14 Ocak 2022 Cuma

Bir soru, bir arayış ve bir bilinmezin toplamı

Urdu edebiyatının en önemli öykü yazarlarından Saadat Hasan Manto’nun öyküleri aracılığıyla, Hindistan’da yaşanan bölünmenin oluşturduğu kimlik sorunlarına uzaktan da olsa tanıklık ediyoruz. Kitaba ismini veren Toba Tek Singh isimli öykü, Hindistan’ın bölünme sürecinde akıl hastanesi sakinlerinin benliklerindeki bölünme ile toplum bölünmesi arasındaki ince çizgiye işaret ederek ilerliyor.

Toba Tek Singh, Urdu Edebiyatının en önemli öykü kitaplarından biri. Zoom Kitap’ın öykü dizisinin ilk kitabı olarak yayımlanan bu kitaptaki öykülerde gerçeklik ve kurgunun sınırını ayırt etmek mümkün değil. Dilin akıcılığı, anlatılanların hararetiyle birleşiyor ve Manto, okumaya ara vermekte zorlanılan bu öyküleri doğuruyor. Dünyada birçok dile çevrilen bu kitabı, Urduca aslından Arzu Çiftsüren’in özenli çevirisiyle okuma şansı yakalıyoruz.

Saadat Hasan Manto gerek anlattıkları gerekse onları anlatma şekliyle sıradan olmayan, farklı bir öykücü. Kitabı okurken, öyküler arasındaki bağın varlığını reddetmek mümkün değil. Öykülerde herkesin hikayesinin sesi duyuluyor; yaşatılan acıların ortaklığı anlatımda kendini belli ediyor. Manto, doğduğu ve hayatına devam ettiği Müslüman toplumun içerisinde, deyim yerindeyse bir ayrık otu gibi: Uyumsuz ve göze batıyor. Öykülerinden müstehcenlik nedeniyle hem Hindistan’da hem Pakistan’da yargılanan Manto, kendisine yöneltilen eleştirilere cesur bir şekilde yanıt veriyor: “Siz bu öykülere tahammül edemiyorsanız demek ki içinde bulunduğumuz bu zaman tahammül edilemezdir. Öykülerimdeki tüm çirkinlikler yaşadığımız bu zamana aittir. Halihazırda zaten çıplakken toplumun, kültürün ve medeniyetin çamaşırını ben neden çıkarayım? İnsanlar bana kara kalem diyorlar. Ben kara tahtaya siyah tebeşirle değil, beyaz tebeşirle yazıyorum ki tahtanın karanlığı iyice belirgin olsun.

Urdu edebiyatının usta kalemi Saadat Hasan Manto, bu öykülerde yaşananlar karşısındaki tanıklığını ve aklına yerleşen soruları okura aktarıyor. Yazarın 1954 yılında kaleme aldığı bu öyküler, Hindistan’nın bölünmesi ve Pakistan’ın kurulması sürecinde yaşananları insan, devlet, kültür ve vicdan gibi birçok önemli kavram çerçevesinde ele alıyor. Yıllarca beraber yaşayan insanların dengeler değiştiğinde neye dönüşebileceğini çarpıcı şekilde aktaran kitabı okurken benzerliklere şaşırmamak elde değil.

Toba Tek Singh bir soru, bir arayış ve bir bilinmezin toplamı olarak öyküde yerini oluyor. Neden yaşandığı bilinmeyen, birilerinin aldığı kararlar sonrası toplumun sürüklendiği bölünmenin akıl-dışılığının simgesidir. Bu köy, hastanedeki akıl hastalarından birinin köyüdür ve ne hastane yönetimi ne de başka biri onun sorusuna yanıt veremez: Toba Tek Singh hangi ülkenin sınırları içerisindedir? Toba Tek Singh, Manto’dur bir bakıma.

"Bütün çabama rağmen Hindistan’ı Pakistan’dan ayrı düşünemiyordum. Sürekli aynı soruyla boğuşuyordum: Pakistan edebiyatı ayrı bir edebiyat mı olacak? Öyleyse neye benzeyecek? Bölünmemiş Hindistan’da şimdiye dek yazılanların yeni sahibi kim olacak? Onlar da mı bölünecek?

Toba Singh Manto, cevaplarına ulaşamayan öykülerden oluşuyor. Kitabın çevirmeni Arzu Çiftsüren’in önsözü ve Ali Çakmak’ın sonsözü, okur için bir karşılama ve uğurlama niteliğinde. Özellikle Çakmak’ın sonsözünü okurken, kitabı yeniden okur gibi hissetmek mümkün. Okuru bol olsun!

Özge Uysal

13 Ocak 2022 Perşembe

Gerçek mûsıkî zihin ve gönül serüveninden ortaya çıkar

Müzik, bir tarafıyla onu meydana getiren medeniyetin temel taşı, diğer tarafıyla ise bir medeniyetin diğer medeniyetlerle makul seviyede münasebet kurmasını sağlayan bir sanat. Öte yandan insanî duyguları tarihî hafızayla birleştiren bir kimlik aracı. Dünyada kendi sistemi olan iki müzik türünden biri olan Türk müziği (diğeri klasik Batı müziği) ise, birçok müzik tavrını bünyesinde toplayıp ona yeni bir şekil kazandırmasıyla apayrı bir yere sahiptir. Anadolu coğrafyasının irfanı ve Türk müziğinin kendine has metotları; Süryani, Ermeni, Rum, Keldani, Kürt, Yahudi müziklerini etkisi altına alarak birbirleriyle dengeli bir ilişki kurmalarına, bu toprakların sesini, ahengini ve estetiğini yansıtıp kıyamete dek kalıcı nitelikte eserlerin ortaya çıkmasına vesile olmuştur.

Müzik ve Kimlik adlı kitabında yirmi üç söyleşiyi bir araya getiren Rıdvan Şentürk de, müziğin toplum üzerindeki birleştirici rolünü tarihî perspektiflerle okuyucuya sunmuş.

Öncelikle Şentürk’ü tanıyalım: Almanya'da sinema ve felsefe alanlarında yüksek lisans yapmış, doktorası ise sinema alanında modern ve postmodern estetik üzerine olan; halen İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi Görsel İletişim Tasarımı bölümünde öğretim üyeliği yapmakta olan Rıdvan Şentürk, “Almanya’da Türk İzleri”, “Müziğin Gücü”, “Almanya Treni”, “Kafkas İslam Ordusu” gibi belgeseller hazırlamış, dünya ve Türk sineması estetiği üzerine 20’ye yakın seminer sunmuş, "Türkiye’de Film Endüstrisinin Konumu ve Hedefleri" başlıklı projeye danışmanlık yapmıştır. Yazarın daha önce yayımlanan eserlerini de özellikle belirtmek isterim: Terörist (tiyatro oyunu, 2009), Gülme Teorileri (2010), Postmodern Kaos ve Sinema (2011), Eleştirel Teorinin Eleştirisi (2013), Türk Sinemasının Durum Analizi (2014); Heidegger, Düşünmek Ne Demektir? (Almancadan tercüme, 2013).

Küre Yayınları'ndan çıkan 432 sayfalık Müzik ve Kimlik adlı kitabın önemli bir özelliği de sayfalara yerleştirilmiş QR kodlar vasıtasıyla okuyucuya hazırlanan internet sitesi üzerinden örnek eserleri dinletebiliyor olması. Söyleşileriyle kitaba katkıda bulunan değerli isimler ise şöyle: Arda Ardaşes Agoşyan, Celâleddin Çelik, Fransua Yakan, Gabriel Aydın, Gönül Paçacı, Hristos Psomiadis, Karen Gerson Sarhon, Kevork Tavityan, Mehmet Atlı, Miltiadis Papas, Murat İçlinalça, Nişan Çalgıcıyan, Nuri Özcan, Ömer Tuğrul İnançer, Ruhi Ayangil, Sadettin Ökten, Safa Yeprem, Salih Bilgin, Selim Hubeş, Turgay Üçal, Vedat Yıldırım, Yakup Atuğ, Yalçın Çetinkaya.

Rıdvan Şentürk, kitabıyla ilgili bir söyleşisinde, ülkemizde müzik üzerine hiç düşünülmediğini, tartışılmadığını, müziğin diğer sanatlarla (şiir, mimari, hat vb.) ilişkisinin değerlendirilmediğini, toplum kimliğini anlatan taraflarının ele alınmadığını söylemişti. Tüm bunlar Şentürk'e bir sorumluluk yüklemiş, ülkemizde yalnızca yemek masası eğlencesi ve alışveriş mağazası fon müziği gibi 'başka bir şey için yedekte kullanılan' malzeme seviyesine indirgenen bu büyük sanat dalını ehli olan şahıslarla irdelemeye götürmüş. "Mimar Sinan üzerine konuşuyorsak Itrî üzerine de konuşmalıyız, müziği diğer sanat dalları arasından çekip aldığımızda düşünceden şiiri almış gibi oluruz. Müziksiz ve şiirsiz bir mimari, mimari değildir. Müziksiz ve şiirsiz bir toplum kalıcı olamaz, düşünemez." diyen Rıdvan Şentürk, kimlikten bahsederken müziği es geçmenin de mümkün olmadığın belirtiyor.

Kitapta birçok isimle söyleşinin yer aldığını belirtmiştim, ben bu yazıda kalbî rabıtam ve şahsî ilgim münasebetiyle Sadettin Ökten hocamızın görüşlerinden bahsetmek istiyorum.

Sesler dünyasına yapılan bir gezinti, mimari bir yapılanma olarak anlatmaya başlıyor mûsıkîyi Sadettin hoca. Buradaki mimari yapılanmadan kasıt ise şudur: İnsan kulağına tüm sesler hoş gelmez. Belli frekansları haiz olan sesler insan için güzel seslerdir. Dolayısıyla mûsıkî, "güzel seslerin kullanılmasıyla ortaya çıkan bir yapılanma" olarak tanımlanıyor hoca tarafından. Kısa-uzun ses, usul (batıda rhythm) ve güfte, müziği oluşturan üç unsur. Bunların belirli bir ahengi izlemesiyle ortaya müzik çıkıyor. Ahenk olmadığında ise gürültü.

"Mûsıkî insanların iç dünyasını ifade eder; duygularını, düşüncelerini, hissiyatlarını, meyillerini ve coşkularını ifade eder" diyor hoca. Yıllardır üzerinde önemle durduğu medeniyet tasavvuru (dünya görüşü, hayat telakkisi) müzikte de ortaya çıkıyor. Bireyin içinde bulunduğu medeniyetle ilişkisi, bir medeniyet tasavvuruna müntesip olmalarıyla ortaya çıkıyor. Buna medenî münasebet denilebilir. Hoca, dıştan bakıldığında (fizyolojik) insanların bir görülebileceğini fakat içeriden bakıldığında (hayat tercihleri, imkânlarını nasıl kullandıkları gibi) birçok farklılığın ortaya çıktığını vurgularken eski Yunan'dan örnek veriyor. Mimari, heykel sanatı, tragedya ve edebiyat alanlarına bakılarak antik Yunan'ın nasıl bir medeniyet tasavvuruna sahip olduğunu anlayabileceğimizi söylüyor ve şöyle devam ediyor: "Dünya devam ettikçe, zamanlar geçtikçe, gelen farklı toplulukların farklı medeniyet telakkileri ortaya çıkıyor ki bu telakkilerin dışavurumunda kullandıkları en önemli vasat mûsıkîdir."

Her büyük medeniyet telakkisi kendisini bilim, tefekkür, sanat gibi üç büyük sahada ifade eder. "Mûsıkinin arkasında çok ciddi bir gönül, çok ciddi bir zihin serüveni vardır. Gerçek mûsıkî bu zihin ve gönül serüveninden ortaya çıkan mûsıkîdir." hocaya göre.

Örneğini ise jazz müziğinden veriyor Sadettin Ökten: "Eğer Amerika'daki tarım - sanayi çatışması olmasa, sanayi galip gelip tarımdaki insanlar kuzey memleketlerine gidip oralarda fabrikaların işçisi olmasa, tarımdaki durumlarından çok daha kötü, çok daha gergin bir hayatı yaşamak için mahkum olmasalar, jazz müziği ve onun daha öncesindeki ruhsal müzik, blues ortaya çıkmayacaktı. Şu hâlde her mûsıkî ekolünün, mûsıkî serencamının arkasında bir hayat tecrübesi var. O hayat tecrübesi ise bir medeniyet tasavvuruna dayanıyor. Eğer Amerika'daki bu ezilen kitleleri merhametle, şefkatle insanlar bağırlarına bassalardı, ürettiklerini onlarla paylaşsalardı belki böyle bir mûsıkî, böyle bir şekva müziği çıkmayacaktı. Yahut da daha sonraki zamanlarda, (19)30'lu yıllarda Amerika'nın içinden gelen pragmatik büyük eğilim, bu mûsıkîyi popüler hâle getirip bundan para kazanan insanlar zuhura gelmeyecekti. Böylece bir kanal belki bir başka noktaya doğru akmaya devam edecekti."

Sadettin Ökten’in, söyleşide üzerinde önemle durduğu konulardan biri de halk mûsıkîsi, sanat (saray) mûsıkîsi mevzuu. Hoca bu mevzuya 'sınıfsal' açıdan bakıldığında çok belirgin bir farklılığın net biçimde görünebileceğini ve hatta bu farkta sarayın ezenlerin, halkın da ezilenlerin temsilcisi olarak görünebileceğini belirtiyor. Sınıfsal açının dışına çıkıp işe zengin-fakir, genç-yaşlı veya farklı nesilleri birleştiren medeniyet telakkisi açısından bakıldığında her toplumun belli bir birikime, belli bir tesanüde, belli bir birlikteliğe erişmesi için arkasında çok ciddi bir inanç, duygu, ruh beraberliği olduğu görülür.

Hocaya göre bunları keşfetmek için sorulması yahut izlenmesi gereken yollar ise şöyledir: Hayatı nasıl kullanacağız? İmkânları nasıl sarf edeceğiz? Neye gönülden bağlanacağız? Neyi zihnî planda açıklayacağız, neyi açıklayamayacağız ve ona bir aşk duyacağız? Verilen cevaplar o topluluğun medeniyet telakkisinin yalnız ipuçlarını değil, kökeninde yatan gerçeği, hakikati, temel taşını bizlere söyleyecektir. Tüm bu soruların nihayetinde Osmanlı'yı var eden medeniyet telakkisinin ne olduğu konusunda Sadettin Ökten tek bir nokta üzerinde duruyor: "Burada halk için zengin-fakir, saraylı-köylü ayrımı söz konusu değildir."

Rıdvan Şentürk'ün büyük emek mahsulü kitabı Müzik ve Kimlik, elimizin altında mutlaka bulunması gereken bir tarihsel yolculuk, aynı zamanda da bir sanat keşfi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Modernitenin arka bahçesi

Batı’ya yönelik özelikle tarihi konular aktarılırken Avrupa merkeze alınarak anlatılır. Rönesans, Reform Hareketleri, Aydınlanma başlığı altında bilim ve teknikteki gelişmeler, siyaset, felsefe ve sosyoloji konuları aynı minval üzere değerlendirilir. Batı’nın siyasi, sosyal, dini, ekonomik, kültürel ve en temelde düşünsel evreni içinde olan ama Avrupa dışında kalan bölgeler arka planda yer alır. Bu yöntem on sekizinci yüzyıl öncesi için anlaşılır bir durumdur fakat özellikle bu yüzyılın ikinci yarısında muazzam bir ivme yakalayan Amerika Birleşik Devletleri’nin de aynı muameleye maruz kaldığı görülür. Oysa modernite bağlamında ilk anayasayı uygulamaya koyarak demokratik süreçleri başlamasını ve modern devlet mekanizmasının görünür olduğu ülkedir Amerika. Dahası sıfırdan sanayileşerek büyüyen kentlerin merkezidir. Fakat ilginçtir, on sekizinci yüzyılın ikinci yarısındaki Bağımsızlık Bildirgesi ve Amerikan Anayasası’na yapılan atıf sonrasında Birinci Dünya Savaşı’na kadar adeta görünmez olur bu koca ülke. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise ipleri tümüyle eline alarak bugün bildiğimiz küresel güç konumuna ulaşır. Arada kalan yaklaşık bir buçuk asırlık sürede kendi içinde mücadele eden uzak ya da başka bir dünya gibidir.

Bugün modernite tarihine yönelik detaylı bir okuma yapıldığında on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl Amerika’sının günümüzün liberal-kapitalist Batı dünyasının şekillenmesinde aldığı rolün ne kadar önemli ve büyük olduğu anlaşılır. Belki de dönemi bu yönüyle açığa çıkaran en önemli isim Alexis de Tocqueville’dir (1805-1859). Lütfi Sunar’ın kaleme aldığı Alexis de Tocqueville adlı biyografik çalışma alışık olduğumuz Batı modernleşmesine farklı bir bakış atmayı mümkün kılıyor. Sözü geçen farklı bakış, Amerika’nın yukarıda değinilen rolüne dikkat çekmesinden kaynaklanıyor. Çalışmanın, bu yönüyle tarihe farklı bakmayı salık veren tüm çalışmalar gibi entelektüel birikim açısından önemli bir boşluğu doldurduğu şüphesiz.

Kitaba verilen Modern Çağın Çelişkileri Karşısında Bir Düşünür şeklindeki alt başlık içeriği net olarak vermemekle birlikte zihni tahrik ediyor. Buradaki çelişkilerin neler olabileceğini konusu Batı düşüncesinin kendi iç dinamikleri açısından tahmin edilebilir diyebiliriz belki fakat daha Önsöz kısmında bağlamın farklı olacağının işareti veriliyor. Lütfi Sunar, özellikle modern düşüncenin önemli düşünürlerinin ‘öteki’ konusuna bakışının çerçevesini çizen anlayışın Batı dışındaki toplumları değerlendirirken ikircikli bir hâl aldığını belirtiyor. Onlardan biri olan Tocqueville’i çözümleyebilmek için de, onun içinde yetiştiği ortamı geçmişiyle birlikte ele almanın gerekliliği üzerinde duruyor. Bu bağlamda anakronizme düşmeden, kişileri ve süreçleri kendi dönemi içinde değerlendirmenin sosyal bilimler açısından ne kadar önemli olduğunun altı çiziliyor diyebiliriz.

Kitabı içerik açısından değerlendirdiğimizde Giriş ve Sonuç hariç sekiz bölümden oluştuğunu görüyoruz. İlk bölümde Tocqueville’in aristokrat olan aile geçmişi, aldığı eğitim, çalışma hayatı ele alınıyor. Bu özellikleri onun düşüncesinin şekillenmesinde önemli etkilere sahip. Takip eden sonraki altı bölümde dönemin gerilimleri içinde oluşan siyasi görüşleri ve seyahatleriyle şekillenen eserleri kapsamlı şekilde değerlendiriliyor. Kitabın bu bölümleri bir yandan Tocqueville’i anlamayı sağlarken bir yandan da hem dönemin Fransa’sının hem de Amerika’sının siyasi, ekonomik ve sosyolojik analizini ortaya koyuyor. Fransız Devrimi sonrası ortaya çıkan gerilimli süreçler, toplumsal dönüşüm, siyasi tartışmalar, sömürgecilik ve köleciliğe bakış gibi temel konuların ele alındığı görülüyor. Çalışmayı önemli hâle getiren şey ise, bu dönemin Amerika’sını aktaran Tocqueville bir anlamda Amerika’yı Fransa ile karşılaştırması ve Amerikan Rüyası’nın arka planını net şekilde ortaya koyması diyebiliriz. Diğer bir deyişle, Tocqueville’in çalışması Amerika’da Avrupa’dakinden farklı biçimde ortaya çıkan demokratik devlet ve toplumun hangi saiklerle oluştuğunu açıklıyor. Sekizinci bölümde ise Tocqueville’in ölümünden sonra bıraktığı düşünsel mirasının etkisi, tarihsel değerlendirmeleri ve bugüne yansımaları üzerinde duruluyor. Bütün bu değerlendirmeler, Tocqueville’in Amerika’ya yaptığı seyahat sonrasında Amerika’da Demokrasi adıyla yazdığı dört ciltlik eser başta olmak üzere diğer seyahatleri akabinde kaleme aldığı yazılar etrafında şekilleniyor. Tocqueville’in analizlerine bakıldığında Amerika gibi İngiltere’ye yaptığı seyahat ile Cezayir’e yaptığı seyahatleri aynı tutarlılıkla değerlendirmediği, oryantalist bir bakış açısıyla Doğu-Batı ayrımı yaptığı ortaya çıkıyor. Tocquevile’in çalışmalarında Batı’nın diğer toplumları uygarlaştırıcı ‘kutsal’ misyonun bir izdüşümü görülüyor.

Lütfi Sunar, uzun bir süreci alan ve yoğun emek verdiği anlaşılan çalışmasında Tocqueville’in Amerika’da Demokrasi adlı eserini merkeze alarak on sekizinci yüzyılın son yarısı ve on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısının siyasi ve sosyolojik değerlendirmelerini analiz ediyor. Son iki yüz yılın Batı eksenli değişim, dönüşüm ya da gelişiminin izleğini sürebilecek bir metnin ortaya çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Kitabın benim açımdan ortaya çıkardığı en önemli şeylerden ilki, Batı’nın Batı dışı toplumlar konusundaki ikiyüzlülüğünün hiçbir koşulda değişmediğini göstermesi oldu. Özellikle kölelik, sömürgecilik ve emperyalizm ile ilgili konularda Batı özelinde ele alındığında hümanist ve liberal bir tavır takınan Batı aydını -ki buna farklı bir portre çizen Tocqueville de dâhil- söz konusu Batı dışı toplumlar olduğunda sömürgecilik, kölecilik ve emperyalizmi savunma pozisyonuna geçiyor. Bu bağlamda her türlü şiddeti meşru görerek bu uygulamaları uygarlaşmanın gereği olarak tanımlıyor. Bu tutum Batı’nın ötekileştirici oryantalist anlayışını evrenselleştirerek çelişen söylem ve eylemleri Aydınlanma düşüncesinin doğurduğu akılcılık ve bilimcilik temelli pozitivist ilerleme ideolojisinin bir parçası olmaya mecbur bırakıyor. İkinci önemli nokta ise, Amerikan devleti ve toplumunun yazının başında belirttiğim Batı dünyasındaki etkin rolünü görmemi sağlayarak flu kalan bazı alanları netleştirdi diyebilirim.

Tüm bunların yanında kitapta sıklıkla altı çizilen Tocqueville’in Batı dışı toplumlara yönelik çelişkili değerlendirmeleri, Fransa özelinde Avrupa ve Amerika bağlamında sistemsel sorunlara yönelerek zaman zaman özeleştiri, zaman zaman da uyarı ya da tavsiye boyutuna ulaştığı gerçeğini de görmemiz gerekiyor elbette. Özellikle Batı tipi demokrasinin kendi içinde burjuvanın despotizmine (yumuşak ya da demokratik despotizme) dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirtmesi bugünün razılığa dayalı liberal-kapitalist dünyasını özetliyor. Diğer yandan Tocqueville’in gözlemci sosyolojik bakış açısı Amerika devletinin hegemonik yapısını göstermenin yanında, hız ve rekabet odaklı Amerikan toplumunun bugününü açıklayan veriler sunarak, modernite anlatısının geri planda bıraktığı süreci deşifre ediyor. Dolayısıyla dönemin diğer düşünüleri göz önüne alındığında kendine has bir sosyal bilimci profili çizen ama bir türlü kategorize edilemeyen Tocqueville’in hakkının tam olarak teslim edilmediğini görüyoruz. Kitaba yönelik en net eleştirim, farklı bölümlerde (muhtemelen) meselenin bağlamını aktarabilmek ve anlamı güçlendirmek için yapılan tekrarların okuma insicamını bozduğu yönündeki izlenimim diyebilirim.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

10 Ocak 2022 Pazartesi

Distopik bir bugün: Zamir kim?

"Bu dünya öyle bir yer ki… Sizi barıştıran her kimse, savaştıran da odur! (…) Ve sizi her kim doyuruyorsa, bilin ki aç bırakan da odur!"

Zamir, sekiz yıl aradan sonra Hakan Günday’ın okuyucusuyla buluştuğu, Doğan Kitap’tan yayınlanan son romanı. Günday, bu süre içinde çeşitli senaryolar aracılığı ile ekranlarda yer almış olsa da uzunca bir zaman ara verdiği yazın dünyasında kendini özleten isimlerden.

Anlatı, en yalın haliyle hayata gözlerini doğuda bir sınır köyünde açan, açtığı gibi de kendini bir mülteci kampında bulan Zamir’in hikâyesini konu ediniyor. Zamir ismi bu metin için oldukça anlamlı; bu nedenle öncelikle kitaptan bir alıntı ile mülteci kampında bulunan, sahipsiz ve gelir gelmez bir patlayıcı ile yüzünü, gülüşünü, ağlamasını kaybeden bir bebeğe neden bu ismin verildiğini hatırlatmak istiyorum: “Bu bebek kimseye bir şey yapmadı. Bu bebek bir masum. Daha doğalı kaç gün oldu? Ama bakın, insanlar ona ne yaptı? Neden korkuyorum, biliyor musunuz? Bir gün büyür de insanlardan intikam almak ister diye korkuyorum. İçinde nefretle büyür diye korkuyorum. İşte bu bebeğin hayattaki en büyük mücadelesi bu olacak! Bu bebek daima vicdanı temiz kalsın diye savaşacak! Daima gerçek niyetiyle sınanacak! Ve şimdi biz ona öyle bir ad koyalım ki bu mücadelesini hiç unutmasın. Öyle bir ad olsun ki bu çocuk, sahip olduğu en kıymetli şeyin vicdanı olduğunu bilsin. Her şeyin bir niyet meselesi olduğunu anlasın! Niyeti daima iyi olsun! Adı her söylendiğinde bu çocuk doğru yoldan ayrılmaması gerektiğini hatırlasın. Bu öyle bir ad olsun ki...” O bebeğin adı Arapça’da “vicdan ve iyi niyet”, Rusça’da “barış için” anlamına gelen Türkçe’deyse “cümlede varlıkların adları yerine kullanılabilen kelime” olan Zamir oldu.” Ve Zamir romanı, bu isimle beraber, ekseriyetle barış ve vicdan kavramlarını merkeze alarak sadece onu, bunu değil; hepimizi anlatır, hepimizi eleştirir oldu.

Zamir, yaşadığı travmatik olayla beraber on yedi yaşına kadar All for All vakfının gözetiminde büyüyen, vakıf için olmayan yüzü aracılığıyla insanların vicdanına oynayarak bağış toplayan, sonrasında yaşadığı hayattan bunalıp vakıfla bağlarını kesen, uzunca bir süre tek başına ve ümitsiz bir halde yaşayan, ardından yaşadığı tüm acı olayları bir yakıta dönüştürüp heyecan içinde dünyada barışı sağlayacağının hayali ile Birinci Dünya Barışı Vakfı’nda çalışan bir sunucu. Zamir karakterinin barış sağlayan rolü aracılığıyla anlatıcı dünyanın dört bir yanındaki savaşlara, şiddete, kavgalara göndermelerde bulunuyor. Bu göndermelerin tamamı ya günümüzdeki olaylarla ya da tarihsel süreçte yaşanmış birtakım utanç kaynaklarıyla ilişkili halde okunabiliyor elbette. Anlatıcı, dünyanın sadece karanlık görünen tarafının değil, aydınlık, umutlu görünen yanının da karanlıktan beslendiğini barış sunucuları aracılığıyla çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Yine mülteciler konusunun işlendiği Daha isimli kitabının ardından bir gazete haberine denk gelen Günday, daha kötüsünü yazamayacağını, insanın aklına hayaline gelmeyeceğini zannettiği kötülüklerin dünyada zaten yaşandığını ifade ediyor. Bu eksende roman içinde okuyucunun sık sık bir soru ile karşı karşıya kalmasını amaçlıyor gibi: “Savaş için her şey mubahsa barış için de her şey mubah mı?” Bu sorular git gide çeşitleniyor anlatı boyunca: “Bir kişinin ölmesi mi binlerin ölmesi mi? İnsan barışı sağlamak için kötülükte nereye kadar gidebilir?” gibi.

Yaşadığımız zamanda, teknoloji hiç olmadığı kadar ilerlemişken gördüğümüz her türlü şiddet olayı (savaşlar, kadına şiddet, çocuklara şiddet vb) sadece bir tık uzağımızda kalıyor. Haliyle, dokunamadığımız, birlikte aynı kareyi paylaşamadığımız bu insanların haberi bir süre içimizi acıtsa da uzun vadede sadece bir haber olmanın ötesinde bir anlam taşıyamayabiliyor. Zaman öyle hızlı akıyor ki anda kalıp gerçek bir sorgulama, eleştiri, düşünme içine girmek mümkün olmuyor. Kitapta bu akış hızının hissiyatı Zamir’in bir uçaktan inip bir uçağa bindiği yoğun program aracılığıyla da okuyucuya geçiriliyor. Bu yoğunluğun gösterdiği başka bir şey de dünyanın dört bir yanında aynı anda kaos yaşandığı gerçeği. Belki eskiden olduğu gibi topla tüfekle değil ama politikayla, muktedir olanla ve hatta iyi görünen sivil toplum kuruluşlarıyla.

Kitapta Zamir kendine verilen isim ile beraber, hayatına dair iki önemli soruyu kendine sürekli hatırlatarak devam ediyor yürümeye. Bir patlamadan yüzünü kaybederek kurtulan, bu kurtuluş serüveninde de tam üç defa ölüp yeniden hayata dönen biri olarak “Neden o kampta ölmedim? Neden hayatta kaldım?” diye bir sorgulamanın peşine düşüyor mütemadiyen. Teknik anlamda, okuyucular olarak biz de Zamir’in bir dönüm noktası yaşayacağını hissediyoruz en başından itibaren ama Zamir, kendi ağzıyla şöyle cevap veriyor bu sorulara: “Oysa yakında büyülü bir an gelecek ve ben bambaşka bir insan olacaktım. Varlığım sonunda bir anlam kazanacaktı. Doğduktan 40 yıl sonra ilk kez gerçekten de yaşadığımı hissedecektim. Hepsinden önemlisi, sonunda o iki soru yanıtını bulacaktı.(…) Çünkü ben dünyayı değiştirecektim.” Gerçekten de yapıyor Zamir bu dediğini. Kitabın bu noktasında panteist bir yaklaşımla insanın tanrı oluşuna gönderme yapıyor, eğer herkes tanrı olabilecek kadar kıymetli ise insanın insanı öldürdüğü bir dünyanın mümkün olmadığını vurguluyor. Tasavvufta, şamanizmde, budizmde ve dahi birçok inanç sisteminde bu anlayış halihazırda zaten var; ancak Zamir bu anlayışı eyleme de geçirerek bir fark ortaya koyuyor. (Romanı henüz okumamış olanlar nedeniyle sahnenin ayrıntılarına daha fazla giremiyorum.)

Hakan Günday, önceki kitaplarında da olduğu gibi karanlık, distopik bir dünya yaratıyor okuyucusuna. Daha doğrusu, var olan distopik bir dünyayı geleceğe atfetmeden, zaten asırlardır yaşandığını vurgulayarak anlatıyor satırlarında. Gelecekle ilgili kötücül senaryoları düşünmenin ve üretmenin bir hayal ürünü olduğundan, o kötü diye adlandırdığımız her şeyin bugün de yaşanıyor olduğundan ve bizlerin de bu senaryoların sadece izleyicisi olduğumuzdan dem vuruyor. “Ve o hikâyelerin gelecekte geçtiğini iddia etmek, bugün herkesin herkese saldırdığı ya da baskı uyguladığı ülkelerde yaşayan insanlara yapılabilecek en büyük hakaretti! Dolayısıyla distopya, ancak geçmişi anlatan bir hikâye olabilirdi. Ne de olsa geleceğe dair kurulabilecek tek bir hayal vardı. Çünkü dünyanın distopik tarihinde henüz görülmemiş tek şey oydu: Ütopya!” Bazı kitaplar içindeki tek bir cümle ile tüm anlatıyı özetler nitelikte olabiliyor. Hatta bazı kitapları içindeki o tek cümle için bile okuyabileceğini düşünüyor insan. Epigrafta paylaştığım “Bu dünya öyle bir yer ki… Sizi barıştıran her kimse, savaştıran da odur! (…) Ve sizi her kim doyuruyorsa, bilin ki aç bırakan da odur!” cümlesi benim için tam da bu minvalde. Özetlemek gerekirse dünyanın sadece distopik yarınlarda değil, bugün de korkunç bir yer olduğunu ancak ümidin yine insanda zuhur edeceğini, insanın en kötüyü de en iyiyi de içinde sakladığını, güncel ve tarihsel zengin göndermelerle anlatan, son derece akıcı bir kitap Zamir.

Şimdi geriye tek bir soru kalıyor: Zamir, hangimiz? Zamir, gerçekten de kim?

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

Yakın tarihimizdeki dini, edebi, hayati detaylar

Hikâyeleriyle tanıdığımız Kâmil Yeşil, bir Çin bedduası olan "ilginç zamanlarda yaşayasın" sözünü hatırlatır gibi din-edebiyat-hayat üçgeninde yaşadığımız ilginçlikleri anlattığı metinlerini bir araya getirmiş, ortaya da Kalemin Gölgesinde çıkmış. Kitabı bitirdikten sonra divan edebiyatımızın büyük şairi Bâkî'nin "Mufassal kıssa başlarsın gârib efsâne söylersin" sözünü hatırlıyor insan. Sanki Yeşil'in anlattıkları, yakın tarihimizin sayfalarında tozlansın diye bırakılmış bir takım efsaneler. Ne olursa olsun, hepsi gerçekler.

Dergâh, Tarih ve Düşünce, Bilgi ve Hikmet, Türk Edebiyatı, İslâmiyat, İlim ve Sanat, Muhit gibi dergilerde yayınlanan ve bazı sempozyumlarda bildiri olarak okunan metinlerin toplandığı Kalemin Gölgesinde, Büyüyen Yayınları tarafından Haziran 2016'da okuyucuya sunulmuştu. 34 konu başlığı ve 240 sayfadan oluşan kitap, "Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi Hazretlerine rahmet duası ile" diyerek başlıyor. Sunuş yazısında "Bu kitaptaki yazılar memleketimizin ne kadar ilginç olduğuna dair bir kanaat verecektir, sanırım." diyen Yeşil, sayfalar boyunca şu konular etrafında bizi gezindiriyor ve düşündürüyor: Kalem, şark toplumlarında sözün değeri, dile takılan hakikat'ten dile gelen hikmet'e dönüş, internetin kirlettiği dil, kilisenin dili, günahkâr dil, dil-medeniyet ilişkisi ve dilin gelişmeyi durdurucu işlevi, durdurucu dil ve devlet işleri, telefon, halk edebiyatı, deniz ve imge, edebiyat ve mutluluk, edebiyat ve spor, divan şiirinin kaynağı, Türkiye'nin temel gerçeği ve fundamentalizm, bir eğitim metodu olarak kıyl ü kâl, Kur'an'ın çağdaş tefsiri, Ataç Türkçesi ile buharlaşan Kur'an meali, bir ermiş olarak Piri Reis ve bir kerameti olarak dünya haritası, İslâmî düşüncede radikal tavır, Yunus Emre Türkçesi ile Ramazan Hadisleri, biz ve atlar, sürgün, Namık Kemal'e karşı Yakup Kadri, yazarların para ile imtihanı, arkadaşının parasını üten şairler, evin hâlleri, kadim bir soru olarak 'Nerelisin?'.

Bir öykücünün, öykü dışında nelerle ilgilendiğini ve hatta nelerle ilgilenmesi gerektiğini içten içe görebildiğimiz, araştırma kitabına benzer bir özelliği var Kalemin Gölgesinde'nin. Yalnız araştırma değil, 'geliştirme' açısından da çok önemli konular ve paragraflar barındırıyor. Maddeler hâlinde varılan sonuçlar ise yazılardan bazılarının akılda kalıcılığını kuvvetlendirmiş. Kitabın adından da anlaşılacağı gibi, kalemin gölgesinde kendine serinleyecek bir yer bulan konuların ekseriyeti memlekete, millete, tarihe dair. Kâmil Yeşil, hikâyelerinde de buna çokça vurgu yapmış bir edebiyatçımız. Yol Durumu adlı kitabında "Şiir bir sığınaktı bize göre. Nasıl bir sığınak. İnsanı anlamsızlıktan, bunalmışlıktan, delirmekten, intihardan koruyan bir sığınak. İyi bir şiir her zaman insandan ve hayattan yana olmuştur. İnsanı korumak için tutunduğumuz bir şeydi şiir. Hakikate gidecek istikamete götürebilirdi insanı." derken bir -di'li geçmiş zaman kullanır gibiydi Yeşil.

Bu kitabında ise bu cümleleri açan çok yere rastlıyor okuyucu. Mesela tasavvufî halk edebiyatına dair şu cümlelerin üzerinde düşünülmeli:

"Halk edebiyatının dumura uğradığını gösteren en karakteristik örneği tasavvufî halk edebiyatıdır. Hâlbuki bu edebî akımın da Dede Korkut'la başlayan köklü bir geleneği vardır. Çünkü rivayetlerden öğreniyoruz ki Dede Korkut ilk Türk ermişidir. Bu geleneği Ahmet Yesevî ve onu takip eden yıllarda Yunus Emre devam ettirmiştir. Ağır aksak da olsa Cumhuriyet dönemine ve günümüze kadar devam eden Âşık Edebiyatı'na Neşet Ertaş'ı ve Âşıklar Şöleni'ne katılan mahallî şairleri örnek olarak verebilmemize rağmen, ne yazık ki tasavvufî halk edebiyatını devam ettiren bir örneğimiz yoktur. Bunun iki temel nedeni var:

1. Tekke, zaviye, dergâh gibi bu edebiyatı şiir, mûsıkî ve hat olarak sürdüren yerlerin kapanması,
2. Tasavvufu halka, halkın diliyle sevdiren şairin -Yunus Emre'nin- en büyük şair oluşu ve ondan sonra onun ayarında bir şairin yetişmemesi.

Denilebilir ki Türk halkı nasıl Nasreddin Hoca'dan daha büyük bir hoca görmek istememişse; Yunus Emre'den daha büyük bir şair görmek istememiştir; ya da hiçbir şair ikinci bir Yunus Emre olmayı göze al(a)mamıştır.
"

Edebiyat ve mutluluk üzerine yazarken birçok klişeyi yıkmaya gayret eden Kâmil Yeşil, evliliğin bir yazarı nasıl olumlu yönde etkileyeceğine ve evlilikten uzak bir yazarın da nasıl ruh hâllerine bürüneceğine şöyle bir paragrafla misal veriyor: "Evlilik, insanın Cemal yönüyle ilgilidir. Evlilik, Cemal iledir. Burada yüzün, yüz güzelliğinin 'Cemal' olarak adlandırıldığını hatırlamalıyız. Evlenmeyen, dünyanın bu ulvi tadını tatmayan kişilerin tecelli yönü ise Celal'dir. Celal yönü ağır basan insan; katı kuralcı, agresif, içine kapanık, sinirli ve geçimsizdir. Çünkü evlenmemiş nefis; sükûnete erememiş nefistir. Bu halin dışa vurumu siyasi bir tavır, kadınlara karşıtlık ideolojisi şeklinde de tezahür edebilir. Eksikliğin farkına varıp da onu itiraf edememe hali doğurur. Sinirlilik, yalnızlık, toplumdan kaçış... Edebi olana sığınma, siyasi olana sığınma bir tatmin sağlamaz."

Okuması oldukça keyifli olan yazılardan biri; yazarların para ile imtihanı. Yazının kısa ama etkili bir kaynakçası var ki evvela onları sıralamak lâzım: Şair ve Patron (Halil İnalcık), İttihadçı'nın Sandığı (Murat Bardakçı), Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa (Hazırlayanlar: İ. Enginün - Z. Kerman), Portreler (Yusuf Ziya Ortaç), Necip Fazıl - Adnan Menderes İlişkisi (Alâattin Karaca), Mektuplar (Nuri Pakdil). Yazının sonuç bölümünde Kâmil Yeşil şöyle söylüyor: "Devletiniz büyükken eserinizi kendiniz inşa eder, yazar, çizer, kaarilere sunarsınız, kendi adınıza el yazmaları ile dolu kütüphaneler kurarsınız. Divanü Lügat'it Türk'ü kendi paranızla satın alırsınız. Devletiniz küçüldü mü bir eser yazmak/yayımlamak için bakanlığa başvurursunuz."

Yazarın, bir sonraki 'Arkadaşının parasını üten şairler' bahsindeki Ahmet Hamdi Tanpınar tespitine okur okumaz şapka çıkartmıştım: "Gece gündüz para için kıvranan, ömrünün sonuna doğru Kıbrıs'ta ortaokul öğretmeni olmak için bakanlığa başvuran Tanpınar'ın durumunu anlayabiliyorum. Ama anlamadığım bir şey var: Arkadaşları arasında kişiliğini, izzetini bu kadar çiğneyen bir adam olarak Tanpınar'ın şiirlerinde, hikâye ve romanlarında kumardan, günlüklerindeki ezilmişlikten, yakıcılıktan niye bahis yok?.. Yoksa günlüklerindeki duygular da mı sahte Tanpınar'ın? Çünkü günlüklerinin bir yerinde bir gün bunların basılıp okunacağından bahsediyor. Tartışmaya değer doğrusu."

Araştırmacı, keşifçi özelliğinin yanı sıra ev-yuva-aile hususlarında nitelikli düşünen yazarlara, edebiyatçılara ilgimiz var. Kâmil Yeşil'in kitabında bu konuyla ilgili kısa bir bölüm var, daha uzun olmasını isterdim. Zira insana insanlık katan üç şeydir ev, yuva, aile. Ailesiz bir ev yuva olmuyor, konut belki. Yeşil de şöyle söylüyor: "Siz hiç içinde, apartman, site veya kat geçen bir türkü duydunuz mu? Batılaşma tarihinin üzerinden yaklaşık yüz seksen yıl geçmiş olmasına rağmen apartman ve site övgülü bir türkünün olmamasını hayır olarak yorumlayabilir miyiz acaba? Ev ve evlerimiz sadece başımızı soktuğumuz bir barınak değildir; evlerimiz vatanımızdır. Küçük bir vatan. Vatan, büyük bir ev; evlerimiz küçük bir vatan. Bundan dolayı her iki durumu ifade etmek için 'yurt' kelimesini kullanırız. Yurdumuz yuvamızdır. Kutsalımızdır. Kem gözlere karşı, alnının çatısında Maşallah yazar."

Dile, kaleme, söze gelmiş; yakın tarihimizin din-edebiyat-hayat perspektifindeki ince detaylar Kalemin Gölgesinde kitabında yer bulmuş. Bu gölgede dinlenme yok, düşünce var.

Yağız Gönüler

9 Ocak 2022 Pazar

Tehditkâr bir sancının eseri

Bütün dünyanın, kalbi dışındaki bütün dünyanın bomboş olduğunu hissediyordu.” Çünkü korkunun acımasız hissi, her şeyi anlamsız kılmıştı. Etrafında gördüğü tek şey, ansızın boğazını sıkan bu duyguydu. Öyle ki hayatının merkezine oturmuş ve ona nefes aldırmıyor, yediği lokmaları zehir gibi midesine akıtıyordu. Kaçacak yer kalmamıştı, en sonunda sakladığı sırrın açığa çıkması gerekecek, yalan söyleyemez hale gelecekti. Kaçınılmaz son gelene dek, her yeni gün öncekinden daha fazla sıkıştırıyordu kalbini. Buna bir an son vermek istese, diğer an vazgeçiyordu bundan. Korkuyordu ve korku gittikçe büyüyordu. Ailesi hep onunlaydı ama sanki artık tamamen yabancı hale gelmişlerdi. Gerçeği anlatabilse, yüreği hafifleyecekti ama o, ona göre daha kolay olana, hesabı kendine kesmeye kadar gitti.

Stefan Zweig'in Korku adlı eseri; evli ve saygın bir kadın olan Irene'in, yeni bir heyecan arayışıyla girdiği ihanet yolunun ona yaşattığı tehditkâr korku duygusunu anlatıyor. Irene bulunduğu hayattan sıkılıp bir maceraya atılmak ister fakat onun sırrını bilen bir şantajcı ortaya çıkıp kendisiyle yüz yüze gelince, dünyası kararır. O andan itibaren normal yaşantısında büyük bir yere sahip olmayan korku duygusuyla tanışmış olur. Yüzünde esen soğuk rüzgarlar korkuyu beslemeye devam eder. Artık tek hissettiği bitmeyen bu duygudur. Nasıl kurtulacağını bir türlü bulamaz, kurtulmayı denedikçe durumunu ağırlaştırmaya devam eder. Şantajlar arttıkça Irene dibe çöker, korkuya teslim olur ve aldığı nefesler acı verici hale gelir.

Eserde anlatım oldukça akıcı, olaylar hız kesmeden başlayıp bitiyor. Yazarın güçlü kalemi, bizleri Irene'in içinde bulunduğu tufanın ortasına atıyor. Esere başladığımız andan itibaren yaşanan olaylar kendini okutturmaya devam ediyor. Karakterin kendiyle iç hesaplaşmaları ve ruh halindeki değişimlere bakarak bazen onu suçlayıp bazen ne yapacağını yönlendirmeye çalışıyoruz. Onunla empati yapıyor, çıkar yol arıyoruz. Irene’in çerçevesinden olayları gözlerken etrafındaki kişileri sorguluyor, sürekli ortaya çıkan şantajcının rahatlığına sinirleniyoruz. Irene’in kurtulması için aklımıza türlü yollar geliyor. Olayların sonuna doğru bazı tahminlerde bulunuyor, kitabı bitirince hem şaşırıp hem de rahatlıyoruz.

Irene'in hem güçlü, hem de son derece hassas bir tarafı var. Bu iki taraf sürekli birbiriyle karşı karşıya duruyor ancak birleşip bir çözüm yaratamıyor. Eşinin ona sürekli ne olursa olsun yanında olduğunu ve ona yardım edeceğini söylemesi, Irene'in kafasını kurcalıyor ve gerçekleri anlatmayı bu sebeple çok istiyor. Onun, etrafındaki benzer olaylara nasıl tavır takındığını gözlemleyip kendi durumuna olacak davranışını kestirmeye çalışıyor. Eşinin kendisine gösterdiği kibarlık gerçekleri anlatması için sürekli baskı yapıyor olsa bile, Irene'nin dili anlatmanın kıyısına kadar gelip her defasında tekrar geri dönüyor. Duygular ve korku artık iyice içinden çıkılmaz bir hale Irene, kendine ceza verip kurtulmak istiyor. Başarılı olamayınca ve her şeyin sebebini anlayınca yaşadığı korkuyla, kalbinde açılan yara ile birlikte vedalaşıyor.

Eserde anlatılan olayı, gerçek hayatta farklı sebepler doğrultusunda yaşayan birçok insan var ve bu kitabı okuyunca kendi yaşadıklarını net bir şekilde tekrar hatırlayabilirler. Çünkü bizde çok tanıdık hisler uyandırıyor. Korku hepimizin içinde var olan bir duygu. Bazen küçük, bazen çok büyük yerler kaplıyor ve ne kadar büyükse sonrasında gelen yıkım da aynı oranda büyük oluyor. İçimizdeki korku yaşadığımız olaylara bağlı olarak kendini belli bir büyüklüğe gelinceye dek besliyor. Bunun üzerine çıkmazda olduğumuzu hissedip o korkuyu daha da büyütebiliyoruz. Zaten kapladığı yer bir hayli dolmuşken, ona daha fazla yeri kendimiz veriyoruz. Korkunun verdiği hisler ve yaşattığı sancı, düşüncelerimizin ve davranışlarımızın elimizde olmamasına neden oluyor ve bu kardeşi olan pek çok duygu için de geçerli.

Eğer insanın elinde bu korkuya son verecek bir seçenek varsa, sonucunun zararlarından endişe duymadan o yolu seçmelidir. Bitiş çizgisinde bekleyen çözüme doğru koştukça, korku küçülmeye, içten yitmeye başlar. Bitiş çizgisini geçecek cesarete erişilirse, geriye dönüp bakmaya gerek kalmaz. Çünkü o korku son bulduğunda çile de son bulur, rahatlama hissi vücudu ele geçirir. Aksi halde, insanı içten içe çürütmeye devam eder.

Buse Çakmak
busecakmakjd@gmail.com

6 Ocak 2022 Perşembe

İnsan daimi bir yer-yol-yön arayıcısıdır

"Kişi kendini yapar, bozar, dağıtır, yıkar, kırar: Sonra, yeniden kurar. Önemli olan, kişinin kendini başlangıçtan kurmuş olması değil, baştan kurabilmesidir."

Bir yerde olmanın, bir yönü seçmenin, bir yola çıkmanın açtığı düşünme olanaklarını kaybettik. Yola çıkmak, yola gitmek, yola varmak hepimiz için birer lükse dönüştü. Bu çağda yürümek, düşündüren değil güldüren bir şey oldu. Oruç Aruoba, son derece lezzetli olan Yürüme adlı kitabında, bizim (zaten) ne olduğumuzdan başlayıp hep-hiç arasında 'kişi'ye uzanan yolculuğumuzun izini sürüyor.

Nietzsche için yaşam, insanın türlü aralarda gezinmesiyle ortaya çıkan bir yolculuktur. Bu onun elbette yaşama dair yaptığı tek bir tanım da değildir. Aruoba, kitabının hemen başına aldığı Nietzsche paragrafıyla okuyucunun zihnini meşgul ediyor. Hangi aralara dikkat edilmesi gerektiğini gösteriyor. Sevginin hissedildiği, baharın tadıldığı, güzel seslerin dinlenildiği, dağların, ayın ve denizin insanın yüreğini titreten görünümlerini bir an içine saklamış, sırlamış arala. İşte bu aralardan oluşan tüm anlar ve aralar, Aruoba'nın zihnine birer cümle olarak düşüvermiş olmalı ki Yürüme kitabı ortaya çıkmış.

Okuyucunun Kasım 1992'den bu yana belirli aralıklarla yeniden basılan Yürüme'ye olan ilgisi, "acıları bile anılara dönüştürürüz biz" diyen yazarın sesine bir yankı belki de. Çünkü "durumumuz, ötekilerin durumlarının toplam durumudur". Çünkü "uygar kişi, kendisi ile bütün insanlar (insanlık) arasında bağ kurabilen insandır". Bu uygar olma hâli şaşkınlığı, hayreti insana bol bol yaşatır. En çok da üzülmeyi. Ancak Aruoba burada bir uyarı yapıyor. Uygar insanın üzülmesi, modern zamanların üzülmesi gibi ah'lı vah'lı değil diyor, daha çok kızgın bir üzülme. Neden olarak da ancak dünyanın temelden bozuk olduğunun farkında olan insana uygar denebileceğini belirtiyor.

Felsefeye meraklı bir okuyucuya yeni kapılar aralamaktan memnuniyet duyan bir yazar Aruoba. Yürüme'nin içindeki notlardan bunu anlayabiliyoruz. Heidegger'in sık sık "ufuk" kavramına başvurduğunu, "ne ise o olmak" düşüncesinin Schopenhauer'de ve Nietzsche'de kendine yer bulduğunu, Russell'ın "aylaklığa övgü" düzdüğünü ama yüz küsur kitap yazmaktan geri durmadığını, "hayret"in Sokrates'e "hayranlık"ın da Kant'ın has kavramları olduğunu, Bloch'un "henüz olmayanın" felsefesini yaptığını, Derrida'nın Nietzsche'nin not defterinde bulunan "şemsiyemi unuttum" tümcesinden sayfalarca anlam çıkarabileceğini öğrenebiliyoruz bu notlardan. Kitabın içindeki resimlerde Heidegger'i Karaorman'daki yürüyüşünü ve Freiburg'daki çalışma masasını, Van Gogh'un Emile Bernard'a mektubunu, Aziz Hieronymus'un çalışma odasını, Albrecht Dürer'in erkekler hamamını görebiliyoruz.

Yolu yürüyerek çözümlemenin imkânsızlığına vurgu vardır Yürüme'deki metinlerde. Yolu yalnızca "açan" bilir. Öte yandan açılmış hazır yollarda yürümenin tadını dönüp duran tekerlekler değil yalnızca insan kavrayabilir. Özgürlükse, açılmamış, yani belirsiz yollarda yürümektir. Belki de yaşam bu yüzden "her ne olursa olsun" özgürdür: "Zaten, hep, kırık-dökük, paramparça ilişkiler bırakıp ardında, böylesine yıkıcı, yırtıcı bir yolda yürümüyor mu yaşam?"

Bir yolcuya yardım etmenin en dürüst yolu onunla birlikte yürümektir. Çünkü duran, yürüyeni asla anlayamaz. "Yanında yürümekten başka yardım yolu yok" derken Aruoba, Homeros'un deyiminin hâlâ geçerli olduğunu da hassasiyetle vurgular: "Çoğunluk, insanların neredeyse hepsi, bir(er) yük olarak yaşıyorlar yeryüzün(d)e..."

Kişi bölümüne, yani kitabın en zor bölümüne geçerken Oscar Wilde karşılar okuyucuyu. Bir hatırlatma yapar. "Acısını çektiğin her şeyi onaylamazsan, tam olamazsın" der Wilde. Aruoba da öyle bitiriyor kitabını: "Kişi, kendi olabilendir."

Yağız Gönüler