7 Ekim 2020 Çarşamba

"Ömür, Temmuz güneşine mâruz kalan kardır"

"Bir deste gül ne işine yarar
Onun yerine, gel benim gülistanımdan bir yaprak al
Gül ancak beş altı gün yaşar
Bu gülistan daima ter-ü tâze durur."

- Sadî

Geçtiğimiz ay yayınlanan kitabında Sâdi’yi, “Hayatın, Aşkın ve Tutkunun Şairi” olarak betimlemiş İranlı tarihçi Homa Katouzian. Bu tanımlama büyük şairi tam manasıyla anlamak için eksik bir tanımlama bana göre. O, aynı zamanda yaşadığı dönemden günümüze hikmetin, insan-ı kâmilin de en önemli temsilcilerinden birisi. Farsça ile veya hikmet ilmi olan tasavvufla yolu kesişip de Bostan ve Gülistan adlarını taşıyan eserlerini okumayan yoktur herhalde. Bu meşhur eserlerinin de tesiriyle, hemen herkesin zihninde Sâdi’ye dair bir şeyler çağrışsa da gerçekte kim olduğu, nasıl bir hayat sürdüğü hatta hangi yüzyılda yaşadığını bile pek kimse bilmez. Pek çok insan için o, aşkı ve tutkuyu öne çıkaran şiirler yazan, hikmetli hikayeler anlatan bir isimden ötesi değildir. Ülkemizde bu büyük şairin hayatını konu edinen biyografik bir eser yok bildiğim kadarıyla.

İşte, Homa Katouzian’ın kaleme aldığı, Vakıfbank Kültür Yayınları tarafından neşredilen Sâdi: Hayatın, Aşkın ve Tutkunun Şâiri başlıklı biyografi bu büyük şairin çok daha iyi tanınıp anlaşılmasını, tarihsel perspektife daha iyi oturtulmasını mümkün kılıyor. Bu arada tarih ve edebiyat literatüründe Sâdi’ye dair yapılan bütün çalışmalara da derli toplu bir şekilde bakmamızı sağlıyor. Eserlerinde anlatılan hikayelerin gerçekten ona ait olup olmadıklarını değerlendiriyor. Bugüne kadar onun hayatına dair verilen pek çok bilgiye ciddi itirazlar getiriyor ve okuyucuya farklı perspektifler sunuyor. Mesela, bugüne kadar Sâdi hakkında ileri sürülenin aksine, seyahatlerinin sınırlı bir alanda kaldığı ve Cuveynî kardeşler ile karşılaşma ihtimalinin çok zayıf olduğu kitapta ileri sürülen iddialar arasında.

Kitabı okumaya başladığınız andan itibaren, Sâdî’nin o çile dolu, İslam dünyasının Moğol istilası ile perişan hale geldiği dönemin havasını soluyor, onun kendine has yaşamının içerisinde kendinize dair bir şeyler de buluyorsunuz.

Sâdî’nin yazdığı her satır muhtemelen kendi hayatının derinliklerinin yansımalarıydı. Küçük yaşta babasını kaybedince, anne tarafından dedesinin himayesinde yetişti. 1223 senesinde Bağdat’a giderek Nizamiye Medreseleri’nde okudu, burada tanıştığı Şeyh Sühreverdî’nin meclisine katıldı. Sühreverdî gençlik yıllarında Sâdî’yi etkileyen en önemli isimdi. Bağdat’ta bir hayli kaldıktan sonra, kendisinden yaklaşık 200 yıl kadar önce okuduğu medresenin başmüderrisliğini üstlenen Muhammed Gazzâlî’nin yaptığı gibi insanlardan uzaklaşıp kendisini yollara vurdu. Medreseyi terk ederek, dünyaya ve dünya nimetlerine sırt çevirdi. O, “dünyaya râm olanın gözünü ya kanaat ya kara toprak doyurur” diyerek dünyanın fâniliğini dile getiriyor, bir anlamda yaşadığı ruh halini satırlara yansıtıyordu.

Sâdî ellili yaşlarını aştığı yıllarda önce Bostan’ı, ertesi yıl ise İlhanlı hükümdarı Hülagü’nün, Abbasi Halifeliği’nin başkenti Bağdat’ı ele geçirip, Halife’yi atların ayakları altında çiğnettiği 1258 senesinde, en meşhur eseri olan Gülistan’ı kaleme aldı. Birer yıl arayla yazdığı bu eserlerinde erdemli, iyi bir insan olmanın gerekliliği ve bunun nasıl elde edileceği üzerinde durmuş, pek çok tasavvufi hikâye ile vermek istediği mesajı desteklemişti. Bunlar belki de sufi kimliği ile tanınan büyük yazarın mensubu olduğu tasavvuf düşüncesinin yıllar içerisinden süzülüp satırların yansımış ifadeleri belki de Moğol İstilası altında inleyen İslam toplumuna bir çeşit sabır ve teslimiyet mesajıydı. Bu eserleri belki de: “Be adam, elli yaş yaşadın, hâlâ uykudasın, bu kalan beş günün mü kıymetini idrak edeceksin” cümleleriyle betimlediği gibi; olgun bir insanın, geriye bakarak geçip giden hayatını sorgulaması ve hayatın anlamsızlığını kendisinden sonra gelen nesillere anlatma gayreti, bir anlamda hayatını belli erdemlerle süslenerek, dünyaya itibar etmeyerek geçirmeleri yönündeki tavsiyeler bütünüydü. Sebebi her ne olursa olsun hem Bostan hem de Gülistan yüzyıllar boyunca pek çok insan tarafından okundu. Şerhleri yapıldı, kütüphanelerin en değerli köşesini süsledi. Bazen bir babaannenin torununa öğüt vesilesi, bazen bir şeyhin talebelerine dersi, bazen bir dostun dostuna en kıymetli hediyesi oldu.

Sâdî çocukluğundan itibaren kuru cehaletin karşısındaydı. Cahilliği her zaman eleştirdi. O, cahillerin en belirgin özelliğini, muhataplarına karşı verecekleri bir cevapları yahut söylediklerini ispatlayacak delilleri kalmadığında saldırıya geçmeleri şeklinde tanımlamış, hiç değişmeyen bu tavrı yüzyıllar öncesinden satırlara dökmüştü. O her zaman âlimleri, hikmeti, sadeliği övüp, âlimlerle dostluk kurmayı tercih etti. Bu arada anlattığı hikayeler üzerinden devrinin siyaset adamlarına üstü kapalı mesajlar göndermeyi de ihmal etmedi.

Sadi, eserlerinde ve yazdığı küçük risalelerinde her zaman mutasavvıf kimliğini yansıtan bir şair ve şeyh olarak insanı, insanın kendisiyle ve nefsiyle yüzleşmesini öne çıkardı. Ona göre, insan olmanın asli unsuru olarak birbirine saygı duymak ve insanı sevmekti. Kendisinden yaklaşık elli yıl sonra yaşayan Yûnus Emre’nin de dillendireceği “Yaradılanı Yaradan’dan ötürü hoş görme” düşüncesi Sâdî’nin de temel düsturlarından birisiydi. Onun: “Âdemoğulları bir vücudun azâları gibidir, çünkü hepsi aynı cevherden yaratılmıştır, vücudun bir yerinde bir ağrı hâsıl olursa, diğer azanın kararı kalmaz, onlar da rahatsız olur, sen ki başkalarının mihnetinden keder duymuyorsan, sana da insan adını vermek yakışmaz” cümleleri, Hz. Peygamber’in: “Her kim kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için istememiş ise iman etmiş olamaz” sözünün yansımasından başka bir şey değildi.

Homa Katuzian’ın da belirttiği gibi, “Sâdî, gerek yaşadığı dönemde gerekse sonraki zamanlarda Fars dünyasının en çok okunan şairlerinden birisi oldu. O, Firdevsî, Rûmî ve Hâfız ile birlikte İran şiirinin dört büyük temsilcisinden birisi olarak kabul edildi. Şiirleri okuma yazma bilmeyen insanlar tarafından bile ezbere biliniyordu”.

Haşim Şahin
twitter.com/pelitcikli
* Bu yazı daha evvel SabitFikir dergisinde yayınlanmıştır.

Kitaba olan heyecanı ve inancı kaybetmemek üzerine

Kitapların tarihi, şu anki vaziyeti, geleceği üzerine konuşmak, tartışmak, yazmak bilhassa çocuklar ve gençler için çok önemli. Çocukların kitapla olan ilişkisi ayrı, kitapla iletişimi ayrı olarak değerlendirilmeli. Özellikle kitap okuyan ebeveynleri hem heyecanlandıran hem de endişelendiren bir durum: oğlum/kızım kitap okuyacak mı? Bu sorudan sonraki aşama da şöyle: oğlum/kızım iyi kitaplar okuyabilecek mi?

Kitabın iyisini seçmenin zorlaştığı şu zamanlarda, iyi bir okur olmaya çalışmak da ayrı bir problem. Hatta ikisi bir aradayken ciddi bir krizle karşı karşıya olabiliriz. Bir çocuğa kitap sevdirmek, çocuk yetiştirme dönemi için gerçekten stresli ama sıra dışı bir eylem. Temel bir kurtuluş reçetesi belki yok ama sırları, ipuçları var.

Daniel Pennac kitaplara ve okumaya dair yazdığı 134 sayfalık kitabı Roman Gibi'de çocukları önceliyor. Bir pedagog edasıyla çocuklarla kitap arasındaki ilişkinin nasıl kurulması gerektiğini tıpkı kitabın ismi gibi, yani roman gibi anlatıyor. Bu anlatımda hakiki bir kitap tutkununun kitapla kurduğu bağ hakkında önemli incelikler de keşfedebiliyoruz. Bir kitabın insan hayatında gerek zaman gerek mekân olarak nasıl ve nerede durduğuna değiniyor Pennac. Ona göre eğer bir ebeveyn kitap tutkunuysa, bunda muhakkak ailesinden gelen bir hikâye vardır. Nitekim bir söyleşisinde "Sanırım edebiyat zevk olarak hayatımıza ebeveynlerin çocuklarına akşam onları uyuturken anlattıkları, okudukları hikâyelerle giriyor" diyor.

Pennac 1973 yılında başlayan yazarlık kariyerinde "anlamlı kitaplar" yazmayı 1982 yılında bırakıyor ve çocuklara yönelik kitaplar yazma kararı alıyor. Çocuk kitapları, polisiyeler ve Benjamin Malaussène'in maceralarından oluşan dizi romanlarla adından sıkça söz ettiriyor. Yazdığı polisiyelerle Reims Kenti Polisiye Roman Ödülü'nü (1985), Grenoble Kenti Polisiye Roman Ödülü'nü (1987), Küçük Yazı Satıcısı kitabıyla Inter Kitap Ödülü'nü (1990) aldı. Eğitim sistemine klişe eleştirilerde bulunmaktan ziyade, okulların temel okuma yöntemi olan mahkûm etmenin yerine, rol vermeyi tercih ediyor. Yani okulun da okumanın da hayatında bir rolü var, o rolü keşfet diyor. Özellikle çocukların okumayı 'söktükleri' evreyi çok önemsiyor. Yine bir röportajında şöyle söylüyor: "Bilmem siz, küçükken okumayı ilk öğrendiğinizde duyduğunuz heyecanı hatırlıyor musunuz? Çocuklar her şeyi yüksek sesle okumaya başlarlar, sokaktaki bütün afişleri, gazete başlıklarını, ne görürlerse her şeyi! Okumak gerçek bir heyecan. İşte tam o sırada ebeveynler çocuklarına hikâye okumayı, anlatmayı kesiyorlar. Okuma artık çocuğa sadece öğrenme ve anlama çabası açısından sunuluyor, bu da bir kopuş yaratıyor."

Çocuklar ve kitaplar üzerine ciddiyetle eğilmesi, klişelerin üzerine hem mizahını hem de zekasını kullanarak yürümesi Pennac'ı görmemi sağladı. Birkaç söyleşisiyle birlikte hemen kitaplarına yöneldim. Elbette bir ebeveyn olarak Roman Gibi'yle buluştum, küçük molalarla iki saat içinde kitabı bitirdim. Beynimde fişekler çaktıran metinler vardı ve bu metinler öylesine güzel akıyordu ki dönüp baktığımda hiçbir paragrafı yuvarlak içine almadığımı, bazı kelimelerin çevresini diktörtgenle belirginleştirmediğimi, hiçbir cümlenin altını çizmediğimi fark ettim. Çocuk ve kitap; bu iki leziz konu beni benden almıştı. Bunun belki de ilk sebebi, Mustafa Kandemir'in Fransızcadan yaptığı nefis çevirisi.

Simyacının Doğuşu, Okumak Gerek (Dogma), Okuma Ödevi Vermek, El Âlem Ne Okur? ya da Okurun Zamanaşımına Uğramayan Hakları başlıklarıyla dört bölüm var kitapta. Sondan başlayalım. Pennac'ın tüm okurlara sunduğu ve gerçekten güzel anlamlar ifade eden, gittikçe meşhur olan 'okuma hakları' şöyle:

1) Okumama hakkı 2) Sayfa atlama hakkı 3) Bir kitabı bitirmeme hakkı 4) Tekrar okuma hakkı 5) Canının istediğini okuma hakkı 6) ''Bovarizm'' hakkı 7) Canının istediği yerde okuma hakkı 8) Çöplenme hakkı 9) Yüksek sesle okuma hakkı 10) Susma hakkı.

Pennac'ın kim olduğuna ve bu kitapla neyi hedeflediğine dair bir girişten sonra Roman Gibi, bizi küçük bir romanın, belki de masalın içine çekiyor. Okumanın emir kabul etmediğini, sevgiyle olabileceğini söylüyor ki üzerine çok düşünülmesi gerek. Düşüncede kalmayıp harekete geçmek ise en doğrusu. Sevgiyle okumak ve sevgiyle okutmak. Dille, sesle, gözle, elle. Severek. Çünkü: "Okuduğumuz en güzel şeyleri, genellikle sevdiğimiz bir kişiye borçluyuzdur. Ve ondan, sevdiğimiz birine bahsederiz öncelikle. Belki de, duygunun kendine has mahiyeti, tıpkı okuma arzusu gibi, 'tercihten' ibaret olduğu için. Sevmek, nihayetinde, tercih ettiğimiz şeyleri tercih ettiğimiz birilerine bağışlamaktır. Ve bu paylaşmalar hürriyetimizin görünmez kalesini kalabalıklaştırırlar. İçimizde sürekli olarak kitaplar ve dostlar bulunur."

Çocuğu okuma yolculuğuna çıkarırken karşımızda dev bir bariyer var. Sık sık bu bariyerle karşılaşırız: televizyon. Her yerde, her anda vardır o. Hep açıktır. Etrafı görüntüye ve sese boğar. Çoğu zaman, hatta her zaman anlamsızdır. Peki bu televizyon ne ara ödül oldu? Pennac buna değiniyor. Aman ha diyor, kitap okursan televizyon izlemene izin veririm demek gibi bir hataya düşmeyin. Televizyon bir ödül olmamalı, hatta mümkünse hiç olmamalı!

Aceleci olmak da büyük bir kriz. Çocuğu kitaba yönlendirirken acele etmemeli. "Genellikle, ulaşmakta acelecilik göstermediğimiz bir şey çok daha güvenli ve hızlı elde edilir" sözünü hatırlatıyor yazar. Bir konuda ne kadar kendimizden emin, yavaş ve doğal hareket edersek aslında ulaşmak istediğimize de o kadar sağlıklı ve hızlı yolla ulaşmış oluruz. Çocuğun gözüne kitap sokmak bu anlamda tedirginlik verici. Bambaşka bir etki yaratabilir, soğutabilir. Ufak ufak göstermek, hissettirmek ise çok tesir edici, kuvvetli.

Çocukların 'acımasız ve kusursuz' bir okur kitlesi olduğunu hatırlatan yazar, her türlü kültürel öğrenmenin bedelsizliğini keşfettiğinde çocuğun çok iyi bir okuyucu olacağını öne sürüyor. Bu zevke varmanın, yani vardırmanın, iyi okur olma yolunda çocuğun gelecek yaşamını etki altına alacağına inanıyor. Ve ne güzel yazmış: "Evet, bu zevk çok yakındadır. Bulunması kolaydır. Senelerin akıp geçmesine izin vermemek yeterlidir. Karanlığın çökmesini beklememiz, odasının kapısını yeniden açmamız, başucuna oturmamız ve alışılagelen okumamıza yeniden başlamamız yeterlidir."

Doğrudan doğruya bir iletişimden ziyade okumanın bir paylaşma konusu olduğu; Pennac'ın üzerinde hassasiyetle durduğu bir konu. Biz bu işi çok sonraya bırakmakla büyük bir hata yapıyoruz, yanılgıya düşüyoruz. Oysa bir sesin, bir sözün, bir hareketin çocuğun hayatında neleri değiştirebileceğini umursamıyoruz. Belki de önemsemiyoruz ya da abartılı buluyoruz. Oysa Georges Perros ne güzel söylemiş: "Okumak (...) kelimelerin mezar taşını kaldırmak.". Zaten Cemil Meriç de "Okumak, iki ruh arasında âşıkane bir mülakattır" dememiş miydi?

Yüksek sesle okumak, kitabı yükseklere koymak çocuğun ilgisini çeker. Ne çok yaklaşmak ister ne de uzaklaşmak. Arada bir ona rastlamak ister, görmek, dokunmak ve hatta onunla konuşmak. Bu yüzden sevgili ebeveynler bir an önce bu meseleye gömülmeli. Öte yandan şu da unutulmamalı: Çocuklara "kitap alışkanlığı kazandırma" diye bir yöntem yoktur. Çocuk evde kitap okuyan birilerini görürse "Böyle bir nesne var ve benim annem-babam bunu çok seviyor, benim de aklımda olsun bir ara bakarım" der, zamanla severse sever. Sözle değil, hâlle öğretilir güzel şeyler.

Yağız Gönüler

6 Ekim 2020 Salı

Zirvede bir dağcı ya da Max Frisch'in arayışı

Bir arayış içinde olmak bazen dinî bazen farklı sebepler içerebilir. Mesela insan Allah’ı arar, bunun için belki de toplumdan uzaklaşması gerekebilir. Sonunda vardığı yer ise yine Allah ve kendi arasındadır. Bulur veya bulamaz. Aramakla bulunmaz demiştir Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri. Fakat bulanlar ancak arayanlardır. 

Dinî veya mistik arayışın dışında bir de modern hayattan başka bir yol/çıkış arayanlar vardır. Bu tür kişiler yaşadığı çağa ayak uyduramamış, içinde hep bir şeyler eksikmiş gibi hisseden kişilerdir. Belki de bu konuda şöyle bir itiraz gelecektir; aslında onlar da içindeki Tanrı eksikliği için bir arayış içindedirler diye. Ancak bu duruma katılmıyorum. İçinde Tanrı aşkı veya sevgisi tam olup da bu çağa, dünyaya, yaşadığı zaman dilimine ayak uyduramamış kişiler mevcuttur. Bu durumu mistik tarafın dışına çıkarıp bir filmden örnek vermek istiyorum: Into the Wild filminden. Ünlü bir filmdir. İzleyenler bilir, üniversiteyi bitiren kahramanımız önündeki bütün imkânları elinin tersiyle iter, kredi kartlarını kesip atar, ailesini de karşısına almak pahasına kendini dağlara, yaban hayatına vurur. Gerçek bir hikâyeden uyarlanmış bir filmdir ve sonu da oldukça etkileyicidir. Film nasıl biterse bitsin, kahramanımız mutlu ve huzurludur. Max Frisch’in Sessizliğin Yanıtı adıyla yayımlanan romanını okuduğumda aklıma direkt bu film geldi. Frisch, romanında Yolcu diye bahsettiği karakter üzerinden bir arayış rotası çiziyor. Bu arayış yer yer dünyevi bir hâl alsa da aslında karakterin, belki de yazarın varoluşunun peşinden gitmesinin baskın olduğu bir durum hâlini alıyor. Çünkü Sessizliğin Yanıtı otobiyografik ögeler de taşıyan bir roman ve ben bu ögelerin tahmin edilenden daha fazla olduğuna inanıyorum.

Dağa giden, dağlarda yaşamayı seçen, arkasında bir nişanlı ve bir meslek bırakan 30 yaşındaki dağcı, hem yürüyüp hem de ağabeyiyle 13 yıl önce aynı rotada yaptığı geziyi düşünür. Kitabın genelinde olduğu gibi, sorgulamalarla devam eden bir yürüyüştür bu. Dağcı, gençliğin verdiği fütursuz bir özgüvenle hem ağabeyini küçümser hem de kendini sorgular. Dağcının sıradan olmama, olumsuz bir şekilde de olsa farklı olma arzusu hep baskındır. Zaten kendini de bu arayışa bir bakıma bu bakış açısı yönlendirmiştir. Umutla umutsuzluk arasında, umuda tutunup dağlara kaçar, kimselere haber vermeden:

…Gerçek yaşam öyle başka ki, diyor dağcı… En azından kendi hayatının öyle olduğunu düşünüyor: Onun hayatında net bir akış ya da hayatı boyunca ona eşlik eden temel bir düşünce yok; süreçler ya da eylemler olmaksızın eriyip kayboluyor hayatı, tutku solup bir ruh haline dönüyor, kararları da kum misali parmaklarının arasından kayıp gidiyor, her seferinde bir avuç dolusu kum alsa da elini her açtığında bir şey kalmadığını görüyor, ümitsizliğe kapılsa ümitsizlik de yitip gidiyor tıpkı umut gibi, sevinç çığlıkları gibi, acı gibi ve her şey gibi, yaşamın tamamı gibi.

Bu uğurda bir hedefi vardır dağcının: Hiç çıkılmayan Nordgrat’a çıkmak. Fakat bu hedef bile onu kendine getiremez, sorgulama ve anlamlandırma çabalarından sıyrılamaz: “…Olur da dağa tırmanmayı başarırsa başka biri mi olacak?

Bu uğurda dağcıya, kaldığı pansiyon tarzı yerdeki bir kadın da eşlik eder. Dağcının tek başına olduğunda ve yanında biri olduğundaki davranışları, umutla umutsuzluğu arasındaki farkı kadar çok bence.

Kitaba bir arayış romanı demiştik. İnsanın kendisiyle çıktığı yolda kendine varma çabası da diyebiliriz. Dağcı adım adım zirveye tırmandığı yolda, kararlar da alır ve attığı her adım ve çıktığı her yükseklikte bu kararlar da zirveye yaklaşır. Tepe ise karar noktasıdır. Her şey en tepededir. Yazar burada eylem-düşünce sürekliliğini ve paralelliğini başarılı bir şekilde sembolize etmiş.

Kolektif Kitap’tan 2019 yılında neşredildi Sessizliğin Yanıtı. Dilimiz için yeni bir kitap sayılabilir. Aynı zamanda bir sonsöz içerir roman. Bir başka yazar Peter von Matt tarafından yazılan 16 sayfalık sonsöz hem kitabı daha iyi anlamlandırmamızı hem de Max Frisch’i daha iyi tanımamızı sağlar. Çünkü Peter von Matt yazarın hem edebî hem de kişisel yönünü başlıklar halinde inceleyerek kitapla bağlar kurmuş, kitaptaki sembolik ögeleri de açıklayıcı bir şekilde bir bağlama oturtmuştur. Aslında kitaplarda sonsöz gibi yazıları çok sevmem ama Sessizliğin Yanıtı için iyi olmuş diyebilirim. Örneğin, Peter von Matt’e göre bu kitap, burjuva dünya görüşünün hayata geçirilmesi fikriyle uzlaşmanın peşi sıra gelecek krizi daha başından ele alır. Evet, bu cümle kitabı tam anlamıyla tanımlayan cümledir aslında. Von Matt bu cümlesini destekleyecek olaylar ve sözler de bulur kitabın içinden ve bu durum okuyucu için bir kolaylık sağlar. Ancak bu sonsöz olmasaydı da, Frisch’in rahatsızlığını ve kaçış duygusunu hemen her okur hissederdi. Nasıl Henry David Thoreau’yla bağ kuruyorsa okur, Frisch’in dağcısıyla da (yoksa kendisi mi?) kuracaktı. Fakat şunu söyleyeyim, yaşadığı modern hayattan gayet memnun olanlar için (her anlamda) bu kitap basit bir macera romanından öteye gitmeyebilir.

Gayet başarılı bir üslûp ve iyi bir çeviriyle (Saliha Yeniyol) yayımlanan Sessizliğin Yanıtı yazarı tanımayanlar için iyi bir başlangıç kitabı olabilir. Frisch hayattayken, bu kitabı yoğun eleştiri almış, alay edilmiştir. O da bu eleştirilerden etkilenip eseriyle arasına mesafe koymuş ve bu kitabı toplu eserleri arasına almamıştır. Ancak iyi bir kitap olduğu su götürmez bir gerçektir. Hele ki bir arayış derdinde olanlar için.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

30 Eylül 2020 Çarşamba

Hayatı sevebilirsek anlamlı bir şeyler yapabiliriz

"Çünkü dardır saatler, sığmaz bir araya
Dalgınlık, deniz ve sardunya."

- Melih Cevdet Anday, Güneşte

"Kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok
Altıkırkbeşte vapur ve sancı geç saatlerde."

- İsmet Özel, Yaşamak Umrumdadır

İki yüz küsur gündür evdeyim. Birhan Keskin'in deyimiyle bir küfür gibi evde oturuyorum. Ayağımı lavabodan başka bir yere sokmadım ve Florya sahilinden başka bir yerde yayılıp uzanmadım. Ama şu süreçte çok iyi okudum, iyi yazdım, güzel şeyler de açıldı kötü yüzleşmeler de. Zamanla bunlar bazı metinlere ve kitaba dönecektir, şimdilik bende kalsın. Ama güzel bir projem var. Başladım da. Böyle iyi. Ne yapalım? Şükür. Şikayet etmeyi hiç sevmiyorum, birinden bir şey istemeyi hiç sevmediğim gibi. Kendi hâlinde yaşamak diye bir şey varsa son aylarda en çok yaptığım bu. Selâmet der kenarest. Payına düşenle mutlu olmayı bileceksin azizim, yoksa varlık zor, yaşam zaten zor.

Nehir söyleşilere meraklıyım. Hem geçmişin sayfalarında gezdirir sizi hem de söyleşi yapılan kişinin ömrü ne kadar genişse o kadar doyurur. Alper Hasanoğlu'nun tüm kitaplarını okumuş, konuşmalarına kulak vermiş ve hatta Hayat ve Diğer Hastalıklar ile Aşkın Halleri kitaplarına dair inceleme yazıları yazmıştım. Bu iki kitabı da tatil yaptığım günlere denk gelmişti, dolayısıyla iyi verim almış, sık not çıkarmıştım. Özellikle Hayat ve Diğer Hastalıklar bana kalırsa Hasanoğlu'nun birikimini yoğun biçimde ortaya seren bir kitap. Memleket insanını iyi analiz etmesi ve hayata, yani acılara ve sevinçlere olabildiğince doğal taraflarından bakması ilgimi çekmişti. Gel Hayattan Konuşalım, tam da ismi gibi bir kitap. Hasanoğlu'nun kişisel tarihine yoğunlaşmadan, görüşleri üzerinden ilerliyor. Gazeteci Filiz Aygündüz çok yerinde sorular sormuş, hem mesleğinden hem de merakından dolayı öylesine değil kuvvetli bir söyleşi kitabı ortaya çıkarmaya çalışmıştı. Aslında bu projeyi merhum Engin Geçtan'la yapmak istemiş ama hocanın sağlığı izin vermemiş. Sonra bakmış ki Geçtan, danışanlarını Hasanoğlu'na göndermeye başlamış, bir nevi el vermiş, Filiz Hanım da projeyi Hasanoğlu'na teklif etmiş. Bu yönüyle hikâyesi olan bir kitapla karşı karşıyayız. Esas mesele de kendi hikayemizi çözmek. Sonra başkasını anlamaya başlarız elbet. Onu anladıkça kendimizi bir daha anlarız. Bu kitaplar o yüzden önemli. Kıymetli Ercan Kesal bir söyleşimizde öyle demişti: "Kendi hikâyesini bilmeyen başkasının hikâyesini ne anlar?"

Mutluluğun 'sürekli' bir duygu olmaması, felsefeden kopuk bir psikolojinin kör kalması, aşkın çoğu zaman bir illüzyon olarak -seni değil sen sandığım seni seviyorum- işlemesi, evlilik yakınlığa olduğu kadar mesafeye de ihtiyaç duyması, insanın iyileşmesinde bakış açısının değişmesinin önemi, akıp giden zamanı orta yerinden bölüp boşluk yaratmanın ve ona anlam katmanın önemi, yaşanılanları doğru yorumlamanın hayatı anlamlı ya da anlamsız kılması, insanın acıdan kaçtıkça sürekli arayan ve ne aradığını da bilmeyen birine dönüşmesi, hayata bazen ayrıntılarıyla bazen de geniş bakma gerekliliği, doğru bir ilişkinin en iyi tedavi yolu olması, hayatın en otantik yanının ölüm anında gizlenmesi, ancak bir şeylerden vazgeçilebilirse başka şeylerin de var olduğunun anlaşılabilmesi, mala mülke olduğu kadar duygulara ve düşüncelere de fazla gömülmenin insanı köleleştirmesi, birine yardım etmenin kendimizi iyi hissettirecek en güzel yol olması, sevilen bir şeye odaklanarak -meşgaleler bularak- kaygıdan arınmak gibi konuları irdeliyor kitap. Hasanoğlu iyimserlik veya karamsarlık gibi duygulara gömülmeden okuyanlara umut veriyor belki farkında olmadan. Çünkü söyledikleriyle çoğu zaman bu hayatta her zaman yaşanılabilir şeyler olduğunu ifade ediyor. Bir acı varsa evet o acı yaşanmalı, muhakkak yas tutulmalı ama sonra yaşamaya devam etmeli. Diğer yandan, televizyon programları veya sosyal medya aracılığıyla herkesin birbirini kolayca hasta ilan ettiği bir zamanda Alper Hasanoğlu şöyle söylüyor: "Bir insanın bozuk olmasına, bir insana bozuk demeye itiraz ediyorum. Türkçesine özellikle itiraz ediyorum. Çünkü Türkçede bozuk olmakla İngilizcede 'disordered' ve Almancada 'gestört' demek arasında çok ciddi farklar var. 'Disordered'da bir şey yolunda değildir. Ama bozuk bayağı damgalayıcı bir şey. 'Bozuksun sen'... Psikiyatride belli bir zaman sonra hastalık kelimesi damgalayıcı bir şey olduğu için hastalık denmekten vazgeçilip 'disorder'a geçildi. 'Illness'dan 'disorder'a geçildi. 'Krankheit'dan 'störung'a geçildi. Türkçede ise hastalıktan bozukluğa geçildi. Ama bozuk, bozukluk kötü bir şey."

Anasından-babasından görmediğini sevgilisinden, eşinden tahsil etmek isteyen birçok insan var. Belki bu insanlardan biri de biziz. Bu öfkelerimiz, içe kapanmalarımız, kaygılarımız geçmişten gelen bavulumuzun içinde gömülü. Her an fırlamaya hazırlar. İnsan bu durumda iyi bir ilişki kurmak yerine doktora, olmadı yaşam koçuna, o da olmadı hocaya gidiyor. İlaçlara güvenildiği kadar insanlara güvenilmiyor. Dikkatle okunması gereken bir yorum: "Psikoterapi değil, iyi bir ilişki iyileştirir insanı. Doktor tedavi eder, doğa iyileştirir. Doğa dediğim şey de burada doğal, otantik bir ilişki. Babamdan ya da annemden tahsil edemediğim şeyi iyi bir ilişkide, kendimi güvende hissettiğim, sevildiğim bir ilişkide süreklilik ve aidiyet duygusuna sahip olarak giderebildiğimde, doyurabildiğimde geçmiş yaralarım iyileşecektir benim. En iyi tedavi ilişkidir."

Profesyonellerin yazdığı kitaplar yoluyla da insanların iyileşebileceğini söylüyor Hasanoğlu. Neticede dilin ruhlara şifa veren gücü, bibliyoterapi herkesin malumudur. Üst komşudan kahve istenilen zamanlardan xanax istenilen zamanlara geldik. Çünkü kent hayatı ve bana kalırsa 'ağızdan ağıza reklam'ın etkisi ilaç sektörüne yarıyor. Burada bizler için kurtarıcı olan şey bir meşgale bulmak, yapacak bir şeyler edinmek. Bu aynı zamanda kaygıyı da yok ediyor. Bu tip karakterler ne yapmalı sorusunu en basit şekilde şöyle cevaplıyor Hasanoğlu: "Eve geldiğinde kitabını okusun. Benim önerebileceğim bu. Çünkü gelirsin, o kitabın içine girersin. Başka bir dünyayı yaşarsın. Ve emin ol 12'ye kadar o kitabı okuyup uyuduğunda öbür sabah işte çok daha az sıkıntı yaşarsın... Sen sevdiğin bir şeyi yapıp ona odaklanmaya başlayınca anksiyete gidecek zaten. Çünkü unutacaksın onu düşünmeyi. 'Bak okuduğum sayfayı anlamıyorum. Yeniden geri dönmek zorunda kaldım' diyerek kitabı atıp hemen pes etmeyeceksin. Devam edeceksin. Önünde sonunda girersin o dünyaya. Bazı kapıları zorlamak gerekir hayatta."

Engin Geçtan'a ithaf edilen ve içinde ona dair birçok anının, yorumun olduğu bir kitap olmasıyla da benim için özel bir yer kazandı Gel Hayattan Konuşalım. Hasanoğlu'nun şiire olan ilgisini biliyordum fakat İsmet Özel sevgisinden bihaberdim, onu okumak da hiç gizlemeyeyim, epey sevindirdi. Pek çok konuyu (derdi) birbiriyle ilişkilendirerek ve yeniden anlam kazandırarak -çünkü bazı kavramları hiç bilmediğimizden ya da yanlış yorumladığımızdan başımız dumanlı- değerlendirmiş Hasanoğlu. Okuması hem kolay hem de zevkli. İşimize gelmeyen yerleri yok mu? Var. Ama bu hayatın da işimize gelmeyen çok yönü var. Esas mesele konforlu olandan vazgeçip faydalı olana yönelmekte. Kişisel ve toplumsal iyileşme ancak böyle mümkün. Her şeye rağmen yaşamak lazım. Kitapta da söylendiği gibi: "Her şeyi kaybedebilirsin ama kendi varoluşunu kaybedemezsin."

Hayattan hep alacaklı olarak yaşamanın bizden götürdüğü çok şey var. Öfke, doyumsuzluk, hırs... Tüm bunların yerine gayretimizle yaşarsak ki daha güzel, daha doygun bir ömür süreceğiz. Acısıyla, yasıyla, neşesiyle, sevinciyle. Ancak o zaman şaire katılabiliriz: Yaşamak umrumdadır.

Yağız Gönüler

* Kitabın ardından okunabilir: Andre Comte-Sponville, Hayat Yaşamaya Değer.
* Yazının başlığını aldığım bölümden: güzel bir paragraf.

27 Eylül 2020 Pazar

Düşman bütün güçsüzlüklerimizin sembolik ifadesidir

Dino Buzzati’nin, anlaşılması çok kolay olmadığı için bambaşka yorumlamalara açık bir yan barındıran ve tam da bu nedenle okundukça klasikleşen, zaman geçtikçe kendini yenileyen eseri Tatar Çölü, pek çok şeyin yanı sıra, gerçekte olmayan düşmanlarımızın bizde yarattığı o coşkulu kahramanlık hislerinin içinin ne denli boş olduğunu anlatır.

Savaş, insan hayatının anlamını bütünüyle yitirdiği, kişinin kendisini en çok kendisine kanıtlama ihtiyacı duyduğu zamanlarda ortaya çıkar. Kahraman olmak için düşmanla çarpışmak gerekir çünkü düşman, kendimize kanıtlayamadığımız bütün güçsüzlüklerimizin sembolik ifadesidir.

Kimsenin bilmediği ve en ufak bir önem vermediği Bastiani kalesine tayin olan yeni mezun Teğmen Drogo, kasvetli bir gece vakti zar zor, sora sora bu ilk görev yerine gelir. Askeri biçimciliğin, her şeyin uzun yıllar sorgulanmaksızın aynı değişmezlikle tekrarlanmasından gelen o ezici alışkanlığın şaheseridir bu kale.

İnsanlar, kendi dışından gelen kurallara uymaktan dolayı kendi olma bilincini yitirmiş, tabi olmanın verdiği tuhaf bir “kendinden geçişle” hep hayal edip ulaşamadıkları rollere bürünmüşlerdir. Askerlerin gerçekte yaşayamadığı hayatlarının simgesi bir kahramanı vardır kafalarında. Rolleri vardır. Kostümleri vardır. Dekor ayarlanmıştır. Sadece seyirci yoktur bu sahnede çünkü bu kişilik yapısı aslında sürekli olarak geniş kalabalıklar tarafından seyredildiğini düşünmektedir. Burada seyirciye hiç ama hiç ihtiyaç yoktur tıpkı savaşın seyircisiz oynanan bir oyun oluşunda olduğu gibi.

Uçsuz bucaksız bir boşluk olan Tatar Çölü, kendi boşluğunu izleyen insanların kalesidir biraz da. Bir gün her şeyin bilinmeyen bir güç tarafından değiştirileceği hayaliyle bekleşen o bildiğimiz, sayısız insanın varoluşsal eylemsizliğinin -ya da çaresizliğinin!- eşsiz bir sembolüdür. Her gün kendinden yer burada. Her doğan güneş, batmakta olan bir hayatın habercisidir. Korunması gereken şey, ülke midir yoksa askerlerin kendilerine bile itiraf edemedikleri değersizliğin dayanılmaz baskısından kurtulma çabası mı, belli değildir.

Drogo, Bastiani kalesine gelmeyi gerçekte istememektedir. Kahraman olmak gibi bir arzu duyduğu da hiç hissedilmemektedir. Ama yıllarca askeri okulda okumuş, sorgulamaksızın yaptığı binlerce işe öylesine uyumlu davranmıştır ki aksine bir eylemde bulunmak bitmiş bir filmin senaryosunda değişiklik yapmaya çalışmak gibidir.

Böylece gelir Bastiani kalesine. Aklında, geride bıraktığı annesi, şehir hayatının olanca aydınlığını içinde barındıran baba evi ve genç bir insan için her yanından zevkler fışkıran sivil dünyanın pırıltılı cazibesi vardır.

Bu tuhaf yere gelir gelmez bir an önce dönmeyi, başka bir yere tayin istemeyi ve “gerçek” bir hayat yaşamayı düşünmüştür Drogo; “‘Gitmeli, bir an önce gitmeli’ diye düşünüyordu Giovanni [Drogo], bu havadan, bu puslu gizemden uzaklaşmalı. Ah, kendi güzel evi !..” (s.36).

Kaledeki insanların ne yaptıklarını sorgular sonra. Bu insanların kim için, ne için burayı beklediklerini anlayamaz. Ne yapıp yapıp kurtulmalıdır buradan ama kiminle karşılaşsa umarsız bir tavır, hayatla bağını koparmış insanlardaki o kaygısız neşeyi görür. Bu insanların hayatının nasıl olduğunun net bir cevabı yoktur. Yokluktan gelen bir keyif halidir yaşanan. Bir tür kendini bırakmışlıktır. Böyle gelmiş böyle gider bir hayatın asıl belirleyicisi olan büyük bir gücün gizemli çağrısını duymanın pür dikkat bekleyişidir. Sıradan olamamışlıktan, herkes gibi yaşamamışlıktandır bu amansız bekleyiş. “Onlar, herkesin ortak yaşamına, sıradan insanların mutluluğuna, vasat bir yazgıya alışmamışlardı; birbirleriyle yan yana ya gerçekte bilincine varmadıklarından ya da sadece ruhlarının kıskanç çekingenliğiyle birer asker olduklarından, hiç sözünü etmeksizin aynı umutla yaşıyorlardı.” (s.57) Bir gün gelecek ve bütün sıradanlıkları alıp götürecek umududur bu.

Burada, bu ıssız ve garip kale duvarları arasında, boş vermenin kahraman olma arzusuyla birleşerek yarattığı o zayıf karakterin güce duyduğu içsel yakıcı arzudur gündelik hayatı belirleyici olan. Herkes üretilen bu gerçek dışı gerçekliğin içinde varoluşunu yitirmiştir ve Drogo, 30 yıl kaldığı bu yerde bu gerçek-dışı gerçekliğin içine asla girememiştir. Bunun nedeninin ne olduğu son derece önemlidir. Kahramanlık paylaşılabilir bir rütbe değildir çünkü ve bencilliğin en yüksek olduğu zamanlar kişilerin düşmanlarından çok dostlarına -ve de kendine- karşı çıkar mücadelesi verdiği zamanlardır. Savaş, toplumların kendilerine doğru yol alamadıkları zamanlarda dayanılmaz bir çekiciliğe bürünür. Olgunlaşamayan bir insanın halindeki gibi olmadık işleri normalleştirir.

Hemen dönecekken birden bire döneceği hayatın dışarıdan görünen cazibesi anlamlı gelmez. Çölün boşluğu, hayatın canlılığını siler geçer. Ne yapacağını bilemeden 4 aylığına kalede kalmayı ve sonrasında tayin istemeyi kabul eder. Yeni asker yüzlerinin arasındadır. Yazılı yönetmeliklerden ibaret bir karakterle karşılaşır. “Genç kızların seslerindeki tatlı tınıyı, bahçelerin, ırmakların ve kale çevresindeki sıska ve seyrek çalılıklar dışındaki ağaçların neye benzediğini unutmuştu” dediği Tronk’tur bu kişi. Onun için şöyle ifade eder: “Tronk’un diğer insanlara ilişkin hiçbir şey anımsamadığını ve onun için kale ve iğrenç yönetmelikleri dışında hiçbir şeyin mevcut olmadığını anlamak için yüzüne bakmak yeterliydi.” (s.44).

Tronk, “tam” bir askerdir. Bu tür “total” kurumlarda bütün hayatı başkalarınca ve yönetmeliklerin söz anlamaz kurallarınca belirlenen insanların kendi başınalıklarını kaybedip, tek boyutlu bir insana dönüştükten sonra her sorunun tek bir nedeni ve tek bir çözümü olduğuna bütün benliğiyle inanan o çok iyi bildiğimiz karakterdir.

Bu karakter için, her zaman savaşılacak bir düşman yoksa bile yönetmeliklere göre varmış gibi yaşamalıdır. Bütün bir hayat düşmanla savaşıyormuş gibi habire kılıcını çekip yel değirmenlerine saldıran bu insanların dramı, hayatlarını ancak onu feda ettiklerinde anlamlandırabiliyor olmalarındandır. Tronk, duygularını ve hayatın bütün renkli ayrıntılarını bu uğurda daha savaş olmadan feda etmiş, elde kalan son varlığını da feda etmek için “sabit gözlerle” Tatar Çölü’ne gözlerini dikmiştir.

Başka bir gün Drogo, askeri elbisesini üzerine uydurmaya çalışırken yakasını olması gerekenden daha açık bırakınca terzi ona, “Yakanın bu kadar açık olması, bir askere pek uygun değil” dediğinde Drogo gayet rahat, “Şimdi böylesi moda” diye yanıt verir. Terzi buna karşılık şöyle der: “Açık yakalar moda olabilir ama biz askerler modayla ilgilenmek durumunda değiliz. Bizim için moda, yönetmeliktir.” (s.53) Gerçekten de askeri dünyada moda ve değişim ancak yönetmelikle mümkün olabilir! İnsan, kurallardan ibarettir.

Drogo hem hayatın hem de Bastiani’nin o kendinden geçirici boşluğunun dışındadır. Aslında hep de öyle kalacaktır; “Drogo, onların basit sırlarını anlamıştı ve gönül rahatlığıyla kendisinin bunun dışında olduğunu, hastalığın bulaşmadığı bir seyirci olduğunu düşünüyordu.” (s.57). Ama tam olarak öyle olmamış, Drogo dışarda kalsa da hastalıktan kurtulamamıştır. Savaş, bu hastalıkta gerçeği temsil etmektedir. Hasta sayıklamalarından uyanmayı sağlayan o büyük güçtür. Tatar Çölü, sebepsiz bir hastalık gibi bir içsel boşluktur. İnsansızdır. Savaş, insansız bir boşluktur gerçekte ve Drogo hiç de farkında olmadan bununla savaşmaktadır belki de.

Zamanla alışır Drogo Bastiani’ye. O kadar alışır ki “Arkadaşları da bir alışkanlık haline gelir…Artık, sabahleyin tıraş olmak için, ışığın yüzünü iyi bir şekilde aydınlatabilmesi için aynanın önünde nasıl durması gerektiğini…biliyordu.” (s.73)

Drogo’nun yaşamı durmuş gibidir. Gün içinde yaşadıkları ve başına gelenler her sabah güneşin doğuşu kadar aynıdır. Basit de olsa bir muharebedir tek arzusu artık. Bu aynılığın, tekdüzeliğin ve felç edici alışkanlıkların tek çaresi sert bir darbedir. Tatarlar hiçbir zaman gelip saldırmayacak olsa da bir eşkıya çetesi de bunun için yetebilir; “Sonuçta basit bir muharebe onun için yeterliydi, bir tek ama önemli bir muharebe, güzel üniformalarıyla saldırıya geçmek ve ilerleyerek düşmanların ifadesiz suratlarına gülebilmek…Tek bir muharebe, sonra ömür boyu mutlu olması için yeterliydi.” (s.87)

Sonrası, hayal görmeler, başıboş bir atı gecenin karanlığında düşman sanıp muharebe düzeni almalar, panikle birbirini yaralamalar, en ufak hareket eden cisimden ya da ışıktan düşman askeri gördüren halüsinasyonlar ve Tatar Çölü’nün boşluğuna bakıp içten içe duyulan boşa giden bir hayata kendi dışından hüzünlü bakışlar… Kim için ve ne içindir, bütün bunlar? Bunca kalabalık insan arasında, böylesine bir kader birliği içerisinde duyduğu bu yalnızlık da nedir?

İnsanlara güvenini giderek yitirir Drogo. Acı duymakta ve kendisini fazlasıyla yalnız hissetmektedir. Bir savaş olacağına da inancını yitirmiştir. Kahramanlık çağı gençliğiyle birlikte bu kasvetli kalenin karanlık aralarında yok olup gitmiştir. Kahramanlık gibi acı da gerçekte paylaşılamazdır ve Drogo bunca yılın ardından bunu çok iyi anlamıştır. “İnsanın, tek başına olduğu ve hiç kimseyle konuşamadığı zaman bir şeye inanması çok zordur. İşte tam o dönemde, Drogo, insanların her zaman birbirlerinden uzakta olduklarını fark etti, birisi acı çektiğinde, acısı sadece kendisine ait oluyor, hiç kimse o acıyı birazcık olsun dindiremiyordu; bir insan acı çektiğinde, duydukları sevgi ne denli büyük olursa olsun, diğerlerinin bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu fark etti.” (s.193)

30 yılın sonunda Drogo’nun ağır şekilde hasta olduğu bir dönemde yeniden düşmanın geldiği haberleri yayılır. Bu kez her zamankinden daha da gerçek gibidir söylenenler. Drogo hasta yatağında duramaz. Heyecanını içinde saklayamaz. Bütün tükenmişliğine ve bir deri bir kemik kalmışlığına rağmen üniformasını giyip kılıcını kuşanmak, düşmanın üzerine herkesten önce atılmak ister. Fakat, heyhat! Drogo hasta olduğu için komutan onun evine gitmesi emrini verir. Bir anlamda Bastiani’den kovulur.

Şimdi, hazin bir dönüş yolculuğunda bir handadır Drogo. Arkadaşlarının o beklenen büyük muharebede olduklarını zanneder. “Tüm yaşamı, dünyadan tamamen tecrit edilmiş bir şekilde orada geçmişti; otuz yılı aşkın bir süre düşmanı beklemek için kendini her türlü zevkten mahrum kılmış, şimdiyse düşman gelirken kovulmuştu.” (s.225) Kimsenin bilmediği bir han odasında, bütün yapayalnızlığıyla, arkada hiç kimseyi bırakmadan, kendisi için kimsenin ağlayıp yas tutmayacağını bilerek ölmek ömrünü bu uğurda harcamış bir asker için belki de en zor şeydir.

Tam bu esnada, ölüm gelip kapıyı çaldığında bunca yılın boşa geçmediğini anlar Drogo. Ya da buna inanmak ister. Hayat, nerede ve nasıl yaşanırsa yaşansın boşa geçen bir zamandan ibaret değildir belki de. Belki de boşa geçen süre dediğimiz şey, içimizdeki boşluktan kurtulmanın yegâne yoludur.

Kahramanlığın cennetinden kovulan Drogo, kendi içindeki vicdanın çağrısını hisseder, bunca zamanın boşa gitmediğini gösteren bir büyük sırrı keşfeder gibidir. Şöyle der: “Haydi biraz cesaret Drogo, bu senin son kağıdın, ölümün karşısına bir asker gibi çık ki, hiç olmazsa kandırılmış yaşamın güzel bitsin. Yazgıdan intikamını al, kimse sana kahraman ya da buna benzer bir şey demeyecek ama işte tam da bunun için böyle yapmaya değer. Gölgenin sınırını, resmi geçitteymiş gibi dimdik, kararlı bir adımla aş, hatta becerebilirsen gülümse. Sonuçta vicdanın çok rahatsız değil ve Tanrı seni affedecektir.” (s.231)

Sonra karanlıkta, hiç kimsenin kendisini göremeyeceğini bilmesine rağmen gülümser.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

Dilin ruhlara şifa veren gücü

"Okuduğum zaman beni kimse kovalamıyor. 
Okuduğum zaman kovalayan benim. 
Tanrı'nın peşindeyim."
- Deli ve Dahi (2019)

Harfler henüz kelimelere dönüşmeden önce bile insanı sağaltmak, yani dönüştürüp iyileştirmek için kaynar. Ne zaman ki yazar harflerden kelimeler kurmaya başlar ve ne zaman ki okur o kelimeleri kendi ruhundaki donmuş, kan tutmuş ya da pörsümüş yerlerine bastırır, terapi başlamış olur.

Kafka'nın böcek temsiliyle kendi ruhunu bir nar gibi yarması, Goethe'nin Werther'i intihar ettirerek kendi intiharını engellemesi, Schopenhauer'in klasik metinler okudukça iyileştiğini hissetmesi, Kuran'ın İnşirah, Felak, Nas gibi muavvizeteyn yani sığınma surelerine sahip olması, Tolstoy'un Anna Karenina'yı trenin önüne atıp ruhsal rahatlama gerçekleştirmesi, Dostoyevski'nin içindeki kötümser duyguları Raskolnikof karakteriyle baltalaması harflerin, kelimelerin, cümlelerin ve dolayısıyla kitapların ne muazzam birer sağaltıcı olduğunun ispatıdır.

Şöyle diyor Ahmet Sarı, bu nefis kitabında: "Hurufat her zaman ruha iyi gelir. Edebiyatın terapi olarak devreye girdiği yer burasıdır. Dilin, ister şifahi olsun isterse de yazılı olsun insana dokunduğu, insana tesir ettiği bilinmektedir. Dilin insanı dönüştürdüğü fikri reddedilemez. Yazının çıktığı kaynak nasıl bir ruh taşıyorsa, yazının varacağı uğrak yeri de bir ruh olacaktır. İşte bu yüzden yazı ve söz yürekten yüreğe vararak canlılık bulur."

İki Yunanca sözcüğün birleşmesinden oluşuyor bibliyoterapi. Biblion, yani kitap. Therapia, yani sağaltma, iyileştirme. Bu durumda bibliyoterapi de kitapların vesilesiyle iyileşme anlamına geliyor, kitapla terapi. Yeryüzünün belki de en eski ve gündemden asla düşmeyecek bir iyileştirme biçimi. Ahmet Sarı; kelimelerin, kitapların, yazarların izini sürerek, teselliyi ve umudu edebiyatta arayanların nasıl şifa bulabildiğine dair bir öz sunuyor. Edebiyatın insanlara güç, iyilik ve kuvvet veren tarafının nerede bulunabileceğine dair bir yol açıyor. Bibliyoterapi bu anlamda üzerine gidilmesi gereken bir mesele. Dinden siyasete, sanattan psikolojiye kadar edebiyat ve üslup hayatımızın her yerinde önem arz ediyor, kıymet buluyor. Kimi zaman hutbelerin daha akıcı ve anlaşılır olması gerektiğini söyleniyor, kimi zaman bir siyasetçi şiire dayanarak anlatmak istediğini izah ediyor. Ressamların mektuplaşmaları ve psikologların edebiyatçılarla olan yakınlaşmaları birçok okur için en lezzetli metinleri oluşturuyor. İşte tam da burada Sarı'nın dediği gibi insanın varoluşunu anlamlandırma, anlamlı kılma girişimleri ön plana çıkıyor. Şu iki paragrafa dikkat edelim:

"İnsan farklı metinler, farklı konular, farklı olaylar okuyarak insanlık durumu (conditio humana) denilen bir geniş halkanın içine kendini entegre eder. Bu insanlık durumu sadece kendi ruhunu değil dünyadaki bütün ruhları da kapsadığından okunan metin boyunca tarif edilmez bir mut, varlık mutu elde edilir. İnsan tekinin mutluluğunun da sıkıntısının da aslında doğada yaşayan evrensel bir mutluluk ya da sıkıntı olduğu bilinciyle kitap okuyarak rahatlama edimi insanın bir anlamda kendini çoğaltması durumu olarak görülebilir."

"Yitirilmiş cennetin dünyada yaşayan insanın ruhunda bir yara olduğunu söylemek abartı sayılmaz. İnsan dünyada yitirilmiş bir cennetin oyuğuyla yaşar. Ontolojik, varoluşsal yaramız bizim budur. Dünyada bu ontolojik yarayı dindirmek, doldurmak insanın kendini bilmesi, kendi içine gerçekleştirebildiği deruni yolculuklarla mümkündür."

Edebiyatın iyileştirici yönünü konuşurken yazma eyleminden bahsetmek de gerekiyor. Ahmet Sarı kitabında sık sık yazarların yazma sancılarına ve yazma niyetlerine de temas ediyor. Yazıyı kendine bir yük edinen herkesin yalnızlıkla boğuşması ve boğuşmayı kazanması gerekiyor. Bunun sonucu fildişi kuleye mi varır yoksa kulübeye mi ona yazar ve imkanları karar verir. Can Yücel için orası mutfak masasıdır. Ahmet Mithat Efendi için İstanbul'un bir yakasından diğer yakasına geçilen bir gemidir. Thomas Mann ve Stefan Zweig için masadır. Ne olup bitiyorsa yazarın yazma araçlarıyla buluştuğu yerde olur. Sarı'nın hatırlattığı gibi Thomas Bernhard'ın Şapka'sındaki başkarakter nasıl "yazarak, yazarak, yazarak" kendi deliliğinin önüne geçmeye çabalıyorsa, Robert Walser'in de kafa hastalığını ve kendine has çılgınlıklarını yazarak törpülediği bir gerçektir. Philip Roth'u Anatomi Saati adlı romanındaki paragrafa buyur ediyor yazar bizi:

"Yaka şiirini okumak için kitabı kitaplıktan aldı. İçinde belki de kendi yakasını düzenlemede ruhunu rahatlatabilecek bir şey bulma ümidindeydi. Ortak kaderimizin betimlenmesi yoluyla acılarımızın azaltılması, onun hafifletilmesi genelde büyük edebiyatların işleri sayılırdı."

Mine Özgüzel'in çok sevdiğim ve devamını yazmasını samimiyetle beklediğim kitabı Edebiyat Terapi hakkında okur okumaz bir yazı yazmıştım. Buradan yola çıkarak şunu diyebilirim ki iyi kitaplar insanı nasıl 'düşünme'nin yollarına çıkarıyorsa aynı zamanda 'yazma'nın da cesaretini veriyorlar. İyi edebiyatın harekete geçirici bir yönü var, hem de çok kuvvetli bir yönü. Burası bezginlik, korkaklık ve tembellik kabul etmeyen bir yer. Okumak, beklemek, düşünmek, çalışmak ve yazmak insan varoluşunu donatan, anlamı nerede arayacağı konusunda aklın şifrelerini çözen en değerli çabalar. Bibliyoterapinin sadece iyi metinler üzerinde değil, kötü ve hatta insanı kahreden metinlerde de geniş bir iyileşme, silkelenme imkanı sunduğunu hatırlatıyor Ahmet Sarı. Neticede yazı bir ruh taşıyor ve onun varacağı yer de başka bir ruh: "İşte bu yüzden yazı ve söz yürekten yüreğe vararak canlılık bulur."

Psikolojiyle edebiyat arasındaki ilişki ve buna dair üretilen denemeler, mektuplar, romanlar hep özel ilgimi çekmiştir. Edebiyatın İyileştirici Gücü, konuya dair sunduğu örneklerle de oldukça zengin. Ahmet Sarı özellikle bu konuda şimdiye kadar yaptığı okumalar ve düşünceleri eşliğinde bizi hem okumanın hem de yazmanın, yani bibliyoterapinin sonsuz bahçesine davet eder gibi yazıyor:

"Freud'un, Jung'un, Lacan'ın karşısına geçen aktarıcı (hasta) nasıl serbest çağrışımla derdini anlatırsa, yazar da okura derdini öyle anlatır. Bir psikiyatra giden hastanın nasıl bir bilinçaltı varsa, yazarın da bilinçaltı okura aktardığı metinlerde saklıdır. İyi bir okur, analizant gibi yazarın, ya da metnin göğünde anlatıcının bilinçaltını çözmeye çalışır. Bu metnin bilinçaltıdır. Hasta psikiyatra aktardıkça nasıl rahatlarsa, yazar da anlatıcılar yardımıyla okurlara anlattığında öylesine bir rahatlama içine girer."

Ahmet Sarı'nın şu sıkıcı döneme ferahlık sunan kitabı Edebiyatın İyileştirici Gücü'nü okuduktan hemen sonra Deli ve Dahi filmini izlemenizi öneririm. Her ikisi de çok iyi hissettirecektir. Çünkü terapi, tesellidir.

Yağız Gönüler

23 Eylül 2020 Çarşamba

Ad vermenin kültürel ve tarihsel kökenleri

“Adımızı sorarız birine, o bize adını söyler."
- Edip Cansever

Bir kişiye veya bir esere ad koymak onu simgeleştirmek, varlığını kabul etmek anlamına geliyor. Adlandırdığımızda aynı zamanda ondan ayrılıyoruz, dışsallaştırıyoruz ve onu yaşama ve ilişkiler düzenine sembolik düzeyde dahil ediyoruz. Gerçekten var edebilmek için adlandırıp; var olabilmek içinse adlandırılıyoruz.

Başka bir deyişle ad vermek; tanımlamak, zamanda ve mekanda saptamak anlamına geliyor.

Mesleğimden ötürü özellikle psikolojik sorunları olan çocuklarla çalışırken, aileleriyle yaptığım ilk görüşmelerde çocuklarına verdikleri adların öykülerini anlamaya çalışıyorum. Çünkü çocuğa bir ad seçip vermek ona ailevi bir tahayyül ve sembolik bir tarih hediye etmek anlamına geliyor. Ailelerin çocuğu dilde nasıl belirledikleri, çocuğun dış dünyada nasıl belirlendiğini de temellendiriyor. Adın kimin tarafından konulduğu, ne anlama geldiği bize ailenin arzuları, korkuları, kayıpları; ailenin kuşak geçişliliği hakkında önemli bilgiler sunuyor. Aynı zamanda ailenin tarihsel ve kültürel kodlarını da açık bir şekilde gözler önüne seriyor.

Bir ölçüde ölümsüzlüğe ulaşmanın yollarından bazıları, bir eser yaratmak veya bir çocuk dünyaya getirmekse, o çocuğa veya esere ad vermek de sıradan, tesadüfi bir olay değildir. Freud’a göre psikanalitik uygulamada sıklıkla bilinçdışı düşüncenin adlara atfettiği önem üzerinde ısrarla durmak gayet doğaldır. Çünkü kişi bu adı ömrünün sonuna kadar taşıyacaksa, bu durum o bireyin dış gerçekliğini ve elbette ruhsallığını da önemli ölçüde etkileyecektir.

Bu durum edebiyatta da paralellik göstermektedir. Örneğin Rolan Barthes’a göre yazarlar roman nesnesini kurmak için özellikle anılardan yararlanırlar. Çağrışım gücüne en yüksek derecede sahip olan nesneler ise özel adlardır. Barthes’a göre özel ad, yazarın anılarında kullandığı üç özelliğe sahiptir:

1) Sadece tek bir göndergeyi nitelediği için özselleştirme gücü,
2) Alıntılama gücü,
3) Keşfetme gücü.

Barthes, bu bağlamda Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde romanında geliştirdiği şiirsel olayın, adların keşfi olduğunu ileri sürer. Özel ad, Proust’un roman sisteminin merkezinde yer alır ve anlatılar bu merkez etrafında örülür.

Veya William Shakespeare, “Roma’ya giden hacı” anlamına gelen Romeo adını tesadüfen seçmemiştir. Romeo ve Juliet eserinin ikinci perde, ikinci sahnesinde Juliet adların trajedideki önemine dikkat çeker:

Ah Romeo, Romeo adın neden böyle. Babanı inkar et ve vazgeç adından. Ya da istemiyorsan böyle bir şey, yemin et beni daima seveceğine ve ben bir Capulet olmayayım artık.

İlerleyen bölümlerde ise şöyle der: “Benim düşmanım sadece senin adın. Ah değiştir şu adı.

Arjantin Psikanaliz Derneği ve Paris Psikanaliz Kurumu üyesi Juan Eduardo Tesone de adın önemi üzerinde özellikle duran psikanalistlerden. Bağlam Yayınları’nın Düş/Düşün serisinden çıkan kitabı Adların İzinde: Ötekilerin Bizde Yazdıkları isimli kitabı adların yalnızca bireysel değil, kültürel ve tarihsel kökenlerine de ışık tutuyor. Kitap, psikanalitik bir bakış açısıyla yazılmış olmasına rağmen edebiyat, siyaset, antropoloji gibi bilimlerden de oldukça besleniyor. Bir taraftan Antik Yunan, Eski Mısır, Uzak Doğu, Afrika topluluklarının, diğer yandan tek tanrılı dinlerin ad konusundaki tutumlarına, alışkanlıklarına yer veriyor. Roman kahramanlarındaki, roman mekanlarındaki adların seçim süreçlerinden analizlerine, ad koyma ritüellerinden, adın işlevlerine ve anlamlarına dair bizleri pek kıymetli sorgulamalara davet ediyor. Adların önemini, fonetik değerini fark etmemizi sağlıyor. Adın belirleyici gücünden, gösteren gücüne doğru bir hayli yoğun düşünme ziyafeti sunuyor.

Ad kavramına bir de Juan Eduardo Tesone’nin gözünden bakmayı ısrarla öneriyorum.

Tuğçe Isıyel