Marcel Proust'un psikolojik bir edim olarak okumayı irdelediği bu anlatısının aslında Ruskin'in Susam ve Zambaklar’ı için kaleme alınmış bir ön söz olduğu hepimizin malumudur. Yazar bu metni her ne kadar ön söz mahiyetinde yazmış olsa da fikirlerinin derinliği neticesinde ortaya müstakil bir eser çıktığını görüyor; keşke tüm önsözler bu ciddiyetle kaleme alınabilse diyorum.
Bilindiği gibi Proust 1871-1922 yılları arasında yaşamış, Fransız edebiyatına roman, deneme ve eleştirileriyle büyük katkıda bulunmuş bir yazardır. Biz onu daha çok 1913-1927 yılları arasında yayımlanmış 20. yüzyılın en büyük eserlerinden biri olarak kabul edilen 7 ciltlik A La Recherce Du Temps Perdu yani Kayıp Zamanın İzinde ile tanıyoruz.
Tarihte okumak ve yazmak üzerine elbette ki pek çok eser kaleme alınmıştır fakat böylesine büyük bir romancının okumak üzerine söyledikleri, bize bir yazarın gözünden “okuma” eylemini ele alma imkânı sunması bakımından oldukça önemlidir. Proust diğer pek çok yazar gibi okumayı en önce dostlukla özdeşleştirmiştir: “Okuma bir dostluk biçimidir. Dahası o, öteki bütün dostluk biçimlerini çirkinleştiren her şeyden bağımsız bir dostluktur.”
Osmanlı şairi Abdüllatif Çelebi’nin, kütüphanesinde ağırladığı her kitabını “bütün dertleri def eden hakiki ve müşfik dost” olarak görmesi de buna benzerdir. Yahut Cemil Meriç’in “Okuma iki ruh arasında âşıkâne bir mülâkattır” ifadesinin aynı hissiyatla sarf edildiği aşikardır. Aynı bakış, aynı ünsiyet... Dikkatlice bakın, değişen zamana ve mekâna rağmen kitaplarla ünsiyeti olan pek çok kişinin; okumayı yakınlaşma, mülaki olma, iç içe geçme, karşı karşıya gelme eylemleriyle bir tuttuğunu fark edeceksiniz.
Proust’un okumaya dair daha derin ifadelerine bakacak olursak “…okuma, insanların en bilgesiyle bile olsa, bir konuşmaya indirgenemez; bir kitapla bir dost arasındaki asıl farklılık, bilgeliklerinin büyüklüğündeki farklılık değil, onlarla iletişim kurma biçimidir; okuma konuşmanın tersine, yalnızlığımızı sürdürürken, yani yalnızken sahip olunan ve konuşunca çabucak dağılan entelektüel güçten yararlanmaya devam ederek, esinlere açık olmaya ve zekanın kendi kendisi üzerindeki çalışmasını bütünüyle verimli kılmaya devam ederek, her birimizin önceden iletilmiş bir başka düşünceyi edinmesidir.” sözlerini hemen fark ederiz. Çarpıcıdır çünkü. Okuma ve konuşma eylemlerini kıyaslamaktadır yazar. Konuşmaktan kastı elbette ki -konuşulanı- dinlemedir. Ona göre pek çok anlama gebe olan kelimeleri sessizce anlamlandırmak ancak satırların okuyucunun zihin ve gönül dünyasında açtığı esin yolu ile mümkündür.
Proust’un bu sözleri bize Schopenhauer'un “…kitaplar bir zihnin, en saf özü, en mükemmel suretidir ve bu yüzden her zaman karşılıklı konuşmadan, hatta en büyük kafanın sohbetinden bile çok daha büyük bir değere sahiptir.” satırlarını anımsatır.
Evet, Proust’un dediği gibi okumak inziva gerektirir. Günümüz insanının okumaya karşı gösterdiği mesafeli duruşun arkasında belki de “kendiyle baş başa kalmak korkusu” bulunmaktadır. Modern çağın sanal bağlanmalar yoluyla dayattığı kurmaca karakterler, kurmaca hayatlar insanların durup, dinlenip, soluklanmasına imkân tanımamaktadır. Dahası cevaplarını aradığı soruların peşinde attığı voltalar, sağlıklı ve dingin bir hayat sürmesine olanak sağlaması yerine insanı melankoliye sürüklemektedir. Öyle ki kendisini kan ter içinde bırakacak bir macera yerine simülasyonu tercih etmektedir insan. Onun tercihi artık, kendisiyle karşılaşma ihtimaline karşı sanal bağlanmalar yoluyla mücadele göstermektir.
Başkaları için konuşup kendimiz için sustuğumuzu söyleyen Proust’un bu düşüncesinde Schopenhauer’un etkileri tecessüm etmiştir belki de. Ona göre “Akılllı adam her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden azade olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır ve böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı tercih edecektir.”
Yalnızlığın iç dünyayı zenginleştireceğine inanan iki yazara göre de bir insanın olabileceği ya da başarabileceği en iyi ve en büyük şeyin kaynağı kendisidir. Okumak eylemi, insanı kendini keşfetme serüveninde derinleştirecek bir gizilgüce sahiptir. Okumanın insanlık için kendisinden beklenen en faydalı mesuliyeti de belki de budur. Okumak insana sorgulamalarla, düşünüşlerle ve hayallerle örülü “tinsel bir hayat” sunmaktadır ama onun araladığı kapıdan içeri girme iradesini göstermek yine kişinin kendisine bağlıdır:
“…Bir okuma disiplini yaratmak, sadece teşvik edici bir şeye fazlasıyla rol yüklemektir. Okuma tinsel hayatın eşiğidir, oradaki yolu bize gösterebilir, yolu oluşturmaz.”
Proust’un okuma üzerine sahip olduğu fikirleri ifade ederken köyünün çiçekli yollarından evinin yakınlarındaki parka, parktaki kuğulara, ikindi vakti kurulan sofralardan büyük halasının tutumuna kadar pek çok konuya değindiği görülür. Konu çocukluğuna geldiğinde onu durdurmak mümkün değildir. Tıpkı 1908 yılında Kanadalı yazar Lucy Maud Montgomery tarafından yazılan Anne of Green Gables romanının başkahramanı Anne gibidir. Daldan dala atlarken sıraladığı sayısız cümlenin müthiş uyumuyla kendisini dinleyen insanları düşünme hızına ve ifade biçimine hayran bırakır. Okuyucu, yazarın çocukluk anıları ile ilgili verdiği yerli yersiz malumat arasında kaybolduğunu düşünürken o, “Okumadan söz etmek isterken, kitaplardan başka her şeyden söz ettim” diyerek sanki bir kusurunu itiraf etmektedir. Siz, yazarın ses tonuna mahcup bir edanın yerleştiği zannına kapılmışken Proust bu kez, “Çünkü okumalarım sırasında benimle konuşanlar kitaplar değildi. Ama belki okumaların bende birbiri ardına bıraktıkları hatıralar, benim okurumda da uyanacaktır. Bu çiçekli ve sapa yollarda zaman kaybetse de okuma adı verilen özgün psikolojik edim, zihinde yavaş yavaş yeniden yaratılacak ve böylece benim belirtmem gereken kimi düşünceleri şimdi kendine aitmiş gibi izleyebilecek güce sahip olacaktır.” sözlerine ifadelerini ekler. O kadar haklıdır ki az evvel yazarın boşboğazlığına maruz kaldığını düşünen okuyucu buz kez ona hak verecektir. Yazarın üslubundaki bu manevralar, Proustyen anlatımın tipik bir örneğidir denilebilir. Bu, yazarın kasıtlı olarak yaptığı bir şeydir. Onun ne düşündüğünü öğrenmek isteyen okuyucunun kendisine gösterilen işaret levhalarını dikkatle takip etmesi gerekmektedir. Yazar okuyucusunu kendine has bir yöntemle adeta yetiştirir.
Sözünü hiç tökezlemeden uzata, devire, yuvarlaya başladığı yerden çok uzaklara taşır ama şaşırtıcı biçimde onca uzatma, devrilme ve yuvarlanmadan sonra onun okuyucusunu yine sözün başladığı yere götürdüğünü görürsünüz. Proust, satır aralarını birbirine bağlayan incecik bir ipte yalpala yalpalaya ilerleyen ama dengesini hiç kaybetmeyen bir kelime cambazdır adeta.
Proust’un üslup ve tarzını “çalçene kadınefendi” tabiriyle tanımlayan Samuel Beckett, Proust adlı eleştirel çalışmasında onda kimseyle karşılaştırılmayacak kadar harika şeyler olduğunu, bazı benzetmelerinin parlak bir infilak gibi tüm sayfayı aydınlattığını, bazılarının ise donuk, mat hatta aşınmış olduğunu, ama bu durumun incelikli, büyüleyici ve titreşen bir denge yarattığını ifade etmekten geri kalmaz.
Becket gibi Proust’un okuyucusuna üst perdeden seslenişini garipseyenler olsa da onun sözüne ve yazısına yerleşen sivri dillilik ve muzipliğin kendisine hayranı olduğu İngiliz eleştirmen Ruskin'in bir mirası olduğu ifade edilir. Kim bilir belki de gerçekten öyledir. Umberto Eco’ya kulak verecek olursak;
“Son saatlerinin gelip çattığını anladıklarında, Proust’u hala okumadıklarını fark eden o ölüm döşeğindeki insanların sızlanması korkunçtur.”
O halde, okuyalım derim.
Firdevs Kapusızoğlu
twitter.com/FirdevsKap
5 Şubat 2020 Çarşamba
4 Şubat 2020 Salı
Kan kırmızı kar yağıyor ancak gökten değil
"(...) Az sonra bir başka uçak alçak uçuş yaparak tepemizden geçti ve köye mühimmat ve erzak sandıkları bıraktı. Belli ki bu akşam da biraz bisküvi yiyebilecektik."
İkinci Dünya Savaşı tarihi üzerine birçok kitap dilimize kazandırılmaya devam ediyor. Bu tip kitaplar yalnızca savaş tarihi okumayı sevenler için değil; savaş psikolojisini, şiddetin kökenlerini, siyasi gerilimleri ve insanların zor zamanlarda neler yapıp yapamayacaklarını merak eden herkes için çok şey söylüyor. Askerî tarih çalışmalarında cephanelere, saldırı ve savunma teknolojilerine, siper mücadelelerine ve çatışmalara dair bir şeyler okumak bize bazı reçeteler sunabilir ama Çinli bir bilgenin "reçeteleri okumak insanı sağlığa kavuşturmaz" sözü de unutulmamalı. Okur bakışını biraz da tüm meselelerin psikolojik yönüne çevirmeli. Orada çok, hem de çok malzeme var.
Ekim 2019'da Kronik Kitap etiketiyle ve Barbaros Uzunköprü çevrisiyle neşrolunan Kan Kırmızı Karlar, İkinci Dünya Savaşı'nın en gergin hattı Stalingrad'da görev yapmış bir Alman makineli tüfek nişancısı olan Gunter K. Koschorrek'in anılarından oluşuyor. 1923 yılında Almanya’da doğan Koschorrek, 19 yaşında Nazi Almanya’sının silahlı kuvvetleri Wehrmacht’a katılmış. Ekim 1942'ye kadar oldukça iyi eğitimlerden geçtikten sonra Stalingrad’a konuşlandırılmak üzere 24’üncü Panzer Tümeni’ne alınmış. Savaş boyunca defalarca yaralanmış, çabası sebebiyle birçok madalyayla ödüllendirilmiş. Sovyet kuvvetlerine karşı savaştığı Stalingrad hattından sağ salim kurtulsa da Amerikalılara esir düşmüş. Bu, savaşın coğrafyası, şartları ve şartları düşünüldüğünde bu esaret nişancı için bir şans elbette. Haziran 1945’te esaret hayatı son bulmuş. Yazımıza konu olan kitabı "Vergiss die Zeit der Dornen nicht" adıyla ilk olarak 1998'de yayınlanmış. Koschorrek'in hayatta olduğunu da belirterek kitabın ürpertici atmosferinden biraz bahsedelim.
Kitap, kronolojik bir esasla bölümlere ayrılmış. Koschorrek yola çıkışından başlıyor ve Stalingrad'da yaşadığı savaştan kıl payı kaçışına, İtalyan partizanlarından peşinden Rus cehennemine dönüşüne, Nikopol köprübaşındaki teyakkuz vaziyetinden dipsiz çamur deryalarının ortasına, Nemmersdorf'daki ölüler üzerine çöken akbabalardan Polonya ve Sibirya'ya dek savaşın her hâlini oldukça akıcı bir üslupla aktarıyor. Tüm anlatıma birçok görsel ve harita eşlik ediyor. Okuyucu bir yandan Eylül/Ekim 1942'de alevler içindeki Stalingrad'ı görürken diğer yandan Rusya’nın çamur deryasına dönmüş arazisinde Bug istikametinde yapılan ricatın güzergâhını takip edebiliyor. Koschorrek, savaşı ne yüceltmek ne de yargılamak istemediğini önsözünde belirtiyor. Rusya’da cephe hattında yaşadığı şahsi tecrübelerini ve savaşa bakış açısını tüm gerçekliğiyle tasvir ederken "savaşın büyük kısmını Rus topraklarındaki berbat avcı çukurlarında geçiren ve bu çukurları yalnızca düşmanla çarpışmak zorunda kaldığı zamanlarda terk eden ismi meçhul sayısız askeri takdirle anmak" da onun yazım amaçlarından biri.
Bir an evvel öldürmesi için kendisine teslim edilen Sovyet askerlerini silahsız oldukları gerekçesiyle öldürmeyen bir asker var karşımızda. Hem iklim hem de duygu yoğunluğu anlamında tüm yaşadıklarını zihninde taşıyan bir asker. Cephe hattında arkadaşlarını kaybeden, cephane ve yiyecek yetersizliği yüzünden sık sık psikolojik ve fizyolojik gerilimlere saplanan, yaşarken cehennemi yaşayan bir asker. Bir notu onun ruh hâlini tam manasıyla ortaya seriyor: "Şimdi küçük bir tepenin üzerinde dikiliyorduk ve şehrin bir bölümü gözlerimizin önündeydi. Daha fazla kara duman ve için için yanan ateş – ne korkunç bir manzaraydı. Stalingrad’ın sıcak nefesini hissedebiliyorduk. Nero, Roma’yı ateşe verdiğinde demek ki şehir böyle görünüyordu. Ancak bir farkla: bu kez şehrin cehennemi andıran görüntüsünü daha kötü hale getiren ölümcül patlamalar ve çığlığı andıran sesiyle düşen bombalar, ortaya çıkan deliliğin çıtasını yükseltiyor ve bakan kişiye dünyanın sonuna şahitlik ediyormuş hissi yaşatıyordu."
Emir komuta zincirinin en tavizsiz işlediği, tabiri caizse kendi kurallarını oluşturduğu ve savaşın her an değişebilen vaziyetine göre şekillendiği zamanlar, hiç şüphe yok ki cephe savaşları. Gelebilecek herhangi olumlu bir haberin askerin psikolojisini sanki karnı doymuş ve sevdiklerine kavuşmuş gibicesine etkileyen zamanlar. Aslında cephedeki çatışmalardan çok önce, henüz eğitim kampında başlamış psikolojik yönetim işlemleri. "Eğitim kampında sürekli surette nasıl hizmet edeceğimizi, düşmanı öldürmek için silahlarımızı nasıl kullanacağımızı söyleyip dururlardı ve bizler de Führer, Volk und Vaterland (Askerleri manevi olarak motive etme amacı güden ve “Führer, Millet ve Vatan İçin” anlamına gelen slogan) uğruna savaşmaktan ve gerekirse bu uğurda canlarımızı hiçe saymaktan gurur duyardık. Ne var ki kimse bize, öldürülmeden önce nelere katlanmak zorunda kalacağımızı söylememişti. Ya da ölümün her zaman aniden gelmeyeceğini de söylememişlerdi." diyor Koschorrek. Ancak savaşın kıldan ince kılıçtan keskin hesap defterinde tıpkı bir futbol maçındaymış gibi skor her an değişebiliyor. Bu tip durumlarda da askerler aniden çöküyor, delirmenin yahut kendini öldürmenin eşiğine gelenlerin sayısında artış görülüyor. Hatta kazanan tarafta olanlar bile delirme hissini yaşayabiliyor. Koschorrek bizzat şöyle anlatıyor bu hâli: "Nicedir makineli tüfeğin arkasında durur ve bu mekanik ölüm meleğinin bünyesinde tezahür eden gücü içimde hissederdim ancak daha önce şu anda hissettiğim rahatlama duygusuna benzer bir duyguyu hiç hissetmemiştim. Düşmanlarımızın düşüp öldüğünü ve yaralarından akan kanı görüyor, acınası çığlıklarını işitiyordum ancak inanın bana içimde onlara karşı en küçük bir acıma ya da üzülme duygusu yoktu. Vücudum bir tür delilik hali içindeydi."
Uğruna savaştıkları devleti ve ülkeyi ilgilendiren önemli gelişmelerden bihaber olmak askerler için şüphesiz başka bir gerilim mevzusu. Ancak bazı haberler kısa sürede yayılma özelliğine sahip olduğundan askerleri de kimi zaman olumlu kimi zamansa olumsuz etkileyebiliyor. Burada bilhassa komutanların filtre görevi üstlendiği ortada. Hangi haberlerin askerlere iletilmesi gerektiği yahut bazı haberlerin kasıtlı olarak geç iletilmesi gibi meseleler de var. Diğer yandan, savaştıkları ülkenin başında bulunan birinin ölüm haberini almak bir askeri, hatta savaşta hayatta kalma mücadelesi veren askerleri nasıl etkiler? Bu sorunun cevabını cephenin tam içinden okuyabiliyoruz: "Üç gün önce Adolf Hitler ve Eva Braun’un intihar ettiği haberini aldık. Mağrur liderin sorumluluklarından böylesine ödlekçe kurtulmaya karar vermesi hepimizi şoka uğratmıştı. Ancak meseleyi birkaç saat içinde geride bıraktık çünkü hepimizin kendi dertleri vardı. Haberler Rusların çok uzakta olmadığını ve kısa süre içinde buraya ulaşacağını söylüyordu. Bu yüzden her iki taraftan yükselen ve giderek yaklaşan düşman topçusunun kükremesini dinleyerek son derece huzursuz bir uyku uyuduk."
Koschorrek, son derece duygusal bir insan olduğunu kitabının sonuna saklamıyor, her satırında bunu okur anlayabiliyor. Sayısız insanın beklediği gün gelip de savaş bittiğinde bile "Ancak kalplerde de sona erecek miydi? Nefretin solması ve intikam ateşinin sönmesi için ne kadar zaman geçmesi gerekecekti?" diye soruyor. Yaşanan tüm vahşete rağmen intikam duygusunu, nefretini ve öfkesini bir kenara bırakıp düşmanlarıyla yakın ilişkiler kurmaya çalışan insanlar gördükçe umutlanıyor. Bunun yanı sıra "kitleleri harekete geçirme ve onları kendi amaçları uğruna istismar etme becerisine sahip zorba ve güç delisi insanların herkesi manipüle edilebileceğini ne zaman anlayacaklardı?" diyerek cehalete isyan etmeyi de elden bırakmıyor. O, bu kitapla birlikte hayatını kaybeden tanıdıklarını asla unutmayacağını gösteriyor aslında. Onlardan bahsederek onlara can veriyor.
Bazen böyledir, kalanlar gidenlerin gölgesi oluverir. Koschorrek de gölge olanlardan. Karnı daima aç olan Hans Weichert, uzun boylu Warias, kaslı vücudu ve sarı saçlarıyla Küpper, sessiz sakin bir çocuk olan Grommel, mızıka çalan Heinz Kurat, bulduğu her boş zamanını kart oynamakla geçiren Otto Wilke, onun gölge olduğu arkadaşlarından sadece birkaçı. "On yıllar geçiyordu ancak ruhumun derinliklerinde yer alan savaş yıllarının acı hatıraları zihnimden bir türlü silinmiyordu" demesi, bu gölge olma vasfını tüm yürekliliğiyle taşıyabilmesinden geliyor belki de...
Kan Kırmızı Karlar, hem savaşın hem de insanın yıkıcılığını anlatıyor. Bu yüzden sadece bir savaş tarihi kitabı değil; şiddetin kökenlerine inen, tansiyonu yüksek bir roman gibi okunuyor. İnsanın zihnini okunduktan sonra da sarsmaya devam ediyor.
Bu yazıya başlık olarak kullandığım bölümden, sarsıcı bir film sahnesiymiş gibi yazılan şu paragrafla bitireyim:
"Şiddeti içimizde öyle bir hissettik ki sanki binlerce şeytan gökyüzünden üzerimize doğru geliyordu ve üzerinde durduğumuz yer kabuğu cehennem ateşinin kaynayan çukurlarına çekiliyordu. Bizler kendimizi canhıraş sığınağa atmadan önce dışarıda nöbette olan Wilke, ciğerlerinin sınırlarını zorlarcasına bize doğru koştu ve tam önümüzde yere kapaklandı. Tedirgin ve bembeyaz suratlarla birbirimize bakıyorduk. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu ancak vücudumuzun her zerresi korkunun şiddetiyle dolup taşmış durumdaydı. İçimizdeki korku gözlerimizden taşıyordu. Cehennemin ortasındaydık! Gökyüzünden üzerimize ateş ve çelik yağmaya başladı. Eğer bunun Sovyet kuvvetlerinin başlattığı dehşet verici top ateşi olduğunu bilmeseydik, o gün orada, 13 Aralık tarihinde dünyanın sonunun geldiğini düşünebilirdik."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
İkinci Dünya Savaşı tarihi üzerine birçok kitap dilimize kazandırılmaya devam ediyor. Bu tip kitaplar yalnızca savaş tarihi okumayı sevenler için değil; savaş psikolojisini, şiddetin kökenlerini, siyasi gerilimleri ve insanların zor zamanlarda neler yapıp yapamayacaklarını merak eden herkes için çok şey söylüyor. Askerî tarih çalışmalarında cephanelere, saldırı ve savunma teknolojilerine, siper mücadelelerine ve çatışmalara dair bir şeyler okumak bize bazı reçeteler sunabilir ama Çinli bir bilgenin "reçeteleri okumak insanı sağlığa kavuşturmaz" sözü de unutulmamalı. Okur bakışını biraz da tüm meselelerin psikolojik yönüne çevirmeli. Orada çok, hem de çok malzeme var.
Ekim 2019'da Kronik Kitap etiketiyle ve Barbaros Uzunköprü çevrisiyle neşrolunan Kan Kırmızı Karlar, İkinci Dünya Savaşı'nın en gergin hattı Stalingrad'da görev yapmış bir Alman makineli tüfek nişancısı olan Gunter K. Koschorrek'in anılarından oluşuyor. 1923 yılında Almanya’da doğan Koschorrek, 19 yaşında Nazi Almanya’sının silahlı kuvvetleri Wehrmacht’a katılmış. Ekim 1942'ye kadar oldukça iyi eğitimlerden geçtikten sonra Stalingrad’a konuşlandırılmak üzere 24’üncü Panzer Tümeni’ne alınmış. Savaş boyunca defalarca yaralanmış, çabası sebebiyle birçok madalyayla ödüllendirilmiş. Sovyet kuvvetlerine karşı savaştığı Stalingrad hattından sağ salim kurtulsa da Amerikalılara esir düşmüş. Bu, savaşın coğrafyası, şartları ve şartları düşünüldüğünde bu esaret nişancı için bir şans elbette. Haziran 1945’te esaret hayatı son bulmuş. Yazımıza konu olan kitabı "Vergiss die Zeit der Dornen nicht" adıyla ilk olarak 1998'de yayınlanmış. Koschorrek'in hayatta olduğunu da belirterek kitabın ürpertici atmosferinden biraz bahsedelim.
Kitap, kronolojik bir esasla bölümlere ayrılmış. Koschorrek yola çıkışından başlıyor ve Stalingrad'da yaşadığı savaştan kıl payı kaçışına, İtalyan partizanlarından peşinden Rus cehennemine dönüşüne, Nikopol köprübaşındaki teyakkuz vaziyetinden dipsiz çamur deryalarının ortasına, Nemmersdorf'daki ölüler üzerine çöken akbabalardan Polonya ve Sibirya'ya dek savaşın her hâlini oldukça akıcı bir üslupla aktarıyor. Tüm anlatıma birçok görsel ve harita eşlik ediyor. Okuyucu bir yandan Eylül/Ekim 1942'de alevler içindeki Stalingrad'ı görürken diğer yandan Rusya’nın çamur deryasına dönmüş arazisinde Bug istikametinde yapılan ricatın güzergâhını takip edebiliyor. Koschorrek, savaşı ne yüceltmek ne de yargılamak istemediğini önsözünde belirtiyor. Rusya’da cephe hattında yaşadığı şahsi tecrübelerini ve savaşa bakış açısını tüm gerçekliğiyle tasvir ederken "savaşın büyük kısmını Rus topraklarındaki berbat avcı çukurlarında geçiren ve bu çukurları yalnızca düşmanla çarpışmak zorunda kaldığı zamanlarda terk eden ismi meçhul sayısız askeri takdirle anmak" da onun yazım amaçlarından biri.
Bir an evvel öldürmesi için kendisine teslim edilen Sovyet askerlerini silahsız oldukları gerekçesiyle öldürmeyen bir asker var karşımızda. Hem iklim hem de duygu yoğunluğu anlamında tüm yaşadıklarını zihninde taşıyan bir asker. Cephe hattında arkadaşlarını kaybeden, cephane ve yiyecek yetersizliği yüzünden sık sık psikolojik ve fizyolojik gerilimlere saplanan, yaşarken cehennemi yaşayan bir asker. Bir notu onun ruh hâlini tam manasıyla ortaya seriyor: "Şimdi küçük bir tepenin üzerinde dikiliyorduk ve şehrin bir bölümü gözlerimizin önündeydi. Daha fazla kara duman ve için için yanan ateş – ne korkunç bir manzaraydı. Stalingrad’ın sıcak nefesini hissedebiliyorduk. Nero, Roma’yı ateşe verdiğinde demek ki şehir böyle görünüyordu. Ancak bir farkla: bu kez şehrin cehennemi andıran görüntüsünü daha kötü hale getiren ölümcül patlamalar ve çığlığı andıran sesiyle düşen bombalar, ortaya çıkan deliliğin çıtasını yükseltiyor ve bakan kişiye dünyanın sonuna şahitlik ediyormuş hissi yaşatıyordu."
Emir komuta zincirinin en tavizsiz işlediği, tabiri caizse kendi kurallarını oluşturduğu ve savaşın her an değişebilen vaziyetine göre şekillendiği zamanlar, hiç şüphe yok ki cephe savaşları. Gelebilecek herhangi olumlu bir haberin askerin psikolojisini sanki karnı doymuş ve sevdiklerine kavuşmuş gibicesine etkileyen zamanlar. Aslında cephedeki çatışmalardan çok önce, henüz eğitim kampında başlamış psikolojik yönetim işlemleri. "Eğitim kampında sürekli surette nasıl hizmet edeceğimizi, düşmanı öldürmek için silahlarımızı nasıl kullanacağımızı söyleyip dururlardı ve bizler de Führer, Volk und Vaterland (Askerleri manevi olarak motive etme amacı güden ve “Führer, Millet ve Vatan İçin” anlamına gelen slogan) uğruna savaşmaktan ve gerekirse bu uğurda canlarımızı hiçe saymaktan gurur duyardık. Ne var ki kimse bize, öldürülmeden önce nelere katlanmak zorunda kalacağımızı söylememişti. Ya da ölümün her zaman aniden gelmeyeceğini de söylememişlerdi." diyor Koschorrek. Ancak savaşın kıldan ince kılıçtan keskin hesap defterinde tıpkı bir futbol maçındaymış gibi skor her an değişebiliyor. Bu tip durumlarda da askerler aniden çöküyor, delirmenin yahut kendini öldürmenin eşiğine gelenlerin sayısında artış görülüyor. Hatta kazanan tarafta olanlar bile delirme hissini yaşayabiliyor. Koschorrek bizzat şöyle anlatıyor bu hâli: "Nicedir makineli tüfeğin arkasında durur ve bu mekanik ölüm meleğinin bünyesinde tezahür eden gücü içimde hissederdim ancak daha önce şu anda hissettiğim rahatlama duygusuna benzer bir duyguyu hiç hissetmemiştim. Düşmanlarımızın düşüp öldüğünü ve yaralarından akan kanı görüyor, acınası çığlıklarını işitiyordum ancak inanın bana içimde onlara karşı en küçük bir acıma ya da üzülme duygusu yoktu. Vücudum bir tür delilik hali içindeydi."
Uğruna savaştıkları devleti ve ülkeyi ilgilendiren önemli gelişmelerden bihaber olmak askerler için şüphesiz başka bir gerilim mevzusu. Ancak bazı haberler kısa sürede yayılma özelliğine sahip olduğundan askerleri de kimi zaman olumlu kimi zamansa olumsuz etkileyebiliyor. Burada bilhassa komutanların filtre görevi üstlendiği ortada. Hangi haberlerin askerlere iletilmesi gerektiği yahut bazı haberlerin kasıtlı olarak geç iletilmesi gibi meseleler de var. Diğer yandan, savaştıkları ülkenin başında bulunan birinin ölüm haberini almak bir askeri, hatta savaşta hayatta kalma mücadelesi veren askerleri nasıl etkiler? Bu sorunun cevabını cephenin tam içinden okuyabiliyoruz: "Üç gün önce Adolf Hitler ve Eva Braun’un intihar ettiği haberini aldık. Mağrur liderin sorumluluklarından böylesine ödlekçe kurtulmaya karar vermesi hepimizi şoka uğratmıştı. Ancak meseleyi birkaç saat içinde geride bıraktık çünkü hepimizin kendi dertleri vardı. Haberler Rusların çok uzakta olmadığını ve kısa süre içinde buraya ulaşacağını söylüyordu. Bu yüzden her iki taraftan yükselen ve giderek yaklaşan düşman topçusunun kükremesini dinleyerek son derece huzursuz bir uyku uyuduk."
Koschorrek, son derece duygusal bir insan olduğunu kitabının sonuna saklamıyor, her satırında bunu okur anlayabiliyor. Sayısız insanın beklediği gün gelip de savaş bittiğinde bile "Ancak kalplerde de sona erecek miydi? Nefretin solması ve intikam ateşinin sönmesi için ne kadar zaman geçmesi gerekecekti?" diye soruyor. Yaşanan tüm vahşete rağmen intikam duygusunu, nefretini ve öfkesini bir kenara bırakıp düşmanlarıyla yakın ilişkiler kurmaya çalışan insanlar gördükçe umutlanıyor. Bunun yanı sıra "kitleleri harekete geçirme ve onları kendi amaçları uğruna istismar etme becerisine sahip zorba ve güç delisi insanların herkesi manipüle edilebileceğini ne zaman anlayacaklardı?" diyerek cehalete isyan etmeyi de elden bırakmıyor. O, bu kitapla birlikte hayatını kaybeden tanıdıklarını asla unutmayacağını gösteriyor aslında. Onlardan bahsederek onlara can veriyor.
Bazen böyledir, kalanlar gidenlerin gölgesi oluverir. Koschorrek de gölge olanlardan. Karnı daima aç olan Hans Weichert, uzun boylu Warias, kaslı vücudu ve sarı saçlarıyla Küpper, sessiz sakin bir çocuk olan Grommel, mızıka çalan Heinz Kurat, bulduğu her boş zamanını kart oynamakla geçiren Otto Wilke, onun gölge olduğu arkadaşlarından sadece birkaçı. "On yıllar geçiyordu ancak ruhumun derinliklerinde yer alan savaş yıllarının acı hatıraları zihnimden bir türlü silinmiyordu" demesi, bu gölge olma vasfını tüm yürekliliğiyle taşıyabilmesinden geliyor belki de...
Kan Kırmızı Karlar, hem savaşın hem de insanın yıkıcılığını anlatıyor. Bu yüzden sadece bir savaş tarihi kitabı değil; şiddetin kökenlerine inen, tansiyonu yüksek bir roman gibi okunuyor. İnsanın zihnini okunduktan sonra da sarsmaya devam ediyor.
Bu yazıya başlık olarak kullandığım bölümden, sarsıcı bir film sahnesiymiş gibi yazılan şu paragrafla bitireyim:
"Şiddeti içimizde öyle bir hissettik ki sanki binlerce şeytan gökyüzünden üzerimize doğru geliyordu ve üzerinde durduğumuz yer kabuğu cehennem ateşinin kaynayan çukurlarına çekiliyordu. Bizler kendimizi canhıraş sığınağa atmadan önce dışarıda nöbette olan Wilke, ciğerlerinin sınırlarını zorlarcasına bize doğru koştu ve tam önümüzde yere kapaklandı. Tedirgin ve bembeyaz suratlarla birbirimize bakıyorduk. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu ancak vücudumuzun her zerresi korkunun şiddetiyle dolup taşmış durumdaydı. İçimizdeki korku gözlerimizden taşıyordu. Cehennemin ortasındaydık! Gökyüzünden üzerimize ateş ve çelik yağmaya başladı. Eğer bunun Sovyet kuvvetlerinin başlattığı dehşet verici top ateşi olduğunu bilmeseydik, o gün orada, 13 Aralık tarihinde dünyanın sonunun geldiğini düşünebilirdik."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
İnsanın arada kalmışlığına bir şerh
En son ne zaman bir kenara, bir köşeye, bir soteye çekilip kendinizi dinlediniz? Böyle bir şey artık lüks. Çocukken köyde en çok yaptığım şeylerden biri evimizin az ötesindeki mezarlığın yanıbaşında bulunan armut ağacına çıkıp ‘dinlemekti’. O anki aklımla kuşları, rüzgârı, sessizliği dinlerdim. Hayatın yoğunlaşarak zamanın daraldığı hissi veren günümüz dünyasında bu pek mümkün görünmüyor. Durup bir soluk almaya, neler oluyor diye etrafa bakmaya, gidişatı kontrol etmeye ihtiyacımız var. Kısacası aciziz ve nefeslenecek aralara muhtacız. Bu ihtiyaç giderilirse önce kendimizi sonra hayatımıza bir şekilde giren her şeyi dinlemeye, sorgulamaya ve anlamaya başlayabiliriz. Eğer daha sağlıklı ve nitelikli bir hayat istiyorsak buna zorunluyuz.
Necdet Subaşı, Mahir Zaman'la Yakaza Hâlleri’nde iç dünyasıyla söyleşirken insana kendisiyle iletişim kurmanın yollarından birini gösteriyor. İnsan kendisiyle iletişim kurar mı demeyin. Zira insanının bidayetten beri var olan kadim sorunudur iletişimsizlik. İnsanın hem kendiyle hem de çevresiyle, ‘diğeriyle’, ‘ötekiyle’ çözümleyemediği bu ontolojik duruma/soruna ister yozlaşma deyin ister yabancılaşma; farketmiyor. İsterseniz daha felsefi bir edayla ‘zamanın ruhu’ diyerek sorumluluğu insanın sırtından indirin. Yine farketmiyor. Mevzu, insanın evvela özüyle iletişimini kuramamasıyla başlıyor. İnsan kendini tanımıyor, ‘kendini bilmiyor’. Kendini bilmeyenin başka bir şey bilmesini beklemenin abesliğinin bile farkında değil.
Mahya Yayıncılık tarafından neşredilen yüz seksen dört sayfalık eser 2015’te yayınlanan bir radyo programında “irticalen yapılan konuşmaların” bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Bir konuşmanın yazıya aktarılmasından olsa gerek bir sohbet havasında cereyan ediyor metin. Dil açısından (yazı diline alışkın) okura farklı gelebilecek iki özelliği var Mahir Zamanla Yakaza Hâlleri’nin. İlki, konuşma dilini yazı dilinden ayıran en önemli özellik olan devrik cümlelerin yoğunluğu ve kısa cümleler. Kısa oluşları derin anlamlı olmalarına engel olmuyor. İkincisi ise metnin kısmen örtük bir anlam dünyası taşıyor olması. Bu örtük anlam karşısında elbette kepçeyi kazana daldıran kişi kendi nasibince faydalanacaktır. Şu da var ki, metindeki anlam dünyasının kimine derin ya da örtük gelmemesi de ihtimal dâhilinde. Detaylar, kaybolan anlamı bulma derdinde olan için bir anlam taşıyor. Zaman akmakla mahirdir. Bu maharetin gücü altında ezilen insanın en belirgin özelliği ise yakaza hâlinde olmak olabilir. Temelde ‘arada kalmışlığa’ işaret etse de yakaza kavramının her insanda açığa çıkışı farklılıklar gösterir. Buradaki gizem insanın kemalatıyla doğru orantılıdır şüphesiz.
Kitapta yazarın yaşamsal süreçte önemli bulduğu on dört kavram ele alınıyor. Sırasıyla yakaza, konuşmak, yol, aklıselim, dostluk, sıradanlık ve sıra dışılık, önyargı, kendini bilmek, zamanın ruhu, muhabbet, gurbet, niyet, dert ve vefa olguları değerlendiriliyor. Necdet Subaşı’nın İslami bir perspektiften kendine has bakış açısıyla ele aldığı bu kavramların anlamsal karşılığı ile hayat içinde bulduğu karşılık mukayese ediliyor. Okur, insanın zihninde olgunlaştırıp idealize ettiği değerleri hayatın akışı içinde yaşarken nasıl yozlaştırdığını, nasıl görmezden geldiğini, nasıl unuttuğunu görebiliyor.
Necdet Subaşı yaptığı değerlendirmelerde toplumsal gerçekliğimizle yoğurulmuş tecrübelerinden ve teorik bilgiyle pratik eylemin farkını ortaya koyan gözlemlerinden faydalanıyor. Yalın bir üslupla günlük yaşamdan, tarihten örnekler veriyor ve az da olsa literatüre değiniyor. Bu yöntemle bir yandan farkındalığı arttırarak anlattıklarına gerçeği konu ederken bir yandan da anlaşılır bir dille insana özüne, fıtratına, ruhuna dönmeyi salık veriyor. En çok da geleneğin, gelenekselin modern dünyanın pratikleri içinde nasıl eriyip kaybolduğunu gösteriyor.
Kitap, ‘insanın yaşarken geçirdiği aşamalar (onun) arada kalmışlığına nasıl etki eder’ sorusunun cevabını arıyor. Aidiyetlerin, geleneklerin, değerlerin süreç içindeki, ‘zaman içindeki’ dönüşümleri ve insanın nerede durduğu açığa çıkarılmaya çalışılıyor. Meseleleri olabildiğince hassas ele alan Necdet Subaşı bu sosyolojik alanda bir arkeolog edasıyla ve kavramlara takla attırmadan olması gerekenle olan arasındaki farkı sade bir üslupla ortaya koymaya çalışmış. Belki de zamanla unuttuklarımızı hatırlatmayı denemiş. Amacı ne olursa olsun anlatılanlar hayatın dağdağası içinde insanın manevi tarafından gelen hafif bir esinti gibi dokunup geçerken zaman tüm maharetiyle akmaya devam ediyor. Şerh, düşüldüğüyle mi kalıyor; zaman gösterecektir.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Necdet Subaşı, Mahir Zaman'la Yakaza Hâlleri’nde iç dünyasıyla söyleşirken insana kendisiyle iletişim kurmanın yollarından birini gösteriyor. İnsan kendisiyle iletişim kurar mı demeyin. Zira insanının bidayetten beri var olan kadim sorunudur iletişimsizlik. İnsanın hem kendiyle hem de çevresiyle, ‘diğeriyle’, ‘ötekiyle’ çözümleyemediği bu ontolojik duruma/soruna ister yozlaşma deyin ister yabancılaşma; farketmiyor. İsterseniz daha felsefi bir edayla ‘zamanın ruhu’ diyerek sorumluluğu insanın sırtından indirin. Yine farketmiyor. Mevzu, insanın evvela özüyle iletişimini kuramamasıyla başlıyor. İnsan kendini tanımıyor, ‘kendini bilmiyor’. Kendini bilmeyenin başka bir şey bilmesini beklemenin abesliğinin bile farkında değil.
Mahya Yayıncılık tarafından neşredilen yüz seksen dört sayfalık eser 2015’te yayınlanan bir radyo programında “irticalen yapılan konuşmaların” bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Bir konuşmanın yazıya aktarılmasından olsa gerek bir sohbet havasında cereyan ediyor metin. Dil açısından (yazı diline alışkın) okura farklı gelebilecek iki özelliği var Mahir Zamanla Yakaza Hâlleri’nin. İlki, konuşma dilini yazı dilinden ayıran en önemli özellik olan devrik cümlelerin yoğunluğu ve kısa cümleler. Kısa oluşları derin anlamlı olmalarına engel olmuyor. İkincisi ise metnin kısmen örtük bir anlam dünyası taşıyor olması. Bu örtük anlam karşısında elbette kepçeyi kazana daldıran kişi kendi nasibince faydalanacaktır. Şu da var ki, metindeki anlam dünyasının kimine derin ya da örtük gelmemesi de ihtimal dâhilinde. Detaylar, kaybolan anlamı bulma derdinde olan için bir anlam taşıyor. Zaman akmakla mahirdir. Bu maharetin gücü altında ezilen insanın en belirgin özelliği ise yakaza hâlinde olmak olabilir. Temelde ‘arada kalmışlığa’ işaret etse de yakaza kavramının her insanda açığa çıkışı farklılıklar gösterir. Buradaki gizem insanın kemalatıyla doğru orantılıdır şüphesiz.
Kitapta yazarın yaşamsal süreçte önemli bulduğu on dört kavram ele alınıyor. Sırasıyla yakaza, konuşmak, yol, aklıselim, dostluk, sıradanlık ve sıra dışılık, önyargı, kendini bilmek, zamanın ruhu, muhabbet, gurbet, niyet, dert ve vefa olguları değerlendiriliyor. Necdet Subaşı’nın İslami bir perspektiften kendine has bakış açısıyla ele aldığı bu kavramların anlamsal karşılığı ile hayat içinde bulduğu karşılık mukayese ediliyor. Okur, insanın zihninde olgunlaştırıp idealize ettiği değerleri hayatın akışı içinde yaşarken nasıl yozlaştırdığını, nasıl görmezden geldiğini, nasıl unuttuğunu görebiliyor.
Necdet Subaşı yaptığı değerlendirmelerde toplumsal gerçekliğimizle yoğurulmuş tecrübelerinden ve teorik bilgiyle pratik eylemin farkını ortaya koyan gözlemlerinden faydalanıyor. Yalın bir üslupla günlük yaşamdan, tarihten örnekler veriyor ve az da olsa literatüre değiniyor. Bu yöntemle bir yandan farkındalığı arttırarak anlattıklarına gerçeği konu ederken bir yandan da anlaşılır bir dille insana özüne, fıtratına, ruhuna dönmeyi salık veriyor. En çok da geleneğin, gelenekselin modern dünyanın pratikleri içinde nasıl eriyip kaybolduğunu gösteriyor.
Kitap, ‘insanın yaşarken geçirdiği aşamalar (onun) arada kalmışlığına nasıl etki eder’ sorusunun cevabını arıyor. Aidiyetlerin, geleneklerin, değerlerin süreç içindeki, ‘zaman içindeki’ dönüşümleri ve insanın nerede durduğu açığa çıkarılmaya çalışılıyor. Meseleleri olabildiğince hassas ele alan Necdet Subaşı bu sosyolojik alanda bir arkeolog edasıyla ve kavramlara takla attırmadan olması gerekenle olan arasındaki farkı sade bir üslupla ortaya koymaya çalışmış. Belki de zamanla unuttuklarımızı hatırlatmayı denemiş. Amacı ne olursa olsun anlatılanlar hayatın dağdağası içinde insanın manevi tarafından gelen hafif bir esinti gibi dokunup geçerken zaman tüm maharetiyle akmaya devam ediyor. Şerh, düşüldüğüyle mi kalıyor; zaman gösterecektir.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
29 Ocak 2020 Çarşamba
Modern çağda gündelik bir yaratığa dönüşmek
Henri Lefebvre, bir gündelik hayat ve modernlik düşünürü; Karl Marx'ı bile topa tutacak kadar onun eleştiri ve yenilik anlayışına bağlı. O, tarihsel olarak ise yapıtını tam da postyapısalcı ve postmodern düşüncenin henüz kuluçkaya yattığı İkinci Savaş'ın hemen sonrasında, Marksizm, yapısalcılık ve fenomenolojinin ısıttığı düşünce kümesinin Fransa folluğunda üretti. Hem '68 yürüyüşçülerine hem de Jean Baudrillard başta olmak üzere Fransız postmodern zihniyetine ilham verdi. Dolayısıyla bugün '68 yürüyüşü "yarım kalmış" ve postmodern düşünce "sapma" olarak niteleniyorsa eğer, Lefebvre, "Nerede hata yaptık?" ya da "Nerede kalmıştık?" sorularına cevap aramak için iyi bir başlangıç noktası olabilirdi.
Lefebvre'in Modern Dünyada Gündelik Hayat'ı 1968 tarihli, düşünürün 1946'da yazdığı Gündelik Hayatın Eleştirisi'nin devamı ve 1970 tarihli Kentsel Devrim kitabının eskizleri niteliğinde.
Lefebvre, Max Weber'le değil Karl Marx'la aynı fikirdedir: Modern dünya, büyüden arınmamış tam tersine meta fetişizmi tarafından büyülenmiştir; meta, teolojik inceliklerle dolu mistik bir nesnedir. Ona göre, "Marx, değişim değerinin, paranın, bunların gerçek iktidarının pratikte sınırsız bir yayılma riski taşıdığını" ve bu korkunç gücün nasıl sınırlanabileceğini göstermektedir. Marx'ın önerileri ve uyarıları, iki nedenle hayata geçme şansı bulamamıştır. Bunlardan birincisi, bizzat Marx'ın kendi teorisindeki yetersizlikten kaynaklanmaktadır; Marx, dikkatini kapitalizmin içindeki sanayi üretimine çevirmiş, ama bu arada kentleşmenin sanayi ile bağlantılı fakat aynı zamanda ondan ayrık özgül bir süreç oluşunu anlayamamıştır. İkinci neden ise, Marx'ın teorisini referans alan hareketlerin onu anlayamamaları, sınai örgütlenmenin, planlamanın ve akılcılığın önceliğine inanan 'ekonomizm' ve eylemciliğin, kurumların ve ideolojilerin önceliğini savunan 'politizm' sapmalarına düşmeleridir.
Lefebvre'in modern dünyada toplumsal örgütlenmenin bir nesnesi olarak söz ettiği "gündelik hayat" kavramının anlaşılması çok önemlidir. Ona göre gündelik hayatın tarihi en azından üç kısımdır: Üslûplar; üslûpların sonu ve kültürün yaygınlaşması; gündelik hayatın yerleşmesi ve sağlamlaşması. "İnkalar'da ve Aztekler'de, Yunanistan'da veya Roma'da en ufak detayları; davranışları, aletleri, alışılmış nesneleri, giysileri vs. belirleyen bir 'üslûp' vardı. Kullanılagelen, alışılmış (gündelik) nesneler henüz içlerindeki şiiri yitirmemişlerdi... Bizim gündelik hayatımız ise, üslûba karşı duyulan nostalji, üslûpsuzluk ve inatla bir üslûp aranması gibi özellikleriyle öne çıkar. Üslûbu yoktur; eski üslûpları kullanmaya veya bu üslûpların kalıntıları, yıkıntıları ve anıları içine yerleşmeye yönelik çabalara rağmen kendine bir üslûp yaratmakta başarısız kalır.". Geleneksel üslûpla modern gündelik hayat arasında ise, 19. yüzyılda kapitalizmin kurulmasının ardından gelen, dünyayı anlatmayı üstlenen düzyazının metinleri ve nesneleri istila ettiği kültürün yaygınlaştığı geçiş dönemi yer alır.
Marx, hiçbir zaman ekonomik olanı belirleyici olarak görmese bile, kapitalizmi ekonomik olanın egemen olduğu bir toplum olarak tasarladığı için, ekonomik olanı saldırılması gereken düzey olarak göstermişti. Lefebvre ise "bürokratik yönlendirilmiş tüketim toplumu"nda, ekonomik ve politik mücadelelerin yanı sıra sürekli bir kültür devrimiyle saldırılması gereken hedefin gündelik hayat olduğu kanaatindedir.
"... Gündelik hayatın ağırlığı kadınlar üzerinedir... Erkeklerden, insanlık durumundan, hayattan... şikayetçidirler. Ancak hep ıskalarlar. Kadınlar, gündeliklik içinde hem öznedirler hem de gündelik hayatın kurbanlarıdırlar, dolayısıyla nesnelerdir, ikamedirler (güzellik, dişilik, moda vs.); üstelik ikamelerin çoğalmaları aleyhinedir... Gençlik ve öğrenciler için durum bunun tam tersidir. Onlar gündelik hayatı hiç sınamamışlardır... kullanımlarına açık olan şey, babalığı ve anneliği, kültürü ve boyun eğmeyi bir araya getiren bir olgunluk ideolojisi ya da mitolojisidir... Aydınlar da gündelik hayatın içindedirler... fakat... iyi sınanmış kaçış yöntemleri vardır...
...
Bu toplum akılcı olduğunu öne sürer ve kendisini böyle tanımlar... Bütün gücüyle hiç durmaksızın örgütlenir, bir şeyleri yapılandırır, planlar, programlar. Bilimsellik bu topluma gereken makinaları sağlar... Düzeysiz entrikalar, bilimin son buluşları olarak görülür; kendisinin 'uzman' olduğunu öne süren her aptal, sınırsız bir prestijden faydalanır. Oysa akıldışılık her geçen gün daha da kötüye gitmektedir. İnsanların gerçek yaşamı üzerine en ufak bir araştırma bile, iskambile fal bakıp gelecekten haber verenlerin, büyücülerin ve kırıkçıkıkçıların, yıldız falcılarının rolünü ortaya koyar. Zaten basını takip etmek yeterlidir. İnsanların gündelik hayatlarına bir anlam vermek, yollarını bulmak ve hayatlarını yönlendirmek için reklamdan başka hiçbir şeyleri yokmuş gibidir.
...
Dünyanın (veya daha ziyade Kozmos'un) yeniden doğmakta olan dinselliği karşısında, onu tamamlayan ve telafi eden, daha 'insani'(!) bir Eros dininin doğuşuna tanık oluyoruz.
...
En basit çözümleme bile, birbirinden oldukça farklı, 'yapısal olarak' karşıt iki tür boş zaman kullanımı olduğunu gösterir: a) Derin bir tatminsizlik duygusu bırakan; ilgili kişileri, dehşete düşmüş karısının ve çocuklarının önünde 'Artık her şey mümkün' diye bağırarak gazetesini yırtan Kierkegaard'vari kişilik durumuna düşüren, gündeliklikle bütünleşmiş boş zaman (gazete okuma, televizyon vs.). b) Gidiş beklentisi, bir kopuş gerekliliği, arkadaş çevresi, tatil, doğa, şenlik, delilik aracılığıyla kaçma isteği.
...
Bizim gözümüze görünen gündelik hayat, bilinçaltının mağaraları ve yer altı geçitleriyle Modernlik denilen belirsiz ve yanıltıcı gökyüzü arasında duran bir toprak parçasıdır. En yukarıda sürekliliğin gök kubbesi bulunur. Soğuk, gölgeli bir aydınlığa sahip olan bilimsellik gezegeni; Kadınlık ve Erkeklik diye adlandırılan ikizgenler en büyük gökcisimleridirler. Kuzeyden çok yükseklerde Teknoloji ve Gençlik yıldızları ışıldar. Güvenilirlik gibi gaz bulutları, Güzellik gibi sönmüş yıldızlar, Erotizm'in garip burçları gökyüzünde uzanırlar. Birinci dereceden yıldızlar arasında kentliliği, Kentleşmeyi (Doğallığı ve Akılcılığı unutmamak kaydıyla) sayabiliriz. Aydan daha küçük olan gezegenleri, Kadınlığın yakınlarında bir yerlerde duran Moda'yı (ya da 'moda olmayı'), Sportifliği de unutmamalıyız."
Felsefesizdir, her türlü referansı reddetmektedir bu toplum. Teröristtir aynı zamanda, üyelerine her yönden baskı uygular; üstelik nasıl Protestanlık her bireyi kendi kendisinin papazı haline getirmişse, bu toplumda da her birey kendisinin teröristi haline gelmiştir. Terörist toplum varlığını, işleyişini, bir yazılar yığını altında canlılığını koruyan sözün ve söylemin gücüne borçludur; dil, gündelik hayatı retorik ve imgesel olanla süsleyerek örter, şiddeti gizler. İnsan, bu toplumda bir homo Quotidianus'a, bir gündelik yaratığa dönüşmüştür; insanlıktan çıkmış, otomatlaşmıştır. Gündelik olanı, yalnızca devleti ve mülkiyet ilişkilerini değil, topyekün bir hayatı değiştirecek bir sürekli kültür devrimi perspektifiyle gündelik olan içinde aşmaksızın, bu otomatın yeniden insanlaşması mümkün değildir.
Lefebvre'in bu görüşleri ve geleceğe ilişkin önerileri, birçok bakımdan eleştiriyi hak etmektedirler. Ancak şimdilerde eleştiri, bildik işlevinin aksine, hep alınacak dersin üzerini örtmeye yaradığından, bana "Bugün Lefebvre'den nereye gidebiliriz?" sorusuna bir cevap aramaya çalışmak daha anlamlı görünmektedir. Bu konuda bir fikir ileri sürmek için önce Lefebvre'den bir yerlere gitmiş olanlara bakmalıyız.
Lefebvre'den yola çıkarak Baudrillard'ın postmodern metafiziğine dalmak, çaresizliğin melankolisine kapılmış gibi yapıp yüzeysel düşüncenin hava baloncuklarını zevkle (!) patlatmak mümkündür. Aslında Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, Göstergenin Ekonomi Politiğine Eleştirel Bir Bakış ve Üretimin Aynası'nda ve hatta Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm adlı kitabında henüz belirgin biçimde Lefebvre'in tematiğinden hareket etmektedir. Baudrillard'ın bu Lefebvreci çizgisi çoğu zaman hesaba katılmamakta, daha çok onun Göstergenin Ekonomi Politiği...'nden itibaren Marksizmden kesinkes kopuşu üzerinde durulmaktadır. Oysa onun yukarıda sayılan tüm kitapları, Lefebvre'in gündelik hayatın radikal eleştirisine katkı yapan, birçok yerde Lefebvreci tezleri yineleyen metinler olarak okunabilirler.
Tıpkı ilk dönem Baudrillard gibi, postmodernliği Neo-Marksist bir çerçeveden kavramaya çalışan Frederic Jameson'ın Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı ve David Harvey'nin Postmodernliğin Durumu çalışmaları da, biraz zorlamalı da olsa Lefebvre'nin tematiğine katkı sayılabilirler.
Baudrillard, Foucault'yu Unutmak'tan başlayarak daha sonraki çalışmalarında kendisini, gündelik hayatı ve dünyayı değiştirmeye yönelmeyen, iktidar istemini eleştirmek adına kendisini iktidarsızlıkta, dolayısıyla muhafazakârlıkta konumlayan, sözüm ona eleştirel, gerçekte yalnızca "alaycı" bir medyatik mağaraya (mağazaya mı deseydik) kapatmıştır. Son dönem Baudrillard'ınkine benzer bir tarafsızlıkla (!), boş vermişliklerini ve bilgi dağarcıklarını genişletmek isteyenler, Lefebvre'den çıktıkları yolu Mike Featherstone gibi yalnızca betimlemekle yetinen ürkek akademisyenlerin Postmodernizm ve Tüketim Kültürü çalışmalarıyla tamamlayabilirler.
Lefebvre'den yola çıkılarak gidilen yerlerden birisi de, onun çizgisini bazı "özgün" katkılarla sola doğru kıvırarak bir türlü ulaşılamayan yerdir. Bu sonuçsuz yolculuğun birçok maceracısı olmuştur. Örneğin bunlardan Bruce Brown, Marx, Freud ve Günlük Hayatın Eleştirisi'nde sosyalist ütopyanın gerçekleşmesi için Lefebvre'i Marx ve Freud'un evliliklerinin nikah tanığı yapmaya kalkmaktadır. Bizimse böyle fantastik girişimlere bir diyeceğimiz olmamakla birlikte, Lefebvre okumasından çıkardığımız sonuç ve gitmeyi önerdiğimiz yol bambaşkadır.
Bizce Lefebvre postyapısalcı ve postmodern zihin tüneline girişin kapı önünde durmaktadır ve bize göre, bu tünele girilsin istememektedir. O sıralarda Lefebvre'in "bürokratik yönlendirilmiş tüketim toplumu" içinde saydığı "Sosyalist Blok" henüz yaşamaktadır ve dünya iki kutupludur. Aralarında niteliksel bir fark olmadığı halde kutuplardan birisi, Marx'ın mirası üzerine bina olduğunu ileri sürmektedir. Lefebvre, bir yandan Sosyalist Blok'un bu savındaki yanılsamayı bir yandan da yeni bir dünya talep eden filozof Marx'ın bakışındaki eksikliği, biraz fazlaca tarafgir de olsa, gözler önüne sermeye çalışmıştır.
Bugün Sosyalist Blok yoktur ve yıkılışın tüm günahı, özellikle muhafazakârlar tarafından filozof Marx'ın ve onun nezdinde "yeni dünya talebi"nin sırtına yıkılmıştır. Oysa bize düşen, tıpkı Lefebvre gibi (onu eleştirerek ve onun bıraktığı yerden), yeni bir dünya talebinin imkânsızlığı inancının rehavetine kapılmak değil, dün olduğu gibi şimdi de yeni dünya talebinin imkânlarını sorgulamak ve elbette bu arada, yeni dünya talebinin par excellence filozofu Marx'ın yapıtını yeniden düşünmektir. Tüm bunlar için Marx'a karşı nasıl bir duygu taşıdığımızın hiçbir önemi yoktur ve hatta Marksist olmayanlar böyle bir görevi öncelikli olarak üstlenmelidirler.
Kendi adıma, bir süreden beri, toplumun sınıfsal bölünmüşlüğü ve yeni dünya talebi konusunda fikirlerini net olarak beyan etmeyenlerle asla siyaset konuşmuyorum. Artık herkes eteğindeki taşları dökmeli, şimdi kimden ve nasıl bir dünyadan yana olduğunu açık seçik beyan etmelidir.
Erol Göka
twitter.com/erolgoka
* Bu yazı daha evvel Virgül'de (Sayı 12, Ekim 1998) neşredilmiştir.
Lefebvre'in Modern Dünyada Gündelik Hayat'ı 1968 tarihli, düşünürün 1946'da yazdığı Gündelik Hayatın Eleştirisi'nin devamı ve 1970 tarihli Kentsel Devrim kitabının eskizleri niteliğinde.
Lefebvre, Max Weber'le değil Karl Marx'la aynı fikirdedir: Modern dünya, büyüden arınmamış tam tersine meta fetişizmi tarafından büyülenmiştir; meta, teolojik inceliklerle dolu mistik bir nesnedir. Ona göre, "Marx, değişim değerinin, paranın, bunların gerçek iktidarının pratikte sınırsız bir yayılma riski taşıdığını" ve bu korkunç gücün nasıl sınırlanabileceğini göstermektedir. Marx'ın önerileri ve uyarıları, iki nedenle hayata geçme şansı bulamamıştır. Bunlardan birincisi, bizzat Marx'ın kendi teorisindeki yetersizlikten kaynaklanmaktadır; Marx, dikkatini kapitalizmin içindeki sanayi üretimine çevirmiş, ama bu arada kentleşmenin sanayi ile bağlantılı fakat aynı zamanda ondan ayrık özgül bir süreç oluşunu anlayamamıştır. İkinci neden ise, Marx'ın teorisini referans alan hareketlerin onu anlayamamaları, sınai örgütlenmenin, planlamanın ve akılcılığın önceliğine inanan 'ekonomizm' ve eylemciliğin, kurumların ve ideolojilerin önceliğini savunan 'politizm' sapmalarına düşmeleridir.
Lefebvre'in modern dünyada toplumsal örgütlenmenin bir nesnesi olarak söz ettiği "gündelik hayat" kavramının anlaşılması çok önemlidir. Ona göre gündelik hayatın tarihi en azından üç kısımdır: Üslûplar; üslûpların sonu ve kültürün yaygınlaşması; gündelik hayatın yerleşmesi ve sağlamlaşması. "İnkalar'da ve Aztekler'de, Yunanistan'da veya Roma'da en ufak detayları; davranışları, aletleri, alışılmış nesneleri, giysileri vs. belirleyen bir 'üslûp' vardı. Kullanılagelen, alışılmış (gündelik) nesneler henüz içlerindeki şiiri yitirmemişlerdi... Bizim gündelik hayatımız ise, üslûba karşı duyulan nostalji, üslûpsuzluk ve inatla bir üslûp aranması gibi özellikleriyle öne çıkar. Üslûbu yoktur; eski üslûpları kullanmaya veya bu üslûpların kalıntıları, yıkıntıları ve anıları içine yerleşmeye yönelik çabalara rağmen kendine bir üslûp yaratmakta başarısız kalır.". Geleneksel üslûpla modern gündelik hayat arasında ise, 19. yüzyılda kapitalizmin kurulmasının ardından gelen, dünyayı anlatmayı üstlenen düzyazının metinleri ve nesneleri istila ettiği kültürün yaygınlaştığı geçiş dönemi yer alır.
Marx, hiçbir zaman ekonomik olanı belirleyici olarak görmese bile, kapitalizmi ekonomik olanın egemen olduğu bir toplum olarak tasarladığı için, ekonomik olanı saldırılması gereken düzey olarak göstermişti. Lefebvre ise "bürokratik yönlendirilmiş tüketim toplumu"nda, ekonomik ve politik mücadelelerin yanı sıra sürekli bir kültür devrimiyle saldırılması gereken hedefin gündelik hayat olduğu kanaatindedir.
"... Gündelik hayatın ağırlığı kadınlar üzerinedir... Erkeklerden, insanlık durumundan, hayattan... şikayetçidirler. Ancak hep ıskalarlar. Kadınlar, gündeliklik içinde hem öznedirler hem de gündelik hayatın kurbanlarıdırlar, dolayısıyla nesnelerdir, ikamedirler (güzellik, dişilik, moda vs.); üstelik ikamelerin çoğalmaları aleyhinedir... Gençlik ve öğrenciler için durum bunun tam tersidir. Onlar gündelik hayatı hiç sınamamışlardır... kullanımlarına açık olan şey, babalığı ve anneliği, kültürü ve boyun eğmeyi bir araya getiren bir olgunluk ideolojisi ya da mitolojisidir... Aydınlar da gündelik hayatın içindedirler... fakat... iyi sınanmış kaçış yöntemleri vardır...
...
Bu toplum akılcı olduğunu öne sürer ve kendisini böyle tanımlar... Bütün gücüyle hiç durmaksızın örgütlenir, bir şeyleri yapılandırır, planlar, programlar. Bilimsellik bu topluma gereken makinaları sağlar... Düzeysiz entrikalar, bilimin son buluşları olarak görülür; kendisinin 'uzman' olduğunu öne süren her aptal, sınırsız bir prestijden faydalanır. Oysa akıldışılık her geçen gün daha da kötüye gitmektedir. İnsanların gerçek yaşamı üzerine en ufak bir araştırma bile, iskambile fal bakıp gelecekten haber verenlerin, büyücülerin ve kırıkçıkıkçıların, yıldız falcılarının rolünü ortaya koyar. Zaten basını takip etmek yeterlidir. İnsanların gündelik hayatlarına bir anlam vermek, yollarını bulmak ve hayatlarını yönlendirmek için reklamdan başka hiçbir şeyleri yokmuş gibidir.
...
Dünyanın (veya daha ziyade Kozmos'un) yeniden doğmakta olan dinselliği karşısında, onu tamamlayan ve telafi eden, daha 'insani'(!) bir Eros dininin doğuşuna tanık oluyoruz.
...
En basit çözümleme bile, birbirinden oldukça farklı, 'yapısal olarak' karşıt iki tür boş zaman kullanımı olduğunu gösterir: a) Derin bir tatminsizlik duygusu bırakan; ilgili kişileri, dehşete düşmüş karısının ve çocuklarının önünde 'Artık her şey mümkün' diye bağırarak gazetesini yırtan Kierkegaard'vari kişilik durumuna düşüren, gündeliklikle bütünleşmiş boş zaman (gazete okuma, televizyon vs.). b) Gidiş beklentisi, bir kopuş gerekliliği, arkadaş çevresi, tatil, doğa, şenlik, delilik aracılığıyla kaçma isteği.
...
Bizim gözümüze görünen gündelik hayat, bilinçaltının mağaraları ve yer altı geçitleriyle Modernlik denilen belirsiz ve yanıltıcı gökyüzü arasında duran bir toprak parçasıdır. En yukarıda sürekliliğin gök kubbesi bulunur. Soğuk, gölgeli bir aydınlığa sahip olan bilimsellik gezegeni; Kadınlık ve Erkeklik diye adlandırılan ikizgenler en büyük gökcisimleridirler. Kuzeyden çok yükseklerde Teknoloji ve Gençlik yıldızları ışıldar. Güvenilirlik gibi gaz bulutları, Güzellik gibi sönmüş yıldızlar, Erotizm'in garip burçları gökyüzünde uzanırlar. Birinci dereceden yıldızlar arasında kentliliği, Kentleşmeyi (Doğallığı ve Akılcılığı unutmamak kaydıyla) sayabiliriz. Aydan daha küçük olan gezegenleri, Kadınlığın yakınlarında bir yerlerde duran Moda'yı (ya da 'moda olmayı'), Sportifliği de unutmamalıyız."
Felsefesizdir, her türlü referansı reddetmektedir bu toplum. Teröristtir aynı zamanda, üyelerine her yönden baskı uygular; üstelik nasıl Protestanlık her bireyi kendi kendisinin papazı haline getirmişse, bu toplumda da her birey kendisinin teröristi haline gelmiştir. Terörist toplum varlığını, işleyişini, bir yazılar yığını altında canlılığını koruyan sözün ve söylemin gücüne borçludur; dil, gündelik hayatı retorik ve imgesel olanla süsleyerek örter, şiddeti gizler. İnsan, bu toplumda bir homo Quotidianus'a, bir gündelik yaratığa dönüşmüştür; insanlıktan çıkmış, otomatlaşmıştır. Gündelik olanı, yalnızca devleti ve mülkiyet ilişkilerini değil, topyekün bir hayatı değiştirecek bir sürekli kültür devrimi perspektifiyle gündelik olan içinde aşmaksızın, bu otomatın yeniden insanlaşması mümkün değildir.
Lefebvre'in bu görüşleri ve geleceğe ilişkin önerileri, birçok bakımdan eleştiriyi hak etmektedirler. Ancak şimdilerde eleştiri, bildik işlevinin aksine, hep alınacak dersin üzerini örtmeye yaradığından, bana "Bugün Lefebvre'den nereye gidebiliriz?" sorusuna bir cevap aramaya çalışmak daha anlamlı görünmektedir. Bu konuda bir fikir ileri sürmek için önce Lefebvre'den bir yerlere gitmiş olanlara bakmalıyız.
Lefebvre'den yola çıkarak Baudrillard'ın postmodern metafiziğine dalmak, çaresizliğin melankolisine kapılmış gibi yapıp yüzeysel düşüncenin hava baloncuklarını zevkle (!) patlatmak mümkündür. Aslında Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, Göstergenin Ekonomi Politiğine Eleştirel Bir Bakış ve Üretimin Aynası'nda ve hatta Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm adlı kitabında henüz belirgin biçimde Lefebvre'in tematiğinden hareket etmektedir. Baudrillard'ın bu Lefebvreci çizgisi çoğu zaman hesaba katılmamakta, daha çok onun Göstergenin Ekonomi Politiği...'nden itibaren Marksizmden kesinkes kopuşu üzerinde durulmaktadır. Oysa onun yukarıda sayılan tüm kitapları, Lefebvre'in gündelik hayatın radikal eleştirisine katkı yapan, birçok yerde Lefebvreci tezleri yineleyen metinler olarak okunabilirler.
Tıpkı ilk dönem Baudrillard gibi, postmodernliği Neo-Marksist bir çerçeveden kavramaya çalışan Frederic Jameson'ın Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı ve David Harvey'nin Postmodernliğin Durumu çalışmaları da, biraz zorlamalı da olsa Lefebvre'nin tematiğine katkı sayılabilirler.
Baudrillard, Foucault'yu Unutmak'tan başlayarak daha sonraki çalışmalarında kendisini, gündelik hayatı ve dünyayı değiştirmeye yönelmeyen, iktidar istemini eleştirmek adına kendisini iktidarsızlıkta, dolayısıyla muhafazakârlıkta konumlayan, sözüm ona eleştirel, gerçekte yalnızca "alaycı" bir medyatik mağaraya (mağazaya mı deseydik) kapatmıştır. Son dönem Baudrillard'ınkine benzer bir tarafsızlıkla (!), boş vermişliklerini ve bilgi dağarcıklarını genişletmek isteyenler, Lefebvre'den çıktıkları yolu Mike Featherstone gibi yalnızca betimlemekle yetinen ürkek akademisyenlerin Postmodernizm ve Tüketim Kültürü çalışmalarıyla tamamlayabilirler.
Lefebvre'den yola çıkılarak gidilen yerlerden birisi de, onun çizgisini bazı "özgün" katkılarla sola doğru kıvırarak bir türlü ulaşılamayan yerdir. Bu sonuçsuz yolculuğun birçok maceracısı olmuştur. Örneğin bunlardan Bruce Brown, Marx, Freud ve Günlük Hayatın Eleştirisi'nde sosyalist ütopyanın gerçekleşmesi için Lefebvre'i Marx ve Freud'un evliliklerinin nikah tanığı yapmaya kalkmaktadır. Bizimse böyle fantastik girişimlere bir diyeceğimiz olmamakla birlikte, Lefebvre okumasından çıkardığımız sonuç ve gitmeyi önerdiğimiz yol bambaşkadır.
Bizce Lefebvre postyapısalcı ve postmodern zihin tüneline girişin kapı önünde durmaktadır ve bize göre, bu tünele girilsin istememektedir. O sıralarda Lefebvre'in "bürokratik yönlendirilmiş tüketim toplumu" içinde saydığı "Sosyalist Blok" henüz yaşamaktadır ve dünya iki kutupludur. Aralarında niteliksel bir fark olmadığı halde kutuplardan birisi, Marx'ın mirası üzerine bina olduğunu ileri sürmektedir. Lefebvre, bir yandan Sosyalist Blok'un bu savındaki yanılsamayı bir yandan da yeni bir dünya talep eden filozof Marx'ın bakışındaki eksikliği, biraz fazlaca tarafgir de olsa, gözler önüne sermeye çalışmıştır.
Bugün Sosyalist Blok yoktur ve yıkılışın tüm günahı, özellikle muhafazakârlar tarafından filozof Marx'ın ve onun nezdinde "yeni dünya talebi"nin sırtına yıkılmıştır. Oysa bize düşen, tıpkı Lefebvre gibi (onu eleştirerek ve onun bıraktığı yerden), yeni bir dünya talebinin imkânsızlığı inancının rehavetine kapılmak değil, dün olduğu gibi şimdi de yeni dünya talebinin imkânlarını sorgulamak ve elbette bu arada, yeni dünya talebinin par excellence filozofu Marx'ın yapıtını yeniden düşünmektir. Tüm bunlar için Marx'a karşı nasıl bir duygu taşıdığımızın hiçbir önemi yoktur ve hatta Marksist olmayanlar böyle bir görevi öncelikli olarak üstlenmelidirler.
Kendi adıma, bir süreden beri, toplumun sınıfsal bölünmüşlüğü ve yeni dünya talebi konusunda fikirlerini net olarak beyan etmeyenlerle asla siyaset konuşmuyorum. Artık herkes eteğindeki taşları dökmeli, şimdi kimden ve nasıl bir dünyadan yana olduğunu açık seçik beyan etmelidir.
Erol Göka
twitter.com/erolgoka
* Bu yazı daha evvel Virgül'de (Sayı 12, Ekim 1998) neşredilmiştir.
28 Ocak 2020 Salı
Başkasıyla karşılaşmak ya da kendini aramak
"Nihayetinde insan, şiire olduğu gibi, psikanalize de daha iyi sözler için gider."
- Adam Phillips, Hep Vaat Hep Vaat
Son sayfasını bitirdiğimizde zihnimize en esaslısından bir şiir getiren kitaplar, bizde önemli yer tutarlar. Bu cümle burada dursun, sonra döneceğiz. Biraz yazardan bahsetmek isterim.
Klinik psikolog ve psikoterapist Tuğçe Isıyel'i, 14 Ekim 2017'den beri tanıyorum. "Tek başına kalamamak nasıl yalnızlaştırır?" diye sormuştu Gazete Duvar'daki yazısında. Yani ilk tanışmamız, her zaman önemsediğim yalnız kalabilme eylemine dair bir yazıyla olmuştu. Bunun için de o zamandan beri yazılarını ilgiyle, not alarak okurum. Okur-yazar âlemi için 2020'nin güzel başlayacağına bir işaret olarak -ben öyle kabul etmek istiyorum belki de- Isıyel'in ilk kitabı Ya Hiç Karşılaşmasaydık çıktı. Bir okur için güzel müjdedir bu, uzun zamandır takip ettiği bir yazarın ilk kitap heyecanına katılmak ister, o kitabı okurken tıpkı yazılarını okurken yaptığı gibi ve hatta yoğun bir derinleşme ister, yazarla beraber insanı daha çok tanımak ister. Bu istekleri en sancılı ve zevkli biçimde karşılayacağınız yer hiç şüphe yok ki edebiyattır. İşini edebiyatla harmanlamış bir psikolog siz hem daha 'iyi' rahatsız eder hem de ifadeleri daha çok işler içinize. Meselenin özü de bu aslında: Fîhi Mâ Fîh. İçindedir içinde, ne ararsan içindedir, senin içinde...
Şairin imgeyle, psikoloğun danışanla, terzinin kumaşla, müzisyenin enstrümanla, ressamın fırçayla, yönetmenin kamerayla, ustanın çırakla buluşmasından çıkmıyor mu her şey? Bir şey varlığını diğer şeyle kuruyor, genişletiyor, sağlamlaştırıyor. Elbette zarar da görebiliyor. Geri çekilmeler, içe kapanmalar, yaralanmalar... Tuğçe Isıyel henüz kitabının başında, belki de kitabının özetini çıkarıyor. "Nihayetinde bizi oluşturan iki hücrenin karşılaşmasıdır. İki bilinmezin..." diyor. Bu hem kıymetli bir hatırlatma, hem de kadim bir öğreti aslında. Evet belki karşımızdaki 'öteki' diye adlandırılıyor ama sadece bu kadar değil. O öteki, bizi de temsil ediyor şu insanlık denen âlemde. Geldiğimiz yer de belli, gideceğimiz yer de...
Psikoterapi odasından ilişkilere ve edebiyata alt başlığını taşıyan kitabında Isıyel evvela çocukluktan başlıyor, William Wordsworth'ün "Çocuk insanın babasıdır" sözünü hatırlatırcasına. Oradan aileye geçiyor. Sonrasında kimimizin hiç sığamadığı, kimimizin de sığınak yaptığı ev üzerine konuşuyor. "İki oda bir salona sığmayanlar" yazısı, çocukluğu boyunca İstanbul'un bir semtinden başka bir semtine taşınıp duran beni, derinden sarstı diyebilirim. Isıyel'in yazıya seçtiği epigraf bile yetti buna. "Taşınmak kadar / hüzünlü bir kırık yoktur" diyor Özdemir Asaf. Sırf bu yazıdan dikkatli bir okur kendine nice güzel kitaplar seçebilir. Otto Rank'dan Doğum Travması, Alberto Eiguer'den Evin Bilinçdışı -ki çok merak etsem de bir türlü bulamıyorum-, Gaston Bachelard'dan Mekânın Poetikası gibi. Ama gelin, hepsini şimdilik bir kenara koyup yazarın şu önemli satırlarını okuyalım hep beraber: "İnsan kendisine kendisinden içsel bir yuva yapmayı başarırsa -ki bu içsel yuvayı kişinin merkezi olarak düşünebiliriz- ve kendi merkezini kaybetmeden orada "durabilirse" tüm bu duygusal yüklerle baş etmesi biraz olsun kolaylaşır mı acaba? Çünkü iç alan, dış alanı muhakkak şekillendirecektir. Sağlam bir içsel yuva oluşturabilmek, dışarıdaki yuvanın en sarsılmaz zemini olabilir mi? Kişi kendisinden nasıl bir yuva kurar? Sanırım önce kendi benliğini, ruhsal dünyasını sıcak bir yuva gibi kapsayarak... Farkında olalım ya da olmayalım içimizdeki tadilat hiç bitmez. Bitimsiz bir içsel dönüşüm... Sürekli yeni baştan... Taşınmalar ve yerleşmelerle sınanan..."
Sayfaları çevirdikçe ve araları görünmez ipliklerle birbirine bağlanmış gibi hissettiğim konular arasında ilerledikçe; çağlar geçip teknoloji çılgınca ilerlese bile, insan yavrusunun çoğu zaman yavruluk dönemindeki gölgelerle baş etmesi gerektiğini okudum. Daima gülümsemek zorunda olan, hep bir günah keçisi arayan, mutluluk denen fetişizmin bataklığında paranoyak kesilen, 'gün ortasında arzu'yu kovalarken travmalarıyla uğraşmaktan kaçınan, yalnız kalmaktan korkan, ıssızlığının içinde kendi kaybedenler kulübünü kuran, ne evine ne sokağına sığamayan, insandan eşyaya doğadan tatile her şeye 'takılmak' nazarıyla bakan biz modern çağ insanlarına nefes olabilecek bu kitapta birçok farkındalık gizli. Sanırım yazarın okuruyla hemen hemen aynı nesilden olması da sayfalarda altı çizilen sözcüklerin birer öğüt olarak değil bir arkadaşın omuz vermesi biçiminde kabul edilmesini sağlıyor. İşte bir örnek: "Biliyorum ki kendimiz üzerinde çalışmak, ezeli meselelerimizle uğraşmak, çabucak ulaşılabilir bilgi ve görüntü kirliliğinde kolay değil, zaman gerektiriyor ve elbette sabır. Ancak iç dünyamıza yoğunlaşmaktansa sürekli tekrar eden dış dünya meseleleriyle boğuşmak, kendimizle olan temasımızı ciddi anlamda tehdit ediyor. Kendimizi, kendi gerçekliğimizi hatırlamakta ve ona ulaşmakta güçlük çekiyoruz. Sonra o malum yabancılaşma hissi önce kendimizle başlayıp, sonra dış dünyaya doğru sinsice yayılıyor ne yazık ki... Ve dünyaya da kendimize baktığımız o uzak mesafeden, o isli pencereden bakmaya başlıyoruz."
Bir filmin en kuvvetli sahnesi gibi yazılmış bir bölüm var kitapta: Psikologlar da Ağlar. Şaşırırız elbette bir psikoloğun hüngür hüngür ağlamasına. Oysa Jung, “Yarası olmayan, şifacı/iyileştirici olamaz” diyor. Kısaca damdan düşmüş olanın hâlini yine damdan düşmüş olan anlıyor. Etiketler, gösterişler ve şovlar dünyasında her şeye bir kılıf bulmakta üstümüze olmadığından olsa gerek, kedi besleyen herkesi 'depresyon' hastası ilan ediyoruz. Diyelim ki öyle, belki yüzlerce kitapta depresyonun kişiye hayatını, seçimlerini, ilişkilerini sorgulatttığı yazılı. Bu durumda depresyon bir sağlık belirtisi olarak bile kabul edilebilir. Bunca hastalığın ve savaşın normalleştiği bir dünyada, ruhun tüm bu olup bitenlere tepki göstermesinden daha doğal ne olabilir? Bunalım, kayıp, melankoli, yas... Hepsi hayatın her anında karşımıza çıkabilecek şeyler. Bunlar ne kadar acıysa, bu acının içinde yatan gerçekler de yazarın süzüp okura sundukları arasında yer alıyor: "Hayatımız kayıplarla ve vazgeçişlerle örülü bir yolculuk. Yaslar bu yolculuğun mola yerleri gibi. Yas-lana yas-lana bu yolculuğu tamamlarız. Dünyaya adımımızı atar atmaz başlar kayıplar. Sözgelimi önce anne rahmindeki selametimizi kaybederiz ve kendi cennetimizden dünyaya kovuluruz. Gerisi çorap söküğü gibi gelir; anne memesinden ayrılırız, anne kucağından, anne evinden... Sonra bu kayıpların başka türevleri olur. Bununla bağlantılı olarak depresif hallere girer çıkarız. Bir yerlerde takılı kalıp kımıldayamadığımızda içsel kayıp hissimiz o kadar yoğun olur ki depresyon artık kaçınılmazdır. İşte tam orası çok acır ama sesini duymamız gereken yer de tam orasıdır."
Kendimce; bir yerlerde kaybolmayı, düşünerek ya da hiçbir şey yapmadan, belki sadece müzik dinleyerek yürüyüşlere çıkmayı, 'içedönük'ler arasında yer almayı seven biri olarak -kedim de var!- çok samimi, çok yakın buldum bu kitabı. Üç yılda bir okuduğum Engin Geçtan'ın İnsan Olmak kitabı gibi bir yer etti bende. Yukarıda da dediğim gibi, bunda Tuğçe Isıyel'le aynı nesilden olmamızın ciddi bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Biri bize öğüt verince ağır, omuz verince iyi geliyor...
Bu yazının başında, son sayfasını bitirdiğimizde zihnimize en esaslısından şiir getiren kitaplar bizde önemli yer tutarlar demiştim ya hani, İşte Ya Hiç Karşılaşmasaydık, bana İsmet Özel'in Sebeb-i Telif şiirindeki "Diyorum hepimizin bir gizli adı olsa gerek / belki çocuk ve ihtiyar, belki kadın ve erkek / hepimiz, her birimiz gizli bir isimle adaşız" dizelerini hatırlattı. Şair, bu dizelerini şerh edercesine şunları da söylemişti üstelik: "İnsan, ömrü boyunca bir muhatap arar. Üstelik, insanlar arasında bunu bulamayacağını bile bile yapar. Ama bu arayıştan vazgeçmesi mümkün değildir."
Başkasıyla karşılaşmak ya da kendini aramak dedim yazının başlığına. Karşılaştığımız her insanda aslında varoluşsal soru(n)larımızın cevaplarını buluyoruz. Bunu ya fark ediyoruz ya da etmiyoruz. Halbuki bunu bir anlasak, yaşayışımızdaki anlam daha da berraklaşacak. Tolstoy, Savaş ve Barış'ta "Yaşama hâlâ değer veriyorsam bunun tek nedeni: Bana hayat verecek, beni arındıracak ve yüceltecek bir varlıkla karşılaşma ümididir" diye boşuna mı yazdı...
Tuğçe Isıyel'in ilk kitabı Ya Hiç Karşılaşmasaydık; arayışlar ve kayboluşlar arasında bizi anlamaya çabalayan, hem cümleleriyle hem de atıfta bulunduğu kitaplarla nefes olan, ağlamayı ve kedi beslemeyi normal(!) bulan, yılın ilk güzel ve umut dolu kitaplarından...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Adam Phillips, Hep Vaat Hep Vaat
Son sayfasını bitirdiğimizde zihnimize en esaslısından bir şiir getiren kitaplar, bizde önemli yer tutarlar. Bu cümle burada dursun, sonra döneceğiz. Biraz yazardan bahsetmek isterim.
Klinik psikolog ve psikoterapist Tuğçe Isıyel'i, 14 Ekim 2017'den beri tanıyorum. "Tek başına kalamamak nasıl yalnızlaştırır?" diye sormuştu Gazete Duvar'daki yazısında. Yani ilk tanışmamız, her zaman önemsediğim yalnız kalabilme eylemine dair bir yazıyla olmuştu. Bunun için de o zamandan beri yazılarını ilgiyle, not alarak okurum. Okur-yazar âlemi için 2020'nin güzel başlayacağına bir işaret olarak -ben öyle kabul etmek istiyorum belki de- Isıyel'in ilk kitabı Ya Hiç Karşılaşmasaydık çıktı. Bir okur için güzel müjdedir bu, uzun zamandır takip ettiği bir yazarın ilk kitap heyecanına katılmak ister, o kitabı okurken tıpkı yazılarını okurken yaptığı gibi ve hatta yoğun bir derinleşme ister, yazarla beraber insanı daha çok tanımak ister. Bu istekleri en sancılı ve zevkli biçimde karşılayacağınız yer hiç şüphe yok ki edebiyattır. İşini edebiyatla harmanlamış bir psikolog siz hem daha 'iyi' rahatsız eder hem de ifadeleri daha çok işler içinize. Meselenin özü de bu aslında: Fîhi Mâ Fîh. İçindedir içinde, ne ararsan içindedir, senin içinde...
Şairin imgeyle, psikoloğun danışanla, terzinin kumaşla, müzisyenin enstrümanla, ressamın fırçayla, yönetmenin kamerayla, ustanın çırakla buluşmasından çıkmıyor mu her şey? Bir şey varlığını diğer şeyle kuruyor, genişletiyor, sağlamlaştırıyor. Elbette zarar da görebiliyor. Geri çekilmeler, içe kapanmalar, yaralanmalar... Tuğçe Isıyel henüz kitabının başında, belki de kitabının özetini çıkarıyor. "Nihayetinde bizi oluşturan iki hücrenin karşılaşmasıdır. İki bilinmezin..." diyor. Bu hem kıymetli bir hatırlatma, hem de kadim bir öğreti aslında. Evet belki karşımızdaki 'öteki' diye adlandırılıyor ama sadece bu kadar değil. O öteki, bizi de temsil ediyor şu insanlık denen âlemde. Geldiğimiz yer de belli, gideceğimiz yer de...
Psikoterapi odasından ilişkilere ve edebiyata alt başlığını taşıyan kitabında Isıyel evvela çocukluktan başlıyor, William Wordsworth'ün "Çocuk insanın babasıdır" sözünü hatırlatırcasına. Oradan aileye geçiyor. Sonrasında kimimizin hiç sığamadığı, kimimizin de sığınak yaptığı ev üzerine konuşuyor. "İki oda bir salona sığmayanlar" yazısı, çocukluğu boyunca İstanbul'un bir semtinden başka bir semtine taşınıp duran beni, derinden sarstı diyebilirim. Isıyel'in yazıya seçtiği epigraf bile yetti buna. "Taşınmak kadar / hüzünlü bir kırık yoktur" diyor Özdemir Asaf. Sırf bu yazıdan dikkatli bir okur kendine nice güzel kitaplar seçebilir. Otto Rank'dan Doğum Travması, Alberto Eiguer'den Evin Bilinçdışı -ki çok merak etsem de bir türlü bulamıyorum-, Gaston Bachelard'dan Mekânın Poetikası gibi. Ama gelin, hepsini şimdilik bir kenara koyup yazarın şu önemli satırlarını okuyalım hep beraber: "İnsan kendisine kendisinden içsel bir yuva yapmayı başarırsa -ki bu içsel yuvayı kişinin merkezi olarak düşünebiliriz- ve kendi merkezini kaybetmeden orada "durabilirse" tüm bu duygusal yüklerle baş etmesi biraz olsun kolaylaşır mı acaba? Çünkü iç alan, dış alanı muhakkak şekillendirecektir. Sağlam bir içsel yuva oluşturabilmek, dışarıdaki yuvanın en sarsılmaz zemini olabilir mi? Kişi kendisinden nasıl bir yuva kurar? Sanırım önce kendi benliğini, ruhsal dünyasını sıcak bir yuva gibi kapsayarak... Farkında olalım ya da olmayalım içimizdeki tadilat hiç bitmez. Bitimsiz bir içsel dönüşüm... Sürekli yeni baştan... Taşınmalar ve yerleşmelerle sınanan..."
Sayfaları çevirdikçe ve araları görünmez ipliklerle birbirine bağlanmış gibi hissettiğim konular arasında ilerledikçe; çağlar geçip teknoloji çılgınca ilerlese bile, insan yavrusunun çoğu zaman yavruluk dönemindeki gölgelerle baş etmesi gerektiğini okudum. Daima gülümsemek zorunda olan, hep bir günah keçisi arayan, mutluluk denen fetişizmin bataklığında paranoyak kesilen, 'gün ortasında arzu'yu kovalarken travmalarıyla uğraşmaktan kaçınan, yalnız kalmaktan korkan, ıssızlığının içinde kendi kaybedenler kulübünü kuran, ne evine ne sokağına sığamayan, insandan eşyaya doğadan tatile her şeye 'takılmak' nazarıyla bakan biz modern çağ insanlarına nefes olabilecek bu kitapta birçok farkındalık gizli. Sanırım yazarın okuruyla hemen hemen aynı nesilden olması da sayfalarda altı çizilen sözcüklerin birer öğüt olarak değil bir arkadaşın omuz vermesi biçiminde kabul edilmesini sağlıyor. İşte bir örnek: "Biliyorum ki kendimiz üzerinde çalışmak, ezeli meselelerimizle uğraşmak, çabucak ulaşılabilir bilgi ve görüntü kirliliğinde kolay değil, zaman gerektiriyor ve elbette sabır. Ancak iç dünyamıza yoğunlaşmaktansa sürekli tekrar eden dış dünya meseleleriyle boğuşmak, kendimizle olan temasımızı ciddi anlamda tehdit ediyor. Kendimizi, kendi gerçekliğimizi hatırlamakta ve ona ulaşmakta güçlük çekiyoruz. Sonra o malum yabancılaşma hissi önce kendimizle başlayıp, sonra dış dünyaya doğru sinsice yayılıyor ne yazık ki... Ve dünyaya da kendimize baktığımız o uzak mesafeden, o isli pencereden bakmaya başlıyoruz."
Bir filmin en kuvvetli sahnesi gibi yazılmış bir bölüm var kitapta: Psikologlar da Ağlar. Şaşırırız elbette bir psikoloğun hüngür hüngür ağlamasına. Oysa Jung, “Yarası olmayan, şifacı/iyileştirici olamaz” diyor. Kısaca damdan düşmüş olanın hâlini yine damdan düşmüş olan anlıyor. Etiketler, gösterişler ve şovlar dünyasında her şeye bir kılıf bulmakta üstümüze olmadığından olsa gerek, kedi besleyen herkesi 'depresyon' hastası ilan ediyoruz. Diyelim ki öyle, belki yüzlerce kitapta depresyonun kişiye hayatını, seçimlerini, ilişkilerini sorgulatttığı yazılı. Bu durumda depresyon bir sağlık belirtisi olarak bile kabul edilebilir. Bunca hastalığın ve savaşın normalleştiği bir dünyada, ruhun tüm bu olup bitenlere tepki göstermesinden daha doğal ne olabilir? Bunalım, kayıp, melankoli, yas... Hepsi hayatın her anında karşımıza çıkabilecek şeyler. Bunlar ne kadar acıysa, bu acının içinde yatan gerçekler de yazarın süzüp okura sundukları arasında yer alıyor: "Hayatımız kayıplarla ve vazgeçişlerle örülü bir yolculuk. Yaslar bu yolculuğun mola yerleri gibi. Yas-lana yas-lana bu yolculuğu tamamlarız. Dünyaya adımımızı atar atmaz başlar kayıplar. Sözgelimi önce anne rahmindeki selametimizi kaybederiz ve kendi cennetimizden dünyaya kovuluruz. Gerisi çorap söküğü gibi gelir; anne memesinden ayrılırız, anne kucağından, anne evinden... Sonra bu kayıpların başka türevleri olur. Bununla bağlantılı olarak depresif hallere girer çıkarız. Bir yerlerde takılı kalıp kımıldayamadığımızda içsel kayıp hissimiz o kadar yoğun olur ki depresyon artık kaçınılmazdır. İşte tam orası çok acır ama sesini duymamız gereken yer de tam orasıdır."
Kendimce; bir yerlerde kaybolmayı, düşünerek ya da hiçbir şey yapmadan, belki sadece müzik dinleyerek yürüyüşlere çıkmayı, 'içedönük'ler arasında yer almayı seven biri olarak -kedim de var!- çok samimi, çok yakın buldum bu kitabı. Üç yılda bir okuduğum Engin Geçtan'ın İnsan Olmak kitabı gibi bir yer etti bende. Yukarıda da dediğim gibi, bunda Tuğçe Isıyel'le aynı nesilden olmamızın ciddi bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Biri bize öğüt verince ağır, omuz verince iyi geliyor...
Bu yazının başında, son sayfasını bitirdiğimizde zihnimize en esaslısından şiir getiren kitaplar bizde önemli yer tutarlar demiştim ya hani, İşte Ya Hiç Karşılaşmasaydık, bana İsmet Özel'in Sebeb-i Telif şiirindeki "Diyorum hepimizin bir gizli adı olsa gerek / belki çocuk ve ihtiyar, belki kadın ve erkek / hepimiz, her birimiz gizli bir isimle adaşız" dizelerini hatırlattı. Şair, bu dizelerini şerh edercesine şunları da söylemişti üstelik: "İnsan, ömrü boyunca bir muhatap arar. Üstelik, insanlar arasında bunu bulamayacağını bile bile yapar. Ama bu arayıştan vazgeçmesi mümkün değildir."
Başkasıyla karşılaşmak ya da kendini aramak dedim yazının başlığına. Karşılaştığımız her insanda aslında varoluşsal soru(n)larımızın cevaplarını buluyoruz. Bunu ya fark ediyoruz ya da etmiyoruz. Halbuki bunu bir anlasak, yaşayışımızdaki anlam daha da berraklaşacak. Tolstoy, Savaş ve Barış'ta "Yaşama hâlâ değer veriyorsam bunun tek nedeni: Bana hayat verecek, beni arındıracak ve yüceltecek bir varlıkla karşılaşma ümididir" diye boşuna mı yazdı...
Tuğçe Isıyel'in ilk kitabı Ya Hiç Karşılaşmasaydık; arayışlar ve kayboluşlar arasında bizi anlamaya çabalayan, hem cümleleriyle hem de atıfta bulunduğu kitaplarla nefes olan, ağlamayı ve kedi beslemeyi normal(!) bulan, yılın ilk güzel ve umut dolu kitaplarından...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
24 Ocak 2020 Cuma
Sevgili arsız tarihimiz
Her romancı çağının tanığı olmakla yükümlüdür, her roman toplumsal bilincin yansımasıdır bu yüzden. Resmi tarih kayıtlarına geçmeyen toplumsal duyuş ve yaşayış romanlarda görülür. Latife Tekin'in Sevgili Arsız Ölüm romanı da bize bir çeşit Türk toplum tarihi okuması sunuyor. Roman kahramanlarının karakter özellikleri; roman boyunca yaşadıkları, olaylar karşısındaki tepkileri Türk toplumunu oluşturan farklı dinamikleri işaret ediyor. Bu işaretler üzerinden tarihi süreç içinde toplumsal hafızamızdaki izleri de okuyabiliyoruz.
Romanın başında mekan, büyük şehre uzak bir Anadolu köyüdür. Köylülerin doğa olaylarına ve insan davranışlarına yönelik yorum ve davranışları alabildiğine doğulu. Cinler, periler, büyü, fal gibi pek çok motif günlük yaşayışın bir parçası durumunda. Huvat, bu ortamın içine büyük şehirden sürekli yeni bir icat getiriyor köye ve köylüleri her defasında şaşırtıyor. Böylesi bir ortamda akılcı bir sorgulama elbette kendine yer bulamıyor. Atiye karakteri, Huvat'ın eşi olarak yine köye Huvat tarafından getiriliyor. Atiye köye ve köylülere ve dahi köylülerin adetlerine yabancı olmasına rağmen kısa sürede kendini bütün köylüye kabullendiriyor, kendisi de buradaki yaşamına alışıyor. Aile içinde annenin rolüyle hükümetin rolü arasında bir ilişki kurmak mümkündür. Baba da devlet olarak düşünülebilir. Bu benzetmeyle beraber bu aileyi Osmanlı'dan Türkiye'ye uzanan bir medeniyet serüveni içinde izleyebiliyoruz roman boyunca.
Roman, aile dışındaki karakterlere yalnızca aile bireylerine sirayet ettikleri oranda yer veriyor. Aile bireyleri her ne kadar dış dünyaya açılmaya çalışsalar da bu çabalar kısa süreli birer girişim olarak kalıyor. Türk toplumunun dünyaya açılmaya çalıştığını iddia etmesine rağmen gerçek anlamda kendi içinde bir kısır döngüye mahkum olduğu gerçeği bu durumla örneklenmiş.
Roman kahramanlarından Huvat, köye büyükşehirden sürekli yeni bir şey getiriyor ama bu yeni icat köydeki yaşamı değiştirmekten ziyade sadece kısa bir süre şaşkınlığa neden oluyor, kaldı ki Huvat da bu getirdiklerini köylünün yaşamını kolaylaştırmak için değil sadece kendinden söz ettirmek için kullanıyor. Zaman zaman iyi niyetli birtakım yinilikler de yapıyor hatta yeni parti çalışmalarına ön ayak olarak köye hizmet de getirmek istiyor ve köylüye sitem ettiği de oluyor. Bütün bu yönleriyle "aydın" ya da daha doğru bir tanımla "kanaat önderi" profili çiziyor. Öyle ki bu kanaat önderi hükümeti de köye dışarıdan getiriyor. Hükümet, kısa sürede yeni topluma ayak uyduruyor ve zamanla bu toplumun en güçlü savunucusu olup çıkıyor. Türk demokrasisi ve hükümet yapısı da bu duruma benzer bir özellik gösterir.
Aile köy ortamında varlığını sürdürürken çeşitli zorluklarla başetmeye çalışıyor. Bu süreçte Atiye'yi köyde çocuklarla yalnız bırakan Huvat halkı ve hükümeti sürekli yalnız bırakan sözümona aydınımızı işaret ediyor. Sırasıyla Halit, Seyit, Nuğber, Dirmit ve Mahmut adlarında beş çocuk doğuran Atiye, çocuklarıyla ilgili yaşadığı her sorunda köyün dışında olan Huvat'ı bir vesileyle köye çağırarak sorunu çözmeye çalışıyor. Bu da hükümler ve aydınlarımız arasındaki ilişkiye dair güzel bir benzetme. Özellikle Dirmit ve köylüler arasındaki ilişki, toplumun akılcı yaklaşıma ve eleştiriye karşı takındığı tavrı örneklendirmesi itibariyle dikkatle okunmalı.
Köyde barınamayacaklarını anlayan aile çözümü İstanbul'a göçmekte bulur. Aile bireyleri burada da bir varoluş mücadelesinin içine giriyor. Burada da aile bireylerinin ilişkileri üzerinden bir toplum okuması yapmak mümkün. Ailenin üç erkek çocuğu sürekli bir iş kurma mücadelesi içindeler ama bir türlü istikrarı yakalayamıyorlar. Zaman zaman kestirme ve yanlış yollara sapıyor ve sonuçsuz kalıyorlar. Atiye, roman boyunca evlatlarının kendilerini kurtarmasını bekliyor ama aile bireyleri birlikte hareket etmeyi bir türlü başaramıyor. Her bir kardeş kendince bir kurtuluş yolu buluyor ve kısa süreli olacak şeklide başarılı da oluyor. Bu kısa süreli başarı dönemlerinde aile bireyleri eve para getiren kişiye göre yeniden konum belirliyor. Bu durum siyasi partilerin ülkeyi kurtarmak için yaptıkları kısa süreli, plansız ve sonuçsuz çabalarını çağrıştırıyor.
Romanın dil ve anlatımı da Türk toplum yapısını yansıtacak biçimde. Roman boyunca bir çeşit masal dili kullanıyor yazar. Azrail, cinler, tulumba, kus kus otu gibi hayali karakterler roman gerçekliği içinde güçlü birer motif olarak öne çıkıyor. Yüzyıllık Yalnızlık romanındaki destansı anlatımla Şeker Portakalı'ndaki masalsı anlatımı Türk toplumunun dinamikleri ve sözlü edebiyatımızın imkanlarıyla, manevi kültür unsurlarımızı harmanlayarak sunan başarılı bir roman.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
Romanın başında mekan, büyük şehre uzak bir Anadolu köyüdür. Köylülerin doğa olaylarına ve insan davranışlarına yönelik yorum ve davranışları alabildiğine doğulu. Cinler, periler, büyü, fal gibi pek çok motif günlük yaşayışın bir parçası durumunda. Huvat, bu ortamın içine büyük şehirden sürekli yeni bir icat getiriyor köye ve köylüleri her defasında şaşırtıyor. Böylesi bir ortamda akılcı bir sorgulama elbette kendine yer bulamıyor. Atiye karakteri, Huvat'ın eşi olarak yine köye Huvat tarafından getiriliyor. Atiye köye ve köylülere ve dahi köylülerin adetlerine yabancı olmasına rağmen kısa sürede kendini bütün köylüye kabullendiriyor, kendisi de buradaki yaşamına alışıyor. Aile içinde annenin rolüyle hükümetin rolü arasında bir ilişki kurmak mümkündür. Baba da devlet olarak düşünülebilir. Bu benzetmeyle beraber bu aileyi Osmanlı'dan Türkiye'ye uzanan bir medeniyet serüveni içinde izleyebiliyoruz roman boyunca.
Roman, aile dışındaki karakterlere yalnızca aile bireylerine sirayet ettikleri oranda yer veriyor. Aile bireyleri her ne kadar dış dünyaya açılmaya çalışsalar da bu çabalar kısa süreli birer girişim olarak kalıyor. Türk toplumunun dünyaya açılmaya çalıştığını iddia etmesine rağmen gerçek anlamda kendi içinde bir kısır döngüye mahkum olduğu gerçeği bu durumla örneklenmiş.
Roman kahramanlarından Huvat, köye büyükşehirden sürekli yeni bir şey getiriyor ama bu yeni icat köydeki yaşamı değiştirmekten ziyade sadece kısa bir süre şaşkınlığa neden oluyor, kaldı ki Huvat da bu getirdiklerini köylünün yaşamını kolaylaştırmak için değil sadece kendinden söz ettirmek için kullanıyor. Zaman zaman iyi niyetli birtakım yinilikler de yapıyor hatta yeni parti çalışmalarına ön ayak olarak köye hizmet de getirmek istiyor ve köylüye sitem ettiği de oluyor. Bütün bu yönleriyle "aydın" ya da daha doğru bir tanımla "kanaat önderi" profili çiziyor. Öyle ki bu kanaat önderi hükümeti de köye dışarıdan getiriyor. Hükümet, kısa sürede yeni topluma ayak uyduruyor ve zamanla bu toplumun en güçlü savunucusu olup çıkıyor. Türk demokrasisi ve hükümet yapısı da bu duruma benzer bir özellik gösterir.
Aile köy ortamında varlığını sürdürürken çeşitli zorluklarla başetmeye çalışıyor. Bu süreçte Atiye'yi köyde çocuklarla yalnız bırakan Huvat halkı ve hükümeti sürekli yalnız bırakan sözümona aydınımızı işaret ediyor. Sırasıyla Halit, Seyit, Nuğber, Dirmit ve Mahmut adlarında beş çocuk doğuran Atiye, çocuklarıyla ilgili yaşadığı her sorunda köyün dışında olan Huvat'ı bir vesileyle köye çağırarak sorunu çözmeye çalışıyor. Bu da hükümler ve aydınlarımız arasındaki ilişkiye dair güzel bir benzetme. Özellikle Dirmit ve köylüler arasındaki ilişki, toplumun akılcı yaklaşıma ve eleştiriye karşı takındığı tavrı örneklendirmesi itibariyle dikkatle okunmalı.
Köyde barınamayacaklarını anlayan aile çözümü İstanbul'a göçmekte bulur. Aile bireyleri burada da bir varoluş mücadelesinin içine giriyor. Burada da aile bireylerinin ilişkileri üzerinden bir toplum okuması yapmak mümkün. Ailenin üç erkek çocuğu sürekli bir iş kurma mücadelesi içindeler ama bir türlü istikrarı yakalayamıyorlar. Zaman zaman kestirme ve yanlış yollara sapıyor ve sonuçsuz kalıyorlar. Atiye, roman boyunca evlatlarının kendilerini kurtarmasını bekliyor ama aile bireyleri birlikte hareket etmeyi bir türlü başaramıyor. Her bir kardeş kendince bir kurtuluş yolu buluyor ve kısa süreli olacak şeklide başarılı da oluyor. Bu kısa süreli başarı dönemlerinde aile bireyleri eve para getiren kişiye göre yeniden konum belirliyor. Bu durum siyasi partilerin ülkeyi kurtarmak için yaptıkları kısa süreli, plansız ve sonuçsuz çabalarını çağrıştırıyor.
Romanın dil ve anlatımı da Türk toplum yapısını yansıtacak biçimde. Roman boyunca bir çeşit masal dili kullanıyor yazar. Azrail, cinler, tulumba, kus kus otu gibi hayali karakterler roman gerçekliği içinde güçlü birer motif olarak öne çıkıyor. Yüzyıllık Yalnızlık romanındaki destansı anlatımla Şeker Portakalı'ndaki masalsı anlatımı Türk toplumunun dinamikleri ve sözlü edebiyatımızın imkanlarıyla, manevi kültür unsurlarımızı harmanlayarak sunan başarılı bir roman.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
22 Ocak 2020 Çarşamba
Çocuklarla sağlıklı iletişim nasıl kurulur?
Bir ruhiyatçı, bir ebeveyn ve zaman zaman medyada görüşlerini dile getiren birisi olarak hem en çok karşılaştığım sorular hem de en çok görüş bildirmek istediğim konular, çocuklarla iletişim hakkındadır. Buna rağmen çocuklarla iletişim hakkında çok az söz alırız. Bunun bir nedeni, (her ne kadar ortak eğitim alanlarımız olsa da) çocuk psikolojisi ve psikiyatrisinin, pedagojinin ayrı bir uzmanlık olması diğer nedeni de yanlış anlaşılma, hata yapma korkusu. Ama baştan söylediğim gibi, bu alanda o kadar çok soru ve sorun var ki, çocuklarla iletişim konusundaki genel doğruları ve ilkeleri her ruhiyatçının becerebildiğince dile getirmesi lazım. Burada ve televizyon programlarında elimizden geldiğince biz de öyle yapmaya çalışıyoruz.
İletişim konusundaki her kitabı kolayca tavsiye edemem. Zira hemen tamamı Batı mahreçlidir ve kültürümüze aktarılırken bir süzgeçten geçirilmesi, bize uygun şekilde tercüme edilmesi gerekir. Geçenlerde elime ulaşan, Mikael Krogerus ve Roman Tschappeler’in The Kitap Yayınları’ndan, Fatma Özmeral çevirisiyle çıkan “İletişim Kitabı: Doğru İletişim İçin 44 Fikir” sanıyorum bu konuda bir istisna. Başta psikoloji olmak üzere iletişim alanına aktarılabilecek bilgi dallarından genel doğruları çok iyi bulup çıkarmış ve basitleştirerek ifade etmiş yazarlar. Daha önce de dünya çapında başarı kazanmış üç önemli kitap daha yazmışlar.
Ünlü medya iletişim teorisyeni Marshall McLuhan’ın sert medya eleştirisinin altında muhafazakâr bir Katolik olmasının yatması, “halkla ilişkiler”in mucidi Edward L. Bernays’ın psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un yeğeni olması gibi birçok ilginç yeni bilgi öğreniyorsunuz kitaptan. Bölümler, ünlü düşünürlerden kıssadan hisse niteliğinde sözlerle bitiyor. Mesela “Akıllı telefonumuza bakmazsak ne olur?” bölümü, Peter Sloterdijk’in “’Düşünüyorum, öyleyse varım,’ sözü 21. yüzyılda geçerliliğini yitirmiş, yerini "İnsanlar beni düşünmeye başlıyor, öyleyse varım,’ tabiri almıştır” sözüyle noktalanıyor. Tüm bunların yanı sıra bu kitabı benim için değerli kılan asıl husus, itiraz edebileceğim çok az nokta ihtiva etmesi. Özellikle çocuklarla iletişimle ilgili bölümü çok beğendim. Müsaade ederseniz kitapla ilgili bir fikir edinebilmek ve yazarların çocuklarla iletişim konusundaki önerilerini kafanızda tartabilmeniz için “Çocuklarla nasıl konuşuruz (kendi çocuğumuz olmasa bile)?” başlıklı o bölümü aktaracağım:
“. Rol model olun: Eylemler sözcüklerden daha çok şey anlatır. Çocuk ona bağırıldığında çığlık atmaması gerektiğini anlamaz.
. Şekil değil içerik önemlidir: Çocuk, ‘Atları boyuyorum’ diyorsa ve atları boyadığı sürece sorun yoktur.
. Tutarlı olmak: ‘Hayır’, ‘Hayır’ anlamına gelir. Çocuğunuz süpermarket kasasının önünde sinir krizi geçirse bile.
. Kaçamak noktası: Sadece saygınlığınızı kaybetmeden geri alabileceğiniz tehditleri söyleyin. Yani, ‘Şimdi durmazsan, tatile gitmeyiz’ demeyin.
. Tehditleri hemen uygulayın: Tehditlerinizi doğrudan uygularsanız çocuklar daha hızlı ve etkin bir şekilde öğrenirler. Örneğin oyuncağını elinden bir hafta süreyle (uzun süre, küçük etki) almak yerine, iki dakikalığına on kez almak (kısa süre, büyük etki) daha iyidir.
. Çocuğu değil eylemi övün: ‘Bunu harika yapıyorsun’ demek, ‘Sen harikasın’ demekten daha iyidir.
. Kötü davranışları görmezden gelin: Eğer çocuk sizin düşüncelerinize göre hareket etmiyorsa, sizi veya başkalarını tehlikeye atmadığı sürece, onu azarlamaktansa, görmezden gelmek daha iyidir (‘seçici dikkat’).
. Teklif alternatifleri: Çocuğa seçimler veya eylem alternatifleri sunun. Ama asla ikiden fazla seçenek olmamalı. Bu sadece mantıklı olduğunda yapılmalıdır. (Diş fırçalamanın başka bir alternatifi yoktur.)
. Çocuğun ne yapmaması gerektiğini değil, ne yapması gerektiğini söyleyin: ‘Koşma!’ yerine ‘Lütfen yavaş ol!’ deyin.
. Cevaplanabilir sorular sorun: ‘Bugün okul nasıldı?’ diye sormak, bir çocuk için ‘2014 yılının mart ve nisan ayı nasıl geçti?’ sorusu kadar cevaplaması zor bir sorudur.
. Yetişkinler de eskiden çocuktular. Ancak iletişim kuralları her yaş için geçerlidir.
Sorunlu insanları düzeltmek yerine, güçlü çocuklar yetiştirmek daha kolaydır. (Frederick Douglas)”…
İnşallah işinize yaramıştır bu bilgiler ve kitap hakkında bir fikir edinebilmişsinizdir.
Erol Göka
twitter.com/erolgoka
* Bu yazı daha evvel Yenişafak'ta yayınlanmıştır.
İletişim konusundaki her kitabı kolayca tavsiye edemem. Zira hemen tamamı Batı mahreçlidir ve kültürümüze aktarılırken bir süzgeçten geçirilmesi, bize uygun şekilde tercüme edilmesi gerekir. Geçenlerde elime ulaşan, Mikael Krogerus ve Roman Tschappeler’in The Kitap Yayınları’ndan, Fatma Özmeral çevirisiyle çıkan “İletişim Kitabı: Doğru İletişim İçin 44 Fikir” sanıyorum bu konuda bir istisna. Başta psikoloji olmak üzere iletişim alanına aktarılabilecek bilgi dallarından genel doğruları çok iyi bulup çıkarmış ve basitleştirerek ifade etmiş yazarlar. Daha önce de dünya çapında başarı kazanmış üç önemli kitap daha yazmışlar.
Ünlü medya iletişim teorisyeni Marshall McLuhan’ın sert medya eleştirisinin altında muhafazakâr bir Katolik olmasının yatması, “halkla ilişkiler”in mucidi Edward L. Bernays’ın psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un yeğeni olması gibi birçok ilginç yeni bilgi öğreniyorsunuz kitaptan. Bölümler, ünlü düşünürlerden kıssadan hisse niteliğinde sözlerle bitiyor. Mesela “Akıllı telefonumuza bakmazsak ne olur?” bölümü, Peter Sloterdijk’in “’Düşünüyorum, öyleyse varım,’ sözü 21. yüzyılda geçerliliğini yitirmiş, yerini "İnsanlar beni düşünmeye başlıyor, öyleyse varım,’ tabiri almıştır” sözüyle noktalanıyor. Tüm bunların yanı sıra bu kitabı benim için değerli kılan asıl husus, itiraz edebileceğim çok az nokta ihtiva etmesi. Özellikle çocuklarla iletişimle ilgili bölümü çok beğendim. Müsaade ederseniz kitapla ilgili bir fikir edinebilmek ve yazarların çocuklarla iletişim konusundaki önerilerini kafanızda tartabilmeniz için “Çocuklarla nasıl konuşuruz (kendi çocuğumuz olmasa bile)?” başlıklı o bölümü aktaracağım:
“. Rol model olun: Eylemler sözcüklerden daha çok şey anlatır. Çocuk ona bağırıldığında çığlık atmaması gerektiğini anlamaz.
. Şekil değil içerik önemlidir: Çocuk, ‘Atları boyuyorum’ diyorsa ve atları boyadığı sürece sorun yoktur.
. Tutarlı olmak: ‘Hayır’, ‘Hayır’ anlamına gelir. Çocuğunuz süpermarket kasasının önünde sinir krizi geçirse bile.
. Kaçamak noktası: Sadece saygınlığınızı kaybetmeden geri alabileceğiniz tehditleri söyleyin. Yani, ‘Şimdi durmazsan, tatile gitmeyiz’ demeyin.
. Tehditleri hemen uygulayın: Tehditlerinizi doğrudan uygularsanız çocuklar daha hızlı ve etkin bir şekilde öğrenirler. Örneğin oyuncağını elinden bir hafta süreyle (uzun süre, küçük etki) almak yerine, iki dakikalığına on kez almak (kısa süre, büyük etki) daha iyidir.
. Çocuğu değil eylemi övün: ‘Bunu harika yapıyorsun’ demek, ‘Sen harikasın’ demekten daha iyidir.
. Kötü davranışları görmezden gelin: Eğer çocuk sizin düşüncelerinize göre hareket etmiyorsa, sizi veya başkalarını tehlikeye atmadığı sürece, onu azarlamaktansa, görmezden gelmek daha iyidir (‘seçici dikkat’).
. Teklif alternatifleri: Çocuğa seçimler veya eylem alternatifleri sunun. Ama asla ikiden fazla seçenek olmamalı. Bu sadece mantıklı olduğunda yapılmalıdır. (Diş fırçalamanın başka bir alternatifi yoktur.)
. Çocuğun ne yapmaması gerektiğini değil, ne yapması gerektiğini söyleyin: ‘Koşma!’ yerine ‘Lütfen yavaş ol!’ deyin.
. Cevaplanabilir sorular sorun: ‘Bugün okul nasıldı?’ diye sormak, bir çocuk için ‘2014 yılının mart ve nisan ayı nasıl geçti?’ sorusu kadar cevaplaması zor bir sorudur.
. Yetişkinler de eskiden çocuktular. Ancak iletişim kuralları her yaş için geçerlidir.
Sorunlu insanları düzeltmek yerine, güçlü çocuklar yetiştirmek daha kolaydır. (Frederick Douglas)”…
İnşallah işinize yaramıştır bu bilgiler ve kitap hakkında bir fikir edinebilmişsinizdir.
Erol Göka
twitter.com/erolgoka
* Bu yazı daha evvel Yenişafak'ta yayınlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)