile ilgili okumalar yapmak mümkün. Laurie R. King’in kitapları, sadece heyecan yaratan, kolay polisiye kitaplar değil; King, alt metinleri, toplumsal mesajları ve karakterlerinin seçimiyle söylemek istediklerini romanın içine gizliyor. Bu mesajları bulmak için Sherlock Holmes olmaya gerek yok; dikkatli bir okur olmak yeterli.

Laurie R. King, Holmes’ün klasikleşen ve herkes tarafından bilinen karakterinin sınırlarını silikleştirmiş; King’in kitaplarında usta dedektifle yeniden tanışıyormuş hissi yaşamak mümkün. Sevin Okyay da King’in Holmes yorumuna dikkat çekiyor: “Ama ‘Arıcının Çırağı’nda nihayet Holmes’e farklı gözle bakabilen ve ona layık bir yardımcı bulmuş yazara rastladım. Laurie R. King, büyük dedektifle dağda-bayırda karşılaşan, hatta onun üstüne bakıp ezmesine ramak kalan 15 yaşındaki Mary Russell’da bulmacayı çözmüş.” Okyay’ın da söylediği gibi, Holmes’ün yeniden doğuşu ve kimliğinin yeniden inşasının temelinde Mary Russell’ın bu hikayelere dahil oluşu yatıyor.

Kadınlar Alayı, yalnızca aksiyon beklentisinde olan, kolaycı polisiye okurlarının ilgisini çekmeyebilir. Ancak polisiye okumayı seven, farklı polisiye yazarlarının dünyalarına aşina, kendisine verilenle yetinmeyip alt metinde yazanı araştırmayı seven okurlar için yeni yollar açmaya aday bir kitap olduğunu söyleyebilirim.

Özge Uysal

16 Ocak 2022 Pazar

Müziği anlayan, bütün varlık âlemini anlar

Ülkemizde müzik üzerine düşünenlerin, yazanların sayısı bir elin parmaklarını geçmediği gibi aslında müzikle yaşamayı, müzikle düşünmeyi de meşk kültürünün kaybıyla birlikte unuttuk dersek abartmış olmayız. Fem-i muhsin denen o güzide zincirin ilk halkaları şüphesiz toprak oldular. Fakat onların talebeleri silsileler hâlinde yayıldı, asırlık topraklarımızda şiir, mûsıkî ve mimarî arasında kopmaz bir bağ kurdu. "Bizim medeniyetimiz; Süleymaniye'de kubbe, Itri'de nağme, Baki'de şiirdir" derken Cemil Meriç esasen bunu özetler. Mûsıkîmiz ve fem-i muhsin ağızlarımız, hüznüyle neşesiyle nice nesillerin başvurduğu bitmez bir kaynaktı ve lakin şimdilerde o kaynaktan yararlanılmıyor. Bu da kaynağın kuruduğunu zannetmek gibi geri dönülmez bir hataya sebebiyet veriyor.

Kadim mûsıkî kaynağımızın kuruma sebeplerinin ve canlandırılması düşüncesinin yeniden konuşulması, yazılması, söylenmesi gerekiyor. Ülkemizde müzik üzerine yazdığı düşünce yazılarıyla Yalçın Çetinkaya bu görevi kendince, elinden geldiğince üstleniyor. Öğrencilik hayatında unutulmaz hocalardan eğitim almış olan Yalçın Çetinkaya, yazdığı yazılarla 7'den 70'e aslında gönüllü müzik dersi veriyor. Üstelik bu derste nota yok, meşk var. "Aşk olmadan meşk olmaz" demişler. Emin Işık hocanın da bir kitabının adıydı, aşkı meşk etmek. Dolayısıyla evvela müziği sevmek, sevmek, sevmek... Sonra dinlemek ve düşünmek. Dinlerken düşünmek, düşünürken dinlemek. Müziğimizin, bu ulvî sanatımızın kökleriyle buluşmalıyız. O zaman şiir ve mimarî de bizimle olacak ve aslî vazifelerini ifa edeceklerdir. Bizi daha iyi insan, içindeki anlamı bulmaya çalışan insanlar hâline getireceklerdir. Bu dünyaya neden geldik? İçimizdekini bulmaya. Kendini bilen Rabb'ini bilir denmemiş boşuna...

Prof. Dr. Selâhaddin İçli, İnci Çayırlı, Nîdâ Tüfekçi, Prof. Dr. Nevzat Atlığ, Prof. Dr. Mustafa Tahralı, Prof. Dr. Bekir Karlığa, Bekir Sıdkı Sezgin, Süleyman Erguner, Cinuçen Tanrıkorur gibi büyük isimlerden çeşitli eğitimler almış olan Yalçın Çetinkaya, dergilerde ve gazetelerde mûsıkî sanatının incelikleriyle dolu nice yazılar yazdı. Yeni Şafak gazetesinde yazdığı yazılar, ona 2015 yılında ESKADER'den "2015 Yılı Müzik Ödülü" kazandırdı. Öte yandan TRT İstanbul Radyosu'nda ve TRT Müzik kanalında hazırladığı programlarla da müziğe hizmet etti, hâlâ da aşkla, şevkle ediyor. Bu aşk ve şevk çoğu zaman Yalçın hocanın yazılarında, halkın göremediği sorunları sık sık vurgulamasına imkân sağlıyor. Günümüzde her peş peşe eser çalınınca fasıl, her gürültüyü müzik, her enstrüman çalanı da müzisyen zannetmemizin sebeplerini birer birer irdeliyor.

Müzik felsefesi, müzik sosyolojisi, müzik estetiği, tasavvuf ve Türk mûsıkîsi ilişkisi, Türk mûsıkîsi tarihi, Batı müziği tarihi, medeniyet ve müzik ilişkisi, müzik üzerinden medeniyet okumaları, din ve müzik, kutsal ve müzik, kadim müzik teorileri, uzak doğu geleneksel müzikleri, yeni müzik biçimleri ve düşünceleri gibi alanlarda dersler veren, araştırmalar yapan Yalçın Çetinkaya'nın Müziği Düşünmek adlı kitabı, Büyüyenay Yayınları tarafından Haziran 2016'da yayımlandı. Kitap, Çetinkaya'nın gazete yazılarını bir araya getiriyor ve böylece hem toplu okuma yapma imkânı sunuyor hem de müzikle düşünme yeteneği kazandırmak için el altında duracak bir yardımcı kitap görevi üstleniyor. Kitap, müziğin sadece belirli bir konu ya da konuları üzerine değil, Batıdan da Doğudan da birçok karşılaştırmayla birlikte tarih, coğrafya, ahenk, estetik, ritim gibi birbiriyle ilgili birçok meseleyi okuyucuya aynı anda verip, tüm kirliliklerin arasından güzel olanı daha kolay seçip alabilmenin bazı yollarını gösteriyor. Müziği Düşünmek, geçmiş yıllardan itibaren ülkemizde yaşanan sanat facialarıyla beraber, sanatçı profillerinin de gözden geçirilmesini sağlıyor, bu özelliğiyle aynı zamanda bir tenkit kitabı olarak da görülebilir.

Çetinkaya, ahenk kelimesi üzerinde ısrarla duruyor ki müzikte olduğu kadar şiirde ve mimarîde de ahenk vazgeçilmez bir yer tutar. Kainatın kusursuz sistemi, doğanın ekolojik sistemi, insanın sindirim sistemi, çiçeklerin fotosentez sistemi, hayvanlardaki üreme sistemi hep bir ahenk üzeredir. Yazar bu konudaki çıkış noktasını "Kâinattaki âheng ve varlığın âhengi ile bu âheng neticesinde çıkan zikrin, -âdeta- bir ilâhî nağme hoşluğunda çıktığını düşünebiliriz. Bu nağmeler de bütün varlık gibi Allah'ın 'Kûn' emrinin neticesidir. Kâinattaki âheng, 'Lâ İlâhe İllallah'ın açık göstergesidir. Müzikteki âheng, Pythagoras'ın dediği gibi kâinattaki âhengin yansımasıdır." diyerek belirliyor ve dolayısıyla müziğin hellalliği-haramlığı hususuna da temas ederek şu yorumu yapıyor: "Müziği gerçek anlamda anlayan, kâinatı ve bütün varlık âlemini anlar. Bunları anlayan da, Allah'ı bilir. Müzik, doğru ve hakkını vererek kullanan için Allah'tan uzaklaştırıcı değil, Allah'a yaklaştırıcı bir vesîle olabilir."

Müziği Düşünmek, tasavvufî geleneğin müzik yorumunu da derinleştiren bir kitap. Şüphesiz ki müzik, müzisyenin içinde var olan aşkın enstrümanıyla ortaya çıktığı, belirli kurallar ve ölçüler içinde dengeli olan bir sistem. Yani aşk, burada olmazsa olmaz bir değeri haiz. Çetinkaya'nın bu konudaki bir yorumu ise şöyle: "Aşk, tasavvuf ehli nazarında önemli bir mertebedir. Tasavvuf ehli, hakikatin peşinde koşan, onu arayan ve bulmaya çalışan kimsedir. Bu aşk, kuşkusuz ilahî aşktır. Bu nevi ilahi aşk, tasavvuf tarihinin bütün devirleriyle ortaya çıkmış ve -Gazalî'nin ifade ettiğine göre- 'bu hali yakalayan, keşif ve ilhamdan nasibini alan her sûfi bu konu üzerinde bir şeyler söylemiştir.' Aşk, nihai hakikat olan Allah'ın mâhiyetinin daha temel bir sıfatıdır. Aşk, Rahmet'ten zuhur eder; Rab, aşktan dolayı besleyip kuvvet verir. Rahîm, aşktan dolayı bağışlar. Gerçekte Rumî'nin ve sûfilerin yaptığı şey, aşkı sadece dine ve ahlâkî hayata mahsus kılmadan, anlamını genişleterek bütün mahlukata ve evrimci bir saik olarak aşka evrensel (cosmic) bir önem vermektir. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah kendisinin Rahmân olduğunu ve Rahmân'ın da her şeyi kuşattığını söyler. Aşkı bir de Mevlânâ'dan sormak gerekir ama o da sorana 'ol ki bil' demiştir."

Kadim medeniyetimizde taşların bile sesi olduğu ve bunu duyabilen, dinleyebilen mimarların kalıcı eserler bırakabildiği vurgulanır. Goethe mimari için “Dondurulmuş müziktir” der. Dolayısıyla müziğin aslında o medeniyetin kalitesini, seviyesini, var oluşunu ortaya koyan en önemli sanat olduğunu söyleyebiliriz. Müziği Düşünmek'le birlikte hem Batıdan hem Doğudan bu yönde karşılaştırmalı okumalar yapmak ve el altında birçok bilgiye kavuşmak mümkün oluyor. Batı müziğinin dikey, Doğu müziğinin yatay olduğunu, bu sebeple de Doğu müziğinin insanı sınırlandıran değil özgürleştiren tonlara sahip olduğunu belirten Yalçın Çetinkaya hoca, mûsıkî hareketini şöyle açıklıyor: "Mûsıkînin dairevî hareketi, makamın, icrânın veya nağmenin başladığı yere dönmesi ve orada nihayete ermesi mânâsına gelmektedir. Varlığın ve bilhassa mûsıkînin dairevî hareketi, yani başladığı yere dönüş ve orada bitiş de bize şunu anlatır: İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Yani: Hiç şüphesiz Allah'tan geldik ve Allah'a döneceğiz."

Kitapta tüm bunlarla beraber Osmanlı baroku, kilise müziği, dînî-lâdînî mûsıkî, enstrüman ve kadın sesi, Fârâbi ve mûsıkî, gelenek, ezgiler, Itrî, Mevlânâ'da mânâ, Leningrad ekolü, seslerin mimârîsi, hikmet ehlinin mûsıkî tercihi, makamsal yapılar, müzik şehri İstanbul, müzik ve düşünen toplum, müzik ve Türk modernleşmesi, nefs ve sevgiliyi hatırlatan nağmeler, ney ve insan-ı kâmil, Osmanlı İstanbul'unun müziği, Osmanlı mûsıkîsi, sâzende ve virtüoz, sesin varoluş gerçeği, cumhuriyetin müzik devrimi, piyano ve tampere sistem, ud'un ontolojisi ve ud nağmeleri ile tedavi, ulus devletin tek tip kimliği ve tek tip müziği, Urmevî, Zarlino, vahy ve mûsıkî gibi son derece önemli bilgilere ulaşmak mümkün.

Kitaptan, güncele yakın bir tespit ve çözüm önerisi de şöyle: “Bugün kaliteli müzisyen yok. Kimse güzel müzik yapamıyor. Güzel besteler çıkıyor fakat bakıyorsunuz ya içi boş ya taklit. Hâlâ 400 yıl önceki müzikleri dinliyoruz. Bugün hâlâ çıkıp adamın biri allı turnam diye türkü yapıyor. Allı turna çok güzel bir semboldü ama geride kaldı. Biz birçok değeri kaybettik. Müziğimizin ve sanatımızın Kur'an'a ihtiyacı var. Kendimizi yeniden Kur'an'la akort etmeliyiz.

Yalçın Çetinkaya'nın Yenişafak Gazetesi'nde 2009 yılı sonlarından itibaren yaklaşık beş yıl boyunca aralıksız yazdığı yazıları kitap hâline getiren Büyüyenay Yayınları, bu kitapla birlikte kültür dünyamıza kalıcı bir eser daha bırakmış oluyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

15 Ocak 2022 Cumartesi

Geçmiş aşkın romanı

Gatsby, yeşil ışığa, yıldan yıla önümüzden geri çekilen o heyecan verici geleceğe inanıyordu.

Gatsby’nin umudunu temsil eden şey, karşı kıyıdaki aşkı Daisy'nin evinde yanan yeşil ışıktı. Gatsby her akşam o yeşil ışığa doğru bakıyor, her seferinde yeniden umutlanıyordu. Biliyordu ki o ışık sönmediği sürece aşkına kavuşma şansı vardı. Işık sönerse, kalbinin ritimleri onu hayata bağlamaktan vazgeçecekti.

Muhteşem Gatsby, Caz Çağı’nın akıcı üsluplu yazarı Scott Fitzgerald'ın en ışıltılı eseri olarak göze çarpmakta. Öyle ki eseri okurken 1920’lı yılların içinden geçip gitmek mümkün. Eser, Caz Çağı’nın tüm abartılı yaşantısına şahit olup eleştirmemize dahi olanak sağlamakta. Bu abartılı ve ışıltılı yaşantının içinde, eğitimsiz bir aileden gelip kendini bastan yaratan esas karakterimiz Jay Gatsby'nin Daisy'ye duyduğu aşk, olaylardan sıyrılıp masum bir hal alıyor. Her şey ve herkesin içinde göğe yükseliyor, odak noktası oluyor.

Gatsby, askerlik yıllarında Daisy'ye aşık olur, savaş zamanı Daisy ondan haber alamaz, ailesi onu başka biriyle evlendirir. Aradan beş yıl geçmiştir ve Gatsby Daisy'yi unutamamıştır. Servet sahibi olup Daisy'nin şehrine yerleşir, onu kazanmak için bir mücadele içine girer. Daisy’nin de katılması umuduyla tüm şehrin davetiyeye ihtiyaç duymadan katılabileceği lüks partiler verir. Bu partilerde eğlencenin hiçbir sınırı yoktur.

Yaşanan tüm olayları bize anlatan, şehre gelip Gatsby'nin komşusu olan Daisy'nin kuzeni Nick Carraway'dir. Yanındaki eve taşındıktan sonra Gatsby' nin gizemli hali dikkatini çeker, verdiği partilerden birine katılınca onla tanışma fırsatını yakalamış olur. Olaylara fazla müdahale etmeden anlatarak bizi de gözlemci koltuğuna oturtur, onunla birlikte yaşananları izleme fırsatı sunar. Gözlemci olmasına rağmen anlatımının derinliği sayesinde karakterlerin duygularını oldukça hissettirmekte. Nick, orta sınıftan sayılacak biridir ve o dahi aristokrat zümreyi eleştirir. Bu da bize Amerikan Rüyası’nın çöküşünü anlatmakta. Dıştan görünen güzelliğin içine dalınca, abartının gereksizliği gün yüzüne çıkmakta.

Kül Vadisi, New York'tan ayrılan çorak bir topraktır ve işçi sınıfına ev sahipliği yapmaktadır. Lüksün orta yerinde beliren fakir görüntü, Amerika’nın ahlaki çöküşünü anlamamızı sağlıyor. Vadide insanlara bakan bir çift göz resmi olması da her yaptığımız hareketin izlendiğini vurguluyor. Yapılan hiçbir şeyin gizli kalamayacağını, kendimizin bildiği şeylerin dahi sırrımız olamayacağını anlıyoruz.

Tüm bunlar içinde Gatsby'nin aslında mümkün olamayacağı bastan belli bir aşk hikayesinin peşinden sürüklenişi oldukça akıcı bir yönde ilerliyor. Daisy'nin fikir değişimleri ve kararsızlıkları, bir mücadele içine girmek istemediğini belli ediyor. Bazen aşkına kavuşmaya meyilli olurken, bazen tek bir sözün peşinde kararlarını değiştirip o yönde ilerliyor.

Gatsby, en son ana dek umudunu kaybetmiyor. Geçmiş aşkının gölgesini gününe taşıyarak şimdiki aşkın üzerini örtmek istiyor. Bu aşkı, zamanın ve yaşananların eritmiş olma ihtimali düşüncelerini hiç ziyaret etmiyor. Beş yıl öncesinde var olan aşka ait tüm duyguların hala devam ettiğine inanıyor, ortaya çıkarmak adına çabalıyor. Bu durumu Nick şöyle anlatıyor: “Bu düşün çoktan geride kaldığını; şehrin ötesinde, cumhuriyetin kara tarlalarının gecenin içinde serilip uzandığı o engin belirsizlikle kaldığını bilmiyordu.

Evet, bilmiyordu. Gatsby, her şeyin geride kalmış olma ihtimalini düşünmeden durmaksızın o yeşil ışığa bakmaya devam etti. Yeşil ışık, Daisy'ye kavuşma arayışıydı. O ışık, hayalini gittikçe kuvvetlendirdi ve göz önündeki gerçekleri örttü. Eskiye kuşkusuz bağlı kaldı. Ama geçmişin tekrar etmesi mümkün değildi. Geçmiş artık geride kalmıştı ve şimdi yaşananlar, yaşanacak olanlar engellenemez bir güce sahipti.

O yeşil ışık aslında hepimizin içinde var. Her gün başka bir nedenle umut ediyoruz. Her kurduğumuz hayal ile yeşil ışığa daha çok yaklaşıyoruz. Gerçekleşmeyeceğini düşündüğümüz bir hayal dahi olsa, peşinden sürüklenip rüzgarına kapılıyoruz. O ışık bir kez yandı mı, sönmesi mümkün olmaz. Ve inanıyorum ki yaşamımız son bulana dek, yeşil ışık hiç sönmeyecek.

Buse Çakmak
busecakmakjd@gmail.com