27 Eylül 2020 Pazar

Dilin ruhlara şifa veren gücü

"Okuduğum zaman beni kimse kovalamıyor. 
Okuduğum zaman kovalayan benim. 
Tanrı'nın peşindeyim."
- Deli ve Dahi (2019)

Harfler henüz kelimelere dönüşmeden önce bile insanı sağaltmak, yani dönüştürüp iyileştirmek için kaynar. Ne zaman ki yazar harflerden kelimeler kurmaya başlar ve ne zaman ki okur o kelimeleri kendi ruhundaki donmuş, kan tutmuş ya da pörsümüş yerlerine bastırır, terapi başlamış olur.

Kafka'nın böcek temsiliyle kendi ruhunu bir nar gibi yarması, Goethe'nin Werther'i intihar ettirerek kendi intiharını engellemesi, Schopenhauer'in klasik metinler okudukça iyileştiğini hissetmesi, Kuran'ın İnşirah, Felak, Nas gibi muavvizeteyn yani sığınma surelerine sahip olması, Tolstoy'un Anna Karenina'yı trenin önüne atıp ruhsal rahatlama gerçekleştirmesi, Dostoyevski'nin içindeki kötümser duyguları Raskolnikof karakteriyle baltalaması harflerin, kelimelerin, cümlelerin ve dolayısıyla kitapların ne muazzam birer sağaltıcı olduğunun ispatıdır.

Şöyle diyor Ahmet Sarı, bu nefis kitabında: "Hurufat her zaman ruha iyi gelir. Edebiyatın terapi olarak devreye girdiği yer burasıdır. Dilin, ister şifahi olsun isterse de yazılı olsun insana dokunduğu, insana tesir ettiği bilinmektedir. Dilin insanı dönüştürdüğü fikri reddedilemez. Yazının çıktığı kaynak nasıl bir ruh taşıyorsa, yazının varacağı uğrak yeri de bir ruh olacaktır. İşte bu yüzden yazı ve söz yürekten yüreğe vararak canlılık bulur."

İki Yunanca sözcüğün birleşmesinden oluşuyor bibliyoterapi. Biblion, yani kitap. Therapia, yani sağaltma, iyileştirme. Bu durumda bibliyoterapi de kitapların vesilesiyle iyileşme anlamına geliyor, kitapla terapi. Yeryüzünün belki de en eski ve gündemden asla düşmeyecek bir iyileştirme biçimi. Ahmet Sarı; kelimelerin, kitapların, yazarların izini sürerek, teselliyi ve umudu edebiyatta arayanların nasıl şifa bulabildiğine dair bir öz sunuyor. Edebiyatın insanlara güç, iyilik ve kuvvet veren tarafının nerede bulunabileceğine dair bir yol açıyor. Bibliyoterapi bu anlamda üzerine gidilmesi gereken bir mesele. Dinden siyasete, sanattan psikolojiye kadar edebiyat ve üslup hayatımızın her yerinde önem arz ediyor, kıymet buluyor. Kimi zaman hutbelerin daha akıcı ve anlaşılır olması gerektiğini söyleniyor, kimi zaman bir siyasetçi şiire dayanarak anlatmak istediğini izah ediyor. Ressamların mektuplaşmaları ve psikologların edebiyatçılarla olan yakınlaşmaları birçok okur için en lezzetli metinleri oluşturuyor. İşte tam da burada Sarı'nın dediği gibi insanın varoluşunu anlamlandırma, anlamlı kılma girişimleri ön plana çıkıyor. Şu iki paragrafa dikkat edelim:

"İnsan farklı metinler, farklı konular, farklı olaylar okuyarak insanlık durumu (conditio humana) denilen bir geniş halkanın içine kendini entegre eder. Bu insanlık durumu sadece kendi ruhunu değil dünyadaki bütün ruhları da kapsadığından okunan metin boyunca tarif edilmez bir mut, varlık mutu elde edilir. İnsan tekinin mutluluğunun da sıkıntısının da aslında doğada yaşayan evrensel bir mutluluk ya da sıkıntı olduğu bilinciyle kitap okuyarak rahatlama edimi insanın bir anlamda kendini çoğaltması durumu olarak görülebilir."

"Yitirilmiş cennetin dünyada yaşayan insanın ruhunda bir yara olduğunu söylemek abartı sayılmaz. İnsan dünyada yitirilmiş bir cennetin oyuğuyla yaşar. Ontolojik, varoluşsal yaramız bizim budur. Dünyada bu ontolojik yarayı dindirmek, doldurmak insanın kendini bilmesi, kendi içine gerçekleştirebildiği deruni yolculuklarla mümkündür."

Edebiyatın iyileştirici yönünü konuşurken yazma eyleminden bahsetmek de gerekiyor. Ahmet Sarı kitabında sık sık yazarların yazma sancılarına ve yazma niyetlerine de temas ediyor. Yazıyı kendine bir yük edinen herkesin yalnızlıkla boğuşması ve boğuşmayı kazanması gerekiyor. Bunun sonucu fildişi kuleye mi varır yoksa kulübeye mi ona yazar ve imkanları karar verir. Can Yücel için orası mutfak masasıdır. Ahmet Mithat Efendi için İstanbul'un bir yakasından diğer yakasına geçilen bir gemidir. Thomas Mann ve Stefan Zweig için masadır. Ne olup bitiyorsa yazarın yazma araçlarıyla buluştuğu yerde olur. Sarı'nın hatırlattığı gibi Thomas Bernhard'ın Şapka'sındaki başkarakter nasıl "yazarak, yazarak, yazarak" kendi deliliğinin önüne geçmeye çabalıyorsa, Robert Walser'in de kafa hastalığını ve kendine has çılgınlıklarını yazarak törpülediği bir gerçektir. Philip Roth'u Anatomi Saati adlı romanındaki paragrafa buyur ediyor yazar bizi:

"Yaka şiirini okumak için kitabı kitaplıktan aldı. İçinde belki de kendi yakasını düzenlemede ruhunu rahatlatabilecek bir şey bulma ümidindeydi. Ortak kaderimizin betimlenmesi yoluyla acılarımızın azaltılması, onun hafifletilmesi genelde büyük edebiyatların işleri sayılırdı."

Mine Özgüzel'in çok sevdiğim ve devamını yazmasını samimiyetle beklediğim kitabı Edebiyat Terapi hakkında okur okumaz bir yazı yazmıştım. Buradan yola çıkarak şunu diyebilirim ki iyi kitaplar insanı nasıl 'düşünme'nin yollarına çıkarıyorsa aynı zamanda 'yazma'nın da cesaretini veriyorlar. İyi edebiyatın harekete geçirici bir yönü var, hem de çok kuvvetli bir yönü. Burası bezginlik, korkaklık ve tembellik kabul etmeyen bir yer. Okumak, beklemek, düşünmek, çalışmak ve yazmak insan varoluşunu donatan, anlamı nerede arayacağı konusunda aklın şifrelerini çözen en değerli çabalar. Bibliyoterapinin sadece iyi metinler üzerinde değil, kötü ve hatta insanı kahreden metinlerde de geniş bir iyileşme, silkelenme imkanı sunduğunu hatırlatıyor Ahmet Sarı. Neticede yazı bir ruh taşıyor ve onun varacağı yer de başka bir ruh: "İşte bu yüzden yazı ve söz yürekten yüreğe vararak canlılık bulur."

Psikolojiyle edebiyat arasındaki ilişki ve buna dair üretilen denemeler, mektuplar, romanlar hep özel ilgimi çekmiştir. Edebiyatın İyileştirici Gücü, konuya dair sunduğu örneklerle de oldukça zengin. Ahmet Sarı özellikle bu konuda şimdiye kadar yaptığı okumalar ve düşünceleri eşliğinde bizi hem okumanın hem de yazmanın, yani bibliyoterapinin sonsuz bahçesine davet eder gibi yazıyor:

"Freud'un, Jung'un, Lacan'ın karşısına geçen aktarıcı (hasta) nasıl serbest çağrışımla derdini anlatırsa, yazar da okura derdini öyle anlatır. Bir psikiyatra giden hastanın nasıl bir bilinçaltı varsa, yazarın da bilinçaltı okura aktardığı metinlerde saklıdır. İyi bir okur, analizant gibi yazarın, ya da metnin göğünde anlatıcının bilinçaltını çözmeye çalışır. Bu metnin bilinçaltıdır. Hasta psikiyatra aktardıkça nasıl rahatlarsa, yazar da anlatıcılar yardımıyla okurlara anlattığında öylesine bir rahatlama içine girer."

Ahmet Sarı'nın şu sıkıcı döneme ferahlık sunan kitabı Edebiyatın İyileştirici Gücü'nü okuduktan hemen sonra Deli ve Dahi filmini izlemenizi öneririm. Her ikisi de çok iyi hissettirecektir. Çünkü terapi, tesellidir.

Yağız Gönüler

23 Eylül 2020 Çarşamba

Ad vermenin kültürel ve tarihsel kökenleri

“Adımızı sorarız birine, o bize adını söyler."
- Edip Cansever

Bir kişiye veya bir esere ad koymak onu simgeleştirmek, varlığını kabul etmek anlamına geliyor. Adlandırdığımızda aynı zamanda ondan ayrılıyoruz, dışsallaştırıyoruz ve onu yaşama ve ilişkiler düzenine sembolik düzeyde dahil ediyoruz. Gerçekten var edebilmek için adlandırıp; var olabilmek içinse adlandırılıyoruz.

Başka bir deyişle ad vermek; tanımlamak, zamanda ve mekanda saptamak anlamına geliyor.

Mesleğimden ötürü özellikle psikolojik sorunları olan çocuklarla çalışırken, aileleriyle yaptığım ilk görüşmelerde çocuklarına verdikleri adların öykülerini anlamaya çalışıyorum. Çünkü çocuğa bir ad seçip vermek ona ailevi bir tahayyül ve sembolik bir tarih hediye etmek anlamına geliyor. Ailelerin çocuğu dilde nasıl belirledikleri, çocuğun dış dünyada nasıl belirlendiğini de temellendiriyor. Adın kimin tarafından konulduğu, ne anlama geldiği bize ailenin arzuları, korkuları, kayıpları; ailenin kuşak geçişliliği hakkında önemli bilgiler sunuyor. Aynı zamanda ailenin tarihsel ve kültürel kodlarını da açık bir şekilde gözler önüne seriyor.

Bir ölçüde ölümsüzlüğe ulaşmanın yollarından bazıları, bir eser yaratmak veya bir çocuk dünyaya getirmekse, o çocuğa veya esere ad vermek de sıradan, tesadüfi bir olay değildir. Freud’a göre psikanalitik uygulamada sıklıkla bilinçdışı düşüncenin adlara atfettiği önem üzerinde ısrarla durmak gayet doğaldır. Çünkü kişi bu adı ömrünün sonuna kadar taşıyacaksa, bu durum o bireyin dış gerçekliğini ve elbette ruhsallığını da önemli ölçüde etkileyecektir.

Bu durum edebiyatta da paralellik göstermektedir. Örneğin Rolan Barthes’a göre yazarlar roman nesnesini kurmak için özellikle anılardan yararlanırlar. Çağrışım gücüne en yüksek derecede sahip olan nesneler ise özel adlardır. Barthes’a göre özel ad, yazarın anılarında kullandığı üç özelliğe sahiptir:

1) Sadece tek bir göndergeyi nitelediği için özselleştirme gücü,
2) Alıntılama gücü,
3) Keşfetme gücü.

Barthes, bu bağlamda Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde romanında geliştirdiği şiirsel olayın, adların keşfi olduğunu ileri sürer. Özel ad, Proust’un roman sisteminin merkezinde yer alır ve anlatılar bu merkez etrafında örülür.

Veya William Shakespeare, “Roma’ya giden hacı” anlamına gelen Romeo adını tesadüfen seçmemiştir. Romeo ve Juliet eserinin ikinci perde, ikinci sahnesinde Juliet adların trajedideki önemine dikkat çeker:

Ah Romeo, Romeo adın neden böyle. Babanı inkar et ve vazgeç adından. Ya da istemiyorsan böyle bir şey, yemin et beni daima seveceğine ve ben bir Capulet olmayayım artık.

İlerleyen bölümlerde ise şöyle der: “Benim düşmanım sadece senin adın. Ah değiştir şu adı.

Arjantin Psikanaliz Derneği ve Paris Psikanaliz Kurumu üyesi Juan Eduardo Tesone de adın önemi üzerinde özellikle duran psikanalistlerden. Bağlam Yayınları’nın Düş/Düşün serisinden çıkan kitabı Adların İzinde: Ötekilerin Bizde Yazdıkları isimli kitabı adların yalnızca bireysel değil, kültürel ve tarihsel kökenlerine de ışık tutuyor. Kitap, psikanalitik bir bakış açısıyla yazılmış olmasına rağmen edebiyat, siyaset, antropoloji gibi bilimlerden de oldukça besleniyor. Bir taraftan Antik Yunan, Eski Mısır, Uzak Doğu, Afrika topluluklarının, diğer yandan tek tanrılı dinlerin ad konusundaki tutumlarına, alışkanlıklarına yer veriyor. Roman kahramanlarındaki, roman mekanlarındaki adların seçim süreçlerinden analizlerine, ad koyma ritüellerinden, adın işlevlerine ve anlamlarına dair bizleri pek kıymetli sorgulamalara davet ediyor. Adların önemini, fonetik değerini fark etmemizi sağlıyor. Adın belirleyici gücünden, gösteren gücüne doğru bir hayli yoğun düşünme ziyafeti sunuyor.

Ad kavramına bir de Juan Eduardo Tesone’nin gözünden bakmayı ısrarla öneriyorum.

Tuğçe Isıyel

20 Eylül 2020 Pazar

Yaralı her yetişkinin özünde yaralı bir çocuk(luk) vardır

Çocukken anne-babanızdan korkar mıydınız? Anne-babanıza duygularınızı ve isteklerinizi ifade etmekten çekinir miydiniz? Şimdiki yaşamınızda anne-babanızla fikir ayrılığına düştüğüzde üzüntü ve endişe yaşıyor musunuz? Anne-babanız hâlâ her şeyinize karışıyorlar mı? Bu sorulara cevabınız evetse, çocukluğunuzla ilgili çözülmesi gereken çok ciddi sorunları yüklenmiş hâlde yaşıyorsunuz demektir.

Dostoyevski, Karamazov Kardeşler'de Alyoşa'yı öyle bir konuşturur ki roman ansızın roman olmaktan çıkar. Ciddi bir derse dönüşür. Şöyle der Alyoşa: "Şunu bilin ki, şu dünyada yaşamak için iyi bir anıdan, özellikle çocuklukta yaşanmış, ana baba ocağıyla ilgili güzel bir anıdan daha yüce, daha güçlü, daha sağlam, daha yararlı bir şey yoktur. Size terbiye konusunda birçok şeyler söyleyeceklerdir. Oysa belki de çocukluktan bu yana içinizde sakladığınız güzel, kutsal bir anı, belki de terbiyenin en güzel şeklidir. Bir insan bu çeşit birçok anıları toplayıp hayata atılırsa ömrünün sonuna dek kurtulmuş olur. Eğer yüreğimizde sadece bir tek güzel anı kalmışsa o bile bir gün bizim için kurtuluş çaresi olacaktır."

Uzun bir alıntıyla başladık ancak yaşam da zaten upuzun bir alıntıdır, biz ona şerh düşmek için çabalarız. İşte çocukluk da yaşamın kaynağıdır. Yaşam denen o uzun alıntı tüm kaynağını çocuklukta bulur. Kaynak nedir? Bitip tükenmeyen bir su da olabilir kaynak, sürekli başvurulan bir rehber de. Canlı-cansız yaşamının gizemi çocuklukta birikmiştir. Ebeveynlerin ektiği tohumlar çocukluktan itibaren yaşamın her anında farklı biçimde kendini gösterir. Ekilen her tohumun faydalı, verimli olacağını düşünüyorsak büyük bir yanılgıya düşeriz. Öncelikle şunu bilmeliyiz: Çocuk olmak bir haktır. Bir insan çocuk olamadıysa, çocukluğunu tam manasıyla yaşayamadıysa, hayatı boyunca büyük zorluklarla karşılaşacak ve -kendince daima haklı- zorluklar çıkaracaktır. Hem ruhsal hem de fiziksel olarak.

Dilimize Ailedeki Şeytan Üçgeni ve Duygusal Şantaj kitapları çevrilen terapist Susan Forward'ın en önemli kitabı hiç şüphe yok ki Zor Bir Ailede Büyümek. Craig Buck'la birlikte hazırladıkları bu kitap, "Geçmişi Onarmanın ve Hayatını Geri Kazanmanın Yolları" alt başlığını taşıyor. Kitabın ilk kısmı toksik anne-babaları tanımlıyor. 6 tip toksik anne-baba var. Sürekli kendi problemlerine odaklanıp çocuklarını küçük annelere-babalara dönüştüren yetersiz anne babalar. Çocukların hayatlarına manipülasyonla, suçluluk duygusu katarak ve çok fazla karışarak yön veren kontrolcüler. Alkol ve uyuşturucu gibi bağımlılıkları sebebiyle çocuk sahibi olduğunu bile unutan alkolikler. Çocuklarını sözleriyle döven, sürekli küçümseyen ve aşağılayan sözel tacizciler. İçlerindeki öfkeyi kontrol edemeyip çocuklarını döven fiziksel tacizciler. Yaş ve cinsiyet gözetmeden ahlâk yoksunu bir tavırla cinsel tacizde bulunan, baştan çıkarmaya çalışan ve çocukluğun masumiyetini yok eden cinsel tacizciler. Kitabın ikinci kısmı hangi tip toksik anne-baba ile büyüdüyseniz onun özelinde tedavi yöntemleri ve pratikler sunuyor. İletişim Yayınları'ndan ilk olarak Aralık 2011'de çıkan kitap, her yıl yeni baskı yapmayı sürdürüyor. Bunu çok kolay okunmasına da borçlu. Kolay derken, üslup olarak. Yoksa mesele olarak hiç de kolay değil.

Forward şu noktanın üzerine sık sık basıyor: Çocukluğunuzda başınızdan geçenlerden siz sorumlu değilsiniz, sorumlu olduğunuzu düşündüğünüz sürece geleceğiniz daima sorunlu olacaktır, şimdi bir şeyler yapmaya başlarsanız hem geleceğinizi hem de kendi çocuğunuzun geleceğini kurtarabilirsiniz. Çünkü ailenin sadece maddi değil manevi mirası da vardır. Öfke babadan oğula ve toruna geçebilir. Diktatörlük anneden toruna geçebilir. Bu zincir kırılmadan sağlığa ve huzura kavuşmak mümkün değildir.

Kitap, yüzleşmeyi çok önemsiyor. 55 yaşındaki bir insan çocukken yaşadıkları sebebiyle hayatında ciddi tıkanıklıklar yaşıyorsa, gerektiğinde 45 yıl öncesine dönüp babasıyla-annesiyle hesaplaşmalı diyor Forward. Bu yüz yüze de olabilir, mektupla da olabilir, birinin gözetiminde de olabilir. Şayet anne-baba öldüyse, onları temsil edecek bir sandalye, fotoğraf ya da başka bir şeyle bu yüzleşme sağlanabilir. Başlarda "ilginç" gibi görünen bu pratiğe dair kitapta o kadar çok sonuç hikâyesi var ki insanın okurken tüyleri diken diken olabiliyor.

Çocukken yaşadıklarımızın şiddetinin ve açtığı yaraların farkında olmayabiliriz. Ancak Forward uyarıyor, "ne kadar başarılı olursa olsun, zamanında hasara uğramış her yetişkinin özünde aslında bu çaresiz ve korku dolu çocuk vardır" diyor. Yukarıda manevi mirastan bahsetmiştik, işte terapiye katılan bir danışanın ifadeleri: "Yaşadığım hayatı yaşamaya devam etmek istemiyorum. Kızgın olmak, korkmak istemiyorum. Fakat ne zaman olumlu bir - iki adım atıp kendime bakmaya başlasam, bir şekilde mahvediyorum. Sanki acıdan vazgeçmeye korkuyorum. Acı tanıdık bir duygu."

İnsanın tanıdık olduğu tüm duygular çocukluğuyla ilgilidir. Çünkü önce çocukken tanışırız duygularla. Korkuyla, neşeyle, öfkeyle, mutlulukla, endişeyle, huzurla. Ancak hangi duyguyu nasıl öğrendiğimiz çok önemlidir. "Bir anne baba bir yandan çocuğunu döverken bir yandan ona sevgi sözü veriyorsa; aralarında koparılması çok zor ve çocuk gelişimine aykırı bir ebeveyn çocuk ilişkisi gelişir." derken yazar küçük ama kıymetine paha biçilemez bir örnek de veriyor: "Çocuklarınızdan özür dilediğiniz zaman, onlara kendi duygu ve algılarına güvenmeyi öğretiyorsunuz."

Erkek adam ağlamaz, bizim toplumumuzdaki en tehlikeli ifadelerden biridir. Ağlamanın, kederin, hüznün ve üzüntünün cinsiyeti yoktur. Çocuk eğer gülmesi ve ağlaması gereken bir yerde engellendiyse, neşelenmenin de yas tutmanın da ne olduğunu bilemeyeceğinden çok büyük ruhsal açmazlarla yaşamına devam etmek zorunda kalır. İşin kötüsü bunun kolay kolay farkında da olmaz. Çevresinde bir profesyonel ya da insan psikolojisine meraklı biri yoksa belki de asla. Geçtiğimiz günlerde bir dostum, son zamanlarda kardeşinde önemli bir dikkat bozukluğu ve yalnız kalamama gibi durumların ortaya çıktığını, eksiden hiç arayıp sormayan kardeşinin şimdi her gün aramaya başladığını söyledi. Bu konuda hiçbir uzmanlığım olmamasına rağmen okuduklarımdan ve öğrendiklerimden yola çıkarak birkaç soru sordum. Çıkan sonuç şu oldu: kardeşimiz babasının vefatından hemen yurt dışına, eğitimine dönmek durumunda kalmış. Yani yas sürecini yaşamadan bilinçaltına bu acıyı sürekli bastırmış. Üstelik yurt dışında da yalnız yaşıyormuş. Derken yıllar geçmiş ve fiziksel bozukluklar çıkmış ortaya. İşte Susan Forward da sayfalar boyunca bundan bahsediyor. Birçok fiziksel bozukluk aslında birer sonuçtur. Çocukken yaşanan eksikliklerin ya da aşırılıkların sonucu.

Pandora'nın kutusu çocuklukla meselesi olan herkes için ayağa kaldıracak bir paragrafla bitirelim: "Artık bir seçme şansınız var. Çocukluğunuzu yaşayamadan üzerinize birçok sorumluluğun yüklendiğini itiraf edin. Bu sorumlulukların ağırlığı altında hayat enerjinizin haksız yere azaldığını kabul edin. Kendinize bu şansı tanırsanız, birden varlığının farkında olmadığınız bir hayat gücü rezervine kavuşacaksınız. Bu hayat gücünü şimdiye kadar toksik anne-babanız için harcadınız. Artık bu güçten yararlanma sırası sizde."

Yağız Gönüler

Epigenetik insanlığa ne söylüyor?

Seni sen yapan bütün biyolojik özelliklerin aslında sadece genlerinden kalıtılmıyor. Epigenetik bilimine göre DNA’ların dışında da kalıtımsal rolü olan mekanizmalar var. İsrail, Kanada ve Amerika’daki birkaç üniversitede çağ değiştiren bu alana biz, bir parça geç kalmış durumdayız.

20. yüzyıl biyoloji sahnesinin baş aktörü olan genetik paradigmalar, çağımıza damgasını vururken temel varsayımlarının geçirdiği devrim, yeni bir biyolojik dönüşümü mecburi kılmıştır. Bu dönüşümün baş mimarı ise 20. yüzyıla damga vuran, 21. yüzyılın ilk yarısında da rüştünü ispatlayan ve kitabın genetik-üstü sistemler olarak ele aldığı kısımdır. Bu çalışma alanının merkezine de, genetik-üstü sistemlerin de merkezine oturan epigenetik yerleşmiştir. Epigenetik paradigma genetik paradigmanın yetersiz kaldığı yerlere talip olmuştur. Bu çalışmaların insan ve doğanın kaliteli devamında önemi düşünülünce, sorumluluk etiğinde ele alarak hareket etmek, yaygınlaştırmak, kaynak sıkıntısına rağmen araştırma alanı yapmak gerekmektedir.

Ülkemizde bu sorumluluğu üslenme gayreti ile Esra Kartal Sosyal, Gen Ötesi - İnsan Sonrası isimli kitapta kendisinin de ifade ettiği gibi epigenetiğe, ancak giriş yapabilmiştir. Sosyolojiden tıbba kadar birçok disiplini ilgilendiren alandaki bakir yazın dünyasını ise ayrıca üzüntü verici bulmuştur. İnsanlığın gelişiminin, beslenmeden genetik mirasa kadar geniş bir yelpazede ele alınması gerektiğini anlatma derdindeki bu gerçeğe daha saygın bir çaba ile eğilmeyi gerekli görüp, en azından giriş nevinde ilk adımı da atmak istemiştir. Ketebe Yayınları’nın biyoloji felsefesine ait bu bakir alanın kapılarını aralamaktaki gayreti de en az yazarımızın cesareti kadar takdire şayandır.

Epigenetik, genin insan davranışını etkilediği kısmını kabul edelim der. Fakat insan davranışlarının da genleri şekillendirdiği gerçeğini görmek zorundayız: “Atomik düzeyde her birey kendi mekan ve zamanına özgü olan toplam çevrenin ifadesidir. Bireyler günlük yaşamında karşılaştığı bakteriden çok da fazla değildir böyle bakınca. Besin, hava, su, toprak, ev işleri ve tüketim maddelerinden maruz kaldıkları bir dizi kimyasalla şekillenir; aile, çalışma hayatı, sosyo-ekonomik statü, ırksal kabuller, travmalar, savaşlar gibi çevresel faktörleri de bünyelerinde barındırırlar.” Epigenetik, genetik paradigmayı yeni açıklamalara davet etmiştir. Çünkü eğitim gören, çevre değiştiren, spor yapan bir dezavantajlının avantajlı duruma geçmesi DNA’nın birey için yeterli veriyi oluşturmadığının kanıtıdır.

Çevresel etkenlerden olan annenin beslenmesindeki değişimin yavru genlere epigenetik etkisini gösteren aguti faresi deneyi eserde çizim desteği ile oldukça anlaşılır kılınmıştır. Kanser, diyabet, gibi hastalıklara yatkın aguti genini taşıyan şişman aguti farelerinin yavruları da şişman, soluk, sarı, hastalıklara yatkındır. Deney faresinin hamilelik süresince beslenme sürecinin düzenlenmesi ve metilce zengin diyet ile aguti geninin zararlı etkileri azaltılmıştır. Diyet uygulanmayan serbest farede sarı hastalıklı fare sayısı daha fazla iken diyet uygulayan da renkler de değişime uğramıştır. Anlaşılan o ki: Özellikle besin bulmanın daha kolay olduğu ama besin değerlerinin düştüğü bu çağda epigenetik henüz oluşmamış hastalıkların engellenmesi için ve en önemlisi talihsiz gen kandırmacasının sona ermesi ile insan ırkının sağlığının düzenlenmesinde filika görevi üstlenmelidir.

Epigenetik, psikolojinin alanında da genlerden davranışa giden moleküler ve sinirsel yollar ile önemli bilgiler edinmiş, gerek nöroloji gerek psikolojinin karanlık yanlarına fener tutmaktadır. Yazık ki henüz psikolojinin hala sözel bir bölüm olacağına inanıp, edebiyat yaparak psikologluk yapan meslek erbaplarının ve psikolojinin, açılan bu yollardan haberi yoktur. Psikoloji bilimi DNA dan hariç de genlerin çevreden etkilenebildiği gerçeğiyle, nöroloji, biyoloji, beslenme ve sosyal bilimler ile birlikte hareket etmek mecburiyetindedir. Mesela bilinç, başlı başına bir matematiktir!

Son 30 yılda nörobilimden yapay zekaya kadar bilinç üzerine geliştirilen farklı kuramlara rağmen bilinç henüz tam açıklanamamıştır. Locke’ye göre kendi kendisinin bilgisine sahip olan kişi bilinçlidir. “Benlik” (self) demiştir bilince. Bizde ancak ilahi bilgiden edinilebilen “kendini bil” emrini, görünen o ki batı, beynin içinde bulmuştur. Bu yüzden; şimdi tüm bu düalizmi kenara koyup bir an önce optimum bir alanda buluşulması gerekmektedir.

Allen Orr bu düalizmden çıkmak gerektiğini, “özelliklerin ne kadarının genler ne kadarının çevre tarafından belirlendiğini sorgulamak beyhude bir çabadır, ortak bir çalışma alanı vardır ve bu keşfedilmelidir” şeklinde ifade eder. Richard Lewontin de böyle düşünenlerdendir: “Eğer bir duvar inşa etmek için iki adam tuğlalar yerleştiriyorlarsa, her biri tarafından koyulan tuğlaları sayarak hangisinin daha fazla katkısının olduğunu hakkaniyet ile belirleyebiliriz. Fakat biri harç taşıyor biri tuğla diziyor ise böyle bir ayrım yapamaz, bir önem sıralaması belirleyemeyiz. Göreceli niceliksel bir katkı vardır ortada.”. DNA’nın mı çevresel faktörlerin mi geni belirlediği sorusu tam olarak böyle bir cevaba karşılık gelmektedir.

Sonuç olarak; epigenetik mekanizmalar aracılığıyla ebeveynlerin yaşadıkları çevrenin etkilerini çocuklarına ve hatta birkaç kuşak sonraki torunlarına bile aktarabildiği kanıtlanmıştır. Böyle düşününce savaşlar, kimyasal bombalar ve fabrika atıklarının çocuklarının yetiştirdiği nesiller ile mevcut dünyayı suçlamaya pek hakkımız da kalmamaktadır. Epigenetiğe sarılıp dünyanın elinden tutmazsak o bizim elimizi her geçen gün biraz daha bırakacaktır.

Mavi Çınar

19 Eylül 2020 Cumartesi

Hızlı kent yaşamına karşı dervişane bir dinginlik

Yağız Gönüler’in son şiir kitabı Freud’un Göremediği Rüya okuyucuyla buluştu. Kent insanının bunalımı, çocukluk, tasavvuf ve felsefe gibi temaların ağırlıklı olduğu şiirlerin ortak özelliklerinden biri de bütün bir hayatı uykuyla uyanıklık arasında adeta rüya gibi izleyen bir adamın dilinden söyleniyor olması. Kitabın ilk ve son şiirleri aynı şiirin iki parçası gibi oluşturulmuş. İlk şiir “Topraktan” ismini alırken son şiir “Toprağa” ismini almış. “Topraktan geldik, toprağa gideceğiz” anlayışını vurgulayan bu tutum aynı zamanda bir tevazunun da ifadesi olmuş. Bu iki şiiri birlikte okumak; “Dünya dedikleri bir gölgeliktir” dizesini de çağrıştırıyor. 

“Topraktan” şiiri şu dizelerle başlıyor:

“Varım desem büyük söylemiş olurum
Yokum desem elbet ağır gelir”

Bu iki dizede varlığın birliği anlayışını güçlü bir şekilde vurguluyor şair. İnsan Allah’tan ayrı bir varlık iddiasında bulunursa -ki bu bir anlamda şirk olur- büyük bir iddiada bulunmuş olur. Öbür taraftan varlığını Allah’ın varlığında yok edip, kendi varlığının iddiasını gütmemek de nefse ağır gelir. Yine aynı şiirin son dizeleri şu şekildedir:

“Herkesin son dediği
Yerden geliyorum”

Bu iki dizede de “ölmeden önce ölmek” düsturu hatırlatılıyor.

“Toprağa” şiirinde;

“Düşe kalka
Düşe kalka
Düşe kalka
İnsan dağılır Allah toplar”

dizeleriyle tövbe kapısının açık olduğunu, insanın hata yapabileceğini, Allah’ın affedici olduğunu vurguluyor şair. Freud’un Göremediği Rüya şiirinde insanı hayatın karşısında çaresiz ve edilgen bir varlık olarak resmediyor şair. “Kimseyi sabra davet etmiyor kimse” dizesinde modern hayatın aceleciliğine karşı İslami bir karşı duruş görünüyor. Şiirlerin pek çoğunda hayatın hızı karşısında şaşırmayı, yani hayret etmeyi unutan insana bir eleştiri var. Hayret etmek, idrak etmektir bir anlamda. Bu nedenle şuursuz bir yaşamın eleştirisi yapılmış oluyor. Bir şiirde yer alan; “Şaşırıp kalmak bize artık ne kadar uzak” dizesi ve bir başka şiirdeki; “Kaybettiğin o hayret için biraz daha gayret” dizesi ve yine bir başka şiirde yer alan “Yaşam fazlasıyla şaşırmaktır, doyamıyorum” dizeleri bunun bir ifadesidir. Şair çocukluk ve yetişkinlik arasında da bir kıyas yapıyor ve çocukluktan yana tavır alıyor. Çocukluğu masumiyet ve samimiyetin ifadesi olarak görüyor.

Travmalar, Açık Yaralar, Anlar” şiirinde “Çünkü her şey aynada asılı duran bir tokattır” dizesiyle insanın kendisiyle yüzleştiğinde gerçeklerin bir tokat gibi yüzüne çarptığı çağrıştırılıyor. Modern dünyada insanın kendi gerçekliğinden kaçmaya çalıştığını vurguluyor şair.

Şiirlerin genelinde bir rüya hali var. “Çocuk Kal” şiirinde;

Gel şimdi, gidiyoruz bir rüyanın yorumuna
Çocuk kal sen hiç ihtiyarlama
” 

dizeleriyle de bunu ifade ediyor. Diğer şiirlerde de rüya hali kendini gösteriyor. “Ayten Teyze’nin Bakkaliyesi” şiirinde çocukluğunun rüyasını gören bir yetişkinin sayıklamalarını okuyoruz adeta.

Dünyanın En Endişeli Şarkısı” şiirinde küçük insanların büyük dertlerine ortak olan bir yürek görüyoruz.

Nalburlar, kuaförler, ayakkabı boyacıları
Karşıdan karşıya geçerken bir çocuk
Madene tekrar inerken bir adam
Eve dönerken güvercine selam veren kadın
Ben iki nokta üst üste endişeliyim
” 

dizelerinde bu duygu ortaklığını görüyoruz.

Sadece küçük insanlara değil, bütün insanlığa dua edebilen bir yürek şairinki; “Dünyanın dört bir yanına dağılıyor avuç içlerim” dizesinden bu duayı anlıyoruz. 

Şairin yaşam felsefesine ait önemli çıkarımlar da yapabiliyoruz şiirlerde.

“Bana tutunacak çok dal verdi hayat
Rüyalar, dualar, eskilerin ayak izleri ve kapılar”
 

dizelerinden şairin kendi gerçekliğini nelerin üzerine ve nasıl kurduğunu görebiliyoruz. Bu dizelerdeki rüya sözcüğünü ilham kavramıyla birlikte düşünmemiz gerekir ki bu da pozitif bilimler ve Batı felsefesine karşı İslami ilimler ve tasavvufu tercih ettiğini gösterir. Dua sözcüğü, bir büyükten el almayı, kapı sözcüğü de esasen dergâhı temsil ediyor. Bütün bunlar da tekke yaşamını ve dervişane bir tavrı çağrıştırıyor.

Uzaklar Her Zaman Gerçek değildir” şiirinde; “Çünkü işe giden herkes biraz ödlektir” dizesiyle, “Çünkü eve dönen herkes biraz cesurdur” dizelerini birlikte düşündüğümüzde kendinden kaçış ve kendine dönüş eylemlerinin ifade edildiğini görüyoruz. Ve şair kendinden kaçmayı korkaklık, kendine dönüşü de cesaret olarak nitelendiriyor.

İmtihan Zamanı” şiirinde çocuk istismarına yönelik bir eleştirinin yanında, dindarlık algısındaki bozulma, şehirleşmedeki plansızlık ve rant da eleştiriliyor. Şair bu şiirin bir yerinde;

“Kirli ellerde bile saflık arayan kız çocuğuna
Apartmanın karanlığı çökerken
Türkiye dindarlaşıyor”

Heidegger Bağdaş Kursaydı” şiirinde yoğun bir biçimde tasavvuf ve Batı felsefesi karşılaştırılırken Heidegger’in “Varlık ve Zaman” eserine göndermeler yapılıyor.

“Yaşadığı gibi konuşanlar efsanedir zaten Heidegger
Senden ilham alanlar söylesene nerdeler?” 

dizeleriyle bu karşılaştırmada tasavvufu üstün tuttuğunu gösteriyor şair.

Muamma” şiirinde; “Bir şeyi anlayınca insan ürperiyor” dizesiyle hayret makamına vurgu yapılırken “Kan insanın çocukluğunda toplanıyor” dizesinde hayatın çocukluktan ibaret olduğuna dair bir çağrışım yapılıyor.

Sonuç itibariyle; şair çocukluğa, tasavvufa, Batı felsefesine, yozlaşmış dindarlığa, kent insanının yalnızlaşmasına dair hissiyatını dile getirirken hızlı kent yaşamına karşı dervişane bir dinginliği tercih ettiğini ifade ediyor.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

17 Eylül 2020 Perşembe

Yiteni bulmak için anlatmak gerek

Karşımızda yirmi beş yıl psikanaliz yapan ve hastalarıyla elli bin saatten fazla zaman geçiren bir ‘dinleyen’ var. “Bir öyküye yerleştirmek veya öyküsünü anlatmak bütün üzüntüleri katlanılabilir kılar” diyor Karen Blixen. Dinlemek, ne kadar hassas ve önemli bir kelime. Bugün belki de yaşadığımız coğrafyadaki en büyük eksiklik, en çok aranan eylem. İnsan kendini dinler bazen kendine şifa olabilmek ya da bir yol bulabilmek için. oysa. İnsan başkasına kulak verir, başkasının hikâyesiyle kendi hikâyesini tanıştırmak ve oradan nice çözümler üretebilmek için. Tam hatırlayamıyorum, bir filmde ya da kitapta karşılaşmış olmalıyım, belki de kafamdan atıyorumdur ama şöyle: Çocuklar öğretmenlerine, hastalar doktorlarına âşık olur önce. Çünkü bunca zaman sonra kendilerini dinleyen biriyle karşılaşırlar. İnsanlık serüvenlerinde önemli ve hatta unutulmaz bir adım.

Stephen GroszYapı Kredi Yayınları tarafından neşredilen 200 sayfalık kitabı "İncelenen Hayatlar: Kendimizi Nasıl Yitirir, Nasıl Buluruz"da her değişimi bir kaybın takip ettiğini söylüyor. Çocukluğumuzda oturduğumuz evden taşınırken aynı zamanda çocukluğumuzu da kaybederiz. Bu kayıp eğer beklenmedik bir anda gerçekleşiyorsa, ömür boyu bizi takip edebilir. Tıpkı ilk gençlik yıllarımızda sırdaş bildiğimiz bir dostumuzu trafik kazasında ansızın kaybetmek gibi. Büyük bir değişiklik gerçekleşir hayatımızda, evet bu doğru, ancak bu değişiklik çoğu zaman bir eksikliktir de. Düşüncem şu yönde: İnsan eksiktir ve bu eksiklik müthiş bir imkândır. Eksiklik yolda tamamlanır. Kendi kıymetini bilmek için daima yolda olmalıdır insan. Çünkü sadece yolda 'ol'unur, yalnız yoldayken 'olma'ya çalışılır. Y/ol mucizedir, insan gibi.

Grosz, insan davranışlarını hikâyeleştirdiği bu kitabında bizi hayatın ince taraflarına çağırıyor. İnce tarafları keşfetmek güç olduğundan zaten bilhassa batıda insanlar psikanaliz desteği alıyorlar. Çok mu kolay sanki insanın kendini keşfedebilmesi? Çok uzun, zorlu bir yol, elbette en güzel yol. Ancak yukarıda dediğim gibi insan eksiktir. Birini ister yanına. Bazen başka bir insanı, bazen bir kalemi, müziği yahut kediyi. Çünkü değişim şarttır. Ancak nasıl değişilebilir? Okuyalım: "Değişim yalnızca burada ve şimdi gerçekleşebilir. Bu önemli bir bilgidir, çünkü geçmişimizi değiştirmeye çalışmak bizi çaresizlik hissine boğabilir, üzebilir... Bazen değişmek için kendimizi düzeltmeye ya da yaşayanlarla ilişkimizi onarmaya karar vermemiz yeterli olmaz; bunun yerine kayıplarımızla, unuttuklarımızla, ölülerle ilişkilerimizi onardığımızda değişiriz."

Geçmişle olan 'mesele'mizi bir şekilde kapatmamız lazım. Bu kapatma bazen yüzleşme yöntemiyle de olur yani kabullenmeyle. Biz aslında en büyük yaralarımızı kendi isteğimizle ve üstelik farkında olmadan taşırız. Bir meseleyi hallettiğimizi düşünürüz, hızla geçeriz, özümsemeden. Oysa bu, yarayı yüklenmemize sebep olur. Yarayla yürürüz farkında olmadan. Bunun edebiyatı da var şüphesiz ama yaradır bu, insanın içindeki temel eksikliğe zarar verir sürekli. Aşmak, çözmek, kapatmak gerekir. Onarmak denebilir tüm bunlara. İşte bu 'onarma işlemi' için seçenekler bulmalıyız, üretmeliyiz. Grosz bu konuya ciddiyetle yaklaşıyor: "Seçeneksizlik mahkumiyettir, insanı bir tenkit ve öz tenkit ağına hapseder. Belli bir düşünme biçimi -var olma biçimi- bazen öyle derinlere işlemiştir ki insan bunu sorgulayamaz, hatta bilemez. Sadece yaşar bunu. Seçeneklerin olduğunu bilmek olağanüstü bir özgürlüktür."

Bazen kafamızı bir gelecek düşüncesi kaplar. Kaygı denilen kavramın kökeninde de bu yatar. Sürekli geleceği düşünmek kaygıyı, endişeyi taşır insana. Sonrası panik bozukluklar. "Psikanalistler, geçmişin şimdiki zamanda yaşadığını işaret etmekten hoşlanırlar. Ama gelecek de şimdiki zamanda yaşıyordur" der Grosz ve şöyle devam eder: "Gelecek, gitmekte olduğumuz bir yer değil, şu an zihnimizde olan bir düşüncedir. Onu biz yaratıyoruzdur, karşılığında o da bizi yaratır. Gelecek, şimdiki zamanımızı şekillendiren bir fantezidir."

Şimdi ve burada olmanın, şimdi ve burada halletmenin yöntemlerini danışanlarıyla yaşadıkları perspektifinden anlatıyor Grosz. Bazı hikâyeler o kadar bizden ve o kadar sarsıcı ki. Bilhassa çocukluk ve ergenlik döneminde yaşananlar. Onlar sanki bir ömür bizimle birlikteler. Her fırsatta bir yerlerden çıkıp bize selam veriyorlar ve acımasızca saldırıyorlar. Grosz bu yüzden "cephe büyükse arkası kalabalıktır" diyor. Oldukça mühim bir hatırlatma.

İncelenen Hayatlar, sahiden ismi gibi, birçok hayatı incelememize vesile oluyor. Ve en önemlisi de bu 'hikâyelerle' birlikte kendi hikâyemizi birçok defa yeniden gözden geçirmemize...

Yağız Gönüler

13 Eylül 2020 Pazar

Yakın çağın düşüş sancıları

Şule Gürbüz, Öyle miymiş? diye bir kitap yazmış, iyi ki yazmış, var olsun. Eser, İletişim Yayınları'ndan 2016'da çıkmış. Yazar Öyle miymiş? diye soruyor biz de ya öyle miymiş diye gah soruya soruyla cevap veriyor, gah ya işte öyleymiş diyerek sormaya cesaret edemediğimiz soruların cevabını buluyoruz. Yazarın hem Cambridge'de felsefe eğitimi almış olması hem de bir mekanik saat ustası olarak bilfiil çalışıyor olması kitaptaki zaman mefhumunu ince ince tatlandırmasının sebebi olabilir. Yazar zamanın, inancın, ümidin ne olduğunu kafamızda şekillendiriyor. Kitap roman değil, hikâye değil ama hikâyeleri var bir kahramanın fikir sancılarını ele alan. Tür olarak ne olduğunu adlandırmak konusunda zorlansak da iç seslerin yoğun olarak kullanıldığı bir deneme kitabı diyebiliriz. Ya da bu konuda hiç telaşa düşmeden kelimelerin tadını çıkarabiliriz.

Yazarın kafasından geçen kuyruğu birbirine çarpmadan dolaşan var oluşa dair binlerce fikir. Bu tip varoluşsal problemleri ele alan eserlere pek rastlamıyoruz Türk edebiyatında. Bir Nurettin Topçu vardır felsefenin edebiyatta, sanatta olması gerektiğine inanan. Felsefenin, varoluşun edebiyatta olması gerektiğine inanan edebiyatçılarımız var olsa da sayı ve nitelik yeterli değil. Türk aydını modernleşme sorunundan muzdariptir. Ya Batı'ya körü körüne inanılmış, bağlanılmış, ya da ondan tamamen yüz çevrilmiştir. Bu da okuduklarımızın, izlediklerimizin sığ kalmasına sebep olmuştur. Şule Gürbüz çağımızın Türk aydınının karşı karşıya kaldığı bu sorunu aşmıştır. Ne körcesine bir Batı idealine saplanmış ne de dünyada olup biten bunca fikir sancısına gözünü kapatmıştır. Bizim fikir sancımızı yazmış, bizim inancımızı yazmış, bizim dilimizi konuşmuş, hasret kaldığımız Türkçe düşünen yazar olarak bence milli edebiyatta yerini sağlam bir temele oturtmuştur.

Kitabı okurken Albert Camus'nün Düşüş'ünü hatırladım, orada çekilen sancıları Öyle miymiş? 'de sobanın arkasında oturan kız da çekiyor. Bizim milletten böyle bir sancı çekecek insan çıkmaz diye hükmetmişken, kendi içinde buluyorsun o sancıyı çekeni. Bunların hepsini nasıl derleyip toparlamış da kaleminden dökmüş, bir kitaba sığdırmış, doğrusu takdire şayan. Üstelik böylesine zor bir kitabı nasıl olmuş da benzersiz bir Türkçe ziyafetine dönüştürmüş orası da ayrıca alkışlanası. Kitabın dili çok sağlam, üzerinde çok çalışıldığını ve yazarın yıllarca biriktirdiğini gösteriyor. Her yazar biriktirir ama Şule Gürbüz ilk romanı Kambur'dan on sekiz yıl sonra Coşkuyla Ölmek'i yazmış. Onun ardından Öyle miymiş? eseriyle karşımıza çıkmış. Belki bu uzun süre bize onun anlatımının nasıl güçlendiği hakkında bir şeyler söyleyebilir.

Kitap dört bölümden oluşmakta. Birinci bölüm Cennet Varken Cinnet Olabilir mi?. Bu bölüm kısa metinlerden oluşmakta. İnsanı durup düşünmeye davet eden yazılar.

"Dünya, orta halli dünya, insan aşağı seviye, palamutlar eh taze işte, bunlarla oyalan, 'Allah bir' de geç git işte." (s.33)

"Baş suya eğilmeyince, ne dediğini dinlemeyince, taş bir sade kuru taştan sayılınca ve diken değdiğinde hatırlanınca, iz ve ima arayan, kendi ayıbının izini süren kalmayınca, bu sürek avı sade izleri süpürmeye yarayınca, bir şeyleri üzerine alınan olmayınca eşya konuşmayı ve işaret vermeyi bıraktı." (s.40-41)

Her metin üç çiçek ya da üç kuş ismiyle bitiyor. Nedir bunlar diye bir tabiat merakı sarıyor hücrelerinizi. Hikmet arıyorsunuz, bunca varlık sizi Allah'a götürüyor, merak etmeye, hayret etmeye götürüyor, sizi bir anlam arayışına girmeye teşvik ediyor. Eğilip kulak versek bize ne meseller, ne hikâyeler anlatacaklar? Bunca isim verilmiş varlık, bunca zenginlik boşa olmasa gerek. Bu tabiat okumaları tabii ki sığ kalmamalı, kökten etki etmeli. İnsanın ne kadar da unutkan olduğunu da anlatır satırlarında.

"Koca ceviz ağacına çıtırtı der, göle durgun, ineğe munis, koyunun yanında durup bir poz aklını beğenir, azcık puhu kuşuna şaşar, onu da sabah namazından sonra geri yatıp uyuyunca unutur." (s.31)

"Ey Türk genci,
Sen ne zaman gerçekten öleceksin, buhran ne, kıpkızıl yanmak ne, ne zaman bileceksin?" (s.39)

Kitabın ikinci bölümü Hayır Demeden İtiraz. Bu bölümde yaşamak, yaşayabilmek, ölmek, ölebilmek, asıl amaç ne, bunların içinde ne var gibi soruların cevabını çocukluğundan beri içine bakan birinden dinliyoruz. Bir sobanın arkasında oturup okuyan, düşünen bir kız çocuğunun bilincinden akanlarla yol nerelere varıyor, görüyoruz.

"Her ruhun vatanı var, onu bulmak ve oraya ne kadar çorak ve uzak da olsa gidip yerleşmek, oranın lisanını öğrenmek zorunda, ne denildiğini anlamak, ağıtları çözmek zorunda. Ölebilmek zorunda. Ölmeyi kolaylamak zorunda, ölmeyi anlamak zorunda. Tamam da nasıl yaşanacak, nasıl yaşanacak, nasıl yaşanacak, böyleyse neden yaşanacak, neden yaşanacak, ölebilmek için mi? Ölebilmek için yaşanacak. Yaşayabilmek ölebilmenin, yerinde yurdunda ve kendin olarak ölebilmenin yolunu açarsa yaşanabilmiş olacak." (s.90)

Anlatıcının derdi nasıl yaşanacağı, neyle yaşanacağı oluyor. Soruları hep bu yönde olmuş, öğrenebilmek için okumuş, içine bakmış, aramış, bulacağını, bileceğini zannetmiş ama sonunda ölüme, bilmemeye varmış.

"Kendime uzun uzun baktım. Başkalarına uzun uzun baktım. Uzun uzadıya bakacak uzunlukta ve genişlikte fazla bir şey olmadığını yaşayanların ve yaşamanın ince uzun dar bir çizgide arkaya zor dönülür ve görülür bir darlıkta sıkışmak ve güçlükle ve tek yöne iradesiz ve amaçsız bir sıkıntılı yürüyüş olduğunu iyice anladım." (s.50)

İnsanın kendini bulması, tanıması için doğru sorular sorması çok önemlidir. Felsefede de insanı düşündüren sorulardır. Sordukça bir yere varacağınızı sanırsınız, ama öğrendikçe daha da battığınızı hissettiğiniz anlar olur. Schopenhauer çok okumanın insanı ahmaklaştırdığını, zihnini felç ettiğini söyler, bakın Gürbüz ne demiş bu konuda:

"Okudukça anlamayışım içimde anlamamanın artması diyebileceğim bilgi ve anlayış artmasının tam aksi kutbu diye tarif edeceğim ama bir şey tarif etmiş olmayacağım bir kalınlık oluşturuyordu. Anlamayışta derinleşiyordum. Akıl gibi ahmaklık da derinleşebiliyormuş, bunu merak edene karnımı yarıp bu hiçbir şey bitmez çorak araziyi gösterebilirdim." (s. 60)

İç sesin sahibi eleştirmiş, sorgulamış, öfkelenmiş, feryat etmiş, bildiğini zannetmiş, bilemediğini anlamış bir zihnin hezeyanlarını yaşamış. Üzümlü kekte teselli bulmuş, insanlardan tiksinmiş, bir soba arkasına sığınmış.

"Bu dirilik can mıdır? Bu ölülük vefat mıdır, yürümek midir, göçmek midir, öbür dünyaya doğmak bu mudur, öbür dünyadan buradakini boğmak bu mudur? Bilmem ki söyleyeyim, acaba bilsem söyleyebilir miyim, insanın bildikleri söyleyebildikleri midir? Yoksa bilmek feryat mıdır, bilmek söze mi dökülür göze mi, gözden mi dökülür, bu dökülenler nerdedir, birikir mi kurur mu?" (s.59)

Bu bölümdeki isimler ve terimler çok zengin bir argümanın göstergesi sayılabilir. Russell, Weber, İncil, Meister Eckhard, Augustinus, Bach, Kierkegaard, Heidegger, Dostoyevski, Tolstoy, Herodot, Platon, Socrates, Hausmann, Notre Dame, Hz. İsa, Hz. Musa, Nietzsche, Hz. Süleyman, Pascal, Leibniz, Bessiyeli Eyüp, Yunus (a.s), Spinoza, Şeyh Galib, Kaşani, Yahya Kemal, Ziya Osman, Cahit Külebi ve daha nicesi bizi Batı felsefesine, İslam tasavvufuna ve Doğu inanç biçimine götürüyor. Bizim ve Batı'nın fikir macerası arasında derin bir fark olduğunu şu sözleriyle ne güzel anlatmış yazar:

"Şöyle bir rahatça cinnet geçirilmez, kulak burun kesilmezmiş. Memlekette zulmedecek milyonlarca insan varken estağfurullah, insan bu hazineyi bırakıp da kendine zulmetmezmiş. Bu bıçak asla kendine dönmez, bela ise başkasının başına bela olur, sapık ise birisinin sapığı olur, müstakil kendi kendinin sapığına hiç tesadüf edilmezmiş." (s.136)

Cinnet geçirebilirsiniz ama kendinize mukayyet olmak şartıyla.

Doğulunun gönlü vardır, içindeki bir Batılınınkinden çok farklıdır, soruları ve cevapları, onlara biçtiği anlamlar farklıdır.

"İnsan da olmamak istermiş. "İnsan olmak" zaten insan sözü imiş, tanrı bundan bahsetmemiş, kul demiş. İnsan, ruy-i zeminde insan olmaya kalkmış, kendine de bu adı yine kendi takmış. İnsan insan olamaz, tanrı kul ararken ortalık bir ağarır bir kararırmış. Allah bizi niye yarattı acaba diye düşünene verilen açıklama, yani "Bana kulluk etsinler diye yarattım" sözü daha kimsenin damarlarını genişletip içine bir mana sızdırmamış, bunu duyan işiteceğini işitip bir tamam olmamış. Sade yeni bir soru da kalmamış. Öyle miymiş, öyleymiş." (s.141)

Batı fikriyatında insanın ölümü bile bile yaşaması saçmalık olarak düşünülür ama Doğu'da ölümden sonrası için bu dünya bir imtihan yeridir, ama bu fikrin içi boşaltılmış gibidir.

"Zaten örnekleri gördük, imtihanın testlerini çözdük, bilmedik bir şeyden bahsolunmuyor, durian denmiyor ya incir üzüm deniyor. Önceden gidip bizden iyi bahsedecek olanlar, yer yurt hazırlayacak, kefilim diyecek olanlar da var, daha ne olsun, ölüm iki cihan azizliği demişler, değil mi, değil mi, değil miymiş?" (s.156)

Doğu mu demeli biz denilen ahaliye yoksa Anadolu mu orası da çok belirgin değil aslında. Dinde ezoterik bir yaklaşımın var olduğunu ve bunun halka zor geldiğini, herkesin kendi dinini yaratma sevdasına düştüğünün eleştirisi de yapılmakta.

"Bizim millet aslında gerçek hatlı bir gavur bile olamazmış. Asıl isteği abdestsiz, namazsız, ayakkabılarını çıkarmadan ibadethaneye girebileceği, arada da içebileceği, zina suçunun hafifletildiği bir dine mensup olmakmış. Din dar geldikçe bir pili açmak gerekliymiş." (s.122)

Kitabın dördüncü bölümü Sanki Daha Dünkü Cinnet Kuşuyum. Bu bölümde önceki üç bölümün sancısını azaltma havası var. Biraz dil yumuşamış, dalgacı bir havaya bürünmüş, ne yapalım dünyamız bu haldedir, geçip gideceğiz, ama sen yine de bir dur düşün der gibidir. İnsanları yargılamaktan kurtul, şekilden kurtul, öze dön demektedir.

Kelimeler arasında tabiatı hatırlatan bolca unsur vardır. Hayretimizi artıran bu zenginlik, umudumuzu da kamçılamaktadır.

"Sonbahar güvez renkleri, kızıl hünnabi tonları ile her sönüş gibi son alazın resmine bir bakan olursa diye manasını katarak ve sade güzel bulunmasına, önünde gülümsenmesine şaşarak geçiyor. Bir mevsim bir insana yine alışamadan şaşkın geçiyor. Bir ekim ayı iri sapsarı bir çınar yaprağına devriliyor, onun resmi olarak kalıyor. Bir mevsim, güzelim aylar." (s.187)

Biz okuduk nasiplendik, darısı cümlenin başına.

Mevhibe Şenel
mevhibe.senel@gmail.com