Kabul etmek gerekir ki bir seksenler gerçeği var bu ülkenin. Hatta biraz genelleyerek dünya ölçeğinde bir çeşit seksenler büyüsünden ya da seksenlerin büyülü atmosferinden bahsedebiliriz. Endüstrileşme ve kapitalizmin egemenliğiyle beraber seksenlerden sonra amatör ruhla toplumsal hayatın güçlü birer dinamiği olan pek çok unsur gibi futbol da evrilerek eğlence ve estetik gayenin ötesine geçerek sonuç odaklı ve kâr amaçlı oynana bir oyuna, daha doğru bir ifadeyle eğlenceli bir oyundan bir iş sektörüne dönüştü. Futbolu takım kültüründen kulüp kültürüne dönüştüren bu süreç, seyirciyi de önce taraftara, ardından tarafa dönüştürdü. Hâl böyle olunca da kendi kulübünün şampiyonluğu için her türlü ahlâki yozlaşmayı görmezden gelebilen bir kitle meydana gelmiş oldu. Endüstriyel futbolun istediği de tam olarak buydu.
Nadir Aşçı, futbolun yaşadığı bu dönüşmeyi aktörleriyle birlikte ele alıyor Deniz Tarafındaki Kale'de. Futbol takımlarının bir şehirle bütünleşmenin en güçlü yolu olduğu dönemlerin, radyodan dinlenen maçların, Pazar günlerini sabırsızlıkla beklemenin, şiir gibi çalımların, futbolu bir direnişe ve bir başkaldırıya dönüştüren kahramanların, kısaca seksenlerin efsanevi futbol dünyasını ve doksanlardan itibaren bozulan bu büyünün büyük fotoğrafını gözler önüne seriyor. “İstediğimiz şey her şeyden evvel iki takımın da saha içinde bizlere güzel bir oyun seyrettirebilmeleri. Skoru öncelemiyoruz. ‘Vur, kır, parçala; bu maçı kazan!’ tezahüratıyla uzaktan yakından alâkamız yok.” Yazar bu sözleriyle kendi kuşağının futbola bakış açısını ifade ederken bir özlemini de dile getirmiş oluyor.
Futbolun bir çeşit iş koluna dönüşmesini formalar üzerinden okuyor Nadir Aşçı. Pek çok takımın klasikleşmiş bir çubuklu forması vardır. Ancak kapitalizm üretim ve tüketim sürecinin sürekliliği esasına dayandığı için çubuklu formaların da sürekli olarak güncellenmesi gerekiyordu. Bu durumu; “… Metin Oktay, Selçuk Yula, Dozer Cemil, mezarlarından kalkıp gelse, kulüplerini renklerinden tanıyamaz belki de.” Diyerek eleştiriyor yazar. Forma deyip geçmeyin. Her sezona yeni bir forma tasarımıyla giren kulüpler, bir süre sonra birbirinin aynı olmaya başlıyor. Milli ligin isim hakkının sponsorlara devredilmesi, formaların neredeyse her tarafının reklamla dolması, statların isimleri, tribünlerin pankartlardan çok reklam panolarıyla kaplanması, maç önü ve maç sonu röportajlarında arka planda reklamlar… Bütün bunlar futbolu, doksan dakikalık güzel bir oyun olmanın çok ötesine taşıyor ve seyirci artık müşteri olmaya başlıyor. Bu konuyla ilgili şöyle bir benzetme yapıyor Aşçı: “Oktay Akbal’ın ‘önce ekmekler bozuldu, sonra her şey…’ cümlesini ödünç alarak, önce formalar bozuldu sonra her şey desek sanırım bir mahsuru olmaz.”
Nadir Aşçı, futbolun bir “güzel oyun” olarak kalmasını arzularken futbol üzerinden gerçekleşen, bir çeşit taraf olma ya da taraf seçme olarak okunabilecek olayları da göz ardı etmiyor. Maradona’ya ve Maradona’nın dünya futbolu üzerinden egemen güçlere karşı takındığı tavra ayrı bir ehemmiyet veriyor. Bir yazısında şunları söylüyor: “Maradona, 86’da ‘Tanrı’nın eli’ demişken herhangi bir metafora başvurmuyordu mesela. Arjantin ve Maradona’nın bir küresel efendiye attığı bu tokat, modern savaşların başlangıcı kabul edilen Falkland Savaşı’nın bir misillemesiydi ‘Tanrının eli’ derken Maradona, bunu göz ardı etmiş olamaz.” Afrikalı çocukların futbol aşkını da bir başkaldırı olarak okuyor yazar. Bununla ilgili de ilginç bir örnek veriyor: “Bu çocukların bulabilip sırtına geçirdikleri formalar arasında hiçbir Avrupalı futbolcunun formasının olmaması ise dikkate değerdir. Ağırlık, Brezilya ve Arjantin formalarıdır. En Avrupalı forma Portekizli Ronaldo’nundur ki Ronaldo’nun Avrupalı olmadığını hepimiz biliyoruz.” Bu örnek, bilinçli ya da bilinçsiz ama güçlü bir tavrın göstergesidir.
Futbolun ülkemizde toplumsal bir sorun olduğu ve “futbol terörü” diye yeni sayılabilecek bir kavramın gündemimize girdiğini söyleyebiliriz ama bu sorun adeta “geliyorum” diyen bir sorundur. Nihat Sami Banarlı’nın 1957 yılında Hürriyet gazetesindeki yazsında yer alan şu ifadeler sorunun daha o dönemde büyümeye başladığını gösteriyor. Nadir Aşçı’nın aktarımıyla şöyle diyor Banarlı: “Memleketimizde futbolun alelade bir spor, bir oyun seviyesinden yükselerek, geniş ve derin tesirli bir içtimai hadise olduğu meydandadır. Bazı önleyici tedbirler alınmazsa bu oyunun yurdun geleceği için zararlı, hatta tehlikeli olacağı da gizlenemez.”
Radyodan maç dinlemenin zevkini tatmış olanlar iyi bilirler; işinin ehli bir spiker, sıradan bir maçı bir şölene dönüştürebilirken işbilmez bir spikere denk gelirseniz bol gollü bir maç bile can sıkıcı hale gelebilir. Bütün sahanın neredeyse her metrekaresini ifade etmeye yetecek bir tasvir yeteneği olan, hızlı ve heyecanlı konuşurken telaffuz hatası yapmayan spikerler radyo başındaki dinleyiciyi futbolcuyla beraber koşturup topla beraber ağlara takabiliyordu. Nadir Aşçı’nın aktarımıyla bir radyo yayınını şöyle örnekleyelim: “Abdulkerim karşı tribünler önündeki taç çizgisinin birkaç metre önünden aldığı topu, orta yuvarlağın rakip kaleye bakan dilimindeki kaptanı Adnan’a gönderiyor. Adnan, kendi etrafında döndükten sonra sağ iç boşlukta bekleyen arkadaşı İhsan’ı görüyor. İhsan rakip oyuncuyu geçtikten sonra ceza sahasının yan çizgisinin kesiştiği yerin üç metre kadar önünden, meşin yuvarlağı demarke vaziyetteki arkadaşı Kadir’e gönderiyor. Kadir ceza yayında buluştuğu topu sol tarafa, gerilerden koşarak gelen İskender’e atıyor. İskender sıfıra iniyor, başını kaldırıp topu penaltı noktasına doğru gönderiyor. Bülent yükselip vuruyor veeeee…” Televizyondan izlediğimiz hangi pozisyonda bu heyecanı hissedebiliriz bilemiyorum. Futbolun büyülü bir tarafının olmasında bu radyo anlatımlarının muhakkak bir payı vardı.
Futbolu güzel oyun için izlemekten öte futbol üzerinden bir kimlik belirleme amacımız olduğunu daha önceki paragraflarda belirtmiştik. Bu konuyla ilgili bir örneği de Dünya Kupası finallerine gidemeyen Türklerin tuttukları takımlar üzerinden veriyor Nadir Aşçı: “Ve bizler, gözü gibi sevdiği Türkiye’si bir türlü oralarda boy gösteremeyen bizler, ilk olarak tutacak bir Müslüman ülke takımı arardık. Yoksa ya da elenirse, mazlum bir Afrika ülkesi… O yüzden Ahmet Edip Başaran ‘Cezayir gol atar biz seviniriz’ demiştir bir şiirinde.” Pek çok futbol kulübü, kuruluşu itibariyle bir direnişin, bir karşı duruşun simgesi olmuştur. Celtic ve Glasgow Rangers takımları arasındaki rekabette Katolik ve Protestan mezheplerinin olduğunu bilmek ve Celtic taraftarlarının Filistin halkıyla kurdukları özdeşlik nedeniyle -Filistin, İsrail işgaline maruz kalırken İskoçya’nın yerlileri olan Katolik Celticliler İngiltere’den gelen Protestanların işgaline maruz kalmışlardır- İsrail zulmünün hortladığı her dönem tribünlerden Filistin bayrakları dalgalandırarak Filistin halkına destek çıkmıştır.
“Güzel oyun” olarak adlandırılan futbolun son defa sahneye çıkışı 86 Dünya Kupası’dır Nadir Aşçı’ya göre. Bu konuda şunları söylüyor: “86’nın benim için ilk kupa olmasının dünya futbolu için bir son kupa olması gibi bir hususiyet var. Şöyle: 86’da oynanan futbol 90’la birlikte başka bir evreye geçti. 90’da bütün takımlar alan daraltmaya başladılar, Tam saha baskıya geçtiler, takım halinde müdafaa yapmaya başladılar. Futbolcu öncelikli anlayış 90’la birlikte takım öncelikli oyun anlayışına dönüşmeye başladı.”
Nadir Aşçı’nın futbola bakışını ve kitabın ana fikrini ifade edecek en güzel cümle sanırım Galatasaraylı eski futbolcu Metin Kurt’a ait: “Futbol arsada güzeldir, borsada değil.” Futbolun sosyolojik dönüşümünü resmeden en iyi cümle ise Şenol Güneş’e ait: “Eskiden futbolu fakirler oynar, zenginler seyrederdi; şimdi zenginler oynuyor fakirler seyrediyor.” Futbolculardaki amatör ruhun ve takımlara aidiyetin kaybolması, futbolcu maaşlarının astronomik boyutlara ulaşması ve profesyonellik adı altında ‘önümüzdeki maçlara bakacağız.’ ciddiyetsizliğini ifade eden; sosyo-ekonomik açıdan toplumun alt tabakasını bir afyon gibi uyutan günümüz futbolunu tasvir etmesi bakımından olukça güçlü bir söz.
Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc