3 Şubat 2021 Çarşamba

Kutsalın iyileştirici gücüne inanmak: Jung

İnsanı tanımaya, onun davranışlarını ve düşüncelerini açıklamaya, duygularının arka planında nelerin yatabileceğini ortaya koymaya adanmış her ömür sıra dışıdır. Jung, insanla ilgilenirken onu sadece bir beden, akıl, zihin sahibi olarak görmeyi kendince kabul etmedi, bunu çok yetersiz buldu. Bu yüzden zamanın tüm kalıplarını yıkmak ve dışlanmak pahasına insanın her şeyden önce bir ruh sahibi olduğuna işaret etti. Hemen hemen tüm çalışmalarında ruh ön plana çıktı. Böylece yaklaşımları sebebiyle bilim çevrelerinin sert tepkilerine maruz kaldı ve hatta uzun bir dönem bilim insanı olarak görülmedi. O, hayal dünyasına gömülüp çoğu zaman buhranlara kapılan ve fantastik yönü ağır bastığı için söyledikleri üzerinde çok fazla düşünülmemesi gereken biriydi kimilerine göre. Oysa ufuk açıcı arketip kuramı ve kolektif bilinçdışı tezi günümüze ışık tutmaya, birçok bilim insanına ve sanatçıya ilham vermeyi sürdürüyor.

Taşlarını Freud'un dizdiği psikanaliz yolundan ayrılan Jung'un din ile felsefe arasında kurduğu güzergâh, bilhassa bugünün insanı için çok şey söylüyor. Zira bugünün insanı, kendinden kopmuş bir hâlde yaşıyor. Bu kopuş; insanın bir ruha sahip olduğunu unutması, tabiattan uzaklaşması, tüketime hapsolması ve geleneğe dair hiçbir merak duymayışıyla varlığın anlam kazanması bahsinde bir krize neden oluyor. Jung, çalışmalarında psişenin üzerinde durarak aslında bu krizi çok önceden görmüştü ve insanı yorumlarken bilincin, bilinç dışının, zihnin bir bütün olarak ele alınması gerektiğini düşünmüştü. Bu anlamda Platonculuktan etkilenmiş, gölge kavramı üzerine özellikle eğilmiştir. İnsan denen varlık sadece cismiyle değerlendirilemez çünkü o aslında gölgeden ibarettir Platonculuğa göre. Jung için gölge, insanın karanlık tarafını temsil eder. Onunla birlikte yürür, ona şekil verir ve aslında insan olma zenginliğinin tüm malzemesi işte o karanlık tarafta yer alır. Çünkü insan en 'ilkel' yanlarını gizlemeye çalışır, farkında olmadan o özellikleri bir gölge hâline getirir. Asla kaçamayacağını ise hiç fark edemez.

Jung, tıpkı Hermann Hesse gibi benim en çok ilgilendiğim isimlerden. Çünkü onların çabalarında yalnızca insan davranışları ve duyguları değil, uzaklardan, hem de çok uzaklardan gelen bir ses var. O ses bize çok tanıdık, çok kalbi. Hesse'nin sadece Demian romanına baktığımızda bile onun Jung'dan ne kadar etkilendiğini görebiliriz. Bu etkileniş, varlığın dairevi bir hareket içinde yer almasından -hermetik çember- insanın içindeki iyi ve kötü tarafı bir bütün hâlinde temsil eden Abraxas'a, sözcüklerin çoğu zaman hakiki duyguları ve düşünceleri gizleyen birer maske oluşundan doğayla kurulan güçlü bir ilişkinin hakikati fısıldamasına dek sürer. "Hepimiz Bütün'ün ölçülemeyecek kadar küçük parçalarıyız. İsyan etmek saçma; kendimizi yüce akışa bırakmalıyız" der Hesse. "Tüm düşüncelerimin güneşin etrafındaki gezegenler gibi Tanrı'nın etrafında döndüğünü ve karşı konulmaz bir şekilde O'na çekildiğini hissediyorum" der Jung. Kutsalın gücü, berrak zihinleri ele geçirmekte hiç zorlanmaz. Onlar zaten teslim olmuşlardır, buna bir anlam vermişlerdir fakat izah etmekte güçlük çekerler. Bunu yaparken de tarih boyunca olduğu gibi dışlanırlar, duyulmazlar. Nihayet bu durum da bize tasavvuftaki "Bilen söylemez, söyleyen bilmez" sözünü hatırlatır.

Runik Kitap'tan çok titiz çevirilerle çok güzel kitaplar çıkıyor peş peşe. Özellikle bu "Nasıl Okumalıyız?" dizisine dikkat etmeli. Freud'un ve Jung'un yanı sıra, Lacan, Heidegger, Nietzsche, Shakespeare, Kierkegaard ve daha bir çok efsaneyi daha iyi anlayabilmek için yol boyunca ışık tutan kitaplar yer alıyor bu dizide. Söz buraya gelmişken, dilimize birçok kitabı çevrilmiş 'zehir zihin'lerden Simon Critchley'nin bu dizinin editörü olduğunu da söylemek isterim. Öte yandan bu dizideki kitapların çağa uyak uydurma gayretiyle ortaya serpiştirilen "adım adım" ya da "yeni başlayanlar için" kitaplarından olmadığını da belirteyim. Dizinin amacı gayet açık: irdelenen kişinin kullandığı kavramlara yeni bir gözle bakmak, yaşadığımız çağ itibariyle onun çalışmalarını daha anlamlı bir yere koymak ve önceliğimizi hangi eserine vermemiz gerektiği konusunda bir kılavuza sahip olmak.

"Jung'u Nasıl Okumalıyız?", her şeyden önce çok iyi bir çeviriyle hazırlanmış. Ersun Çıplak'ı tebrik etmemiz gerek. Neticede Jung gibi anlaşılması pek kolay olmayan isimlerin bir de çevirisine katlanmak, bunu başarıyla yerine getirmek, takdire şayan bir emek. Peki kitapta Jung'un hangi kavramları ve düşünceleri yeniden yorumlanıyor? Rüyalar, simgeler, ikinci benlik, mit, bilinç, yaşamın evreleri, insanlardaki ve uluslardaki karanlık taraf, toplumsal cinsiyet, arketip, nevrozlar, terapiler, bireyleşme, ruhsal iyileşme, seküler toplumlarda ruhun karşı karşıya olduğu tehlikeler, 'şimdi'den geleceğe yönelik bir tasarım.

"Jung yalnızca insanın kişiliğiyle ilgili yeni bilgilere ulaşmaya çalışmıyordu, aynı zamanda genellikle bilginin bir kenara bırakıldığı bir bilgelik düzeyine ulaşma sorumluluğu duyuyordu" diyor David Tacey. Bu sorumlulukla beraber Jung hep şu soruların peşinden gitti: Sonsuzla ilişki hâlinde miyiz? Duyu ötesi güçler bedenimizi, zihnimizi ve davranışlarımızı etkiliyor mu? Anlam, varoluşun bir sonucu mudur yoksa insan mı anlamı bulur? Tanılar gerçek midir yoksa onları insan mı icat etmiştir? Sınırların ötesindeki gerçekliğe ulaşmak mümkün mü? Freud'un id, ego, süperego modeli insan ruhunu ne kadar izah edebiliyor? Kişilik üzerinde insanın geçmişi mi daha etkili yoksa şimdiden sonrası mı? Bu sorular, çağdaşlarının nezdinde garip birer meraktan ibaret olan, bilim dışı sorulardı. Oysa Tacey'nin de belirttiği gibi bu sorular, kadim sorulardır. Felsefenin sorularıdır. Hakikati arayan insanların sorularıdır. Ne zaman ki Jung'un eserlerinde bu sorular belirgin bir yer kaplamaya başlar, artık Freud'un halefi olmadığını da ortaya koymuş olur. Zaten Freud da başlarda memnuniyetle karşıladığı Jung'u, bu psişe odaklı soruların peşinden gitmesi, onun bazı tezlerini hiçe sayması ve kendi bildiğini okur hâle gelmesi sebebiyle dışlar. Hatta kendi talebelerinin de onu dışlamasını ister. İşin magazin boyutu bir kenara bırakılırsa, Tacey'nin "Birçok yönden Jung, ideal bir soyut biçimler (görünmez metafizik yapılar) alanının varlığını öne süren Platon'un entelektüel torunudur. Freud ise, dünyayı akıl ve mantık yoluyla anlamaya çalışan Aristoteles'in varisidir." sözleri, ayrılığı açıklama noktasında önemli. Basit bir hayal kırıklığı değil bu ayrılık elbette. İki insanın, birbirlerine besledikleri 'entelektüel beklenti'yi sıfırlayan ve dolayısıyla bir bilim içinde farklı yolları kuran, o bilimi zenginleştiren bir ayrılık. Jung, Freud'un muhakkak ruhsal bir açlık yaşayacağını düşünür. Freud ise Jung'un 'dini saplantılar'dan kurtulacağını düşünür. Her iki beklenti de bir sonuç vermez. Herkes, kendi beklentisi doğrultusunda ilerler.

Jung, özellikle altmışlı yaşlarından sonra batının içinde bulunduğu anlam ve hakikat açmazının üzerine fazlasıyla eğilmiştir. Nitekim, Hristiyanlığın -protestan geleneğin değil de daha zengin ve simgesel olduğunu düşündüğü Roma katolikliğinin- yenilenmesi gerektiğini düşünüyordu. Başka bir bakış açısıyla, yaşamın merkezinde konumlanan bir inanç ağı, batıyı iyileştirecekti ona göre. Bu düşünceler eşliğinde yazdıkları sebebiyle bazı önemli Katolikleri sadık topluluğa geri döndürdüğü için Papa XII. Pius'tan iltifat bile görmüştü. Jung'a göre insanların içine doğdukları inançla iyileşebileceğini düşünüyordu ve bu yüzden doğu ya da farklı kültürlerdeki ezoterik, mistik yaklaşımlardan ziyade evvele insanların kendi geleneklerine dönmeleri gerektiğini söylüyordu.

Freud'un Oidipus kompleksini ve cinselliği merkeze alan rüya yorumculuğu, Jung'ta bambaşka bir seyir izler. Jung'a göre rüyalar, büyük karanlıkta insanların gerçek rehberidir. "Dinin ışığı, güneşin parlak ve ışığı olarak tasavvur edilebilirse, rüyaların ve sezgilerin ışığı da yıldızlı gök kubbe olarak tasvir edilebilir" ona göre. Bir Cizvit papazının rüyaları 'batıl inanç' olarak değerlendirip, kilisenin lütfunun her zaman daha üstün olması gerektiğini ifade edişine şöyle karşılık vermiştir: "Haklısın, senin rüyalara ihtiyacın yok. Ama ben lütufta bulunamam, buna hakkım yok, bağışlayamam da; sadece insanların rüyalarını dinleyebilirim. Ben bir ilkelim; sense uygar bir insansın. Ben aziz olamam, sadece çok ilkel olabilirim, hatta bir adım daha öteye geçip batıl inançlara çok önem verebilirim."

Kendisine Tanrı'ya inancına dair soru sorulduğunda "inanmaya, imana karşı bir ilgim yok; sadece biliyorum" demiştir Jung. Onun bildiği, kutsalın yegane iyileştirici güç olduğudur. Bu kutsalın elbette bir kaynağı vardır ve o kaynak bütün insanlık için bitmeyecek, tükenmeyecek, dayanılacak tek güçtür: "Cennet bizim için fizikçilerin kozmik uzayı hâline geldi ve tanrısal gök kubbe, bir zamanlar var olmuş şeylerin berrak anısına dönüştü. Ama kalp parlıyor ve varlığımızın kökünü sinsi bir huzursuzluk kemiriyor. Bana öyle geliyor ki, dinsel yaşamdan uzaklaşmayla eş zamanlı olarak nevrozlar da gözle görülür şekilde artıyor. İnkar edilemez şekilde huzursuz, sinirlerimizi geren, kafamızı karıştıran ve görüşümüzü bulanıklaştıran bir dönemde yaşıyoruz."

21. yüzyılda Jung'un nasıl okunması gerektiğine, onun kavramlarının yaşamımızda hangi karşılıkları bulabileceğine ve anlam-hakikat-insan krizinde Jung'un konumuna dair güçlü bir öz kitap...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

1 Şubat 2021 Pazartesi

Kadere şerh düşülmüş bir arzuhâl

Ruhları bedenlere pay eden Tanrı, birbirimize cümlelerden kapılar açma fırsatı vermese halimiz nice olurdu!”. Böyle sesleniyor eserinin başındaki arzuhâlinde yazar. Sayfaların arasında sakladığı gerek kendinden gerek gözlemlerinden, belki okuduğu kitaplar biraz gezdiği şehirlerden heybesine doldurduğu ne varsa okurun gözüne sokmadan ama yine de “göz açık penceredir, hayata bakan” hakikatinin farkında olarak sözü yormadan sunuyor. Gözden gönle akacak olan ve her biri iç dünyasının farklı bir nüvesini oluşturan bu yaprak demetini; bir tadil-i erkan, belli bir usul takip ederek sunduğu için bizler, her bir hikayenin kahramanıyla göğüs göğse kalıyoruz çoğu zaman. Derdiyle dertlendiğimiz arkadaş aradan çekilip hikaye nihayete erdiğinde ise başımız ellerimiz arasında, damarlarımıza kadar işleyen bu vuzuha hayret ediyoruz. Ne zaman başladık, ne zaman ortaladık ve anlatıcıyla nasıl bu kadar ünsiyet kurabildik; tam olarak ayırdına varamıyoruz. Her biri bir dertleşme faslından ibaret olan bu öyküler, yumuşatalım diye muhatabımızın bize göğsünü açması şeklinde seyrediyor biraz da. Göğüs bir cephe gibidir çünkü, yıllar sayısız savaşın kalıntısını oraya bırakıp umarsızca çekip giderler. Geriye yeni birkaç savaş ve artık tepeleri gözükmeye başlamış ölümün dağı kalır nihayet. Böyle müşterek bir zeminde, bu kadar müşahhas bir ilişki kurulmuşken kahramanları yüz üstü bırakıp çekip gitmek mümkün olabilir mi? Biz de yazarın bizi biraraya getirdiği at yarışçısı Abdullah, hükümdar Behram, her geçen kış kürküne daha bir sarılan Oblomov, Üsküdar-Beşiktaş vapur hattında kendi dünyasına dalmış sarı benizli Wittgenstein okuru ve hatta ses kaydından nasihatlerini dinlediğimiz; artık ölümün kapısına varmış olan ulu bilge Tolstoy ile imzaladığımız mutabakat metnine sadık kalıyor ve onları asla yarı yolda bırakmıyoruz.

Kitaptaki öyküler, hem yirmi dört kare kuramına sadık her biri birbirinden bağımsız birer sahne hem de hepsinin bir araya gelerek oluşturduğu bütünlüklü bir festival filmi tarzında arz-ı endam ediyor. Peş peşe seyreden olaylardan müteşekkil bir aksiyon örgüsünden ziyade hayata dair küçük bir detaydan ilham alarak kendi içinde derinleşen ve bizatihi öyle olduğu için de yükte hafif pahada ağır bir lezzete dönüşen durum öykülerini okuyoruz. Sadece onları mı, yazarın cömertçe sunduğu günlük rutinlerini, her gün yürüdüğü yolları, geçtiği sokakları, yirmi yıldır hiç sektirmeden uğradığı çorbacı ve mürettebatını, yokuşta akıttığı teri ve inişte hızlanan adımlarını da birebir takip edebiliyoruz. Pazar günleri uyandığı yerden salona geçerken terennüm edilemez bir boşluğu teneffüs ediyor; ilhamdan, öğreticilikten, hüzünden, maneviyattan, aşktan ve hatta yalnızlıktan arındırılmış o “çile yolu”nu beraber geçiyor ve apansız bir şekilde dünyaya başıboş atılmış olduğumuz gerçekliğiyle yüzleşiyoruz. Yazar o vakitlerde elinde demli çay bardağıyla İcadiye sırtlarından Üsküdar sahile bakarken bizler dalgın bir surette “Bu kaçıncı Pazar, üstümüzden silindir gibi geçen?” diye düşünüyoruz. Bazen bir gece metrosuna sızıyoruz; yolcular sanki bu, onların son seferleriymiş de kaderlerine boyun eğmişler gibi ya gözlerini kısarak dışarda bir yerlere ya da gözlerini indirerek içlerinde bir yere bakıyorlar. Her iki bakış da dünyanın mülklerinden soğutuyor bizleri. Yol boyunca ağırlaşan bir soru sırtımızdan soğuk bir ürperti gibi geçiyor: Dünya, şu içine çekilerek susan yorgunlara ait bir yer midir yoksa gündüzün telaşı içinde savrulan kahkaha çiçeklerine mi? Zannedildiği gibi gece midir tekinsiz olan yoksa gündüz mü? Yazarın bir iddiası oluyor konuya dair: “Karanlıkta herşey aslına rücu eder; kurt kurtluğuna, korkak korkaklığına. Oysa gündüz hepimizin bir parçasını inşa ettiği devasa bir tiyatro sahnesidir. Sıkça o sahneye çıkar, oyunumuzu oynar sonra da aşağıya ineriz. Karanlık, herkesin kendine, kendi evine, ruhuna, suretine döndüğü alışıldık bir göç yurdudur. Suratlar düşer, bedenin her bir uzvu yorgunluk yüzünden sarkmaya başlar, konuşmaların tadı değişir, temkin elden bırakılır. Dolayısıyla en sahici, en gerçek, en kıymetli vakitlerdir bunlar.

Buğdayların biçilip taşındığı, birlikte hasat edilmiş tarlalara bakarken o yaz mevsiminden önünde açılan bir boşluk kesitini tarif ettiği yerde kalp atışlarımız hızlanmaya başlıyor. Evet o boşluğun giderek büyüyeceğini, yıllar geçse de asla eksilmeyeceğini hissediyoruz. Çünkü kaderin silgisi, hafızanın bazı sayfalarına hiçbir zaman dokunmaz. Nitekim öyle de oluyor. Bu bir ayrılık anıdır, adını anmadan onlarca kez mektup yazılacak olanla verilen son fotoğraf karesidir. İnsan, belleğine yapışıp kalmış bir fotoğrafa sürekli geri dönünce, başlangıçta hiç önemsemediği bazı detaylar öne çıkmaya başlar. “Ben mesela, bir ayrılık duruşmasına benzeyen o saatlerde ne giyindiğini, ne söylediğini, kalkıp gitmek için hangi bahanenin kalbine sığındığını çoktan unuttum. Hafızamda, yan yana oturmuş iki kişinin birbirinden gözlerini kaçırmak için baktığı bir boşluk kaldı. Yıllar da bıraktığın mirası büyütmekte pek cömert davrandı doğrusu. Her yaz sonu bir öncekinin boşluğuna bir sonrakini ekleyerek beni buraya kadar getirdi işte. Kendimi şair Li Po’nun haline ağıtlar yakan sınır bekçisine çok benzetiyorum artık: O sevimli bahar, kana susamış bir güze döndü…” Ayrılık sahnesinin kader silsilesine ve külli bir kader anlayışına evrildiği o satırlarda yazara bütünüyle katılmış olarak buluyoruz kendimizi: “Bana öyle geliyor ki tek bir aşk ve tek bir ayrılık var ve bütün kuşaklar kendilerinin sanarak girdikleri bu geçici evin her iki kapısından da hep alacaklı olarak uğurlanıyor. Bu ev, kaderdir.

Kitabın ismini aldığı “usta”yla da tanışma fırsatı buluyoruz ilerleyen sayfalarda. Bu; yazarın yirmi yıldır müdavimi olduğu esnaf lokantasının hem sahibi hem de şefi olan altmış beş yaşlarında irfan sahibi bir eski dosttur. O gün, biraz tedirgin, biraz endişeli; belli ki bir derdi var ancak teklifsizce gelip açılacak bir konu da değil; nihayet yolu açmak yine yazara düşüyor. Yanından birkaç kere göz ucuyla bakarak gelip geçen ustaya, sohbete hazır olduğuna dair bir girizgah yapıyor: “Usta, yirmi senedir şu koridorda tezgahla kasa arasında mekik dokuyorsun. Ama bakıyorum ki hiç bıkkınlık yok üzerinde . Fırsat olsa yarın yeni bir lokanta açar, orayı da burası gibi yirmi yıl saat gibi işletirsin. İkimiz de aynı Anadolu’dan çıkıp geldik; aynı yalanlardan, tarla kavgalarından, kız kaçırmalardan, renkli fistanlardan, tenha camilerden. Ama kaderimiz hiç de aynı değil: Ben burada yırtık bir isyan bayrağı gibi sallanıp dururken sen maşallah, burçlara sancak açmış nefer gibisin.” Usta, bu girizgahın ne anlama geldiğini iyi biliyor, müellifinin niyetini, önünde geri dönülmesi mümkün olmayan seferi ve kendisine tanınan sürenin giderek azaldığını…

Bundan sonrası ve aslında olup biten ne varsa okura emanet ediliyor. Sadece olaylar, filler ve failleri değil günler, mevsimler, şehirler, bahçeler, kuşlar, ağaçlar, eşya ve eşyayla kurulan her türden ilişki de çevirdiğimiz sayfalarda üstümüze dökülen birer huzme oluyor. En baştaki mukaddimesinde belirttiği gibi Ali Ayçil, Usta Konuşmak İstiyor'da; kendimiz de dahil pek çok tanıdık bulabileceğimizi ifade ediyor. Öyle de oluyor; nitekim her şey, arzuhâlcinin resmettiği dünya günlerinin içinde olup bitiyor…

Hacer Yeğin
twitter.com/YeginHacer

31 Ocak 2021 Pazar

Ne varsa kendi özümüzde ve geçmişimizde var

"Aziz dost! Sen tek bir kişi değilsin, sen bir alemsin. Ey insan-I kamil! O senin muazzam varlığın belki dokuz yüz kattır; dibi, kıyısı olmayan bir denizdir. Yüzlerce alem o denize gark olup gitmiştir."
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Felsefe, psikoloji, sosyoloji gibi ilimlerle yüzyıllardır insanı tanımanın ve anlamanın peşindeyiz. Ben de insanı biraz daha tanıyabilmek, psikolojiye biraz daha vakıf olabilmek için yakın zamanda Engin Geçtan’ın İnsan Olmak adlı kitabını okudum. Kitapta insan davranışlarının altında yatan nedenler ve farklı psikoloji ekollerinin insanı değerlendirme biçimleri yer alıyordu. Yazar, içimizde iyi ve yapıcı özelliklerle kötü ve yıkıcı özelliklerin bir arada bulunduğunu ifade ediyordu. Sevgi ve kabulün olduğu bir ortamda büyüyen kişilerde iyi ve yapıcı özelliklerin öne çıkacağına inanıyordu. Ne var ki insan psikolojisine dair birçok bilgi edindiğim bu kitabı bitirdiğimde bir şeyin eksikliğini hissetmiştim içimde. İnsanı anlamaya ve anlatmaya yönelik yazılmış bir kitapta onu yaratandan hiç söz edilmemesinin eksikliğini. Değil mi ki türlü halleri, davranışları olan insan kendi kendine var olmamıştı. Onun her halinden haberdar olan, iyiye ve hakikate yönelmesini arzulayan bir yaratıcısı vardı.

Bu kitabın ardından okumaya başladığım Dokuz Yüz Katlı İnsan adlı kitap ise adeta hissettiğim bu eksikliği kapatmak için yazılmıştı. Yazarı Mustafa Merter uzun yıllar yurt dışında yaşamış, kendi deyimiyle gençliğinde hippicilere özenmiş, tüm edindiği psikoloji ilmine rağmen defalarca depresyona girmiş, meditasyon gibi yöntemlerle ruhunu yüceltmeye çalışmış ancak aradığı huzuru yıllar sonra ülkesine dönüp İslam’ı yaşamakta ve tasavvufta bulmuştu.

Kitaptan söz edecek olursak ilk sayfalarda bilinçdışının keşfinin tarihçesi, Freud, Jung, Maslow gibi farklı psikiyatristlerin düşünceleri ve kullandıkları yöntemler ayrıntılarıyla karşımıza çıkıyor. Psikoloji tarihine hakim olmayan biri buraları kavramakta zorlanacaktır. Ben bu kısımları birkaç kez art arda okuyup kısa notlar alarak ilerledim.- Kitabın ilerleyen sayfalarında bilinç halleri üzerinde durulduğunu görüyoruz. Günlük alışılmış bilinç durumundan ve bunun dışına çıkmak için kullanılan meditasyon, sarhoşluk, hipnoz, uyku gibi farklı bilinç durumlarından söz ediliyor. Tüm bunların ötesinde C. Tart tarafından araştırılan Değişik Bilinç Halleri’nin aslında bizde yüzyıllar önce ortaya konmuş tasavvuftaki “hâl” kavramını yansıttığı tespiti kıymetli. Benötesi psikolojisinin tasavvufla ne kadar örtüştüğünü de görüyoruz. Ama bunları keşf edenler uzak Doğu mistisizminin etkisinde kalmalarına rağmen tasavvuftaki nefs anlayışını bilmeden ortaya bir şeyler koymuş ve bir noktadan sonrasına geçememişlerdir. Bu tespitten sonra kitap ağırlıklı olarak tasavvufi bilgiler eşliğinde ilerliyor. Kuran’dan ve Mevlânâ'dan yapılan alıntılarla insanın, şu dokuz yüz katlı ruhu olan insanın ulaşabileceği mertebelerden söz ederek hayat yolculuğuna ışık tutuyor. Kitap boyunca bizle sohbet eden, kendi hayat tecrübelerini anlatan, İslam’la hayatını güzelleştiren, tasavvufla yaşamın anlamını keşf eden bir Mustafa ağabey sanki bizle sohbet ediyor. Bize yaratıcısının insanı ne için yarattığını anlamadan kat edilen psikoloji yolculuğunun ne kadar eksik ve yetersiz olduğunu, insanın çıkabileceği, ruhunu yüceltebileceği daha birçok basamak olduğunu hatırlatıyor.

Şöyle ki esasen insanın yaşadığı tüm zorluklar bir üst kata çıkabilmesi, kendini tanıyabilmesi içindir. Bu üst kat kavramı yani nefs mertebeleri kitapta bir gökdelen benzetmesiyle somutlaştırılıyor. Gökdelenin en alt katındaki karanlık odada kendini eğlenmeye veren, anlık hazlar peşinde koşup bir süre sonra iyice bunalan insanlar var. Bir üst katta parayı her şeyin önüne koyan, aklı fikri maddiyatta olan insanları görüyoruz. Onun üstünde dış görünüşe takılmış, estetik peşinde, kendini farklı gösterme derdinde olan insanlar yer alıyor. Bir üst katında ailesiyle ilgilenen, vaktini çoluk çocuğuyla geçiren bir insan görüyoruz. Onun üstünde ise bir aydınlık kaplıyor etrafı. O katta hastalara bakan, yetim başı okşayan bir insan var. Bir üst katta ışık daha da artıyor, kendisini ibadete vermiş, ağzı dualı bir zat görüyoruz. En son katta ise artık sadece ışık (nur) var, insan o ışığa karışmış ve artık ayrı bir varlık olarak görünmez olmuş. Ve bu katlarda olan kişiler aslında aynı kişi. Hepimiz bu katlar arasında gezinebiliriz. En alt katta hapis kalmak da mümkün, üst katlara çıkıp ışığa karışmak da. Batı psikolojisi maalesef bu katların varlığından habersizdir.

Yazar kitabında özetlediği tüm ekollerden sonra Batı psikolojisi ekollerini eleştirmeye ve eksik bulduğu yanlarına ışık tutmaya çalışıyor. Ona göre bu psikoloji bilimini inşa edenler; narsist ve hedonist insanların ortaya çıkmasını kolaylaştırmış, insanı vermek yerine daima almaya teşvik ederek adeta insanlığın çöküşünü hızlandırmışlardır. Bütün insanlar üst katlara hasret olmasına rağmen ona gidecek olan yolu bilmemektedir. Psikologlar insanı bir üst kata çıkarmak yerine içinde bulunduğu katı süslemeye yönlendirmektedir. Böylece insanlar kendini mutlu etme peşinde gittikçe bencilleşmektedir. Bu bencilleşmeyle insan sadece kendine zarar vermiyor, küresel boyutta ekolojik bir kirlenmeyi de beraberinde getiriyor. Oysa gerçek özgürlük için yükselmek gerekiyor, yükselmek ise vermekle, en az kendin kadar bir başkasını düşünebilmekle, sendekini paylaşmakla başlıyor.

Psikoloji alanında çok ilerlememize rağmen insanların neden tekrar eden depresyonlara, kaygıyla ilgili hastalıklara duçar olduğu sorusunu akla getiren kitap bu soruya verdiği tatmin edici cevaplarla benim başucu kitaplarım arasında yerini aldı. Bir kez daha görmüş oldum ki geçmişimiz, büyüklerimiz, verdikleri eserler, dikkat çekmek istedikleri noktalar çok kıymetli. Böyle bir geleneğin içerisinde, hak dine gönül vermiş zatların ardından var olmak da öyle. “Cihân-ârâ cihân îçindedir ârâyı bilmezler / O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler” dizelerinde Fuzûlî’nin dikkat çektiği gafillerden olmayıp kendi değerlerimize sahip çıkarak önce onları özümseyebilmek ne kadar da önemli. Yeni çağ manevi arayışlarının çokça arttığı şu günlerde inancımızın, özümüzün, gerçek huzuru bulan büyüklerimizin kıymetini bilenlerden olmak ümidiyle…

Zeynep Odabaş
twitter.com/zeynneppakyol

30 Ocak 2021 Cumartesi

Tatlı gelen acılar

Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı.

Taze, demli bir çayın insanın dilinin ortasında bıraktığı tatlı bir acılık vardır ya hani, işte bazı kitaplar da dimağımızda öyle bir iz bırakıyor. Suzan Defter, benim için öyle bir kitap oldu. İnsan gönlünün kaybettiklerini kabullenemeyişi, geçmişte yaşayışı, ezilmişlik duygusu, unutmak ve unutulmak, bazen unutamamak.. Ayrılığın insan dimağında yarattığı tartışılmaz acı.. İnsan ve insana mahsus halleri, muazzam bir şekilde kaleme almış Ayfer Tunç.

Suzan Defter’de, vuslatla bitmemiş acıklı bir aşk hikayesi, gözlerimizin dolmasına sebep olacak melankolik bir üslupla anlatılmış. Kitap, iki farklı kişiye ait günlükler üzerinden ilerliyor. Kitabın sol sayfaları, Ekmel Bey’in günlüğünden, sağ sayfaları ise Derya’nın günlüğünden oluşuyor. Günlüklerde, esasen Ekmel ve Derya’nın mazileri ve bu mazilerin zihnî ve kalbî olarak bugüne etkisi hikaye ediliyor. Kitaba ince işlenmiş bir yalnızlık ve anlaşılmama duygusu hakim. Ekmel’in sırf eve gelen giden olsun diye evini satılığa çıkarması, kuşkusuz kitabın en etkileyici olaylarından biri. Keza Derya ve Ekmel’in yolları bu satılık ev ilanı sayesinde kesişiyor. İnsanın yalnızlığa, kendini ifade edememeye tahammül etmesinin ne kadar güç olduğunu kurguya muazzam bir şekilde yedirerek okura sunmuş Ayfer Tunç.

Kitapta günlüklerini okuduğumuz Ekmel ve Derya karakterlerinin birbirine benzeyen geçmişleri olduğu dikkat çekiyor. Derya’nın annesi, babası tarafından aldatılmış bir kadın, Ekmel’in babası ise annesi tarafından sevilmemiş. İki karakterin de hayatlarında bir sevgi eksikliği görülüyor. Genellikle kız çocuklarının kadın olarak annelerini ve erkek çocuklarının erkek olarak babalarını kendilerine idol seçtikleri görülür. Suzan Defter’de cinsiyet olarak bu iki karakterin de, hayatlarında rol model aldığı şahıslardan yaralı olduğunu söylemek mümkün. Ekmel ve Derya’nın birbirini anlamasında, benzer geçmişlerden geliyor olmaları oldukça etkili oluyor. Kitaba adını veren Suzan karakteri ise, Derya’nın abisinin, onu on beş yıl boyunca bekleyen sevgilisi. Derya, Suzan’ı abisinden daha çok sahipleniyor. Suzan’ın abisini sevişinde gerçek olan, aradığı sevgiyi görmesi, Suzan’a olan bakışının önemli bir kısmını oluşturuyor. Bu sebeple de Ekmel’e kendini Suzan adıyla tanıtıyor.

Suzan ile Derya’nın abisi arasında geçen, oldukça dramatik ve üzücü bir aşk. Derya’nın abisi, 12 Eylül olaylarına karışmış ve polis tarafından aranan birisi olduğundan Suzan’ın annesi kızı için endişeleniyor. Ancak Suzan, aşkından vazgeçmiyor. Sevgilisiyle mektuplaşmaya devam ediyor. Bu sırada Derya ile görüşüyor. Bir süre sonra, Derya’ya gelen mektuplar tek tük de olsa devam ederken, Suzan’a gelen mektupların ardı kesiliyor. Derya’nın abisi, Suzan’ın aşkı karşısında çaresiz düşüyor, eziliyor ve bu aşkı kaldıramıyor. Ancak bu aşk hikayesinde kucağında bir kucak dolusu korla kalan bir tek Suzan olmuyor. Derya da abisinin acıklı aşkından nasibini alıyor, yıllar sonra yeğenleri bile olmasına rağmen Suzan’ın hatırasını içinden atamıyor.

Ama bir kucak korla kalan siz olmuşsunuz.
İyi ya boş değildi kucağım.
Ama yandınız, kül oldunuz.
Ama vardım, kül bunun kanıtı.

Suzan Defter’de aşkı, aşkın izlerini, gerçek aşkın, sonunda vuslat olmasa bile unutulmadığını, acının nasıl tatlı olabildiğini okuyacaksınız. İnsanın, öldürücü görülen bütün acılara rağmen nasıl yine de yaşayabildiğini.. Suzan Defter’i okuyacak olan herkesin, bu güzel kitabı keyifle okumasını diliyorum.

Nidâ Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

Gönlünün muradını keşfetmek

"Sultan suyu gibi çağlayıp, akma
Durulur, gam yeme, divane gönül."
- Pir Sultan Abdal

Şu üzerinde yaşadığımız coğrafya ne kadar bereketli ki bizi ayağa kaldırmak için mücadele eden, ömrünü insana hizmete adamış nice büyük gönül sahibini barındırıyor. Biri gidiyor, biri geliyor, hiç bitmiyor. Onlar bu coğrafyanın kendilerine kazandırdıklarının gayet farkındalar. Bu farkındalıkla, yeterli donanıma eriştiklerinde "bu topraklara ve insanına bir borcum var" diyerek hizmetlerini her alanda artırıyorlar. Kitaplarıyla, söyledikleriyle, bazen davranışlarıyla ve tavırlarıyla bize çok önemli şeyler işaret ediyorlar. Doğan Cüceloğlu da seksen yılı aşan ömrünü Türk insanını anlamaya, ona hizmet etmeye adamış bir bilge. Varlığına kattığı birikimi, görgüyü, zihniyet bileşenlerini yediden yetmişe herkese aktarmak için canla başla gayret eden, yüzüne baktığımızda daima yaşam coşkusu gördüğümüz bir yüksek gönül sahibi. Burada alçak gönüllü de diyebilirdim fakat gönül öyle bir kelime ki yanına ancak yüksek yakışıyor.

Savaşçı'yı ilk okuduğumda lise yıllarımdaydım. Gelecekte ne yapacağına henüz karar verememiş, düşünce dünyasını zenginleştirmenin tadını yeni yeni tadan ve bir evin bir evladı olması sebebiyle kendini korumayı bir yaşam biçimi hâline getirmeye başlamış biri olarak dört elle sarılmıştım kitaba. Çünkü kitap bana, ömrümün geri kalan kısmında hep ihtiyaç duyacağım bir abi yahut abla olmuştu, kılavuzdu. En yakınlarıma bile soramadığım soruların, henüz peşine düşmediğim meraklarımın cevabını erkenden alabilmiştim Cüceloğlu vesilesiyle. Özellikle "Niyetiniz, yaşamınızın pusulası olmalı" ve "Hayır demesini bilmeyen kişinin evet'inin de anlamı yoktur" cümlelerini zihnimin 'yardım odası'na yerleştirmiştim daha o zamanlarda. Şimdi, otuz beş yaşında, evlenip bir aile kurmuş, iki evladın mesuliyetini üstlenmiş, ilk yaptığı işi gönlüne uygun bulmadığından çok daha düşük maaşa asıl istediği mesleğe yönelip işini zevk hâline getirmiş, kendine doğru meşgaleler seçebilmiş ve dolayısıyla hayatta her zaman güzele, huzura, paylaşıma yönelebilmiş biriysem, bunu Cüceloğlu gibi bilgelerin yazdıklarını samimiyetle okuyup, söylediklerini cesaretle hayatıma katabilmeme borçlu olduğumu söyleyebilirim. Belki bu yazıyla, hocaya olan borcumu -asla mümkün olmayacağını bilsem de- öderim. Hiç değilse bir selam gönderirim, yürekten...

2016 sonbaharında yayın hayatına başladı Kronik Kitap ve ağırlıklı olarak tarih kitaplarıyla, bu alana çok büyük bir ivme kazandırdı. Zamanla çok önemli anı ve biyografi kitapları yayınlayarak çemberini genişletti. Nihayet, çok sıkıntılı geçen 2020'nin ardından 2021'i heyecan verici bir kitapla karşıladı: Var Mısın? Deniz Bayramoğlu'nun son derece yerinde hazırladığı sorulara Doğan Cüceloğlu'nun ilmi ve şahsi derinliğiyle verdiği cevaplardan oluşan bu kitap, insana kendini keşfetme ve zorlukla başa çıkma noktasında ufkunu genişletecek bir enginliğe sahip. Doğan hocanın verdiği tüm cevaplarda şunlar dikkati çekiyor: asla yukarıdan -bilgiç- konuşmuyor, her zaman muhabbet ve sevgi temelli bir yaklaşım -bilge- kuruyor. Dünyanın farklı bir kıtasında eğitim alıp orada uzun seneler geçirmiş olsa da, yeryüzünün birçok yerine ayak basıp genişlettiği görgüsünde en çok Anadolu yer tutuyor. Acılarıyla, dertleriyle, neşesiyle, üretkenliğiyle daima Anadolu. Davranışlarıyla, gelenekleriyle, kayıplarıyla, inançlarıyla, yoksunluklarıyla Anadolu insanı.

Hayatının anlamı nedir? İnsan kendini nasıl geliştirir? Umutsuzluğu nasıl aşarız? İçimizdeki "öz"ü nasıl buluruz? Çevremiz bizi nasıl etkiler? Kime akıl danışılır? Yaşam neleri ödüllendirir? Nasıl eş seçilir? Zihnimiz nasıl işler? Nasıl meslek seçilir? Nasıl biz oluruz? Toplum nasıl dönüşür? Nasıl okumalı, gezmeli ve ne dinlemeliyiz? Neleri okumalı, dinlemeli ve seyretmeliyiz? İşte kitap boyunca, Bayramoğlu'nun yönlendirmeleriyle Cüceloğlu'nun cevap aradığı sorular. Bu cevaplarda, Doğan hocanın sürekli vurgu yaptığı iki önemli mesele var: gönlünün muradını bulmak ve kendi özünü bulmak. Esasında her ikisi de birbiriyle ilgili meseleler. "İnsan kendi özünü ne kadar erken fark ederse, kendisiyle ne kadar erken ilişki kurarsa o kadar yaşıyor demektir. Bana göre hayatın anlamı 'keşif'tir. Hayat bir keşif yolculuğudur. Neyi keşfedeceksin? Özünü, kendini." diyor hoca. Demek ki evvela keşfetmek için yola çıkmayı göze almak gerekiyor. Tüm acılarımızla, hesaplaşmalarımızla, hüzünlerimizle yüzleşmek. Af dilemek, kabullenmek, sabretmek ve şükretmek. Burada belki hüzün kelimesi dikkat çekmiş olabilir. Hüzün önemlidir. "Hüzün insanın kendisini ihmal etmesinin bir sonucudur" diyor Doğan Cüceloğlu hoca. Muazzam bir söz olarak yazmalı bir kenara. Hüzünlendiğin an yüreğin seninle konuşmaya başlar çünkü. Kendine gel der, gönlünün muradına sahip çık der, bir türkü yahut şiir ısmarlar sana. Hüzün, sağaltır.

Her insan mutlaka yaşadığı hayatta bir anlam arar. Bunu bazen geç fark eder ve bir eksiklik olarak peşine düşer. Bazen de erken fark eder ve anlamını geliştirmek, genişletmek için çabalar. Kişi, geçmişiyle, yaşadığı şehirle, komşularıyla, dostlarıyla ve mutlaka işiyle, eşiyle, varsa evlatlarıyla kuvvetli bağ kurabilmek için muhakkak bir hikâyesi olmalıdır: "Hayata anlam verme beynin bir öykü oluşturmasıyla başlar. Doğası gereği insanın hayatında olayları anlamlı bir öykü biçimine sokma ihtiyacı vardır. Öyküleştiremediği bir hayat insanı sıkmaya başlar ve zamanla insan hayattan kopar." diyor hoca. Ne yapıyorum, ne yapmalıyım, ne yapacağım? Bu sorular, bir kariyer planlaması gibi değil, şahsiyet kurma biçiminde şekillenmeli. Şahsiyet kurmak önce insanın kendi elinde ve elbette çevresinin de etkisi var. Mesela hayır demeyi bilmek, şahsiyet kurma noktasında çok kritik bir yerde durur. "Kişiliğinin sınırlarını belirleyen insan tahribe uğramaz" demişti bir bilge. Çünkü insanın başına gelen sıkıntıların çoğu hiç hayır diyememekten. Hayır diyememek, sınır ihlalini, o da beraberinde tahribi getiriyor. Oysa şahsiyet, sınır çizmekle mümkün. İnsan annesiyle ve babasıyla olduğu gibi, eşiyle ve çocuklarıyla da kurduğu ilişkide kendi sınırlarını gözetmeli. Aksi hâlde tahribat başlıyor. Varoluşa saldırı. Kişiliğin yok oluşu.

Bugün en çok konuşulan meselelerden biri de çocuklarla kurulan iletişim. Burada bir nokta es geçiliyor. Bir insanın kendi çocuğuyla iyi iletişim kurabilmesi için evvela kendi çocukluğuyla iletişime geçmiş olması gerekiyor. Neler eksikti orada? Hangi kayıplar ve yaslar yaşandı? Ne tür neşeler ve sevinçler var? Anlamlı olan neydi? İmkânlar ve tuzaklar arasında nasıl mücadele edildi? Yalnızlık mı var yoksa tek başınalık mı? Birileri dinledi mi o çocuğu, anladı mı? Hep kendi kendine konuşmak zorunda kalan biri miydi o çocuk? Şimdilerde yardım alamıyorsa, kendisini ifade etmekte güçlük çekiyorsa, şahsiyet mücadelesine çok geç başlamanın yorgunluğuyla yaşıyorsa, tüm bunların arka planında boşluk hissinin yoğun olduğu bir çocukluk dönemimi vardı? Tam burada aklıma geldi, henüz "çocuğum sık sık uzaklara dalıp gidiyor acaba pedagoga mı gitsek?" diye tutuşanların olmadığı zamanlarda Kenan Rifâî şöyle ikaz etmiş bir dervişini: "Dünyaya evladın için değil Allah'ını bilmek için geldin. Evlat sana verilmiş bir emanettir. Gayret göster fakat tek gayen o olmasın." Ve sonra çocuklar da ebeveynlerine tapıyorlar. Ortaya her yönüyle sakat bir "ebeveyn dini" çıkıyor böylece. Evladı bir mobilya gibi görüyor. Onun hayatının her yönünü çizmeye, her tarafını dizayn etmeye çalışan korkunç bir ebeveyn tipi ve ezilmiş, insan bağımlısı olmuş bir çocuk. Kitapta Cüceloğlu bu tehlikeli hâllerin izahını da yapıyor. İlişkiler neden bu hâle geliyor, işte tam oranın üzerinde durmak gerekiyor.

"Hatalarım, günahlarım, sevaplarım, başarılarım, yenilgilerimle ben benim ve bugün hepsini sahipleniyorum." diyor Doğan Cüceloğlu. Şükür makamından sesleniyor. Kimse türküdeki gibi "Yıllarca aradım kendi kendimi / hiçbir türlü bulamadım ben beni" demesin diye hâlâ savaşıyor, keşfediyor ve insanlara birikimini aktarıyor. Uğruna ömrünü verdiği ilmiyle şifa dağıtmaya çalışıyor ve soruyor: Gönlünün muradını bulmaya, kendini keşfetmeye, daha güçlü yaşamaya var mısın?

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

25 Ocak 2021 Pazartesi

Günlük hayatın sevimli ve acı yanları

Barış Bıçakçı ile yaklaşık iki ay önce Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı romanıyla tanıştım. Çok sevmiştim o romanı okurken. Daha sonra okulda aldığım bir ders vesilesiyle Baharda Yine Geliriz adlı öykü kitabını okudum. İlk romanı olan Herkes Herkesle Dostmuş Gibi'yi okumak, bugüne kısmetmiş.

Bir yazarı okurken, bir kitabında aynı yazarın başka bir kitabının atmosferini solumak çok olağan bir durumdur. Barış Bıçakçı’da da aynı durum söz konusu oluyor. Ancak bendeniz bunun fazlasını gözlemledim. Şimdilik üç kitabını okumuş olmama rağmen, Herkes Herkesle Dostmuş Gibi kitabında, Baharda Yine Geliriz kitabındaki Anlamayan Kadınlar öyküsünün adını ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz romanının baş karakterleri Ender ve Çetin’in de küçük öykülerini buldum. Bunun yanında henüz okumadığım Veciz Sözler kitabının adı da bu romanda bir cümlenin içinde geçiyor. Yazarın ilk kitabı olduğu düşünülürse, Herkes Herkesle Dostmuş Gibi ve bundan sonra yazdığı diğer kitaplarındaki karakterler ve tabii ki atmosfer, bu kitapta toplanmış diyebilirim. Barış Bıçakçı’nın diğer kitaplarını okuduğumda bazı isimleri görüp, tekrar bu kitabı hatırlayacağımı düşünüyorum.

Roman, Abidin karakteriyle başlayıp, Burhan ve Mustafa Amca karakterleriyle sona eriyor. Esasen kitap, olaydan çok, duygusal dünya ve karakterler üzerine kurulmuş. Karakterlerin yaşamlarından kısa kesitler ve karakterlerin duyguları anlatılmış kitapta. Ancak, bu kısacık yaşam kesitlerinin, çok mühim, yaşamsal dönüm noktaları olmaması dikkat çekici. Gün içinde bir arkadaşınızla telefonlaşmanız kadar basit zaman dilimleri ele alınmış. Ya da evde yemek yaparken bir lise anınızın aklınıza gelmesi gibi. Hayatta gözümüze çok önemsiz görünen basit şeyler vardır ya, ama onları içimizde biriktirdikçe büyük sorunlar haline gelirler. İşte Barış Bıçakçı, bu küçükken birikip kocaman bir dağa dönüşen gündelik sorunlarımızı aydınlatmakta, oldukça usta. Aynı zamanda kitapta adı geçen kahramanların hepsinin birbiriyle arkadaş olduğunu düşündüm okurken.

Kitapta iç monolog ve bilinç akışı tekniğiyle yazılmış kısımlara rastlamak mümkün. Olay bütünlüğü olan bir roman şeklinden çok karakterler üzerine kurulu öykülerin ucu ucuna eklenmesiyle oluşturulmuş gibi görünüyor kitap. Bu da incecik bir kitapta, pek çok duyguyu tatma fırsatı bulduruyor okura. Anlatım ve hissettirilen duygular bakımından bazı paragraflarda Oğuz Atay kokusu aldım diyebilirim. Ayrıca birbiriyle arkadaşmış gibi görünen insanların öykülerini ele alması yönünden de Oğuz Atay anlatılarıyla kitap arasında bir benzerlik kurulabilir. Barış Bıçakçı’nın duygusal atmosferinin ise Behçet Çelik’le benzeştiğini düşünüyorum.

Okuduğumuz kitaplarda yazarın kendisini aramamız, okur olarak sık yaptığımız bir şeydir. Ve genellikle metinlerde yazarın kendi hayatından parçalar bulunur. Bu eserde ve yazarın diğer eserlerinde yazar karakterlere rastlanması, Barış Bıçakçı için bu durumu destekliyor. Kitabın tamamına yoğun, incelikli bir anlatım hâkim. Yani dikkatle okunduğunda basit görünen cümlelerden oldukça duygu yüklü anlamlar çıkarılabilir. Kitapta beni etkileyen birkaç kesiti paylaşmak isterim:

Böyle şeyler köyde o kadar olağandır ki! Orada herkes doğuştan bir ölü yıkayıcıdır. Köylüler doğar, yaşar ve ölür, şehirliler ise doğuyorlar, yaşıyorlar ve ölümden korkuyorlar.

Hayat yine de kitapta durduğu gibi durmuyor, demişti Sulhi.

Uzun bir fermuarın dişlileri gibi birbirine kenetleniyor kendisi ve şu dünyanın dertleri. Kalbine dikiş iğneleri, topluiğneler, tığlar gibi saplanıyor tasalar."

Çünkü zamanla her şeyi sever insan. Çünkü bir gün öleceğini anlar.

Herkes Herkesle Dostmuş Gibi, benim için, anlatılarını tanıdığım yazarların, hayatın ve gençliğin kokusunu aldığım, bazen anlık kahkahalar attıran, bazen acı tebessümler ettirip, bazen de hayrete düşüren satırlarla karşılaştığım, okurken çok zevk aldığım bir eser oldu. Kitabı okuyacak olan herkese keyifli okumalar dilerim.

Nidâ Karakoç

23 Ocak 2021 Cumartesi

Haklı suskunlukların romanı

"Bizim kanatlarımız uçmazken de çırpar, âh
Yazgımızı biliriz, hep başkasına ıslanan mendiliz."
- Kemal Varol, Bakiye

Taşkale Cezaevi'ndeyiz. C-6 koğuşunda. Hepimiz oradayız. Tüm mahkumların pişmanlıklarına, sessizliklerine, zaaflarına şahidiz. Bu şahitlik kimi zaman yürekte bir acı, kimi zaman ve her şeye rağmen yaşama tutunma inadı. Mesut Hoca anlatıyor, koğuşun hikâyecisi. O aslında mahkumları ve hayat hikâyelerini bize aktarırken, kendi hikâyesini de ancak bir yere kadar gizleyebileceğini biliyor. Elbet koğuşa biri gelecek ve Mesut Hoca'ya sen neden buradasın diye sormadan, hoca tüm yaşamını, neden hüküm giydiğini anlatacak. İçini dökecek. Pişmanlığını bir kez daha, belki de daha güçlü biçimde yaşayacak. Ama hiç değilse anlatacak. Anlatmak, böyle durumlarda bir ekmeği ikiye bölüm paylaşmak gibidir. Dinleyen, duyduğu hikâyeden payına düşen lokmayı yerken belki kendinden bir şeyler bulacak, belki de bulmayacak. Ama neticede ortak olacak. Dostluk ve muhabbet, hayata 'her şeye rağmen' ortak olmayı gerektirir çünkü.

Bir gün Taşkale Cezaevi'ne yeni bir mahkum gelir. Adı, Barana. Müebbet yemiştir. İşlediği suçu kimse bilmiyor. Oysa bir cezaevinde hiçbir şey gizli kalmaz. Hiç yoksa, duvarlar şahit olur kimin hangi suçu işlediğine. Duvarlar dinleyicisi olur susmuşların, yalnızların. Barana, sanki dudaklarını mühürlemeye yeminli biri gibi giriyor cezaevine. Ta ki rüzgârın egemenliğine kendini bırakıp avluya düşen bir kızıl saç teli ona hayat verene kadar. O, bulduğu umut ve hayatla birlikte suskunluğunu bozmuyor aslında. Susmaya devam ediyor. Elindeki temizlik malzemeleriyle koğuşu kıyı bucak tertemiz ediyor. Yeryüzüne temizlik yapmak için gelmiş gibi yaşıyor, yaşamaya devam ediyor. Tam, acaba vicdanını temizlemek için mi bu kadar temizliğe düşkün diye düşünürken okuyucu, Barana'nın hikâyesi açılmaya başlıyor. Mesut Hoca, sonsuz sabırlı bir psikiyatrist gibi yaklaşıyor ona. Yavaş yavaş çözüyor. Sonra hikâyesine ortak oluyor. Zaman zamana Taşkale Cezaevi'ne çöken meşhur kara sisle birlikte tüm parçalar yerine oturuyor. Mesut Hoca aslında baştan biliyor ne yaşayacağını. Çünkü bir hikâyede mutlaka 'geriye kalanlar' vardır. Onların parçaları tamamlanmaz, koca bir eksiklik olarak kalırlar: "Dünya ve zamandan umudunu çoktan kesmiş kapkara bir nokta gelip adımızın yanına konmuştu. Hatta Barana'da fazladan iki nokta daha vardı. Herkes günün birinde dışarı çıkıp kendi yarım cümlesinin peşine düşecekti ama bizim cümlemiz hiçbir zaman tamamlanmayacaktı."

Koğuşun elbette başka misafirleri de vardı. İşlediği suça karşılık Kuran-ı Kerim'de ve hadis kitaplarında öbür dünyada alacağı cezayı aramakla zaman geçiren Asım Abi. Suçu sorulduğu zaman en yakın arkadaşını 'Timur adlı şahıs' diye anarak hikâyesini anlatmayı çok seven ve en az herkes kadar haksızlığa uğrayan Sıçan. Çevre köylerdeki bağ sahiplerinden aldığı birbirinden lezzetli boğazkere üzümlerini kasabadaki rakı fabrikasına satarak son derece rahat geçinen, günün birinde geçinemeyişine sebep olarak fabrika müdürünü vuran ve dolayısıyla hiç pişman olmayan Reco Dayı. Allah vergisi uzun parmaklarıyla kendisini çağa uydurmaktan asla geri kalmayan, kendi düğününde bile hırsızlık yapmaktan geri durmamış azılı bir yankesici, Casper. Babasının, en sevdiği türküyü kendisine isim olarak seçmesiyle kaderine bu türkünün şekil verdiğini düşünen Candan İleri. Burada, romanın her bir karakterinin kendisine verilen rolü yerli yerince oynadığını, ne bir eksik ne de fazla bir şey yapmamak için yazarın tüm maharetini ortaya koyduğunu söylemek gerekiyor. Onlar belki çok sonraları birbirlerine karşı vefasız oldular ama koğuşu paylaştıkları her anda dosttular. Bazı dostlukların nasıl bir yol süreceğine mekan ve zaman karar verir. Mühim olan, ortak mekanda ve zamanda aynı pencereden yeryüzüne bakma zorunluluğunu bir sabra, hatta şükre dönüştürmek belki de. Üstelik bunu yaparken mekanı da zamanı da hayatta kalmak, çökmemek, delirmemek için unutmak, unutmaya çalışmak.
Karşındakinin hırsız mı yoksa Hızır mı olduğuna takılmadan, acının birleştirici gücüyle nefes almaya çalışmak: "Çünkü bazı insanlar birbirlerini acılarından tanırdı ve yara sarmasını ancak canı yananlar bilirdi."

Barana, koğuşta bir tek Sıçan'a yakınlık besliyor, o da Sıçan delirdikten sonra. Sanki anlaşmak için delirmek gerekiyormuş gibi. Mesut Hoca'yla, bazı öteberi alışverişleri dışında hem koğuşu hem de maruz kaldığı işkencelerdeki yaralarını temizlemek için bir yakınlık kurduğu doğru. Ama bu yakınlık konuşkan bir yakınlık değil. Daha çok, müebbet yemiş bir mahkumun dahi kendisine mutlaka bir yaşama gücü bulabileceğine dair başka birini şahit tutma hevesi belki de. Heves demişken, Âşıklar Bayramı'nın saz ustası Heves Ali de, yazarın hayal gücümüze armağan ettiği coğrafya, Arkanya da kendini hatırlatıyor romanda. Barana, kimliği belirsiz ama âşık olduğu çok belli olan birine yazdığı mektuplarda tüm suskunluğunu konuşturuyor. Edebi derinliğine edebiyat öğretmeni olan Mesut Hoca da şaşırıyor. Barana hemen her mektubunda sanki yarın intihar edecekmiş gibi bir duygu hâli sergiliyor. Diğer yandan, intiharın işaret ettiği bazı diğer duyguları da akla getiriyor: kaçma, karşılama, kovulma, kurtulma: "Hayat her seferinde bir ağaç dalından düşmektir. Bir kez de benim için düş dünyadan. Bir kez de benim için kanat dizlerini. Bir kez de benim için sar yaralarını. Duyulmaz yaraları vardır çünkü aşkın ve çocukluğun.

Bir yazara sahiden gönül verdiğinizde, onun içinizdeki ses olduğunu düşündüğünüzde, yazdığı romanın karakterleriyle bir yakınlık kurduğunuzda, o yazarın kitabıyla yürüyüşe çıkarsınız. Kitabı montunuzun cebinde gezdirmek ferahlık verir. Dünyanın saldırısı yavaşlar. Kalp ferahlar...

Kemal Varol
, 21. yüzyıla Türkçenin en güzel romanlarını emanet etmiş bir şair. Kara Sis, susmanın vazgeçmeye değil umuda dönük yüzünü hatırlatan bir roman. Haklı suskunlukların romanı. En esaslı suskunluklar haklılara yakışır çünkü yalnız haklılar pişman olmazlar.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf