13 Ağustos 2021 Cuma

Fikrî ve toplumsal sorunları hicveden bir mesnevi

“Bir eşek var idi zaîf ü nizâr
Yük elinden katı şikeste vü zâr.”

İnsanlar yüzyıllar boyunca birbirlerini grup grup ayırmışlar, burjuvazi, derebeylik, kast gibi birçok siyasal sistemde bu toplumsal vahdeti bozucu gruplaşmayı görüldüğü gibi, hayatın en günlük ve basit olaylarında bile görülüyor. Meşhur bir sanatçının konserine sahne önünden bilet alabilmek için neredeyse bir aylık maaş ödenirken, altıncı kategoriden bilet alabilmek için daha cüzi meblağlar ödeniyor. Zenginlik, makam mevki sahibi olmak, yaptığı meslek, mensup olduğu aile kişinin sosyal hayatında sahne önünde mi oturacağını, yoksa en arkadaki kategorilerde mi yer alacağını çok net belirliyor. Maalesef zaman zaman kişilere ehliyet ve liyakate göre değil, sosyal statüye göre ödül veriliyor. Oysa böyle olmamalı. Şeyhî, toplumsal ve bireysel hayatta çok ciddi problemlere yol açan bu ayrımcı sistemi Harnâme adlı mesnevisinde alay ederek, sağlam şekilde eleştiriyor.

Şeyhî’nin Harnâme’yi kaleme alma serüveni edebiyatçılarca iki ayrı hikaye olarak anlatılır; Sultan II. Murad, Şeyhî’yi vezir yapmak ister, fakat birtakım kimseler Şeyhî’ye kıskançlık besleyerek, böyle bir vezaretin ancak Şeyhî’nin Nizâmî gibi hamse sahibi olmasıyla mümkün olduğunu dile getirirler. Şeyhî böylelikle Hüsrev ü Şîrin adlı mesneviyi Farsçadan Türkçeye tercüme eder, yaptığı çevirinin bir kısmını padişaha arz eder, padişah da bu ahvalden memnun kalıp Şeyhî’ye ihsanlarda bulununca, eşkıyâ Şeyhî’nin yolunu çevirir, padişahın verdiği hediyeleri yağma eder, bu kimselerden Şeyhî zor kurtulur.

Diğer hikaye ise şöyle anlatılır: Hekim Sinan olarak bilinen Şeyhî, Çelebi Mehmed’in hakkında pek muzdarip olduğu bir göz rahatsızlığını tedavi ettiği için, şaire Tokuzlar köyü tımar verilir. Şeyhî tımarına doğru giderken bu köyün eski sahipleri şairin yolunu keser, elinde avcunda nesi varsa alırlar.

Her ne kadar Şeyhî yaşadığı talihsizlikler üzerine bu mesneviyi nazmetmiş olsa da, bu mesnevi sadece Şeyhî’yi kapsayan bir konuyu işlemiyor. Teşhis ve intak sanatlarıyla hayvanları konuşturarak, sadece bireyi değil, toplumun tamamındaki statü ayrımını kapsayan bir tenkit yapıyor. Bu tenkit de elbette, statünün değil, gösterilen çabanın ve sarf edilen emeğin karşılık görmesi gerektiği ana fikrini veriyor okura. Mesneviye göre eşek, sahip olduğu zayıf ve çelimsiz bedeniyle gün boyu yük taşımasına rağmen, bunun karşılığında herhangi bir ödül göremiyor. Oysa çimenlikte otlayan öküzler öyle değil. Sabahtan akşama kadar otlayıp uyuyorlar. Bu öküzler gibi yaşamayı, yaptığı işlerin karşılığında hak olarak gören eşek, sahibinin onu saldığı bir gün bir tarlaya girip ekinleri yiyor, öküzler gibi hiçbir iş yapmadan duruyor. Ancak girdiği tarlanın sahibi ekinlerini yenmiş bulunca, öfkesine hakim olamayıp eşeğin kuyruğunu ve kulaklarını kesiyor. Haliyle boynuz sahibi öküzlere özenen eşek, kuyruğundan kulağından da oluyor. Karakterler Şeyhî’nin hikayelerinde yerlerine konulunca taşlar yerine oturuyor. Şeyhî’yi çekemeyenler, onun vezaretini istemediler, hediyelerini yağma ettiler, ya da diğer hikayeye göre kendisine padişah tarafından verilmiş tımarına doğru giderken soygun yapıp elinde avcunda neyi var neyi yoksa aldılar. Oysa, Şeyhî padişah tarafından ona ihsan edilen her şeyi kendi çabası, kendi başarısıyla elde etmişti. Mesnevinin aşağıya aktardığım beyitleri bu konuda okura yüksek bir ilham sunuyor:

76. Niçün oldı bunlara erzânî
Bize bildür şu tâc-ı sultânî
“Bunlara sultan tacı/boynuz neden layık görüldü? (Biz de hayvan isek onlardan farkımız ne?); Bunu bize bildir.”
77. Yok mudur gökde ıldızumuz
K’olmadı yiryüzünde boynuzumuz
“Bizim gökyüzünde (talih) yıldızımız mı yok ki, yeryüzünde de boynuzumuz olmadı?”
78.Çün sığırdan eşek nite ola kem
Çün meseldür ki der benî âdem
“Eşek sığırdan niçin daha kötü olsun; insanoğlu bunu atasözü olarak söyler ki:..”
79.Har eger hor u bî-temiz oldı
Çünki yük tutar ol azîz oldı
“Eşek her ne kadar hor ve anlayışsız ise de, yük çektiği için şerefli ve hürmet hak eden bir hayvandır.”
80.Bâr-keşlikte çün biziz fâyık
Boynuza niçün olmaduk lâyık
“Madem ki yük çekmekte biz sığırdan üstünüz; öyleyse boynuza neden layık olamadık?”
81. Böyle virdi cevâbı pîr eşek
K’ey belâ bendine esîr eşek
“Görmüş geçirmiş ihtiyar eşek şöyle cevap verdi: Ey bela bağına esîr olmuş eşek,..”
82. Bu işin aslına işit illet
Anla aklında yok ise kıllet
“Eğer aklında noksan yoksa anla! Bu işin aslına sebep şu:..”
83. Ki öküzü yaradıcak hallâk
Sebeb-i rızk kıldı ol rezzâk
“Yaratıcı öküzü yarattığında, o rızık verici, onu rızık sebebi yaptı.”
84. Dün ü gün arpa buğda işlerler
Anı otlayup anı dişlerler
“(Öküzler) gece gündüz arpa ve buğdayla uğraşırlar, onu otlayıp dişlerler.”
85.Çün bular oldı ol azîze sebep
Virdi ol izzeti bulara Çalap
“Bunlar böyle bir mukkaddes nimetin(ekmeğin) meydana gelmesine sebep oldukları için, yaratıcı o şeref ve kıymeti bunlara verdi.”

Kitabın başında Enis Batur tarafından yapılan takdimde, toplumsal ayrıksılaşma şu paragrafla dile getirilmiş:

Osmanlıda at, pek çok diyarda olduğu gibi yüksek statülü hayvandır. Buna karşılık eşek, tıpkı amcazadesi katır, alçakgönüllü bir statüyü temsil ediyordu. Çilekeş, dayanıklı hizmetkar. Anırması sevilmemiş, tepmesinden çekinilmiş, inatçılığından yakınılmış, ola ki bu ayrıksılıkları nedeniyle durmadan sırtına yük ve sopa bindirilmiş, yetmemiş, insan kendi hemcinsini aşağılarken onu eşeklikle oklamıştır.

Harnâme küçücük, yarım saat içerisinde bitirilebilecek, ama üzerine düşünmenin çok uzun süreceği bir mesnevi. Fikrî ve toplumsal sorunların incelenmesi yanında şekli ve edebi olarak da üslubun çok sağlam olduğu bir eser. Bazen, bazı metinler manzume şeklinde olduğunda verilmek istenen ana fikir zihinlerde daha kolay yer ediyor.

Canla başla çalışanın hakkını alamaması, alamadığı gibi türlü tahkirlere uğraması ne acı. Harnâme'nin ihtiva ettiği komedyayı gülerek okuyoruz, ancak bu komedyanın altında yatan trajedi içler acısı. Naçizane öyle inanıyorum ki, kimsenin hakkı kimsede kalmayacaktır. Muhtevası pek dolu olan bu mesneviyi okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nidâ Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

12 Ağustos 2021 Perşembe

Mustafa Kutlu hikâyelerinden bir toplum okuması

Edebiyata bağlı kalmaksızın sanat eserlerinin tümünde bulunan dört unsur vardır: sanatı ortaya koyan kişi, sanatın muhatabı, sanatın kendisi ve sanatın içinde yer aldığı toplum. Kuramcılardan bir kısmı ortaya çıkan eserin kaynağının izlerini sanatçının hayatında ararken, bir başka grup eleştirmen sanatın okur merkezli olabileceğini savunabiliyor. Antik Yunan'ın Yansıtma Kuramı'ndan itibaren edebiyatın da asıl kaynakları bir muamma halinde günümüze dek gelmeye devam etmiştir. Bu kuramlardan bazıları (yansıtma, Marksizm, sosyolojik) sanatçının mutlak surette içinde bulunduğu toplumdan faydalanıyor olduğunu ileri sürmektedir. Ben de edebiyatın bu dört unsurun hiçbirinden bağımsız olamayacağını düşünmekle birlikte eserin özellikle sanatçının deneyimleri ve kültürel ögeleri olmadan okunamayacağını düşünüyorum.

Bu kapsamda çağımızın en başarılı öykücülerinden biri olan Mustafa Kutlu'nun eserlerinde yaşamının ve içinde bulunduğu toplumun izini tüketim perspektifinden kolaylıkla sürebileceğimizi göreceğiz. Gündelik dilde, konuşmalarımızda sık sık işittiğimiz ya da söylediğimiz durumları Kutlu'nun öykülerinde gözlemleyeceğiz. Yazarın bir tüketim ülkesi olarak gördüğü Türkiye okumalarında; Huzursuz Bacak, Uzun Hikâye, Sıradışı Bir Ödül Töreni ve Rüzgârlı Pazar isimli anlatılarından faydalanacağız.

Yukarıda ismini andığımız bu dört kitabın hepsinde tüketim alışkanlıklarının hayatımızın her yerine imza attığını gösteriyor anlatıcı bize. Geleneklerimiz, vicdanımız, yaşadığımız şehir, globalleşme ekseninde kaybolan hassasiyetlerimiz ve çok daha fazlası. "İnsanlık kapitalizm karşısında teslim bayrağını çekti, tarihin sonu geldi." (Huzursuz Bacak, 162) diyerek noktayı koyuyor yazar bu vahim duruma.

"Mevsimler neler anlatır insanlara? Dünyanın ne menem bir şey olduğunu anlatır. Başlangıcı ve sonu fısıldar. İyiliği ve güzelliği mırıldanır. Hayatı ve ölümü ifşa eder. İşlerinin, aşklarının, alacak-vereceklerinin, ihtiraslarının peşinden kendini kaybedip koşanlara seslenir. Eeey!... Ademoğlu!... Dur biraz. Biraz nefes al. Etrafına bak. No'luyor. Nedir derdin diye sorar." (Rüzgârlı Pazar, 50)

Günümüz insanı -ki kendisine modern deniliyor- sık sık eleştiriliyor anlatılarda. Her gün bir öncekinin aynını yaşayan, bir robottan farksız canlılardan söz ediliyor. Yaşama amacını, ama öyle hedefinden, hayalinden söz etmiyorum bunu söylerken, esas varacağı yer olan yaratılma gayesini sorgulamadan günleri kovalayanlar. "İnsanlar nereye gittiklerini biliyor mu acaba? Nereden gelip nereye gittiklerini. Duran çocuk; şunu bil ki, işte bu yollar, bu arabalar, bu sel olmuş akan sarı-kırmızı ışıklar arasında ademoğlu bu sorunun cevabını unuttu. Hatırlamak da istemiyor. Hatırlamak isteyenleri tersliyor, saf dışı bırakıyor." (Rüzgârlı Pazar, 33)

Bu koşturmacanın içinde yolsul-orta-zengin sınıfların birbirlerine bakış açıları yansıtılıyor kitaplarda. Bu insanların kendi dünyalarından birbirlerine nasıl baktıklarını, ne amaçla yaklaştıklarını, ilişkilerin nasıl tüketildiğini anlatıyor. Ve muhatap tarafından görünce, bu yazılarınları yalanlayamıyoruz ne yazık ki. "Artık üniversitelerin bir kıymet-i harbiyesi kalmadı. Hocalık da öyle. Kendini mektebe hapsedip harcama. Senin gibi donanımlı bir elemanı piyasalar arasa bulamaz. Açıkçası havada kaparlar seni. Burada kazandığının on mislini kazanır, bir büyük şirkete kapağı atarak kısa sürede CEO olursun. Dinliyorsun beni değil mi? CEO dedim, CEO!.." (Huzursuz Bacak, 73) diye düşünen ve kimliğini, kazancını, ilişkilerini tamamen kapital üzerinden belirleyen bir akademisyenin sözleri bunlar. Ne varsa parada var. Bu para ile akrabalık ilişkilerinin bile maddiyat üzerinden nasıl konumlandığına şahit oluyoruz başka satırlarda. "Yukarıda ablam var. Ama görüşmeyiz hiç, anca bayramdan bayrama. Yani sokakta görse beni görmezlikten gelir, hani para filan isteriz diye." (Rüzgârlı Pazar, 42) İşte bu zümreler arasındaki farklılık sosyal hayata da hepimizin aşina olduğu bir örnekle yansıtıyor: "Bazen ailece işte mutfakta ne varsa; peynir-ekmek-domates alıp çevre yolu kıyısına gideriz. Bir akasya gölgesi bulursak ne âlâ. Arabalar geçip gidiyor; bakar, oyalanır, güya piknik yaparız. O böyle anlatırken ben de tam bu sırada çevre yolundan arabaları ile geçen işi tıkırında adamların, bunlara baka baka ağızlarında geveledikleri yaveleri hatırlıyorum. 'Yahu yolu gözlemek nasıl bir şey. Yani ne anlıyorlar bundan. Yok arkadaş bu millet pikniğe çıkmayı da bilmiyor. Sığır bunlar sığır.' " (Rüzgârlı Pazar, 81)

"Hâkim sermaye ile hâkim kültürün dümen suyuna girip bir de dışarının acentası oldu mu, hapı yutuyoruz. Davul bizim boynumuzda, tokmak başkasının elinde." (Huzursuz Bacak, 102) Huzursuz Bacak kitabında yer alan bu satırlarda aslında çok net bir kapitalist kültür eleştirisi yer alıyor. Birileri çalışıyor, emek veriyor, alın teri döküyor ancak bu birini çalıştıranın elinde bir tokmak, davul misali çalışana vuruyor da vuruyor. Uzun Hikâye'de cevap veriyor yazar bu duruma, böyle düşünenler nasıl mı karşılık görüyor, buyrun: "Bütün bu işleri yapıp çatan, alın teri döken babam ile hademelere de arada bir 'Buyurun siz de alın' demek gerekmez mi?", "Madem biz bu bahçeyi alın teri dökerek yetiştirdik, ürünü de eşit olarak bölüşmeli değil miyiz", "Eşit bölüşüm de ne demek? Yoksa sen sosyalist misin?" (Uzun Hikaye, 20) Bilindiği gibi toplumuzda adalet ve eşitlik gibi kavramlar çoğu zaman sosyalizm ideali üzerinden eleştirilmiştir ve sosyalist olma etiketinin en azından insanlarımızın çoğunca iyi karşılanmadığını tarih de bize öğretti, günümüz de göstermeye devam ediyor.

Vicdanımız da tükeniyor bu çılgın harcama ve harcatma kültüründe. Çok uzağa gitmeden kendimizden örnekler verelim. Dünyanın dört bir yanındaki savaşları ele alalım. Filistin'in on yıllardır gördüğü zulmü, Saraybosna'yı, Myanmar'ı, Suriye'yi, Mısır'ı... Gündemimizde en çok bunlara yer verildiği için anıyorum bu isimleri. Yoksa dünyanın nasıl bir kazan gibi fokur fokur kaynadığını hepimiz biliyoruz. Hangimiz zulme ilk günlerdeki vicdani tepkiyi gösterebiliyor hâlâ? Televizyonlar için bu haberler artık eskimedi mi sizce de? Güneydoğu bölgemizde Suriyelilerin ve yerel halkın çatıştığını, mülteci kadınların bir tas çorbaya "satıldığını" haberlerde okumadık ya da bire bir şahit olmadık mı? Ya da bir Türkiye gerçeğini, dilencileri ele alalım. Her gün önünden geçtiğiniz bir dilenciyi düşünün, belki bir belki beş gün kendisine yardım edeceksiniz. Bir ay sonra aynı kişiyi gördüğünüzde kalbinizin aynı yeri ağrıyacak mı? Sanmıyorum. Çünkü normalleşecek artık. Biz normalleştireceğiz. Medya ile, "bir şey gelmiyor ki elimden" bahanesi ile, çok konuşarak, çok tüketerek vicdanlarımızı, normalleştireceğiz. Bakın, Rüzgârlı Pazar'da nasıl yer veriyor bu konuya Kutlu.

"Ekranlarda göre göre, gazetelerde okuya okuya alıştık sanki. Yüreğimiz nasır tuttu. Biri yoksulluktan bahsedecek olsa suratımız buruşuyor, dinlemek istemiyoruz." (40)

"Yoksulun evi uzaktadır, kimseler görmez. Yoksulun sesi kısılmıştır kimseler duymaz. Yoksulun yüzü soğuktur kimseler bakmaz; bakan olsa da başını çevirip gider." (40)

"İnsanlar bizi anlamıyor, bizden tiksiniyor. Bazıları dilenci sanıyor. Küfreden var, tekmeleyen var. Hele mendilcilere çok kötü davranıyorlar." (166)

"Yoksullar artık bir tehdit unsuru gibi algılanıyor." (167)

Ve bir başka tüketim mecrası bulmak hiç zor değil. Hayatlarımızda da kitaplarda da. Caddelere bir göz gezdirmek bunun için kâfi olacaktır. Yerel esnaf, yerli tüketim, çarşı-pazar alışverişi... Bütün bu kavramlar yavaş yavaş da değil üstelik, hızla el çekiyor hayatlarımızdan. Belki de en başında dediğimiz gibi "teslim bayrağını çekmiş"izdir, kim bilir? Sınıfsal ayrımlar mühim değil, ya gerçeği ya bire bir imitasyonu ya da sahtesi çarpmıyor mu gözümüze dünyaca ünlü markaların? Tükettikçe, bu markaların ufacık da olsa amblemlerini üstümüzde taşıdıkça "adam" olduğumuzu zanneder olduk. Bunu yapan sadece yetişkinler zannediyoruz ama hiç öyle değil. Kendi sınıfımda ufacık çocukların okul alışverişlerini mahalle kırtasiyelerinden değil de hepimizin bildiği kitap-kırtasiye zincirlerinden yapmaları, bunu da bir övünme aracı olarak görmeleri içimi sızlatıyor. Bir öğrencim, sınıf arkadaşına "Dikkat ediyorum da üç haftadır aynı ayakkabıyı giyiyorsun, neden?" diye sorabiliyor. Kutlu'nun da kitaplarında değindiği bir diğer konu bu:

"Gençler lüks mağazaların lüks vitrinlerinde sergilenen lüks mallara bakar bakar iç çeker. Sonra gidip işportadan onların taklitlerini alırlar. Kalabalık, şu tüketime doğru savrulan kalabalık tüketimin hasını tüketemez." (Rüzgârlı Pazar, 19)

"Sahanlığın bir yanında gözlükçü var. Ucuz gözlük satıyor, güneş gözlüğü. Hele yaz başında o yılın moda gözlüklerinin taklitlerini sıralıyor ki can dayanmaz." (Rüzgârlı Pazar, 23)

"Gözlükçünün karşısında çantacı. Senenin modası ne ise onun taklidi, ucuzun ucuzu kadın ve çocuk çantaları satıyor, işi iyi." (Rüzgârlı Pazar, 24)

Durum tespitleri Rüzgârlı Pazar'dan gelirken bu durumun karşısındaki bir anlatıcının sesi Huzursuz Bacak'tan yükseliyor:

"Marka giymenin hususi değil umumi bir şey olduğunu; marka ve imzanın iki ayrı zihniyeti temsil ettiğini söylesem. Zevki olanların terzisi olduğunu desem. Terziler birer sanatkârdır ve imzaları vardır değil mi? Oysa marka kolektif bir çabanın ürünüdür. Aslına bakarsan o da bir nevi konfeksiyon. Marka sahibi şirket, markalı pantalonu giyen erkeği veya marka parfüm sürünen kadını bütün dünyadan devşirdiği sürüsüne katıyor. Kovboyların sığırları damgalaması gibi. Marka hegemonik bir şey. İnsanlar makineye nasıl güle-oynaya teslim olmuş ise markaya da öyle tapıyor. Bu tam bir mistifikasyon. Marka giyerek sürüden ayrıldığını sanıyorsun. Farkı farkedin, diyorsun. Heyhat! Bu aldanışın daniskası. Gerçekte sen de bu markanın bir neferi oluyorsun." (98)

Sıradışı Bir Ödül Töreni'nde ise bizim tükenmekte olan saf, hakiki ve bize özgü bir kumaşın dünyaca ünlü bir Türk modacısının defilesinde kullanılması üzerine dünyanın gündemine geldiğini görüyoruz. "Bu hanım bu defileyi buradan aldığı bez kumaşlar ile yaptı. Çok itibar gördü. Avrupa'da göklere çıkardılar." (Sıradışı Bir Ödül Töreni, 104) Kendi ürünlerimizin kıymetinin farkına varabilmemiz için Batı'nın tesciline ihtiyaç duymak... Ne acı! Sonra da kendini medenileşmiş (!) toplumlar üzerinden tanımlayan bir kimliğe dönüyor köklü ve zengin kültürümüz: "Çıkara çıkara Türk Einstein'ini, Sivaslı Sindi'yi çıkarıyoruz. Gelişen bir şehrimizi 'Doğu'nun Paris'i ilan ediyoruz. Kendi varlığını, inancını, kültürünü, tarihini inkâr eden, redd-i miras edenin sonu budur. Kendini hor görenin hali budur." (Huzursuz Bacak, 81)

İstanbul da sık sık konu ediliyor anlatılarda. Tüketim ekonomisini destekleyen en önemli etken belki de şehrin yüzünün bu denli değişmesi. 80'lerin sonunda doğmuş bir Y kuşağı olarak içinde büyüdüğüm çevreden İstanbul'un eski siluetini dinlediğimi hatırlıyorum. Komşu teyzeler, biz sokakta oynarken kendi çocukları olmasak da su sallarlardı sepetlerinde bize. İstanbul'un müzelerini gezmek bizim için büyük bir entelektüel hareketti o yaşlarda. Binalar yine yüksekti ama insanlar üç-dört sokak ötesindeki komşusunu bile tanır, derdini dert edinirdi. Sadece yirmi yıl öncesinden söz ediyorum, çok uzak değil. Elli yıllık bir binasında büyüdüm Fatih'in, annemden dinliyorum 60'lı yıllarda oturduğumuz binanın avlusu olan müstakil bir ev olduğunu. Osmanlı mimarisinin ne kadar hızlı dönüştüğünü görmem için yetiyor bu bilgi. Kutlu da söylüyor kitabında: "İstanbul yirminci yüzyılda büyük bir travma yaşadı. Ve bunun izleri derin mi derin." (Huzursuz Bacak, 35)

"Türk İstanbul nedir? Bodur minaresi ile bir mescit, yanında bir ihtiyar çınar, onun gölgesinde bir çeşme, iki dükkân, bir sıbyan mektebi ve mektebin altında bir kuş evi." (Huzursuz Bacak, 115)

Şimdi kaldı mı bu Türk İstanbul'undan bir iz? "Gökdelenlerin Pera-Maslak hattında oluşturdukları siluet, suriçi İstanbul'un kubbe ve minarelerden oluşan siluetine meydan okuyarak 'güç bende' diyor.", "Yağlı müşterilerimizi gezdirecek, mistik-egzotik-otantik bir müze." (Huzursuz Bacak, 118) Şehir de tüketimden nasibini aldı, bir köşe yazısında dile getiriyor Kutlu İstanbul'un lüks tüketimde Paris'in önüne geçtiğini. Buna övünmeli miyiz diye soruyor. Övünmeli miyiz sizce? Uzaktan baktığımız, önünden geçerken belki de ulaşılmaz ve gizemli olduğu için bakıp da rüyalara daldığımız bir yer için de ekliyor anlatılarında: "Bu 'taşı toprağı altın' şehir, her şey satılık fehvasınca ihaleye çıkarılmıştır. Kızkulesi dahi ihaleden nasibini almış, yeniden dizayn edilmiş, masumiyetini kaybederek işletmeye açılmıştır." (Huzursuz Bacak, 117)

Mustafa Kutlu'nun eserlerinin her birinde tüketim eleştirisi yer alıyor. Bazen başrolünde oluyor kitabın bazen figüran ama her daim mevcut. Huzursuz Bacak'taki bir paragrafında sosyal hayata indirgiyor tüketimi ancak biz bunu genele vararak da okuyabileceğimizi biliyoruz.

"Bazı şeyler hayatımızdan sessizce çıkıp gidiyor. Nasıl da kolayca razı oluyoruz. Hayır, belki direniyoruz bir zaman biz değilse hala gelincik şurubu şişeleyen ninelerimiz direniyor. Ama işte ellerimiz yana düşüyor. Nineler masallara bürünüp şuruplar böğürtlen reçelleri ayva tatlıları ile birlikte gidiyorlar. Biz buzdolabının buz gibi yüzüne bakakalıyoruz, silkinip bir kola açıyoruz." (Rüzgârlı Pazar, 128)

Kutlu eleştirilerini olduğu gibi de bırakmıyor anlatılarında. Hem kitaplarında hem köşe yazılarında yer alıyor önerisi: "Onların vardığı netice 'tüketim ekonomisi' ise; benim teklifim 'kanaat ekonomisi'dir." (Huzursuz Bacak, 112) diyor.

Belki de herkesin kendince bu kaosa dur diyebilmek için kendi çözümünü üretmesi gerekiyor. Hayatımızdan daha fazla şey sessizce çıkıp gitmesin diye...

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

Timur'un devlet ve yaşam felsefesi

Çeşitli dillerde Tēmür, Temur, Tömür, Teymur gibi isimlerle anılan, Osmanlıların Timür, Bizanslıların Demir-is dedikleri, tarihin en hiddetli ve otoriter hükumdarlarından biri, Timur İmparatorluğu'nun (Tamerlan, Timour le Boiteux, Timour le Grand) kurucusu olan Timur'dur. Birçok kaynağa göre Çağataylıları meydana getiren kabilelerden biri olan Barlaslar'ın reisi olan Turagay ile Tekira Hatun'un çocuğu olarak 1336'da Semerkant yakınlarındaki bir köyde dünyaya gelen Timur, 1370 yılında Çağatay Hanlığı'nın batısını zaptederek askerî tarihte bir lider olarak kendini gösterdi. 1398'de Delhi Sultanlığı'na, 1401'de Memluklar'a ve 1402'deki Ankara Savaşı'nda Osmanlılara karşı kazandığı zaferlerden sonra Türk-İslâm dünyasında adı en çok anılan isim oldu.

Timur'un Batı Asya üzerine düzenlediği seferler, tarihin en kanlı seferleri olarak geçmiştir. Bu seferlerde ortalığı yakıp yıkan ordusuna sanatkârlara, tarihî eserlere ve âlimlerin kitaplarına asla dokunulmamasını emreden Timur, birçok ilim insanını Semerkant'ta toplayarak şehri bir ilim merkezi hâline getirmeye çalışmıştır. En büyük seferi 1399-1404 yılları arasında gerçekleşmiş, asayişi temin etmek için ön Asya taraflarına yapılmıştır. Azerbaycan, Gürcistan ve Irak topraklarında ciddi yerler zapteden Timur; Malatya, Kâhta, Divriği, Sivas ve Antep'i topraklarına katmıştır, 30 Ekim 1400'de Halep şehrini de almıştır. Halep'i aldıktan sonra kadıları ve âlimleri bir mecliste topladı.

İbn-i Şahne, Ravzât’ûl-Menazır adlı eserinde bu mecliste yaşadıklarına dair şunu anlatır: "Bizi çağırttı, huzuruna geldik ve oturmamız emredildi. 'Size Semerkand, Buhara, Herat şehirlerindeki ulemaya sorduğum ve cevap veremedikleri soruyu soruyorum. En iyiniz ve en bilginizden başkası cevap vermesin ve ne konuştuğunu bilsin' dedi ve 'Dün sizden ve bizden ölenler oldu, peki hangileri şehittir? Sizden ölenler mi, bizden ölenler mi?' diye sordu. Herkes susmuştu ki Allah bana cevabı hemen gösterdi. 'Dün sizden ve bizden kim Allah adını yüceltmek için savaşıp öldüyse o şehittir' dedim. Bunun üzerine Timur 'güzel, güzel' dedi. Son sorusu 'Hz. Ali, Muaviye ve Yezid hakkında ne diyorsunuz?' şeklinde oldu. Kadı Alemuddin el-Kufsî, 'üçü de müctehiddir' deyince Timur çok kızdı ve 'haklı olan Hz. Ali’dir, Muaviye zalim, Yezid ise canidir. Siz Halepliler Hüseyin'i katleden Şamlılar kadar suçlusunuz' dedi."

Halep'ten sonra Şam üzerine yürüyen Timur, Mart 1401'de şehrin yağmalanmasını emretti, şehir harabeye döndü. Bir Timur tarihi olan Zafernâme'de Nizamüddin Şamî, Şam'da yaşananları şöyle nakleder: "Timur Şam'a girince devlet erkanına ve emirlere; biz işitmiştik ki bu memleket bir müddet Muaviye ve Yezid'in idaresi altında idi Bunlar daima ehl-i beyt'e ve peygamberin kızı Hz. Fatma ve damadı Hz. Ali'ye ve onların oğullarına zulmettiler. Şam ahalisi bunlarla beraber oldular. Bir taife peygamberlerinin ulusunun ümmetinden olsun, cehennem zindanı olan şirkten kurtulup cennet bahçesi gibi olan İslamiyete kavuşsun sonra da onun ailesine böyle zulümler yapsın. Bunu aklım almazdı. Ama Şam'ı görünce bu hakikat şimdi meydana çıktı. Çünkü böyle büyük bir şehirde sırf hava ve heves uğruna bu kadar büyük binalar, köşkler, bahçeler, semaya serçekmiş saraylar yaptıkları halde burada yatan peygamberin zevcelerinin kabirlerine bir adam çıkıp ta dört duvar bile çekmemiş. Allah böyle bir milletin başına bela vermeyip de kime versin."

Edirneli Oruç Beğ'in Tevârîh-i Âl-i Osman'ında ise ilginç bir konu aktarılır: "Şam’ı alan Timur, üzerlerine derme çatma kulübelerin yapılmış olduğu bazı mezarlar gördü. Kime ait olduklarını sorunca Sahabe'nin yani Hz. Muhammed’in (sav) yanında bulunmuş bazı kişilerin mezarları olduğunu öğrendi. Ama bu mütevazı mezarların hemen ilerisinde, Emevî Camii’nin yakınında bulunan Bâbü’s-sagîr Mezarlığı’ndaki kubbeli ve son derece gösterişli bir mezarın da ilk Emevi halifesi Muaviye’nin oğlu olan ve Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin ile yakınlarının Kerbela’da şehit edilmesine sebebiyet veren Yezid’e ait olduğunu öğrenince hiddetlendi ve 'Sahabe mezarlarının üzerine kulübeler kondurmuş, Peygamber efendimizin torununu katletmiş bu adama saray gibi mezar yapmışsınız' diyerek Yezid’in türbesinin derhal yıkılmasını, toprağının elli arşın kazılarak Kızıldeniz’e dökülmesini buyurdu. Bununla yetinmeyip askerinden binlercesini Yezid’in mezarının üzerine işetti. Muaviye’nin mezarını da ortadan kaldırdı.

1400-1403 yılları arasındaki Anadolu Seferi esnasında birçok çizime, tasvire, minyatüre ve resme konu olmuş hadise ise Ankara Savaşı'dır. Osmanlıları yenip Yıldırım Bayezid'i esir alan Timur bununla yetinmemiş; oğlu Mirza Muhammed'i, Bayezid'in oğlu Süleyman Çelebi'nin peşine takıp hem hazineye hem de Osmanlı başkenti Bursa'ya göz koymuştur. Neşrî Tarihi'nde Mirza Muhammed'in Bursa'yı talan ettiği ve saraydaki Osmanlı hazinesini aldığı yazar. Mirza, Ulu Cami'yi ahır yapmış, koyduğu adamlara ateş yaktırıp orada yemek yaptırmıştır.

Neşrî, Bursalıların bu hadise karşılığında kahrolduklarını, haftanın günlerini dahi unuttuklarını ve cuma namazlarını da kılamadıklarını belirtir. Timur'un İzmir'i de fethetmesinin ardından bazı rivayetlere göre Bayezid eleminden vefat etti. Ondan birkaç gün sonra da Timur'un veliaht ilan ettiği torunu Muhammed Sultan, 29 yaşında öldü. Timur hem Bayezid hem de torunu sebebiyle hiddetine ara verdi. Bayezid'in oğullarından Musa Çelebi'ye hilat, kemer, kılıç verip ona Bursa'yı bağışladı, eline yarlıg verdi. Babası Bayezid'in na'şını, Bursa'ya götürmesi için Musa Çelebi'ye teslim etti.

Aile, toplum, devlet gibi meselelerde Moğol kanunlarını uygulayan, gelenek ve göreneklerine son derece bağlı olarak bilinen Timur; hükümdarlar arasında en fazla tarih bilgisine sahip olanlardan biri olarak bilinir. İsmail Aka'nın Timurlular'ında üç dil bildiği (Türkçe, Moğolca, Farsça) yazar. Bazı rivayetlere göre Şam'da İbn Haldun ile görüşmüş ve tarih bilgisiyle onu fazlasıyla şaşırtmıştır. Hocalara, âlimlere ve sanatkârlara büyük hürmeti olan Timur'un bazı kaynaklarda Nakşibendî tarikatının kurucusu Bahâeddin Nakşibend'in hayır duasını aldığı yazar. İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbât'ında Timur'la ilgili bir bölüm şöyledir: "İşittim ki: Emir Timur Allah Rahmet eylesin; bir gün Buhara sokaklarından geçerken Hace Nakşıbendî'nin dervişleri, dergâhın halılarını temizliyorlardı. Emir burada durdu, dergâhın tozlarını dervişlerin feyizlerinin bereketiyle kendisi için, amber (güzel koku) kıldı. Mümkündür ki bu alçak gönüllülüğü onu iyi bir sonla şereflendirmiştir."

Orta Asya göçebelerinin İslâmlaşmasında büyük bir pay sahibi olan Timur, Bîbî Hanım Mescidi (Semerkant Camii) ve Ahmed Yesevî Hankâhı gibi iki önemli eser inşa ettirmiştir. Seferlerinden fırsat buldukça Şah-ı Nakşibend'in şeyhi Emîr Külâl'ı ziyaretine gittiği belirtilen Timur'un hocası ise Şemseddin Külâl imiş.

İnsan Yayınları tarafından ilk baskısı 2010 yılında yapılan Tüzükât-ı Timur'un (Timur'un Günlüğü), yalnız tarihçilerin değil tarihe meraklı herkesin yoğun ilgisine mazhar oldu. Kutlukhan Şakirov'un ve Adnan Aslan'ın titizlikle hazırladığı kitapta evvela çalışmanın şeceresi ortaya çıkarılmış. Hangi yolla temin edildiği, gerçekten Timur'a ait olup olmadığı açıklanmış. Kitabı tercüme eden Alihan Töre Sağuni, 'tercümandan' diyerek yazdığı kısa girişte şöyle demiş: "Timur'un otuz altı yıllık saltanatında yaşadığı olayları öğrenmek için bu kitap yeterlidir. Şimdi okuyucu kendi kaleminden Timur'u okuyucunda onun hakkında kararını kendisi verecektir."

İki bölüme ayrılan kitabın 'melfûzat' adlı ilk bölümünde Timur, Tuğluk Temir Han'la başlayan saltanat kavgasından Ankara Savaşı'na kadar gerçekleşen olayları otuz bir fasıl (kengeş) olarak yazar. 'Tüzükât' adlı ikinci bölümdeyse devlet kurma ve yönetme ilkeleriyle bazı uygulamaları yer alır.

Farsça metinde geçen bazı kavramların Türkçelerinin dipnot olarak belirtilmesi okumayı zevkli bir hâle getiriyor. Timur yazılarını birinci tekil şahısla kaleme almış ve bazı durumlar karşısında "bunda hata etmedim" diyerek duygusal yaklaşımlarda bulunmuş. Ceta leşkerini kırmada kullandığı tedbirleri anlattığı bir bölümde manevî dünyasını keşfetmek de mümkün: "Ben o gece dağın tepesine çıkarak âcizane Allah'â çok yalvardım. Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm'a salavât söyleyip uyumadan oturuyordum; uyku ile uyanıklık arasında "Timur, fetih/zafer senindir" diyen ses duyuldu."

İkinci bölüm (tüzükât) özellikle devlet yönetimi tarihîne meraklı olanlar için oldukça önemli bir bölüm. "Kahraman oğullarıma, devletli torunlarıma malûm olsun ki Tanrı Teâlâ'dan ümidim vardır; benim evlâd ve nesillerimden çok kişiler uzun yıllar saltanat tahtına oturacaklardır" diyerek başlar Timur. "Bu on iki şey yardımıyla büyük ülkeler fethedip cihangirlik kıldım" sözüyle şunları belirtir:

1. Hudâ'nın dinine, Muhammed Mustafa'nın şeriatına dünyada revaç idim.
2. On iki tabaka kişilerden ordu kurup cihangirlik kıldım.
3. Bütün işlerimi kengeşe bağladım. Dikkat ve uyanıklılık ile tedbirler yürüttüm.
4. Saltanat müessesesini töre ve tüzüğe sıkıca bağladım.
5. Emîrler ve sipahilerime unvan verip, onlardan altın ve gümüşü esirgemeden gönüllerine rağbet verdim.
6. İnsaf-adalet yolunu tutup halkı kendimden razı kıldı. Günahlı ve günahsıza şefkat edip hakla hükmettim.
7. Peygamber evladı seyyidler, ulemâ ve meşâyih, âkil, bilgiç, danişmentler, müfessir, muhaddislerden iyilerini seçip alıp, onların izzet ve hürmetlerini yerine getirdim. 8. Her sözde ve her işte sebat, ciddiyetlilik, yolunu tuttum. Ne işi yapmaya kastetmiş isem, gönlüm ona bağlanıp onu bitirmedikçe ondan elimi çekmedim.
9. Raiye haliyle iyice tanışırdım. Büyükleri ağabeyler safında, küçüklerini çocuklarım yerinde görürdüm. Her yerin tabiatını, her halkın mizaçlarını, adet ve geleneklerini incelerdim. Her yerin, her şehrin ileri gelenleri ve ulularıyla dost ve biraderlik kıldım.
10. Türk-Tacik, Arap-Acem'den herhangi bir taife veya kabile olsun eğer benim devlethaneme girdiyseler, büyüklerine hürmet ettim.
11. Çocuklar, akrabalar, dost biraderler, komşular, benimle bir zamanlar dostlukta bulunan kişileri, bunları devlet nimet zamanında unutmadım. Daima yoklayıp sorup, haklarını eda ettim.
12. Dost düşmanlığa bakmadan her erde sipahilere hürmet ettim. Çünkü bunlar hürmete layık kişilerdir. Değerli canlarından fâni dünya için vazgeçerler.


160 sayfalık Tüzükât-ı Timur sadece bir günlük değil; içinde stratejiden liderliğe, aile yönetiminden devlet adamlığına önemli ilkeler barındıran rehber niteliğinde kitaplardan biri. Timur'un üzerinde sıklıkla durduğu ilkelerden biriyle yazıya son vermeyi münasip buldum:

"Hangi devlet eğer dinî ve ahlâkî temel üzerine kurulmazsa ve onun siyasî işleri töre-tüzük kanunlarına sıkı bağlanmaz ise, öyle devletin câzibesi gider, heybeti yok olur. Böyle devlet çıplak kişiye benzer ki onu görenler iğrenip gözlerini yumarlar. Veya bir eve benzer ki onun üstü açık, kapısı, perdesi yoktur; insanlar, insan olmayanlar sık sık girerek ayakaltı ederler."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

10 Ağustos 2021 Salı

Okuma-yazma eylemine profesyonel bir bakış

Okuma deneyimi, yazma deneyimi, kitaplar, dünyada çeviri sorunu, edebiyat ödülleri vb. konularda yazılan metinler, bana bazen güzel bir roman okumaktan daha çok keyif veriyor. Edebiyatı daha profesyonel bir bakış açısıyla değerlendirdiğini düşünüyorum bu tür metinlerin. Tabiî bu metinleri işi edebiyat kuramcısı, araştırmacı, editör ya da buna benzer, kitaplarla profesyonel ilişki kurabilen kişilerin yazmasını önemsiyorum. Bu tür kişilerin edebiyat veya edebiyat sorunları hakkında yazmasının bir riski var elbette. Bu da kuru, zevksiz bir metnin ortaya çıkması. Ama bu riski ortadan kaldırabilecek bir yazarla karşı karşıya kaldığımızda okunan kitabın keyfi kat kat artıyor. Tim Parks bence bu işi iyi yapanlardan biri. Öznel bakışını zaman zaman bilgilerle donatıp nesnel bir metin ortaya çıkarması, okuma deneyimlerini sık sık yazıya katması, somut olması gereken yerlerde direkt yazar ve kitap ismi vermesiyle Ben Buradan Okuyorum, “kitapların değişen dünyası” alt başlığıyla nefis bir metin olarak karşımızda duruyor.

Metis Eleştiri kategorisinden basılan kitap Roza Hakmen çevirisine sahip. Toplam dört bölüm ve otuz yedi denemeden oluşuyor kitap. Bölümlerin isimleri ise şöyle: Kitabın Çevresinde Dünya, Dünyada Kitap, Yazarın Dünyası, Dünyalar Aşırı Yazmak. Tabiî bu bölümlere ek olarak bir ön söz de yazmış Parks ve bu ön sözde kitabı yazma sebebiyle birlikte “kitap” olgusu hakkında genel bir değerlendirme yapmış.

Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Denemeler samimi bir dille yazılmış ve birbiriyle ilintili değil. Konu bağlamında elbette genel bir başlık altında toplanmış ama herkes ilgisini çekecek bölümleri önce okuyup diğer bölümleri sonraya bırakabilir. Zaten kitabın en sevdiğim özelliklerinden biri, herkesin ilgisinin çekeceği yerlerin farklı farklı olması. Kendi adıma bazı “takıntı”larıma da cevap buldum diyebilirim. Okumayla ciddi bir şekilde ilgilenen, okumayı hayatının ortasına koyan herkese bir şeyler söyleyebilecek bir kitap bu. Meraklarımızı giderebilir, okuma hastalıklarımıza bir cevap olabilir ya da sadece iki okur olarak sohbet havası da oluşturabilir. Bu açıdan oldukça samimi. Bu samimiyetle beraber ben de bir kitabı sonuna kadar okuma, başladığım kitabı mutlaka bitirme problemime bir cevap buldum diyebilirim. Gerçi buna Mîna Urgan’ın şöyle de bir söz var: “Karpuzu kestin. Baktın ki kabak. Gene de zorla yiyecek misin o karpuzu? Canım Fethi Naci’nin bu cümlesinden sonra başladığım her ne ise hoşlanmadığım yerde bırakmaya karar verdim. Kitabı da insanı da.” Ama bu söz bana fazla havada ve fazla amatör geldiği için (okuma anlamında Fethi Naci’yle de aram pek hoş olmadığı için) Parks’ın incelemesi daha yerinde geldi. Parks duruma estetik kitaplar açısından yaklaşıyor haklı olarak ve kitap sonlarını denemesinin merkezine koyuyor. Yani estetik bütünlük olması gereken, bu bütüne göre yorumlanması gereken bir kitabın hepsini okumazsak nasıl doğru karar vereceğiz? Bu soru peşinden gidiyor ve denemesine Kafka’yla Schopenhauer başta olmak üzere birkaç yazarın eserlerini de konuk ediyor. Parks ve destekçisi diğer yazarlara göre bir kitap herhangi bir noktada terk edilebilir. Ona göre Kafka’nın birçok eseri böyledir. Ya bir anda bitirilmiş ya da olaylar “bu kadar yeter” denerek alelacele toparlanmıştır ama bu kitaplar değerinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Dediğinden şunu anlıyorum: Yeşilçam filmleri gibi mutlu veya mutsuz bir sona bağlanmak zorunda değiliz. Herkes alternatif sonlarını oluşturabilir. Hikâyeyi en sevdiği noktada bırakabilir ve bundan sonrasını kendi kafasında yaşayabilir ve böylece o kitap en güzel hâliyle kalmış olur. Çünkü Parks, bir son yazmanın yazar için işkence olabileceğini iddia ediyor: “Bir kez yapı kurulduktan ve anlatı topu yuvarlanmaya başladıktan sonra, bir sonun gerekliliği talihsiz bir yükten, bir utançtan, onca imkânın önünün ne yazık ki kapatılmasından ibarettir. Birçok yazarın romanı sonlandırmak için kendini yaratmak zorunda hissettiği elli sayfalık gerilimi psikolojik bir işkence olarak yaşarım bazen; yarı yarıya da olsa inandığımız sonlar elbette mutsuz sonlar olduğu için hayatı patos ve trajedi üretme makinesi olarak görmeye mecbur ederler beni. … Sonların esiri oluşumuz bir tür zorbalıktır. Bitirmediğim birçok romanı bitirmiş olsam, gözümdeki değerinin daha düşük olacağından kuşkum yok.

İlk bölümdeki denemeler bence kitabın en dikkat çekici denemeleri. Bunun sebebi daha genel okuma problemlerine değinmesi. Örneğin son bölümlerde daha spesifik ve derin konulara değinirken (roman-kültür ilişkisi gibi) bu bölümde daha çok e-kitaplar, okuma mücadelesi, okuma-zaman-teknoloji ilişkisi (ki kitabın en güzel denemelerindendir) gibi konuları işlemesi.

Tim Parks ikinci bölüm olan Dünyada Kitap’ta uzun uzun yerel edebiyat ve evrensel edebiyat karşılaştırması yapıyor ve bunları çatıştırıyor. Yerel edebiyatın dünyanın her yerinde göz ardı edilmeye başlandığından yakınan yazar bunun sebebini ise İngilizceye bağlıyor. Çünkü bir kitap hangi dilde yazılıyorsa aslında o dilin kültürüne göre şekil alır. Bazı yerel olarak İngilizcede açıklanamayan şeyler, İngiliz kültürüne adapte edilerek kâğıda geçirilir. Bu da bizi tektip bir edebiyata götürmeye başlar. Hint yazarlarının İngilizce yazdığı kitapları ne kadar Hint edebiyatı ya da kültürü içerisindedir ya da Orhan Pamuk’un İngilizce yazdığı kitaplar Türk edebiyatına mı aittir? Bu tür sorulara cevap arıyor Parks. Elbette yazarlara da hak ettikleri iğneyi batırarak: “Birbiriyle ilgili ve rekabet halindeki dünya görüşlerinin var olduğu, yazarların da kendi yoğun anlatısal katkılarını eklediği bir toplumun içinde bulunma hissi yavaş yavaş zayıflıyor; bunun yerini evrensel çekiciliği olan bir ürün, kendi kültüründeki insanların doğrudan yaşantısına bağlanmaktan çok dünya karışımında batmadan yüzebilecek bir şey yaratmanın yolunu öğrenmek için eğitim gören yazarlar alıyor.

Elbette bu durum sadece edebiyatta değil hayatın her alanında artık bu şekilde işliyor. Dünyanın kocaman bir köy olduğu gibi ifadelerle yumuşatılmaya çalışılan durumun, maalesef edebiyattaki karşılığı tam olarak. Farklı görüşleri, kültürleri aradan çıkararak tek tip bir Anglosakson dünyaya çevirme işlemi. Edebiyat da bundan geri kalmadı ne yazık ki. Ne diyelim, belki yazarlar da haklıdır. Sonuçta bu iş meslekleri ve mesela Hintçe yazılmış bir eserle İngilizce yazılmış bir eser arasındaki satış sayıları oldukça farklı olacaktır.

Parks’ın denemeleri sadece edebî denemeler değil. Aynı zamanda psikolojik tespitlerin (doğru veya yanlış) yapılmaya çalışıldığı denemeler de var kitapta. Okurlar Niye Fikir Ayrılığına Düşer böyle bir deneme. Dostoyevski, Per Petterson ve Coetzee üzerinden örneklerle oluşturulan bu metinde yazar, beğenilerimizin çocukluk döneminde ailemizdeki değerlere göre oluşturulduğunu savunuyor. Kendi hayatını sık sık yazılarının içine dâhil eden Parks’ göre romanlara verdiğimiz tepki, büyük ölçüde içinde yetiştiğimiz, kendimize içinde bir konum bulup bir kimlik oluşturmak durumda kaldığımız “sistem” ya da “diyalog”la ilgili olabilir.

Bu yüzdendir ki herkesin favori yazarları farklıdır çünkü herkesin arayışı farklıdır. Dostoyevski’yi herkes sevmek zorunda değildir mesela. Türkiye’deki sorun, okurluğun bile fanatikliğini yapmakta aslında. Parks, Türkiye’de biraz gözlem yapabilseydi Dostoyevski-Tolstoy diye bile ikiye bölünebildiğimizi görüp şaşkınlıktan ölebilirdi. Son iki bölüm biraz daha edebiyatın detaylarının kurcalandığı bölümler. İlk iki bölüm genel okuyucuya hitap ederken son iki bölüm okuma eyleminin farklı alanlarına da ilgi duyan kişiler için yazılmış gibi. Genel olarak kitaba baktığımızda ise, Türk okuyucular için bazı bölümlerin ülkemiz şartlarıyla bağdaşmadığını görebiliyoruz. Örneğin e-kitapların incelendiği bölümde yazar e-kitapların basılı kitaplardan daha ucuz olduğunu söylüyor ancak ülkemizde saçma sapan bir şekilde, bir kitabın e-kitabı basılı hâlinden daha yüksek fiyata satılıyor. Üstelik hiçbir mantıklı sebep gösterilmeden. Bu tür ufak, ülkelerin kendine has bazı özelliklerinin dışında, dünya üzerinde her zaman ilgi çekici bir kitap olacaktır Ben Buradan Okuyorum. Tek bir sorun çeviriyle ilgili. Çeviri bana çok akıcı gelmedi. Belki de yazarın üslûbuyla ilgilidir tam olarak bilemiyorum. Fakat nefis bir deneme-inceleme kitabı okuduğum gerçeğini değiştirmiyor bu.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

9 Ağustos 2021 Pazartesi

İbrâhim Efendi Konağı'nın kahramanları

Eyüpsultan’da tarihin tozlu sayfaları arasında dolaşmaya, ibret ve ilham almaya devam ediyoruz. Bugünkü durağımız yaklaşık beş yüz yıllık hikâyesi olan Saçlı Abdülkadir Efendi mescidi haziresi. Saçlı Abdülkadir Efendi mescidi; Kalenderhane Caddesi üzerinde ve Eyüpsultan Camii Şerifi kıble yönüne göre meydanın sağ tarafında, 1957 tarihinde açılan Eyüp Sultan-Edirnekapı Bulvarı’nın da karşısında yer alır. Meydan tanzim edilirken sol tarafındaki Eskikavaflar Sokağı kaldırıldığından mescit köşede kalmıştır.

Günümüzde Saçlı Abdülkadir Camii Şerifi olarak bilinen mekân Şeyhü’l-İslâm Hoca Sa’düddîn Efendi tarafından 16. yy. sonlarına doğru “Dar’ül-Kurra” olarak yaptırılmıştır. Daha sonra oğlu Şeyhü’l-İslâm Hacı Mehmed Es’ad Efendi tarafından Kastamonulu Şeyh Şaban Efendi’ye tekke olarak tahsis edilmiştir. Kare planlı olup iki katlıdır. Esas Abdülkadir mescidinin harap olması ile burası geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısından itibaren ibadet mekânı olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Günümüze dış duvarları ulaşan asıl Abdülkadir mescidi ilk olarak “Şeyhi” lakabı ile meşhur Şeyhü’l-İslâm Abdülkadir Efendi tarafından 1537 tarihinde vefat eden babası, Sivasi tekkesi şeyhi Abdürrahim Efendi’nin kabri üzerine yaptırılmıştır. Bugünkü mescidin kemerli avlu kapısının sağ tarafındadır. Alt katı türbe, üst katı ibadet sahnı olarak planlanmıştır. Vefatından sonra Abdülkadir Efendi de babasının buradaki kabrinin yanına defnedilmiştir. Türbe de baba-oğul dışında kime ait olduğu bilinmeyen, etrafı demir korkuluklarla çevrili, kaidesi olmayan üçüncü bir mezar yeri daha vardır. Buradaki mezarlar Dar’ül-Kurra’nın [bugünkü mescid] Eyüp Sultan yönünde ayrı bir bölümde yer alan üç sanduka ile karıştırılır. Oysa buradaki kabirler yakın dönem Rufaiyye tarikatı şeyh ve yakınlarına aittir.

Türbenin üstünde yer alan ibadet bölümü çökme tehlikesi baş gösterdiğinden 1957 yılında yıktırılmıştır. Kapı üzerinde vaktiyle var olan kitabe de günümüze ulaşmamıştır. Alt kısımdaki türbede yer alan sandukalar zaman içerisinde yok olmuştur. İki mezarın kaideleri duruyor. Ancak üçüncü mezar da dâhil olmak üzere kime ait oldukları hakkında tanıtıcı bir bilgi bulunmamaktadır. Bu üç mezarın yer aldığı türbe alanı, günümüzde mescidin şadırvanı(!) olarak kullanılmaktadır.

Saçlı Abdulkadir Efendi Mescidi haziresinde 16.-19. yüzyıllara ait devlet ve din büyüklerinin mezarları bulunmaktadır. Bunlar arasında ünlü Türk Atabeyi Şeyhülislâm Hoca Sa’düddîn Efendi’de vardır. Hoca Sa’düddîn Efendi’nin medfun olduğu Saçlı Abdülkadir Mescidi haziresinde dört Şeyhü’l-İslâm daha medfundur. Mehmet Nermi Haskan’ın Eyüp Sultan Tarihi isimli eserinde verdiği bilgilere göre bunlar mescidin banisi Müeyyet-zade Abdülkadir Şeyhi Efendi, Hoca Sa’düddîn Efendi’nin oğlu Şerif Mehmed Efendi, diğer oğlu Hacı Mehmed Es’ad Efendi ve torunu Ebu Said Mehmed Efendi’dir. Hazirede yer alan devasa boyutlardaki sütun mezar taşları gerçekten görülmeğe değerdir.

Ancak bizim üzerinde durmaya çalışacağımız mezarlar, Yahya Kemal Beyatlı’nın: Türkçe, ağzımda annemin sütüdür” ifadesine denk düşen bir üslupla, rahmetli Sâmiha Ayverdi Hanımefendinin kaleme aldığı İbrâhim Efendi Konağı isimli eser ve onun kahramanları ile ilgilidir.

Edebiyat tarihimize haklı olarak damgasını vuran bu şaheser aynı zamanda fakirin de okumayı sevmesine vesile olmuştur.

Saçlı Abdülkadir Efendi mescidi haziresi denen bu hazirede Osmanlı devlet ricalinden İbrahim Ata Efendi’nin kendisi, annesi, babası ve halasının, büyük bir ihtimal ile büyük kızı Şevkiye Hanım’dan olan torunu Ratibe Hanım'ın mezarı da vardır. Hamidi fesli mezar taşındaki yazılardan Kadiri olduğu anlaşılan İbrahim Efendi’nin, komşusu Hattat Aziz Efendi tarafından celi sülüs hat ile yazdığı mezar taşında şu ifadeler yer almaktadır:

Hüve’l-Baki
Memuriyn-i Mülkiye Komisyonu Azalığından mütekaid
Kudema-yı memuriyn-i mülkiyeden İbrahim Ata Efendi el-Kadiri
Ruhu içün el-Fatiha 26 Receb 1328 (3 Ağustos 1910)

Merhume Sâmiha Ayverdi’nin kaleminden bir şaheser olarak edebiyatımıza mal olan İbrâhim Efendi Konağı adlı eserde sözü edilen İbrahim Efendi bu zattır. Bu eserde İbrahim Efendi ve kızları Şevkiye, Şükriye, kardeşi Hilmi Bey ile eşi Halet Hanım başta olmak üzere yerine ve makamına göre daha pek çok kişi fevkalade bir üslupla hikâye edilmiştir. Hilmi Bey’in oğlu Dr. Server Bey ile kızı Meliha Hanım ise bu eserde biraz geri planda kalmış gibidir.

Aslında Server Bey, Ekrem Ayverdi ve Sâmiha Ayverdi’nin dayıları, Meliha Hanım ise anneleridir. Zaman zaman mesela I. Dünya harbi yıllarında küçük bir çocuk, daha sonraki yıllarda Şevkiye Hanım'a yardım götüren genç kız ise Samiha Ayverdi’nin bizzat kendisidir [Bkz: Haksan, Mehmet Nermi: Eyüp Sultan Tarihi, Eyüp Bel. Yay. İstanbul, 2009].

İbrahim Efendi’nin babası tüccardan Ali Bey’in celi sülüs hat ile yazılan sütun mezar taşında ise şu ifadeler yer alır:

Hüve’l Hayyü’l-Baki
Merhum ve meğfur el-muhtac İla rahmet-i Rabbihi’l-Gafur
Gedos (Gediz) tüccarlarından El-Hac Ali Bey’in
Ruhiyçün Fatiha 20 Cemaziyelahir 1288 (6 Eylül 1871)

İbrahim Efendi’nin annesi Fatima Hanım’ın celi talik hat ile yazılmış kitabesi:

Hüve’l-Baki
Fenadan beka’ya eyledi rıhlet
Hak ede kabrini ravza-i Cennet, Gediz tüccarı el-Hac Ali Bey zevcesi
Fatımatüzzehra Hanım’ın ruhu için Fatiha
23 Şevval 1275 (26 Mayıs 1859)


İbrahim Efendi’nin kız kardeşi Hatice Atiye Hanım’ın mezar taşı kitabesi:

Hüvel’l-Baki
Beni kıl mağfiret ey Rabbi Yezdan
Bi Hakkı arşı azam-ı nur-u Kur’an
Gelip kabrimi ziyaret eden ihvan
Edeler ruhuma bir Fatiha ihsan
Gediz tüccarlarından el-hac
Ali Bey Efendi hemşiresi
Merhum ve Meğfur leha
Hatice Atiye Hanım
Ruhiyçün el-fatiha H.1282 (M.1865/66)


İbrahim Efendi’nin mezarının baş ve ayak taşlarının ortasına gelecek şekilde yerleştirilmiş bir mermer levha daha bulunmaktadır. Tepesinde iki dal çiçek motifi bulunan bu levhanın üzerinde celi talik hat ile şu ifadeler yer almaktadır:

Tabib Miralay Salih Bey’in kerimesi (kızı)
İbrahim Efendi’nin hafidesi (kız torun)
Ratibe Saliha Hanım’ın ruhiyçün el-Fatiha
Tarih veladeti 1316 (1898/99) Tarih vefatı 1332 (1914)

Eyüp Sultan Tarihi isimli eserde bu kitabeden “Ratibe Hanım’ın kayıp çeşmesinin kitabesi” olarak bahsedilmektedir. Ancak kitabedeki ifadelerden de anlaşılacağı üzere burada bir çeşme taşını çağrıştıracak unsura rastlanmamaktadır. Bu ifadeler klasik Osmanlı mezar taşı yazısı formunu yansıtmaktadır. Büyük bir olasılıkla bu kitabe, 16 yaşında henüz bir nazenin iken Rahmet-i Rahmân'a kavuşan Ratibe Hanımefendi'nin mezar taşıdır. Kitabe İbrahim Efendi’nin mezarının üzerine sonradan konulmuş olabilir, fakat orijinal yeri bu çevrili hazirede olmalıdır. İbrahim Efendi Konağı isimli eserde de zaten Ratibe Hanım’ın mezarının Eyüpsultan’daki İbrahim Efendi haziresinde olduğu yazılıdır.

Rahmetli Sâmiha Ayverdi, İbrahim Efendi Konağı isimli eserinde Ratibe Hanımefendi'yi şöyle tasvir ediyordu:

… İbrahim Efendi ailesinin hiçbir ferdinde bulunmayan müstesna bir cevherin, asil bir ruhun, bir duygu iffetinin, kemalli ve zengin bir yaratılışın bütün saltanatına sahip olacaktı. Bu, doğuştan zarif, mütevazı, müşfik ve gani çocuk, sanki semalardan inmiş bir göktaşı gibi, bu ananın bu babanın bu dedenin hatta bu kürenin malı değildi. Tabii, sade ve rahat bir gönlü, ince bir terbiye kabulüne müsait zengin bir ruh malzemesi olacaktı. Fakat en küçük yaşında bunun ıstırabını çekecek, derinliklerine inemeyen, duygularının zembereğini açamayan muhiti, bu yüzden ona, bilerek bilmeyerek, eza edecekti. Öyle ki nefesine kurban kesen, arzularını emir sayan bir kalabalığın ortasında yapayalnız olduğunu hissetmeye başlayacak, kendisine arz edilen debdebenin azabını çekerek varlıktan da dirlikten de bir çeşit utanç duyacak, lakin en kötüsü, bu duygusunu etrafındakilere anlatamayacaktı…

Nidayi Sevim 

6 Ağustos 2021 Cuma

Her hâliyle İstanbul

İstanbul’un ülke için anlamı büyük. Yaşanan acılar, başarılar, zenginlikler, yükselişler çöküşler bu şehirde hep büyük yaşanır bu yüzden. Kendini ülkenin üzerinde gören şişkin ve şımarık bir yanı da hep olagelmiştir. Anadolu ne denli muzdarip bir çehreyse İstanbul da bir o kadar zevk düşkünüdür, denebilir.

Dinen de anlamı şüphesiz büyüktür. Kutsal bir mabet gibi üzerindeki gök kubbe salt bu şehre özgüymüş gibi bir hava verir ve bu şehrin Müslümanlığı da her zaman Anadolu’dakinden epeyce farklı bir hırsla yüklüdür. İslam burada daha İslamcıdır. İçinde yaşayanlar onunla özdeşleşmek, onu kendilerine mal etmek ve bu sayede taşralılıklarını unutarak bu kutsal havadan biraz daha fazla beslenmek -ve de böbürlenmek- istemişler, dahası bunun böyle olduğunu her halleriyle göstermekten çekinmemişlerdir. İstanbul süslü bir şehirdir. En kutsal mekânlar İstanbul’dadır o halde insanlar burada daha Müslümandır!

Dünyanın en güzel şehri olduğunda birleşenler de çoktur. Entrikaların başkenti olduğu da söylenir. Bizans oyunlarının hâlâ geçerli olduğu bir soyut mekân gibidir. Hiç şüphesiz ayakta kalması daha zor bir zemindir. Ve ülkenin kaderinde değilse bile siyasetinde hep etkili olmuş bir şehirdir İstanbul. Doğasına, kültürüne ve medeniyetlerle yüklü tarihine zıt bir şekilde fazlaca siyasidir. Her şey burada siyasi bir hüviyete bürünür. Şairi bile daha siyasidir. Belki de ülke gerçeklerini tam olarak yaşayamama aşırı siyaset olarak kendini göstermektedir.

Nihayet bitirdim Mithat Cemal’in Üç İstanbul’unu (Oğlak Yayınları) ve bu şehrin inişli çıkışlı tarihinden süzülüp gelen iç karartıcı bir yanının olduğunu düşündüm. Konaklar, halayıklar, uşaklar, paşalar, bitmek bilmez bir kendi kendiyle meşgul olma halindeki gösterişli ve sefaletlerle dolu, okurken içimi sıktıkça sıkan içi boş süslü hayatlar…Hareket kabiliyetini ve tevazusunu kaybettiği için kendi kendine dönerek kendinden yemenin tüketici zevkiyle sarhoş, kendisi dışındaki dünyayla ilişkisi hayli kopuk bir yerin insanlar üzerindeki ağır etkisi… Ülkenin genel kaderinin uzağında bir konfor alanından yazılan, ortalama insanlarda neredeyse hiç karşılığı olmayan tuhaf -ve hicranlı tabii!- aşkların anlatıldığı, canlılığı hep eksik, benzi soluk kahramanlı romanlar. Sıkıcılığını azaltmak için habire şiirlerle tamamlanan Boğaziçi gezintileri, mehtap güzellemeleri ve elbette Avrupa seyahatleri. Tam da Tanpınar’ın Huzur’unda olduğu gibi bir “huzursuzluk şehri”.

Üç İstanbul, Abdülhamit’in istibdat dönemiyle başlayan ve önceleri konaklarda özel dersler vererek hayatını kazanırken İttihat ve Terakki’nin İstanbul’daki gizli teşkilatına girmesiyle kaderi büsbütün değişen dava vekili Adnan’ın şahsında II. Meşrutiyet’in ve sonrasında gelen Mütareke döneminin görünen ve görünmeyen yüzü. Fakir bir kenar mahalle çocuğunun Osmanlı’nın kaderine yön verecek kadar eriştiği iktidar temerküzünün sonra bir anda yerle bir eden trajedisi.

Mithat Cemal belli ki büyük bir yazar. Ruh tahlilleri, ince gözlemleri ve insanların zihninden geçenleri kağıda dökebilmesi zamanının çok ötesinde. Gerçek anlamda hiç roman yazmamış olsa da iyi bir roman yazarı olduğu belli. Üç İstanbul da tam anlamıyla bir roman sayılmayabilir. Dönemin gerçek karakterlerine fazlasıyla gerçekçi bir biçimde yer verir çünkü. Kimilerine göre bu kitap kendi biyografisidir. Bir dönemin tarihsel bir anlatısı gibi de düşünülebilir. Normalde altı yüz sayfalık böylesi bir kitabın işin uzmanı ve meraklısı değilseniz oldukça sıkıcı olması beklenir ama öyle değildir çünkü tam da burada bir roman yazarı Kuntay çıkar karşımıza ve her gerçeğin arasına kattığı sanatıyla ve sayısız kez yaptığı ince yazar dokunuşlarıyla metnin ağırlığını alarak onu bizim kılar. Hiç bu şehirde yaşamamış ve hayatında hiç halayık görmemiş insanlar dahi kendini kitaba katabilecek bir kapı aralar. Ülkeyi yönetenlere getirdiği sert eleştirileri estetik bir hicve dönüştürerek düşünmemizi sağlar.

İşinden bezmiş ama bulunduğu makamın, vasıflarının üzerinde sağladığı payelerden hayli memnun sayısız örnekten bildiğimiz, tipik bir devlet memuru olan Tapu Müdürü Senih Efendi işi yoğun değilken elbette ki şiirle ve zaman içinde edindiği başkaca -mutlaka işiyle ilgisiz ve de gereksiz!- zevklerle meşguldür. Odacı kapıda belirir. “Fuzuli’nin bir beytini başkâtibine anlatacakken odacının elindeki mektubu gördü, keyiflendi. Misafirler, mektuplar…Şahsını makamlaştıran bu iki şeye Senih Efendi bayılırdı…odaya katip resmi bir yazıyla girdi. Senih Efendi resmi şeyleri aşağısından okurdu; bunun da son satırlarını görünce işi anladı.

Abdülhamit döneminin baskılarına, politikalarına ve hükümet etme tarzına bütünüyle karşı olan muhalif baş karakterin, yazdığı bir kitap nedeniyle bir gün kapısına polis gelir ve Adnan taslak halindeki kitabını sayfalar halinde ölüm döşeğindeki anasının koynuna saklayarak durumdan güç bela kurtulur. Kuntay polisin gelişini ise şöyle anlatır: “Sokak kapısı çalındı. Hizmetçi Şefika kapıyı açınca fenalaştı: Polis!..Bir tek adamın devlet olduğu memleketlerde küçük evlerin kapısında gece ve polis, hizmetçi Şefika için de korkunçtur. Kadın korktu.

İktidarın nimetlerinden faydalanmakta pek mahir, her dönemin adamı olmaya hayli yatkın kesimin haline şaşıran Adnan bir keresinde hayret eder. “Hüsrev, Erkânıharp Müşiri’nin damadıydı, Bahriye Müşiri’nin oğluydu; yirmi üç yaşında miralaydı, Hünkâr yaveriydi; memlekete acımayı Adnan’dan iyi biliyordu. Abdülhamit’e Adnan’dan daha temiz bir ağızla sövüyordu. Rütbeden, nişandan, paradan, konaktan, güzel kadından sonra hükümete sövmek saadeti de bunlarındı.

Adnan, iktidarı ele geçirince her şeyin değişeceğine inanan, tam bir İttihatçıydı. Gücün her şeyi çözebileceğine inanan her insan gibi iktidara gelince kendini yeterince güçlü hissedemeyen ve her defasında gücünü hissetmek için onu denemesi gereken de biriydi. Bir keresinde Dağıstanlı Hoca’yla Adan arasında şöyle bir konuşma geçer: “Adnan: ‘Hükümetin kuvvetinin karşısında sarığın lafı mı olur hocam? Bin softayı bir jandarma önüne katar.’ Hoca: ‘Yanılıyorsun: Hükümet kuvvet değildir; vasıtadır. Bir memlekette asıl kuvvet, bir fikri temsil edenlerdir. Başka memleketlerde sahici ‘fikir’ zümreleri var. Bizim memlekette hakiki ‘fikir’ yok; bizde üç yüz seneden beri ‘fikir’ diye bir tek şey var: Taassup!

İttihatçılar iktidara gelince Adnan da tez zamanda zenginliğe ulaşacaktır fakat bu hiç de kenar mahallede hayal ettiği gibi zevkli bir zenginlik hali değildir. Daha çok, hak edilmemişlik duygusuyla yüklü bir korku ve keyifsizlik içermektedir. Hak edilmemiş olan kolayca kaybedilebilir hissi zevkine baskın gelmektedir: “Gözlerini kapamazsa, kimse hayatta güzel rüya göremezdi. Adnan da servetine dikkatle bakmaktan vazgeçiyor, çok zengin adamlar gibi onun da gündüzleri, gece vakalarıyla doluyordu: Uyku, içki, oyun, kadın. Bazı günler servetinden başka türlü korkuyordu: Bir gün parasız kalırsa, kaybedecek saadetleri olmayan orta halli insanlara imreniyordu. Çeksiz erkek, incisiz kadın, Suvaresiz konak, kumarda para kaybedemeyen insan…Parayı bu kadar yakından tanımasaydı, ne kadar bahtiyar olacaktı. Para [tıpkı iktidar gibi] başkasında anlaşılmıyordu: Parayı insan kendinde anlıyordu. Paraya, anlamayarak uzaktan baktığı eski günlerine imrendi.

Adnan, İttihat ve Terakki’nin zirvede olduğu dönemde gücünün zirvesine ulaşır ve bir süre sonra vaktiyle bir sığıntı gibi girdiği ihtişamlı konakta ders verdiği evin erişilmez kadını Belkıs’la evlenir. Belkıs fiziken İstanbul’da olsa da kafaca hep Avrupa’da yaşamaktadır. Giyimi, konuşması, zevkleri ve insanları görme şekli hiç fark etmeksizin bir İngiliz, bir Rus, bir Macar gibidir (yeter ki buralı olmasın!). Avrupa’ya gidemiyorsa bile sefaretlerde verilen davetlere Adnan’la birlikte gidebilmek ayaklarını yerden kesmek için yeterlidir. Adnan’la zaten biraz da bu yüzden evlenmiştir. Bir keresinde yine böylesi bir davette Belkıs adeta kendinden geçer: “Kadın her adımda ‘arz-ı mev’ud’a basıyordu. Adnan’ı unuttu; tek başına koridorlarda hızlı hızlı ilerliyordu: Sefarethane’ye girmişti, Adnan artık lüzumsuzdu, bilet gibi. Dans salonunda sevincinden bayılacaktı. O kadar çok bayılacaktı ki Adnan’ın kollarına düşebilirdi. Bu salondaki bütün insanlar onun elmaslarına, ipeklerine lazım olan kalabalıktı. Burada onun incileri anlaşılıyordu.

Adnan artık bir zamanlar istibdata karşı içinde hissettiği davayı tam olarak duyamıyor, zenginleştikçe yapay kaygılardan besleniyordu: “Zengin olduğu günden beri, Adnan, on üçten -tıpkı Hidayet gibi- korkuyordu: Büyük refahların yapma ıstıraplara ihtiyacı vardır.”. Oysa bu, yapma bir ıstıraptan çok içten içe duyulan bir korkunun kehanetiydi. Çok geçmeden İttihatçı ülke büyük topraklar kaybedecek, Abdülhamit’e rahmet okutacak bir baskının altına girecek, iktidarın her türlü yozlaşmasının acı örnekleri İstanbul’un her yanında görülecekti. Adnan da payına düşeni fazlasıyla alacak, yıkımı en dibine kadar yaşayacaktı. Her ikbal görmüş ve düşmüş insan gibi yeni gelecek ikballerin hayaliyle yaşamaya başlayacak, bu kez Milli Mücadele’ye yardım eden ‘Gizli İstanbul’un parçası olmaya çalışacak, Cumhuriyet’le birlikte fesini fırlatıp kalpağını giyerek mebusluk bekleyecek, Ankara’dan gelecek her seste mebus oluyorum sanacak ama sarık-fes-kalpak’tan hiçbirini bir daha takamayacaktır. Ve sonuçta tıpkı Osmanlı gibi uzun süre veremden çekmiş, zayıf düşmüş bir vücutla direnemeyerek ölecektir.

Mithat Cemal için onun Mehmet Akif biyografisini okumadıysanız Mehmet Akif’i tanımış sayılmazsınız denir hep. Bu kitabı okuyunca bunun ne denli doğru olabileceğini de hissediyor insan. Gerçeğin sanatla birleşmesinin verdiği teselli için de okumak istiyor.

Kitabın ruhuna uygun olması bakımından fazlaca tarihsel gerçekliklerle başlayıp bir roman gibi bitirmek gerekirse, sonlara doğru her şeyden umudunu kesen, hayatını boşuna yaşadığını düşünen Adnan, Belkıs’dan sonraki eşi Süheyla’ya şöyle der: “Hiçbir şey yapmamak için otuz beş sene çalışmak, buna derler Süheyla!’ Gözleri doldu. Şimdi her şey gibi ‘sanat’ı da inkâr ediyordu. ‘Sanat’, ‘hayat’ dediğimiz yalanı gerçek sanmak için uydurduğumuz ikinci bir ‘yalan’dı.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

Prestijli bilim şemsiyesi ve Müslüman psikologlar

1970'ler, Müslüman coğrafyasında doktorlardan öğrencilere kadar hem tıpta hem de eğitimde önemli gelişmelere sahne olduğu bir dönem. Amerika Birleşik Devletleri ve Kana Müslüman Sosyal Bilimciler Derneği (AMSS) içinde İslami Psikoloji dalının oluşturulması, ABD'de İslam ve Psikoloji üzerine ilk sempozyumun düzenlenmesi, er-Reşat Enstitüsü'nün kurulması, Riyad Üniversitesi'nde Psikoloji ve İslam üzerine ilk kez uluslararası bir sempozyum düzenlenmesi bu döneme rastlar. İşte Malik Bedri de bahse konu edeceğimiz ve sonradan kitaba dönüşen tebliğini 1975 yılındaki AMSS kongresinde sunar. Başlığı da şöyledir: Kertenkele Deliğindeki Müslüman Psikologlar.

Bedri, bu başlıktaki 'kertenkele deliği'ni, Peygamberimizin (sav) bir hadisinden alır. Resûl-i Ekrem, bazı Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların özelliklerini taklit etmeyi âdet hâline getirmesi konusunda şu uyarıyı yapar: "Onlar bir kertenkele deliğine girseler, sizler de onları takip edeceksiniz." [Sahihi Müslim, Kitabu'l-İlm, Bâb Etbau's-Sünen, Hadis no: 2669]

Müslüman psikologların özellikle dünyanın farklı coğrafyalarında psikoloji eğitimi gördükten sonra dinlerini arka plana atıp prestijli bir yaşam uğruna batı kavramlarına körü körüne bağlanması karşısında Bedri bu tebliği hazırlar. 'Prestijli bilim şemsiyesi' özellikle kendi ülkelerine döndüklerinde Müslüman psikologların afallamasına sebep olur çünkü gerçek, batının dikte ettiği ve mutlak gerçek olarak sunduğu bilgilerden, pratiklerden çok daha ötede bir yerdedir. Söz konusu tıp olduğunda doktorların alanları, aldıkları eğitimin kendi coğrafyalarında uygulanması konusunda zıtlık teşkil edebilmektedir. Örneğin İngiltere'de cerrahi eğitimi gören bir Pakistanlı ülkesine döndüğünde hiç adaptasyon sorunu yaşamaz. Ancak Almanya'da psikoloji eğitimi gören bir İranlı ülkesinde kollarını sıvadığında büyük bir çukurun içine düştüğünü hissedecektir. Bedri bu noktada tıpkı Freud'un öğrencisi olmasına rağmen farklı bir ekol inşa eden Jung ya da Karen Horney ve Erich Fromm gibi düşünür: Kültürel değişiklikler kitlelerin psikolojisini ciddi biçimde etkilemektedir.

Batı, ruhu devre dışı bıraktığından beri onun psikolojisi de ruhsuz bir ruhbilim hâline dönüşmüştür Malik Bedri'ye göre. Dolayısıyla pekiştirme, edimsel koşullanma, yansıtma, nefret ettirme, duyarsızlaştırma gibi pratiklerle başta Oedipus kompleksi olmak üzere Freudyen kuramlar üzerine çalışırken Müslüman psikologlara çok önemli bir hatırlatma yapar: "Müslüman davranış bilimcileri kendi ideoloji ve inançları hususunda mahcubiyet duymamalıdırlar."

Mahya Yayıncılık tarafından Nisan 2018'de neşredilen Müslüman Psikologların Çıkmazı (1. Baskı, İstanbul 1984, İnsan Yayınları) Müslüman hassasiyetlerini ve dini emirleri hatırlatarak nasıl psikologluk yapılabileceğini bazen yumuşak bazen de çok sert tonlarla anlatıyor. Prof. Malik Bedri, sosyal bilimlerin İslamlaştırılması hareketinin öncülerine ithaf ediyor kitabını: Mevdudi, Seyyid Kutub, Muhammed Kutub, Meryem Cemile... İrem Nur Kaya'nın dilimize kazandırdığı eser 112 sayfa. Sunuş yazısını Selçuk Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Mustafa Şahin hazırlamış. Şahin bu kitabı okuduktan sonra cerrahi uzmanı olmaktan vazgeçip psikiyatrist olmak üzere Ayhan Songar hocanın yanında eğitim almayı düşündüğünü belirtiyor. Sonunda yine cerrah olsa da kitabın şu uyarısını öğrenciler(in)e sık sık iletiyor: "Batılı değerlere göre yetişmiş sosyal bilimcilere toplumu teslim ettiğimiz zaman sorunlar yaşamaktayız. Çünkü inanç ve değer yargılarımızla örtüşmeyen uygulamalar ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle sizler, bu toplumun değerlerine sahip çıkacak sosyal bilimciler olmalısınız ve geçmişimize uygun bir geleceği sizler kurmalısınız."

Günümüzde Freudyen yaklaşımları tek gerçek olarak kabul eden psikologların birçok çocuğun geleneklerinden uzak ve dolayısıyla çatışmacı büyümesine, ailelerin birkaç sorunun akabinde hemen boşanmaya karar vermesine sebep olduğundan yakınıyor Bedri. Ona göre insanın manevi yönünü dışlayan kriterler, özellikle maddecilikle körleştirilmiş ya da körleştirilen toplumlarda çok çabuk etki edebiliyor. Orta doğu toplumlarında bu anlamda büyük problemler ortaya çıkabiliyor. Bedri burada Kur'an ayetleriyle hadisleri önemsemeyen bir Müslüman psikologlar zümresinden bahsediyor ve bu zümrenin gittikçe genişlemesini oldukça tehlikeli buluyor. "Çocuk her zaman haklıdır", "çocuk olağandışı bir hareket yaparsa görme, bir şey söyleme", "çocuk hiçbir konuda sıkılmamalı" gibi Freudyen telkinlerin özellikle Müslüman ailelerde büyük arızalara yol açtığını çeşitli örneklerle aktaran Bedri karma eğitimin batıda bile sorgulandığını çünkü bu eğitimin geleneksel metodun aksine faydadan çok zarar verdiğini söylüyor. Bu anlamda sadece batıda yayınlanan kitaplarla yol alan psikologların gerçekten kertenkele deliğine girdiğini ve bu deliği gittikçe derinleştirdiklerini ifade ediyor.

Zannedilmesin ki Malik Bedri tüm kitabında ve fikirlerinde Freud ile temsilcilerini eleştiriyor. Aksine bu çığır açan isimlerden elbette yararlanılması gerektiğini fakat önce gelenek ve inanç filtresinin kullanılmasının şart olduğunu belirtiyor. "Freudyen Kuyunun Zifiri Karanlığı" başlıklı bölüm dikkatle ve tekrar tekrar okunması gerekiyor. Freud'un dini gelişimle ilgili ateist teorisinin karşısına bir Müslüman psikoloğun mutlaka İslami bir perspektif geliştirmesi gerektiğini izah ediyor: "Freud, çocuğun babasına karşı olan duygularını Oedipus kompleksini geliştirmek için kullanıyor. Bir Müslüman ise aynı bilgiyi (çocuğun babasına karşı olan duygularını) kullanarak, fıtrat üzerine bir teori geliştirmek için kullanabilir. Kısacası, aynı veriyi gözlemleyip kayıt altına alarak, hem İslami hem de gayri İslami bir teori geliştirilebilir. İslam'ın tasvir ettiği şekliyle fıtratı, Allah'ın bizi dünyaya göndermeden evvel ruhlarımızla yaptığı anlaşma [Araf, 7/12] olarak özetleyebiliriz. Dolayısıyla, Allah'a 'kulluk' bizim psişemize ve ruhumuza işlenmiş, sistemimize kodlanmıştır. Eğer bu dünyada Allah'a kul olunmazsa, doğuşumuzla beraber getirdiğimiz bu kulluk fıtratı bizi başka şeylere kul olmaya sevk eder. Çocuğun anne babasını ve esrarengiz güçleri yüceltmesi, onları bir tanrı gibi görmesi, bu doğal duygunun yani kulluk duygusunun sistemimizde köklü olarak yerleşik olduğunun kanıtıdır."

Batı'da Freud'un tahtından indirilmesi konusunda önemli bilgileren aktaran Bedri'ye göre onun nevrozu anlama ve tedavi etme teorisinin başarılı olduğuna dair kendi iddialarından başka bir dayanağı yoktur. Kimi psikologlara göreyse Freud teorilerini öyle bir şekilde hazırlıyor ki bunların reddedilmesi mümkün olmuyor. Bedri şu örneği veriyor: Terapist size bir duyguya sahip olduğunuzu söylediğinde kabul ederseniz bu durumda o zaten haklıdır. Kabul etmezseniz "bu duygular sizin bilinçaltınızdadır ve siz bir ego savunması mekanizması olan karşıt tepkiyle bilinçaltındaki bu duygularınızı bilinçli bir şekilde inkâr etmektesiniz" der ve yine haklı olur. Hans Jurgen Eysenck'e psikanaliz hakkında "Bu teorilerde doğru olanların hiçbiri yeni değil, yeni olan her ne varsa, onlar da doğru değildir" dedirten durum tamamen budur.

Müslüman toplumlarda "kâfir Batı psikolojisine ihtiyacımız yoktur" bahanesiyle Batı yöntemlerini tamamen reddetmenin tehlikelerine de işaret eden Malik Bedri, İslam'ın hizmetinde psikoterapi yapmanın nasıl mümkün olabileceğine dair çözümlemeler de sunuyor kitabında. Hatta bu anlamda bazı psikologları ve psikoterapistleri de hususiyetle işaret ediyor. Özellikle hümanist ve varoluşçu modeli benimsemiş isimlerin çalışmalarının çok değerli olduğunu söylüyor: Carl Gustav Jung, Gordon Allport, Abraham Maslow, Carl Rogers, Viktor Frankl...

Kitabın son bölümü "Delikten çıkmalarına nasıl yardım edebiliriz?" başlığını taşıyor. Burada üç evre var. İlki heyecanlık evresi: Öğrenci büyük isimlerin pratiklerini öğrenip çevresinde küçük çapta da olsa uygulamaya başlar. Sonuç aldıkça büyülenir ve bu isimleri hayatında başrole koyarken dini yaşamını arka plana atar. Özellikle çevresindeki insanlardan takdir gördükçe heyecanı daha da artar ve hem Freudyen hem de Müslüman kişilikten oluşan bir çift kişilikle kertenkele deliğine girer. Burada kurtarıcı olan ikinci evredir, uzlaşma evresi: "İslam'la Jung'un teorileri arasında ciddi hiçbir çatışmanın olmadığını memnuniyetle ifade edebilirler veya kişilik yapısının 'id-ego-süper ego' bileşenlerinden meydana geldiği şeklindeki Freudyen teoriyi Kur'an'ın desteklediğini bile ileri sürebilirler. Görüşlerini kanıtlamak için 'nefs' (benlik veya ruh) 'nefs-i emmare' (kötü şeyler yapmayı emreden nefs) ve 'nefs-i levvame' (pişmanlık içinde kendini suçlayan nefs) gibi kavramlardan bahseden Kur'an ayetlerini örnek olarak gösterebilirler."

Üçüncü evre kertenkele deliğinden çıkmayı sağlar, özgürleşme evresi: Modern psikoloji ile İslam'ın yüzeysel benzerlikler gösterse de temelinde tamamen farklı kavramlara ve yapıya sahip olduğunun farkına varmakla başlar. İnanç yeniden psikolojinin üstüne çıkar. "Bu evrede, öncelikle Müslüman, sonra psikolog olduklarının farkına varmalıdırlar" diyor Bedri ve şöyle devam ediyor: "Her şeyi bildikleri, insan zihninin 'uzmanı' oldukları iddiasını bırakıp, alçak gönüllülükle Müslümanlara yardım etmelidirler. İslam hakkındaki yanlış görüşlerini düzeltmek için daha pek çok şey yapmaları ve bu konuda yüceler yücesi Allah'a güvenmeleri gerekir."

Her şeye rağmen, özellikle yaşlı Müslüman psikologların kertenkele deliğinden çıkmak için hiçbir şey yapmayacaklarını, çünkü dini kimliklerini yüksek statü kazanmaları karşısında bir engel olarak gördüklerini söylüyor Bedri. Kendilerini, Freudyen kuramları ve unvanlarını İslam'dan daha fazla seven bu kitle için "onları kendilerine layık gördükleri rahmetsiz mezar çukurlarında bırakmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yoktur" diyor ve şu ayet-i kerimeyi hatırlatıyor: "Ölülerle diriler de eşit olmaz. Gerçi Allah, her dilediğine işittirirse de sen, kabirlerdekine işittirecek değilsin." [Fatır, 35/22]

Müslüman Psikologların Çıkmazı, bu toprakların psikologlarına da gayet makul ve haklı bir tonla "dininizi ve dindar danışanlarınızı gözetiniz" uyarısı yapıyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf