25 Kasım 2020 Çarşamba

Gençlerle baş başa bir muallim tasavvuru

Öğretmenlik mesleğinin kutsiyetine dair pek çok söz söylenmiş olup peygamber mesleği olduğu özellikle vurgulanmıştır. Dilimizde; müderris, muallim, belletici, belletmen, öğretici, rehber, hoca, üstad vb. sözcükler de öğretmenle eş veya yakın anlama gelebilecek şekilde kullanılmıştır. Yazının başlığında muallim sözcüğünü bile isteye kullandığımı belirtmek isterim zira bu sözcüklerin her biri aynı veya yakın anlamları ihtiva etseler de tanımlarında çıkış noktası itibariyle belli farklılıklar gösterirler. 

Muallim; köken itibariyle “ilm” sözcüğünden gelmekte olup ilim sahibi olmayı ve ilmiyle amel ederek ilmini aktarmayı da anlamı içinde barındıran ve yukarıda zikredilen diğer sözcüklerden bu itibarla ayrılan bir sözcüktür. Sözcükler, kavramların elbisesidir lakin insan davranışlarının dahi üzerindeki elbiseden etkilendiğini biliyoruz. Öğretmen, öğretici ya da belletmen sözcükleri mevcut bilginin öğretilmesinde bir çeşit rehberlik anlamlarını çağrıştırırken muallim; ilim sahibi, ilimle amel eden ve ilmin bizatihi kendisini öğreten demektir. Bu nedenle okullarımızda öğretmenlikten öte muallimlik yapacak nitelikte ve özveride insanlara ihtiyacımız vardır. Mehmet Akif Ersoy, Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi isimlerin yazıları ve konuşmalarıyla toplumun fikir ve eylemlerinde gerçekleştirdikleri değişim Türk milletinin özlemini duyduğu muallimin de niteliklerini anlamamıza yardımcı olabilir.

Dilimize nerden ve nasıl girdiğini bilmediğim, öğretmen ve hocalarımızı ciddi anlamda rencide eden bir söz var: “Hocanın dediğini yap, gittiği yoldan gitme!” işte bu söz, neden özellikle muallim sözcüğü üzerinde durduğumu da açıklıyor. Günümüzün hoca tasavvuru, bu sözde ortaya konuyor. Hoca, doğruyu söyler ama kendisi yanlış yapar. Ancak öğrenme psikolojisiyle ilgili araştırmalar, gözlem yoluyla öğrenmenin çok daha kolay ve kalıcı olduğunu gösteriyor. Buradan hareketle şu sonuca varabiliyoruz: Bilgiyi üretenler ve bilgiyi aktaranlar birbirinden ayrılmış ve özellikle bilginin aktarıcısı konumunda olan öğretmenlere aktardıkları bilginin tafsilatına dair düşünme rolü verilmemiştir. Öğretmen, kanunlarla belirlenmiş bir alanda belirli kurallar eşliğinde bir müfredatın takipçisi olmaya zorlanmıştır. Zaman zaman bu sınırların dışına çıkmaya çalışan öğretmenlerse cezai işlemlerle terbiye edilmiş ya da görevden el çektirilmiştir.

İlim yolunda ölenleri şehitlikle şereflendiren, ilim tahsil edenlere her türlü maddi kolaylığı tavsiye eden, âlimlere sohbet meclislerinde başköşeyi layık gören, Çin’de dahi olsa ilmin alınıp getirilmesini öğütleyen İslam dinince günümüz öğretmen profilinin izahı oldukça zordur. Okullarımızda; iki zil arasına sıkıştırılmış, müfredatlarla belirginleşmiş ve yönetmeliklerle keskinleşmiş faaliyetlerin ilim olduğunu iddia edenlerin öncelikle mezun edilen öğrencilerin genel görüntüsüne bakmaları gerekir ki durumun vahameti ortadadır.

Peygamber mesleği olarak görülen öğretmenliğin toplum nazarında hak ettiği konuma kavuşması için peygamber efendimizin (sav) öğretme metodunu yeniden konuşmak ve öğretmenlerimize böylesi bir görev yüklemek gerekmektedir. Peygamber efendimiz (sav) söz ile öğrettiği her şeyi daha öncesinde ve sonrasında hal ile de göstermek suretiyle öğretimin hayata yayılan bir süreç olduğunu da göstermiştir. Kendisine soru soran kişinin ilmî seviyesine uygun cevaplar vererek ve açıklayıcı örneklerle pekiştirerek öğrenmeyi kalıcı hale getirmiştir. Meclisinde toplumun her kesiminden insana yer vermiş, toplumsal statüye göre herhangi bir öncelik belirlememiştir. Bu öğretme faaliyetlerinde kendisine Allah’ın yardımını ulaştıran Cebrail’i (as) zikretmekten geri durmamıştır. Kendisine Allah’ın öğretmediği hiçbir şeyi “ilim”dir diye öğretmemiştir. Ümmetinin kutlu öğretmeni olmasına rağmen öncelikle öğrettiklerini kendi hayatında tatbik etmiş ve ümmetine rol model olmuştur. Sınırları belli bir okul tasavvurundan uzak durmuş, sohbet yoluyla irşad yolunu seçmiştir. “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.” anlamındaki hadisinde öğretme metodunun sürekliliğine ve halka halka yayılacak olan etkisine işaret eder. Ayrıca bu hadisin bir başka ifadesi de; kutlu bir hocanın öğrencisi olmak bir öğretmen için geçerli bir referanstır. Cumhuriyet tarihimize kısa bir göz attığımızda Nurettin Topçu’da Mehmet Akif etkisini, Sezai Karakoç’ta Necip Fazıl etkisini, Nuri Pakdil’de ise Sezai Karakoç etkisini görememek ancak art niyetle izah edilebilir. Bu isimler kendi sözlerine bir önceki kuşağın öncü ismini ve daha önceki kuşakların öncü isimlerini referans almakla birlikte kendi sesini bulabilmiş isimlerdir.

Bu ilim halkalarından biri de Ali Fuad Başgil’dir. Gençlerle Baş Başa adlı kitabı, gençlere yönelik sohbetlerinden oluşmakla birlikte bize ideal öğretmen ve ideal okulun nasıl olması gerektiğine dair önemli detaylar veriyor. Kitabın “Başlamadan Önce” başlıklı bölümünde Fransa’da öğrencilik yıllarına dair bir anısına yer veriyor. Mösyö Girard isminde bir papazın sohbetlerinde ufkunu açacak pek çok kitapla tanıştığını, hayatı ve insanları anlamaya dair yeni ve kuşatıcı bakış açıları geliştirdiğini söylüyor. Bu Hıristiyan papazın sohbetleri bize eğitimde üslubun önemini hatırlatıyor. Ancak bizim dinimiz bu üslubun çok daha kuvvetli bir örneğini doğrudan peygamber efendimizde (sav) sunuyor zaten. Onun sohbet halkası bizim eğitim sistemimizin merkezinde yer alması gerekirken eğitim hayatımızda neredeyse kendine hiç yer bulamıyor. Tasavvufta da sohbet halkası önemlidir. Mürşit, müritlerini sohbet yoluyla eğitmiş ve her müride fıtratınca vazifeler vererek öğrenmelerini pekiştirmiştir.

Öğrenme; en kısa biçimiyle, davranış değişikliği olarak tanımlanır. Bu da şüphesiz zaman alır. Bu nedenle sabır isteyen bir iştir. Başgil, “Zira ilmin kaynağı zekâ, amelinki ise iradedir. İrade terbiyesi hakkıyla mahsul verebilmek için, ona erken başlamak lazımdır.”. Amele dönüşmeyen ilim, yüktür. İlmiyle amel etmeyenler, yüce Kuran’ın tabiriyle “kitap yüklü eşekler”dir. Öğrenmenin temel amacı, düşünce dünyamızda, ahlakî tavrımızda, gündelik yaşantımızda olumlu bir davranış değişikliği oluşturmak olmalıdır.

Başgil, ideal mektebi şu şekilde tasvir ediyor: “Gönül ister ki, mekteplerimiz, ilkinden yüksek tahsilin sonuna kadar, derece derece gençlere öğrenme ve yetişme yolunda emniyetle yürümenin usulünü öğretsin; çalışıp muvaffak olmanın sırrını göstersin. Mektep bilgi imal eden (üreten) bir fabrika halinde çalışmasın ve gençlerin yalnız zekâları üzerinde kalmasın, iradeleri üzerinde de dursun ve onların ruhî terbiyelerini de yapsın, çünkü insanın kıymet ve kuvveti, bilginin genişliğinde olmaktan çok, benliğine sahip ve iradesine hâkim olabilmesinde; iyi huylarında ve ruhî terbiyesindedir. İrade ve ruh terbiyesi ise ayrı bir iştir. Bu, ders ve kitap okuyup ezberlemekle elde edilmez. Bununla beraber, herkes biliyor ki, haddini aşkın sınıf mevcudu ile dolup taşan mekteplerimizin hiç meşgul olmadığı işlerden biri budur.” Bu tanımı ideal öğretmen için de geçerli sayabiliriz. Günümüzde sınavlara göre ayarlanmış bir eğitim sisteminin varlığı yadsınamaz. Öncelikle sınav odaklı düşünmekten vazgeçmeli ve performans ölçümlerini davranış değişikliklerinde aramalıyız.

Başgil, eğitimi bir muvaffakiyet süreci olarak tanımlıyor ve muvaffakiyet yolunda gençlerin karşılaşabileceği zorlukları ve bu zorluklara karşı nasıl mücadele edebileceklerini de ortaya koyuyor. Tembellik, kötü arkadaş ve kötü örnekleri gençlerin en önemli düşmanları olarak gösteriyor Bu düşmanlara karşı en güçlü savunmanın irade olduğunu söyleyen Başgil; “Saadet define gibi bir tesadüf kazması darbesiyle bulunuveren bir nimet değildir. O ne şanstır, ne mirastır, ne piyangodur, ne mevki ve servettir. Saadet, cehd ile ve irademiz kuvvetiyle zapt edebileceğimiz bir kaledir.” diyerek başarıya giden yolun azim ve kararlılıktan geçtiğini vurguluyor. Peygamber Efendimiz, “İbadetlerin en makbulü, az da olsa sürekli olanıdır.” buyuruyor. Başgil, “Gayret, her gün biraz daha ilerleyiş. İradenin insan için yüksek kulak asmıyor ve bunun cehtle elde edilemeyeceğine mi inanıyorsunuz?” diyerek bu hadisin ehemmiyetini hatırlatıyor.

Öğrenmede önemli bir hususta özdeşleşmedir. İnsan kendisiyle aynı acıları çekmiş olan, aynı hayal kırıklıklarını yaşamış olan, aynı hissiyatı taşıyan kişilerden daha kolay öğrenir. Nasrettin Hoca’nın fıkrasında olduğu gibi “Eşekten düşenin halinden ancak eşekten düşen anlar.” Başgil, gençlere seslenirken “Ben sadece senin geçtiğin yoldan geçmiş, duyduğun boşluğu duymuş ve çektiğin ıstırabı çekmiş bir hocayım.” derken bir yandan bu özdeşleşmeyi işaret ediyor bir yandan da ilminin kendini kibre sevk etmesine izin vermemiş oluyor.

Öğrenme sürecimizin önemli bir parçası da ölçme değerlendirmedir. Sayısal dersleri için öngörülen ölçme değerlendirme yöntemlerinin sözel dersler için uygun olmayacağını hepimiz kabul ederiz. Hatta resim, müzik ve beden eğitimi gibi derslerin ölçme değerlendirme ölçütlerinin çok daha ayrı olması gerekir. Biraz daha ileri gidip şunu söyleyebiliriz. Edebiyat da dâhil olmak üzere resim, müzik, beden eğitimi derslerinin notla değerlendirilmesi yanlıştır. Bu dersler severek ve içten gelerek öğrenilebilecek dersler olup gençlerin manevi gelişimlerini sağlamakta birer araç olarak görülmelidir. Başgil de özellikle müzik ve sporun bu şekilde görülmesi gerektiğini vurguluyor.

Öğrenme sürecinin bir diğer ayağı da ailedir. Aileyi devre dışı bırakarak sağlıklı bir öğrenme süreci inşa edilemez. Başgil de eğitimin ailede başladığını ve okul sürecinin de aileyle birlikte planlanması gerektiğini vurguluyor. Öğrenciler okulda ve evde farklı gerçekliklerle karşılaştıklarında öğrenme süreci sekteye uğruyor ve gündelik yaşamda hangi gerçeklik daha fazla karşılık buluyorsa onu kendine referans alıyor. Bu durum da çocuğu çıkarcı bir karaktere büründürüyor.

Başgil, eğitim faaliyetlerinin temelinde Allah rızasının bulunması gerektiğini de şu sözlerle ifade ediyor: “Allah duygusundan ve sevgisinden uzak bir terbiye yalnız fayda ve menfaat düşüncesine dayanır. Fakat din terbiyesi hasbi ve ulvidir. Bu terbiye insanı yükseltir, iyiliği ve adaleti, hiçbir menfaat düşüncesine saplanmadan sevdirir.” Bu hassasiyeti taşıyan kaç öğretmenimiz kaldı günümüzde kim bilir? Öğretmenliği kırk dakikalık bir mesai olarak gören, ek ders ve maaş zammı hesaplamaktan öteye geçmeyen ya da geçemeyen bir öğretmen tipi var karşımızda.

Her yıl 24 Kasım’da kutladığımız Öğretmenler Günü'nün daha da anlamlı hale gelmesi için öncelikle öğretmenliği yeniden tanımlamalı ve öğretmenin toplum nazarındaki esas yerini yeniden tesis etmeliyiz. Şuurlu bir nesil için şuurlu bir muallim ve şuurlu bir ilim faaliyeti tesis etmeliyiz. Yunus’un çağlar öncesinden gelen nidasına kulak vererek okumayı ve öğrenmeyi “Hakk’ı bilmek” üzere yeniden tanımlamalıyız.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

Hasta değil yolcu, varmak isteyen değil yaşayan

Narrative Terapi etik bir psikiyatri duruşudur. Post yapısalcı terapilerin en yaygın uygulama alanı olarak çalışmaktadır. Bu etik duruş, konuşur, suçlamaz, algılıdır, saygılıdır. Konuştuğu ve saygı ön koşullu yerlerde oluşan yolaklardan, haritalar çizer. Yola koyar. Yolda algılar.

Michael White ve David Epston tarafından; kişinin kendi hayatını değil uzmanın kişinin hayatını daha çok bilebileceği iddiasının komikliğine; patolojikleştirilmiş ruh biçimlemesine; problemle özdeş, iç içe geçmiş ve probleme karşı yetersiz olduğuna inandırılan insanlar yaratılmasına tepki olarak doğmuştur. “İnsanın taşıdığı birikim” gerçeğiyle, travma sağaltımından yoksulluğa veya aile terapisine kadar her durumu içselleştirebilmiştir.

Narrative Terapiye göre, insansa sorunun kaynağı, dışarıdaki değil içerideki kabullerde veya retlerdendir arıza. Dışarıdaki değil içerideki insan çözecektir. Cazibe noktası bu mütevazı empatide gizlidir.

Ülkemizde bu alandaki teori ve terapilerdeki eksiği gediği göz önüne alınca elini taşın altına koymaya çekinmeyen, Türkçe eser bulunmayan alanlara hizmet etmeye gayret gösteren Ketebe tarafından basılan ve yine boşluk dolduran bu kitap, Mehmet Dinç ve Eren Murat Dinçer tarafından bu çizgide hazırlanmıştır. Kitap, Narrative Terapi Uygulamaları, "Türkiye’de Yürütülen Bireysel ve Sosyal Çalışmalar” adı altında: örnekler üzerinden Narrative Terapinin temel bakış açıları ve uygulamaları hakkında bilgi edinmek, kavram birliği oluşturmak, Narrative Terapinin bize adaptasyonu konusundaki örnekleri belgelemek, ülkemizin ilk kuşak Narrative Terapistleri ile yeni kuşak arasında köprü kurmak, alışveriş sağlamak şeklinde birkaç temel misyon üstlenmiş görülmektedir. Bu misyon çerçevesinde kişiye olan saygı ve şahsiyet alanını çerçeveler değil; bu alanın çerçevelerini siler demek, asıl dert edindiğine lisan olacaktır Narrative Terapistlerin ve post-modern bir yenilenme alanının. Çünkü insan, değerlidir; insan, prototip değil, çoklu bir mekanizmadır. İnsan, anlam üreticidir. Anlamlar etkilidir nefes alma biçimlerinde… Çerçeveler yoktur. Resimler elastik ve şeffaf tablolara yerleştirilir. Uzam içeriz. Zaman büker. Çerçeveler insanın değil sadece öyküsünündür. Ancak böyle olduğunda bu öyküler tek katlı değil çok ve meçhul katta hayatların hikâyeleri olarak algılanabilir.

Her ne kadar bir bağlam içerisinde gerçekleşse de “her hikaye bir sınırsız evrenden düşer” gerçeği mihenktir. Tek sorun bazı hikâyelerin var olmak için diğerlerinden fazla değer ve yer istemesi olabilir ki tek yapılması gereken hepsinin birer hikâye olduğunu fark ettirmektir. Değersizleştirmek değil sıradanlaştırmak normalleştirmek ile çözümlenebilir… Böyle bir özetle ifade edilebilir Narrative Terapi. Kişinin sorunun merkezine aldığı, hikâyedeki olaylar, ardışık bağlantı, zaman ve taslak olarak yerleştirilen örgünün içinde, aynı zaman dilimindeki birçok hikâye gösterilebilir ve birçok kişiden ayrı ayrı tanımlanırsa travmatik bakış silikleşir, silikleşir ve kaybolur.

Sorunun terapiden istediği de budur aslında. Hafıza kaybına uğramak veya azarlanmak değil; taşıyabilme gücü ve taşınabilme hafifliği… Kitap bu tasarımı somutlaştırmakta yerli ve yerinde örnek vakalardan yola çıkarak, hem konuyu daha anlaşılır kılmış alan dışı okuyucu için hem de uygulamadaki karşılığını vermiştir. Mesela: “Kaygın seni hayatında tercih ettiğin, olmasını istediğin ne gibi değerlerden alıkoyuyor, bulmak ister misin?”, “kaygın uğruna yaşamaktan vazgeçtiklerinle neler kaçırıyor olabildiğini sıralayalım mı bugün?”, “küçükken kim sana hikâye anlatırdı, hangilerini severdin ve hayatını şekillendirirdi. İyi insanların kazandığına inancın buradan gelişmedi mi mesela? Yine anlatsak beraber ve senin aynana doğru, bu anlattığımız hikâyenin sana yardım etmesine izin verebilir misin?”, “anlatmak istediklerini ‘neyse’ gibi kelimeler ile erteliyorsun, ertelenebilir pekâlâ, fakat bu ertelemeyi sana sağlayan duyguya bir isim koyabilir misin bana..?

Hülasa, sıcak bir giriştir hayata Narrative Terapi. Hem kendi hayatının dışına çıkma şansı vererek terapisti de düzenler, her soruyu kendisine de sordurarak biçimini yeniler; hem terapinin insan üzerindeki değer algısı artık “hasta” değildir. Belki sorunlu ama geçici bir hikâyede yol alan yolcudur. Yolu göstermek kâfidir ve herkes gibi onun da varamayacağını, varmaktan vazgeçtiği zaman yoldan aldığı keyfin adının “yaşam” olacağını…

Mavi Çınar
instagram.com/psikologmavicinar

23 Kasım 2020 Pazartesi

Kendi mağarasında iki yaşam ve iki ölüm

Nitelikli okurluk, yalnızca metinleri eleştiri süzgecinden geçirerek okumak değil; farklı kültür, farklı dil ve tarihlerde yazılan metinleri motif, karakter, konu bağlamında karşı karşıya getirerek iki yapıt arasındaki benzerlik ve farklılıkları ortaya koymak, böylelikle metin odaklı bir yaklaşımla okuma deneyimini katmanlı hale getirmektir. Üstelik pek çoklarına göre komparatistik inceleme, ortak edebiyata mensup yapıtlarla, hatta aynı yazara ve şaire ait iki farklı yapıtla dahi yapılabilmektedir. Burada esas olan metinlerde benzerlik ve farklılık bağlamında ortaya konabilecek dikkate değer şeylerin varlığıdır.

Bu çalışmada, Natüralizm’in kurucusu ve Fransız edebiyatının önemli isimlerinden kabul edilen Emile Zola’nın Nasıl Ölünür isimli yapıtının ilk öyküsüyle, Rus gerçekçi edebiyatının en önemli yazarlarından olan Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü adlı eseri komparatistik edebiyat çerçevesince motif ve konu ağırlıklı olarak incelenecektir. Farklı kültürlerden seçilen bu iki yapıtın üzerinde durduğu konu ve konunun işlenişindeki benzerlik dikkat çekicidir. Fransız romancı Zola’nın beş kısa öyküsünün yer aldığı Nasıl Ölünür isimli yapıt, ölüm teması etrafında birleşen isimsiz beş kısa öyküden oluşur. Öykülerin isimlendirilmemesi, neticede hepsinin tek bir hikâyeye karşılık gelmesi dolayısıyladır. Karakterler sırayla aristokrat, burjuva, esnaf, köylü ve işçi ailelerinden seçilmiştir. Toplumun en üstten en aşağıya, hemen her tabakasının yansıtıldığı öykülerde Zola, hayatta sağlanamayan maddi ve manevi eşitsizliğin ölümle birlikte sağlanıp sağlanamayacağını sorgular.

Çalışmanın sınırları belirlemek ve her iki yapıttaki ortak yanlara dikkat çekmek gayesiyle Zola’nın ilk öyküsündeki Vertueil karakterleriyle, İvan İlyiç’in zorlu ve bir o kadar da ürkütücü hayatı arasındaki benzerlikler ve farklılıklar ele alınacaktır.

1) Kont Vertueil’in ve İvan İlyiç’in Aile Yaşamları

Hayatını nasıl istediyse öyle yaşamış olan Kont Vertueil, büyük bir servete sahiptir. Fransa’nın ünlü ailelerinden birine mensup olan Kont, dergilerde makaleler yazarak, tarım, hayvancılık ve güzel sanatlarla uğraşarak elli beş yıllık ömrünü rahatı bozulmadan geçirmiştir. Kontesle evlilikleri, sıradan, sessiz sedasız yürütülen bir birlikteliktir. Evliliklerinde ilk günden beri var olan kopukluk, Vertueil’in amansız hastalığı baş gösterdiğinde de devam eder. Vertueil, acılar içinde kıvranırken yalnızdır. Kontes, bu hastalığın karşısında arada bir yapılan oda ziyaretlerinin ötesine gitmez. Yaşamında hiçbir değişiklik yapmaz; yer, içer, gezer ve canı istediğinde eğlenmeye devam eder:

Birbirlerini anlıyorlardı, ayrı ayrı yaşamışlardı ve ayrı ayrı ölmek istiyorlardı. Kont bencilliğin buruk hazzını yaşıyor, ölüm döşeğinde etrafında o sıkıcı keder komedilerini yaşamadan tek başına göçüp gitmek istiyordu. Son anda baş başa kalmanın nahoşluğunu hem kendisi hem de kontes için mümkün olduğunca kısaltıyordu. Kimseyi rahatsız etmek, tiksindirmek istemeyen yüksek çevreden bir adam olarak son arzusu uygun biçimde göçüp gitmekti.” İvan İlyiç, tıpkı babası gibi devletin çeşitli kademelerinde memur olarak çalışmıştır. Görevinde günden güne yükselişi ve elinde başkalarına karşı dilediğinde kullanabileceği bir gücün bulunması ona gizliden gizliye haz verir. O, bu gücü kullanabilecekken kullanmadığını ve ondan alt kademedeki insanlara, onlarla eşitmiş gibi davrandığını her fırsatta hissettirir. İlyiç kırk beş yıllık ömrünü, daima yüksek mevkidekilerin onayını alarak ve gözünü oraya dikerek geçirir. Pencerenin koluna böğrünü çarpmasıyla başlayan hastalığı, İlyiç’i geceler boyunca inletecek raddeye ulaşıncaya dek sürer. Karısı, tıpkı Kontes Mathilde gibi, hastalık karşısında kayıtsız ve yapmacık tavırlar içerisindedir. Arada bir yaptığı oda ziyaretleri ve ilaçların alınması yönündeki soğuk ikazların dışında herhangi bir ilgi ve özen göstermez. İlyiç, ölüm ve hastalık karşısında başkalarının duyduğu kayıtsızlığı, yanında olup ona acıyacak kimsenin olmadığı gerçeğinin içinde acı ve dehşetle kalır. Tıpkı bir zamanlar mahkemede başkalarına karşı gösterdiği kayıtsızlık, bu kez onun başındadır.

Kont Vertueil ve İvan İlyiç’in aile yaşamları pek çok bakımdan benzerlik göstermektedir. Hastalığın başlamasının ardından yaşananlar ve eşlerin tüm bunlara kayıtsız kalış trajedisi, bu benzerliği arttırmaktadır. Her iki evlilik de kâğıt üzerinde kalan, sevgi çemberinden uzak evliliklerdir. Ölüm ve acı bile onları birleştirmez, dahası giderek uzaklaştırır.

Çocuk bir ailede birleştirici unsurken, diğerinde ayırıcı ve uzaklaştırıcıdır. Kont ve Kontes’in evliliklerini bir arada tutan, birlikteliklerinde herhangi bir pürüz yokmuş gibi yaşamalarını sağlayan birleştirici unsur çocuklarıdır. Ancak İvan İlyiç ve Praskovya Fydorovna’nın evliliklerinde çocuk, itici güçtür. Karısının gebeliğine kadar evliliklerinde her şey normal seyrinde ilerlerken çocukla birlikte değişen hayat İlyiç’e ağır gelir. Karısı aşırı ilgi arayışında ve kaprislidir, üstelik çocukların doğumuyla birlikte ondan beklenilen sorumluluk artmıştır. Tüm bunlar, onun evlilikten ve evden uzaklaşmasına yol açar. Romanın bu kısmı çok önemlidir. Çünkü bu aşamadan sonra, İlyiç’in kendini korumak için inşa ettiği dünya ve bu dünyanın onu nasıl birine dönüştürdüğü anlatılacaktır. Yazar, ailenin dışında inşa edilen dünyayı ve İlyiç’in bunu nasıl yaptığını anlatarak başlar. Bu dünya, toplumsal çevrenin onaylayacağı ve karısının saygı duyacağı bir dünya olmalıdır. Böylece ağırlık merkezini işine ve resmî görevlerine doğru kaydırır İvan İlyiç. Meşguliyeti bir anestezi olarak kullanır.

Sorumluluklardan, tartışmalardan ve gereksiz konuşmalardan kendini kurtarmak için hayatı boyunca bir şeylerle meşgul olur. İş, taşındıkları evin dekorasyonu, eğlence ve oyunlar ailenin tüm zamanını kaplar. Meşguliyetin bittiği anda sesler yükselir. Bu seslerin önüne geçmek için ailesiyle birlikte olmaktan kaçınır ve kendi realitesinin içinde yaşamaya devam eder. Ailesiyle birlikte olması gerektiği zaruri anlarda bile bir yabancının yanlarında olmasını sağlar. Böylece yazar, hayata ve ailesine karşı gün geçtikçe yabancılaşan bir portreyle okuru karşı karşıya getirir.

Yaban bir hayat süren Kont Vertueil ve İlyiç’in ölümü, bir yabancının ölümü kadar etkiler çevresindekileri.

2) Kont Vertueil’in ve İvan İlyiç’in Ölüme Bakışı

Olayların işlenişi farklı olsa da her iki yazar da kurguya birdenbire başlar. Ancak bu birdenbirelik, birbirini takip eden olaylar zinciri yerine tek bir olay etrafında çerçevelenir ve okur yalnızca bir noktaya odaklanır: Ölüm.

Karı koca muhaberesini andıran Sophia Tolstoy’un günlüklerinden de bilindiği gibi, Tolstoy eserleri üzerinde titizlikle durur ve bir eserin yazımının tam manasıyla bitebilmesi uzun yıllar alır. Hayatını daktilo kadın olarak sürdüren ve aynı eserin belki on kez transkripsiyonunu yapan Sophia Tolstoy, bu titizlik karşısında isyan eder. Bu isyanla nemalanan roman, başlangıçtan sona bir nakkaş edasıyla ustalıkla kurgulanmıştır. İvan İlyiç’in ölümüyle başlayan olaylar, onun ölüme kadar ki hayatının anlatılmasıyla devam eder. Odak nokta ölümdür ve anlatılan her şey bu olguya bağlı olarak anlatılmıştır. Bu yüzden romanda birbirinden farklı olaylar zinciri görmeyiz, anlatılan şey İvan İlyiç’in yaşamı ve ölümüdür. İlyiç hayatını, yüksek mevki sahibi kişilerin gözleriyle inşa etmiştir. Onlar bir hadiseye nasıl bakarlarsa öyle bakmış, davranışları onlar tarafından nasıl kabul görecekse o şekilde yaşamıştır. Kendinden nefret etmesine sebebiyet veren bazı davranışlarının, üst sınıfa mensup kişilerce hiç de kötü bulunmadıklarını görmesi, o davranışı yapması için her zaman kâfi bir sebep olmuştur. Böyle geçen bir hayatın sonundaki amansız hastalık, yaşadığı her şeyin sorgulatır İlyiç’e, “Ya gerçekten de yaşamam gerektiği gibi yaşamadıysam, bilinçli seçtiğim yaşamım yanlışsa?

İşte bu düşünce, hayatının son anlarını elim bir şekilde geçirmesine sebep olur İlyiç’in. Yaşadığı hayatı kabullenemediği gibi ölümü de kabullenemez. “Yaşamak istiyorum, yaşamak istiyorum,” diye inler hasta yatağında. Roman boyunca İlyiç’in ölümü kabullenmemesi, ölümün yalnızca bir başkasının başına gelebilecek bir olguyla eşleştirilmesiyle ilişkilidir. Ölüm onun gibi bir varlığın başına gelemez, düşüncesi realitenin önüne kalın bir duvar örer ve bu duvar ancak ölüm anında yıkılır.

Tüm bunlara rağmen İlyiç’i günden güne tüketen şey yaşadığı yanlış hayat ve her gün mesafesini daraltan ölüm değil, duyduğu acı karşısındaki yalnızlığıdır. Durumu kötüdür ancak bu ne ailesi ne de bir başkasının umurundadır. Tolstoy, bu kişisel yenilgi ve yenilginin karşısındaki toplumsal tavrı ustalıkla kurgular.

Soylu bir aileden gelen Kont Vertueil, İlyiç’in tersine ölümü derin bir teslimiyetle kabul eder. İlyiç, hasta yatağında tek kalmak istemeyip hizmetlilerini yanında tutarken Vertueil bütün gününü gözlerini kapatarak yalnız geçirmeyi yeğler. Burada, toplumsal konum ve ekonomik durumların insanların ölümlerini nasıl şekillendirdiği de görülmektedir. İlyiç, yaşamı boyunca gözlerini diktiği yüksek çevreden biri olan Vertueil gibi soylu bir şekilde ölmeyi arzu edeceği halde buna muvaffak olamamış, ölümü kabullenememiştir.

3) Ailenin ve Toplumsal Çevrenin Ölüme Bakışı

Kont Vertueil ve İvan İlyiç’in statüleri her ne kadar birbirinden farklı gözükse de içinde bulundukları toplumsal çevrenin ölüm karşısındaki tavırları aynıdır.

İvan İlyiç’in ölüm haberi arkadaşlarına ulaştığında; bazılarının içinden memuriyette yükselme ve onun yerine geçme düşüncesi geçerken bazılarının içinden, ölenin kendisi değil o, olduğu duygusu geçer. Tıpkı bir zamanlar İlyiç’in içinden geçtiği gibi. Ölüm karşısındaki bu kayıtsızlık yalnızca uzak çevrede değil, ailede içinde de vardır. Nitekim Praskovya Fydorovna, cenaze törenindeyken alacağı dul maaşının dışında devletten bir şey koparıp koparamayacağını soruşturur.

Umursamazlığın dozu, Kont Vertueil’in ölümünde biraz daha artar. Karısı çeşitli bahaneler ileri sürerek cenaze törenine katılmaz. Cenaze törenine katılan tanıdıklar ise hüznün kırıntısının bulunmadığı malayani konuşmalar yapar.

Her iki yapıtta da cenaze esnasında konuşulan gereksiz konuşmalar ve insanların umursamaz tavırlarıyla derin bir, ölüm/yas sorgulaması yapılır. Ölümün, farklı toplumsal çevrelerde nasıl karşılandığı kıyaslanır. Ölümün dikkat çekiciliğini yitirdiği toplum kıyasıya eleştirilir.

Merkez karakterin ölümleri karşısındaki kayıtsızlık, nesneyle sembolleştirilmiştir: Kül ve kaşık. Nesne, mesajı ve kayıtsızlığı en net ifade ediş biçimidir. Kont Vertueil’in cansız bedeni başında bekleyen hizmetlinin, masanın üzerinde duran kaşığı fark edip odanın düzenini bozduğu düşüncesiyle acelece cebine atması, gelişigüzel oluşturulmuş bir detay değildir. İvan İlyiç’in cenaze töreni esnasında gözü yaşlı oturan Praskovya Fydorovna, karşısındakinin içmekte olduğu sigaranın külünün masaya düşeceğini fark edip hemen kül tablası yetiştirmesi de tesadüfen seçilmemiştir. Tüm bunlar ölüme ve ölene karşı vurdumduymazlığın, ölenin değersiz nesneler kadar bile dikkat çekmediğinin kül ve kaşıkla imgeleştirilmesidir. Toplumun hangi tabakasında olursa olsun ölüm karşısındaki ikiyüzlülük evrenseldir. Kont ve İlyiç, hiç yaşamamışlar gibi ölür ve öldükleri an unutulurlar.

Feyza Kartopu
twitter.com/feyzakartopu

20 Kasım 2020 Cuma

Kendini bulma çağında kaybolan olmak

"Anlaşılmak mı istiyorsun? Bize de tek bu gerek zaten! Kendini anla, o zaman yeterince anlaşılmış olursun. O iş seni yeterince oyalar."
- Carl Gustav Jung, Kırmızı Kitap

"Kendini tanımak 'dıştan içe' sessiz bir yolculuktur, anlatılması ve paylaşılması zor, bazen sadece kokusu alınabilir."
- Engin Geçtan, Zamane

Aile sorunlarını ele alan diziler bir döneme damgasını vurmuş, unutulmaz olmuştu. Sosyal medyada hâlâ bu dizilere atıf yapıldığı ve özleyenlerin hayli yoğun olduğu görülebiliyor. Son birkaç senedir meseleler iyice çetrefilleşti, kalabalığın için yalnız olduğu 'keşfedilen' insanın aynı zamanda kendini de tanımadığı, her geçen gün kendinden uzaklaştığı söylenir oldu. Bu dönemde kişisel gelişimden psikolojiye, felsefeden tarihe dek hep insan üzerine gidiliyor. İnsan kimdir? Onu anlamak mümkün müdür? O başkasını ne kadar anlıyor? Neden susuyoruz? Neden her şeyi içimize atıyoruz? Kendini anlamak, kendini bilmek, kendini tanımak... Bilhassa şu sıralar ekranlardan üzerimize adeta psikologlar fırlatılıyor. Birileri bizi terapiye zorluyor. Diğer yandan türlü cins yaşam koçu da atölyelere davet ediyor: önce nefes kontrolünü sağlayacaksın, sonra kendini yeniden keşfedeceksin. Tuhaf bir döngünün içindeyiz ve kabul edelim: kaybolduk.

Kaybolan, oldukça sarsıcı biçimde açılıyor. Mecidiyeköy'deki tipik plazalardan birinde olduğumuzu düşünelim. Doğum günümüz. Arkadaşlarımız pasta almış, türlü hazırlıklar yapmış. Pastanın önüne yaklaşıyoruz tebrikleri kabul ederek, belki bir de dileğimiz vardı stokta, tam üfleyeceğiz mumları ki hakikat bize doğum günü pastasının üzerindeki mumlarla selam çakıyor: adımız yanlış yazılmış, daha doğrusu yazdırılmış. Nasıl bir hayatı yaşıyoruz biz böyle? Bu adımızı bilmekten aciz insanlar mı bizim arkadaşımız? İlerlediğini sandığımız bu gemi, kocaman bir sahtelik bataklığının ortasına mı gömülü? Derken insan, yaşadığı hayatla olan uyumunu, daha doğrusu uyumsuzluğunu fark ediyor ve o korkunç soruyla baş başa kalıyor: meğer ben kendimi kaybetmişim, bunu nasıl fark etmemişim?

Meseleyi -daima ve illa- Jung'tan alacak olursam, insan soğan gibidir. Kabuklarını soya soya özüne ulaşmaya çalışır. Kendini gerçekleştiren insan denen kavram, özüne ulaşmış, yani kendini tanımış kimseler için söylenmiştir. Romanın 'kaybolan'ı Hakan elbette bir günde farkına varmıyor her şeyin. O da soğan kabuklarını soymuş zaman zaman. Sonra bıkmış ve bırakmış. Hâliyle sorunlarla çözümler arasındaki mesafe ürkütücü bir boyuta ulaşmış. Hakan hem kendi ilişkilerinde hem de çevresindeki insanların ilişkileri içinde çeşitli yüzleşmeler yaşayıp bazen farkında olarak, bazen de yorgun bir bilinçle açılıyor. Önce bedeni, sonra ruhu açılıyor. Doğrudan kişiler değil, ilişkiler onu çıkarıyor boşluktan. Çok büyük bir yıkımdan -gerçek manada- kuvvetlenerek sağ çıkmış Sonay, sorunları görme yetkinliğiyle çoğu zaman "Bir kere de sen adım at. Dokuz kere ben adım atayım tamam ama bir kere de sen at ki, onuncusu için ben de güç bulayım" demek zorunda kalan Yıldız ve hem her ikisiyle hem de ikisinin dışında akan hayatla yüzleşmek için daima ringde dövüşen, oysa mola isteyecek kadar bile gücü kalmayan Hakan: üçü de kaotik bir üçgeni çağrıştırıyor bize. Hepimizin yaşamında oluşabilecek bir üçgen bu. Kimileri için kaderin, kimileri için de aile içinde kuşaklar boyu birbirini takip eden travmaların bir oyunu. Ama işte benzer şeylerle karşılaşmak, yaşam coşkusu denen ve her an sönmeye hazır olan o ateşi yeniden harlayabilir: "Kaybolmuş bir insanın, kendisini ancak bir başkasında bulabileceğine bütün kalbimle inandım. Mühim olan o insanı bulabilmek. Aynı kederi paylaştığınız o ruhla karşılaştığınızda, tanıdık bir şeyleri görmek umudunuzu diriltir. Bir mucize kadar hayret verici bir karşılaşma; ortak kederli ruhların birbirini bulması..."

Romandaki karakterlerin yaşam hikayelerini takip ederken, bazen acıların ve sancıların kendi kendilerine yok olup gitme ihtimalleri nedir diye düşünebilir okur. Çünkü zincirleme travmalar ve birbirine benzeyen yıkımlar çoğu zaman insandaki bir şeyleri aşma, bir şeyleri çözme isteğini devre dışı bırakıyor. Motorun su kaynattığı, makinenin infilak ettiği, insanın kafasının attığı anlar vardır. Orada durmak ister insan. Acı gidene kadar da yürümemek ister. Nitekim: "Bazı acılar var ki onlardan kurtulabilmek için insanın çaba sarf etmesi yetmez; unutmaya çalışmak, zamana bırakmak yahut kabullenmek, yüzleşmek, üstüne gitmek beyhude, ne yapsan geçmez. Kurtulmanın tek yolu o acının seni terk etmesini beklemek; bazen insanlar kadar acılar da yorulur ve giderler."

Daha önce gezilmiş, görülmüş, topuklarla tozu alınmış olsa da yeni bir gözle -ruhla- bakıldığında iyi gelen mekânlar ve yollar, şehrin tükenmeye yüz tutmuş son huzur veren noktaları, çorbanın kudretine yeniden inandıran esnaf lokantaları, kimilerinin çocuksuzluktan kimilerinin de yokluktan sığındığı türbeler. İsteyen Şişhane der, isteyen Galata, belki Beyoğlu, hatta İstanbul. Böyledir bizim buralar: "Burası tarihin zihin karmaşası, şehrin delirdiği yer, İstanbul'un sıradışı meydan okuması, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e sirayet eden çılgınlık, akıl tutulmasının sıradanlığa ve alışkanlığa dönüştü meskûn mahal. Sarhoşlarla dervişler, azizelerle orospular, çalgı sesleriyle naralar, parayla iman, şehvetle hikmet; kaos, cinnet ve sığınak."

Tarık Tufan, kitabın sonunda her şeyi bir neticeye kavuşturmamayı tercih ederek önemli bir hatırlatma yapıyor: insanın kendini bulma meselesi bir yolculuktur. Buldum diyen yalan söyler. Çünkü insan kendine varamaz, kendine yaklaşır. Adım adım, bata çıka, düşe kalka. Çoğu zaman tek başına. Dolayısıyla kendini bulma atölyeleri, kendini gerçekleştirme seminerleri olsa olsa birer ağrı kesicidir. Kendini bulmaya ve tanımaya çalışmak son derece ağrı, sancı ve yara verici işlerdir. İnanmayan Çürümenin Kitabı'na yahut Genç Werther'in Acıları'na, hiç olmazsa Gariplerin Kitabı'na ama mutlaka Mantıku't-Tayr'a bakabilir.

Hepimiz öyle veya böyle Kaybolan'ın Hakan'ıyız aslında. Kimimiz yârini kimimiz yerini, bir başkası yolunu öteki yurdunu aramıyor mu? Arıyor. Bir acayip ruh mülteciliği bu. Şunu da unutmamalı: "Herkes hayatında en az bir kere deliriyor, düşüyor, kayboluyor ve hiç kimsenin delirmesi, düşüşü yahut kayboluşu bir başkasınınkine benzemiyor."

Ne tozlu devran ki çırp çırp bitmiyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

18 Kasım 2020 Çarşamba

Kalbini dinle, toprağa dön, insan kal

Mustafa Kutlu sadece öykücülüğüyle değil düşünce yazılarıyla da bu topraklardaki yerli yazarlarımızın en tepesindeki isimlerinden biri olduğunu ilk kitabından itibaren okura göstermiştir. Onun denemelerini okurken yabancı bir hissiyatla veya maddeyle karşılaşmayız. Tıpkı öykülerinde olduğu gibi. Bu iki türde birbirine koşut konularda uzun yıllardır düşüncelerini okurla paylaşan yazar en son Kalbin Sesi: Bir Hicret Risalesi adlı bir kitap yayımlamıştı. Bu kitapta uzun yıllardır deneme ve öykülerinde işlediği konuları daha tertipli düzenli ve bir bütün halinde okurla paylaşmıştı. Kutlu en son 2020 yılının başında bu kitabın devamı olarak Kalbin Sesi İle Toprağa Dönüş adlı çalışmasını yayımladı. Bu yeni kitabı, bir önceki kitabının içeriğine ek olarak Toprağa Dönüş adlı bir bölüm ihtiva ediyor ve on tane yeni denemeden oluşuyor. Bu kısma geçmeden önce bir önceki kitabında ve yeni kitabında da aynı şekilde bulunan bölüme değinmek gerekir.

Mustafa Kutlu kitabının ilk kısmını, yani 2019’da yayımladığı Bir Hicret Risalesi adı taşıyan kısmını ‘400 yıldır yolunda gitmeyen bir sistemden, kanaat ve tarım sistemine, ekonomisine geçişin, bu yolda yapılacak hicretin nasıl olabileceği ile ilgili bir düşünce kitabı’ şeklinde tanıtmıştı. Ve bu cümleden yola çıkarak Müslümanlara hitap eden bir kitap ortaya çıkardı. Zaten kanat ekonomisi terimi yazara yabancı değil. Yıllardır öykülerinde bu konuyu işlemişti yazar, bunun nasıl olacağını kurgu karakterler ve olaylar üzerinden okura aktarmıştı. Bir Hicret Risalesi kısmında da artık hicret etmenin vakti geldiğini okura ilan eder gibi yazmıştı yazılarını. Yazar ilk kitabında bazı yazarları almıştı yanına. Bunlar Nurettin Topçu, Sadettin Ökten, İsmet Özel, İsmail Kara ve Şaban Teoman Duralı gibi değerli şahsiyetlerdi. Özellikle Nurettin Topçu’yu temel alarak bir ‘ahlâk nizamı’ önerisi sunmuştu okura. Bu öneriden yola çıkarak Hududullah’a ulaşılacağını ve bu çarpık ve sapkın sistemden nasıl çıkacağımıza dair bir rota çizmişti: “Hedef Hududullah çerçevesinde vücut bulacak bir sistem arayışıdır.

İlk kitap bir bütün içinde birçok kollara ayrılıyordu. Ahlâk nizamı ve Hududullah’tan ayrılmadan; eğitim, ekonomi, şehirleşme gibi konularda yapılacak şeyleri incelemişti yazar. Elbette bunları hayatı boyunca anlatmıştı Kutlu ama bir bütün içinde ve bazı kavramların dışına sapmadan Kalbin Sesi: Bir Hicret Risalesi’nde toparlamıştı fikirlerini.

‘Hicret’ demişti Mustafa Kutlu biz Müslümanlara. Bunun yolunu çizmişti. Yeni kitabında ve ilk kitabının devamında ise bize toprağa dönmeyi öneriyor ve yıllardır ‘toprağa dönüş’ ile ilgili fikirlerini de ek olarak yazdığı bu on denemede topluyor. Ben Kutlu’yu bu kadar dertli gördüğüm denemeler hatırlamıyorum. Yazar, sistemin masasına bir tekme atıp kurtuluşa ermemizi sağlayacak çok şey söyledi şimdiye kadar ama bu kadar dert ettiğini bu on deneme net şekilde gösteriyor. Bir kâlp ağrısı çekiyor yazar bu sistem içinde geçirdiğimiz her andan. Gerçek bir Müslüman’ın tavrını taşıyor ve bu kitapta da hitap ettiği kesim yine aynı. Bir değişim olacaksa buradan olacak diyor Kutlu: “Âmentüye inananlar için ‘toprağa dönüş’ sırat-ı müstakime ulaşmak anlamındadır. Kapitalizm sadece bir iktisadi sistem değil neredeyse itikadi bir meseledir. Gücünü ve hâkimiyetini öncelikle anasır-ı erbaa’ya saldırarak devşirir. Havayı-toprağı-suyu ve nihayet insanı sömürmektedir.

Bu sistemin, bu dünyanın bu şekilde gitmeyeceği malum. Ancak bu konularda şimdiye kadar bir şeyler anlatmaya çalışan çok yazar olsa da bunu kimse Mustafa Kutlu kadar dert etmedi. Çünkü hâlâ somut zararlar görünmüyor tabiatla ilgili olarak. Görünenler de bir şekilde geçiyor ve hayat normal rutinine dönüyor. İnsan, bir felaketi başına gelmeden anlayamaz. Mustafa Kutlu kapitalizmin bizi getirdiği yerin ve son’a geldiğimizin farkında. Çırpınıyor resmen Müslümanım diyenlere bir şeyler anlatmak için. Fakat gördüğümüz kadarıyla kimsenin umurunda değil. Çünkü kimse refah ve konforunu bozma cesaretinde değil. Kimse küçük şehirde dahi yaşasa üzerine toprak değmesini isteyecek bir cesarette değil. Bir ütopyadan bir hayalden mi bahsediyor bize yazar? Şu an için evet ancak bir değişim olacaksa akşamdan sabaha olmayacağının da farkında. O açık açık anlatıyor neyin nasıl olması gerektiğini. Teknik ve teknoloji kavramlarını ayırt etmemizi, büyümenin büyüsünden aklımızı ve kalbimizi kurtarmamızı öneriyor, bizi bir seferberliğe çağırıyor ve ilk kitabındaki gibi rotasına yeni yollar çiziyor. ‘Teşhis var tedavi de var, uygulaması artık sizden’ der gibi.

Bunlardan başka toprak, su ve hava konularına da tek tek değiniyor yazar. Hava kirliliğiyle ilgili yazısında ölüm oranlarını vermesi iyi olmuş çünkü somut verileri görmeden inanmıyoruz biz insanlar: “Yaz-kış her mevsim İstanbul’da Çamlıca tepesine çıkıp oradan şehre bakın. İstanbul’un üzerinde bir gri bulut göreceksiniz. İşte bu. İçiniz sıkılacak. Artık dünyanın tüm şehirleri böyle. Kirli hava soluyoruz. Sebep: Sanayi-endüstri-teknoloji vb. Sağlık olsun, ama nasıl olsun? Dünyada saatte 800 kişi hava kirliliğinden ölüyor. Dakikada 13 kişi demek. … Hava kirliliği her yıl 7 milyon kişinin ölümüne yol açıyor; bu sayının 600 bini çocuk.

Kutlu’nun dedikleri ilk bakışta ‘hangi çağda yaşıyoruz’ ya da ‘yıl bilmem kaç olmuş yazar bize toprağa dön, kanaat et diyor’ gibi tepkilerle karşılanabilir ki yazar da buna hazır. Ancak o dediklerini ilk defa demediği için ve yıllardır bunun alt yapısını hazırladığı için Kutlu’yu hayalcilik veya tutarsızlıkla suçlayamayız. Onun dediklerini Sadettin Ökten Hoca’nın şu dediklerinin paralelinde anlaşılması gerektiğini düşünüyorum: “Nitekim teknolojiye hiçbir şekilde karşı değilim; zira o da Cenab-ı Allah’ın ‘Ol’ emriyle olmuştur. Her teknolojik âlet, Müslümanlar için bir imtihan sorusudur; onun size hâkim değil, tâbi olmasını sağlayarak bu imtihandan geçebilirsiniz.” Evet, Mustafa Kutlu teknolojiye tamamen karşı görünebilir ancak Ökten Hoca’nın ‘imtihandan geçmek’ diye söylediği şeyin Kutlu’nun ‘teknik ve teknoloji ayrımını yapmak lazım’ dediği şeyle aynı minvalde olduğunu düşünüyorum.

Mustafa Kutlu’nun kitabına ileriki zamanlarda bir ek daha gelir mi? Bilmiyorum, yazar sanki başka yazmayacakmış gibi anlatmış konuşmak istediklerini. Fakat bir ek gelmesine de gerek yok zaten, kitap bu haliyle de gayet derli toplu ve bir çıkış yolu öneren denemeler içeriyor. İyice sindirmek lazım bu fikirleri. Ne demişti Sadettin Ökten: Nadan bir dünya bu. Kalbimiz inciniyor, fark etmiyoruz. İncinmiş kalpleri tamir etmenin yolu Mustafa Kutlu’nun denemelerinde olabilir. Şikâyet etmeden eyleme geçmek lazım.

Mehmet Akif Öztürk

Dijital toplumun insanlarına rehber kitap

Ne zamandır 19.yüzyılın mimarisi ve 20.yüzyılın öğretmenleriyle 21.yüzyıla öğrenci yetiştiriyoruz diye feryat ederken kapıyı pandemi çaldı. Pandemi birçok şeyi değiştireceği gibi eğitimi de alt üst edeceğe benziyor. Peki bizler gelecek için hazır mıyız?” diye soruyor Pedagojik Dertlenmeler’in yazarı Barış Aygener

Eğitimci Yazar Barış Aygener, pedagoji merkezli eğitimi dert edinenlerden. Yeni kitabı Pedagojik Dertlenmeler, kısa sürede ebeveynlerin ve eğitimcilerin başucu kitabı oldu.

Pedagojik Dertlenmeler’in yazarı Barış Aygener, niyetini şöyle açıklıyor: “Dert edindim çocukları, çocuk ve gençlerin gerek ailede gerek okulda yetiştirilme biçimlerini, örselenmiş kırgın insanları, insanın doğasını hiçe sayan eğitim sistemini; merak ve hayret duygularının, ilgi, bilgi, deneyim ve yeteneklerin yok sayılışını, teknolojinin uyuşturucu gibi kullanılışını, doğadan kopuşu, güce tapıldığında iyi, güzel ve doğru değerlerin görmezden gelinişini… Çocukların hüznünü, gençlerin çığlığını, anne ve babaların çaresizliğini dert edindim.”. Aygener, gerçekten can evinden vuruyor insanı.

Bunca derde rağmen umutsuz değil yazar. Dertlerin bize yol göstereceğini, sorunların çözümünde pusula görevi göreceğine inanıyor. Yazarımız hedef kitlesini de belirlemiş: İnsanın yüceliğine, insani ve evrensel değerlere inanan insanlar. Zira Âşık Veysel’in sözünü hatırlatıyor bize. “Anlatmam derdimi dertsiz insana. Dert çekmeyen dert kıymetin bilemez.

Pedagojik Dertlenmeler, yeni çıkmasına rağmen kitapseverler tarafından hızla kabul gördü. Kitabın okuyucu ile buluşmasında zamanlamanın etkisi var sanki. Pandemi üzerinden dünyanın kabuk değiştirmesine tanıklık ettiğimiz bu dönemde eğitimden ekonomiye, siyasetten kültüre her şey değişecek fakat en büyük değişiklik insanların dünyaya, yaşama bakışındaki değişiklik olacak. Kitap aslında bu değişimin izini sürüyor, zamanın akışını takip ediyor.

Kitabın bölümlenmesinde zaman esas kılınmış. Dört bölümden oluşuyor kitap. Yaşama dair rehber yazıların ilk bölümü, “Zamanın Ruhunu Üfleyen Düşünceler” çağı yakalayan, ufuk açıcı, yenilikçi zamane yazılarından oluşuyor. Bu bölümde pandemi ile değişen sosyal yaşamımız ele alınıyor. Zamanın konu ve sorunları işleniyor. Zira günümüzün nabzını tutan ilk bölümde teknoloji, geleceğin dünyası, dijital toplumun insanlarının gündemleri var. İkinci bölüm, “Günden Devşirilen Kalıcı Düşünceler” sosyolojiden psikolojiye, felsefeden eğitim bilimlerine kadar geniş bir yelpazeden beslenen her zamanın yazılarını kapsıyor. Gün içinde her birimize tanıdık gelen kişisel hikâyeler üzerinden bir farkındalık yaratılmaya çalışılmış. Üçüncü bölüm, “Bilgelik Yolunda Düşünceler” çok yönlü gelişimin, her birimiz için sonsuz ve sınırsız olması gerektiğini zamanı aşan yazılar ile hatırlatıyor. Kendimizi yetiştirmede rehberlik edebilecek, uyanışı sağlayabilecek ipuçlarını barındırıyor içinde. Dördüncü bölüm olan “Röportajlar” ise zaman ayarlı yazılar. Gündemin nabzını tutan konulara ilişkin yazarla yapılan röportajları içeriyor. Bu röportajlardan dijital mentorlüğe ve psikolojik dayanıklılığa ilişkin olanları bir süre daha gündemimizi işgal edeceğe benziyor.

Kitapta, “İnsanı anlamak her şeyin başı. İnsanın, kendine özgü ilgi, yetenek ve beğenilerini ortaya koyarak kişisel gelişim yolculuğuna çıkmasını sağlamalıyız” diyor yazar.

Yazarımız, gelişimin bir ömür zorunluluk olduğu günümüzde gerek kişisel gerekse toplumsal gelişmenin pin kodunu pedagojinin oluşturduğunu düşünüyor. Kitabın arka kapağında “Parmak izi kadar özel ve biricik olan bu kodlar, doğru okunduğunda yaşam daha anlamlı hale geliyor, huzur ve mutluluk yakınlaşıyor. Huzur ve mutluluğun önündeki zaman ve mekânı aşan ruh durumları ve ruh durumlarını belirleyen anlam, değer, inanç ve kabullerin beraberinde getirdiği bilinç hali, her birimiz için farklı yaşamlara kapı aralıyor. İnsanın psiko-sosyal özelliklerini içeren söz konusu şifreler, eğitim sürecine yerleştirildiğindeyse toplumsal kalkınmanın ilk koşulu gerçekleşmiş oluyor.” diyerek bireysel olanla toplumsal olanın bağını kuruyor ve ekliyor: “Söz konusu bu şifreleri çocukluk döneminde keşfetmenin önemi büyük. Çocuklarımızın sahip olduğu potansiyeli, geçilmemiş dev bir okyanus, keşfedilmemiş yeni bir kıta, açığa çıkarılmayı bekleyen fırsatlarla dolu bir dünya gibi düşündüğümüzde önümüzde bir sonsuzluk uzanıyor. Çocuklarımıza merak ve ilgilerinin izini tutkuyla sürmelerini öğretmek, zorluklarla mücadele becerisi kazandırmak, hiç tükenmeyecek pedagojik piyango haline dönüşüyor, özellikle ülkemizde.

Kitapta yer alan denemelerin başlıklarının neredeyse her biri aforizma niteliğinde. İşte başlıklardan birkaç örnek: Kaç Öğretmeninizi Hatırlıyorsunuz, Pandemi Öğrenme Devrimine Neden Olabilecek mi, Gelecek İçin Hazır mıyız, İnsanın İnsana Körlüğü, Bilmek ile Olmak, Çocukluğa Kaçmak, Düşüncelerimiz Yaşayacaklarımız İçin Bir Davetiye mi, Şikayet Ettiklerimiz Öğretmenimiz Olabilir mi…

Kitabın hoş bir üslubu var. Yazarla okuyucu konuşuyormuş gibi sohbet havasında yazılmış. Kitapta verilmek istenen mesajlar hemen herkesin günlük yaşamında karşılaşabileceği konu ve olaylar üzerinden anlatılmış. Dolayısıyla kitabın her bölümünü sarıp sarmalayan derinlikli düşünceler okuyucuyu yormayan, sade ve samimi bir üslupla dile getiriliyor. Kitabın kapağında dikkat çeken anahtar deliğine gözünü dayamış küçük çocuğun meraklı bakışlarıyla bir yandan 21. yüzyılda eğitimin değişen yönlerini yenilikçi bir ufukla değerlendirirken diğer yandan insanlığın tüm zamanlar için geçerli evrensel tarafına keyifli bir yolculuğa çıkıyoruz.

Pedagojik Dertlenmeler, işlediği konular ve gündeme getirdiği sorularla geniş bir kitlenin dikkatini çekeceğe benziyor.

Muaz Ergü
muaz-01@hotmail.com

17 Kasım 2020 Salı

Rüya ile gerçek arasında çoğalan öyküler

Abdullah Harmancı, Melek Kayıtları’ndan sonra yirmi dört öyküsünü yine İz Yayınları arasında Behçet Bey Neden Gülümsedi? başlığında iki kapak arasında topladı. Hayatın kendisinden ilham alan, elinizi uzatsanız hemen dokunabileceğiniz, oturup dertleşebileceğiniz kahramanların öyküsü Harmancı’nın en baştan beri sürdürdüğü. Bu kitaptaki öyküler de bu izin peşinde.

Harmancı, doğrusuyla yanlışıyla; hatasıyla sevabıyla yaşadığımız zamanın çocuğunu, çağ kardeşlerimizi anlatır bize bizzat bu kardeşliğe katılarak. Hikâyelerinde bildiğimiz insanı anlatırken, yargılamaz. Sosyal mühendisliğe girişmez, idealize etmeye hiçbir sebeple yeltenmez Abdullah Harmancı kahramanlarını. Olduğu gibidir herkes.

Behçet Bey Neden Gülümsedi? yazarının yaşadığı şehrin –Konya’nın- dokusu ve kokusuyla çevrelenmiş, her zaman derine her zaman iç muhasebeye doğru açılan Harmancı öyküsünün tam olarak demini bulduğu bir kitap. Okudukça içinize işleyen, işledikçe gafletle ıskaladıklarınızı size şefkatle hatırlatan öykülerle karşılaşıyorsunuz.

Harmancı öykülerinde size peşin hisseler verilmez. Sonuca varamazsınız. Sorular, soruları doğurur. Yaşadıkça biriken, çoğu zaman acıtan ama her zaman hayretle sorulan sorulardır bunlar. Öykü başı sonu belli olan bir tür değil mi oysa? Başlangıçta gördüğünüz tüfeğin patlaması, yazarın kahramanına çizdiği kaderi yaşaması değil mi? Harmancı öyküsünde böyle gitmiyor işler; yollar sarpa sarıyor, işin içinden başka işler çıkıveriyor.

Kitapta okuyucu ısrarla kahramanın iç dünyasına çekiliyor. Hayret, son durağınız oluyor, elinizi şakaklarınıza koymuşken buluyorsunuz kendinizi. Cebelleşiyorsunuz durmadan kahramanın mokasenlerini giyerek kendinizle. Her bir öyküde ayrı bir muhasebenin içinde buluyorsunuz kendinizi. Bu bezdiren, küstüren bir sorgu hali değil, korkmayın. Aslında kitap bazen sizi güzel gösteren bir aynaya dönüşüyor. Sizin baktığınız gibi bakıyor, sizi söylüyor. Bunun da tehlikeli bir tarafı var mı? Elbette ama gelgelelim işin sonu hep bedelli bir yüzleşmeye varıyor. Öyküler bu yönüyle birbirine özenle bağlanmış sanki. Kopmuyor, koparamıyorsunuz birbirinden.

Hiç yeri değilken, daha en başta kalbinize çakılan çivileri hatırlıyorsunuz. Abdullah Harmancı, hiç yeri değilken yapıyor bunu size. Çayınız soğuyor, ağzınızı tatlandıran oyalanmaların acı tadı geliyor dilinize. Tadınız kaçıyor doğrusu başlarken. Soğumuş çayınıza dahi başka gözle bakıyorsunuz.

Enkaz altında size kaybettiğiniz şeyleri aratıyor biraz da öyküler. Çocukluğunuzu, annenizin kısır sohbetlerini, avlulu evlerin ikindi ferahlığını özletiyor. “Şeker Mahallesi”nde yükselen binalar içinizi karartıyor, ürperiyor, korkuyorsunuz bu binalardan herhangi birinin herhangi bir dairesinde yaşlanmaktan. Top oynadığınız mahallenin çukurlu, çamurlu yollarını özlüyorsunuz. Nostaljik değil bu anımsatmalar, ne idik ne olduk sorgusu daha çok.

Abdullah Harmancı, alışmış giderken çalan bir telefon, her şeyi yoluna koymuşken çıkan bir engel, artık tamam demişken her şeyi başına döndüren o düşüş anına odaklıyor öyküsünü; oracıkta kör düğümünü atıveriyor. “Nası dünyaymış ülen arkadaş?” ise bu dünya, gözüne takılan gönlünde yer ediyor sanki yazarın. Dokunuyor bu soru zihninize. Anlıyorsunuz.

Görünmenin, bilinmenin, sevilmenin haddini hududunu tanımayanların gözlerinden taşan hırsın, dostluğu öldüren ihtirasın sonu pişmanlığa varan hikâyesini anlatıyor Harmancı. İğneyi ister istemez kendinize batırıyorsunuz. Sormadım demez kimse şöyle: Ne geçecek eline, şu yapıp ettiklerin neye yarayacak ve bunlardan kime ne? Elindeki kalemin kârı, söylediğin sözün muhatabı kaldı mı? Edebiyatın bencil tarafını yoklarken, “Yazıyoruz da ne oluyor?” diye soran kahramanının masaya vurduğu “elinin ayası”nda isyana kalkan bir feryada ortak ediyor sizi Harmancı. Anlıyorsunuz. Uzun emel, uzun ömür derdine düşen; dünyayı “ölümsüz kasabaya” çevirmenin beyhude çabasını, zamanı sermayeye tebdil eden tarafımızı irdeliyor ironiyle nazikleştirerek Harmancı. Anlıyorsunuz.

Bazen de hiç olmaz bu iş derken, iflah olmaz bu adam derken, çıkmaz sokak burası derken umuda, feraha kapı açıyor kitap. Anlıyorsunuz. Hayatımızda yeni sayfalar açma, nedametle kirlerden ve paslardan arınma; kendine çeki düzen verme, gerekiyorsa başka bir yerlere çekip gitme, küsme hakkınızı hatırlatıyor size. Anlıyorsunuz.

Rüya ile gerçek arasında çoğalıyor sanki Harmancı öyküleri. Dünyadan göçenler ile yeni gelenler arasındaki perdenin aralandığı, çocukluğun tekrar tekrar yaşandığı, herkesin yerine yaşandığı bir muhayyele sarıyor kitabın sonlarına doğru sizi. Dalgın dalgın niye bakıyor acaba hep yazar diye sorarken sürekli ardı ardına iki öyküde buluyorsunuz cevabı. Anlıyorsunuz.

Dünya karar yurdu değil, yarım kalmak sermayemiz. Yokluktan varlığa, bidayetten nihayete, hamlıktan kemale, beşikten mezara, dünyadan ahirete, A’dan Z’ye her birimizin dünyasında olmuş, olan ve olacak ne varsa Köksal Alver’in ifadeleriyle ince bir dikkat, acı bir dokunuş ve merhametli bir konuşmaya dönüşüyor Harmancı hikâyesinde. Bir de okurken yazarı merakla sizi izliyor sanki müşfik gülümseyişiyle. Anlıyorsunuz…

Orhan Gazi Gökçe
twitter.com/OGGokce