Kan Kırmızı Karlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kan Kırmızı Karlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Şubat 2020 Salı

Kan kırmızı kar yağıyor ancak gökten değil

"(...) Az sonra bir başka uçak alçak uçuş yaparak tepemizden geçti ve köye mühimmat ve erzak sandıkları bıraktı. Belli ki bu akşam da biraz bisküvi yiyebilecektik."

İkinci Dünya Savaşı tarihi üzerine birçok kitap dilimize kazandırılmaya devam ediyor. Bu tip kitaplar yalnızca savaş tarihi okumayı sevenler için değil; savaş psikolojisini, şiddetin kökenlerini, siyasi gerilimleri ve insanların zor zamanlarda neler yapıp yapamayacaklarını merak eden herkes için çok şey söylüyor. Askerî tarih çalışmalarında cephanelere, saldırı ve savunma teknolojilerine, siper mücadelelerine ve çatışmalara dair bir şeyler okumak bize bazı reçeteler sunabilir ama Çinli bir bilgenin "reçeteleri okumak insanı sağlığa kavuşturmaz" sözü de unutulmamalı. Okur bakışını biraz da tüm meselelerin psikolojik yönüne çevirmeli. Orada çok, hem de çok malzeme var.

Ekim 2019'da Kronik Kitap etiketiyle ve Barbaros Uzunköprü çevrisiyle neşrolunan Kan Kırmızı Karlar, İkinci Dünya Savaşı'nın en gergin hattı Stalingrad'da görev yapmış bir Alman makineli tüfek nişancısı olan Gunter K. Koschorrek'in anılarından oluşuyor. 1923 yılında Almanya’da doğan Koschorrek, 19 yaşında Nazi Almanya’sının silahlı kuvvetleri Wehrmacht’a katılmış. Ekim 1942'ye kadar oldukça iyi eğitimlerden geçtikten sonra Stalingrad’a konuşlandırılmak üzere 24’üncü Panzer Tümeni’ne alınmış. Savaş boyunca defalarca yaralanmış, çabası sebebiyle birçok madalyayla ödüllendirilmiş. Sovyet kuvvetlerine karşı savaştığı Stalingrad hattından sağ salim kurtulsa da Amerikalılara esir düşmüş. Bu, savaşın coğrafyası, şartları ve şartları düşünüldüğünde bu esaret nişancı için bir şans elbette. Haziran 1945’te esaret hayatı son bulmuş. Yazımıza konu olan kitabı "Vergiss die Zeit der Dornen nicht" adıyla ilk olarak 1998'de yayınlanmış. Koschorrek'in hayatta olduğunu da belirterek kitabın ürpertici atmosferinden biraz bahsedelim.

Kitap, kronolojik bir esasla bölümlere ayrılmış. Koschorrek yola çıkışından başlıyor ve Stalingrad'da yaşadığı savaştan kıl payı kaçışına, İtalyan partizanlarından peşinden Rus cehennemine dönüşüne, Nikopol köprübaşındaki teyakkuz vaziyetinden dipsiz çamur deryalarının ortasına, Nemmersdorf'daki ölüler üzerine çöken akbabalardan Polonya ve Sibirya'ya dek savaşın her hâlini oldukça akıcı bir üslupla aktarıyor. Tüm anlatıma birçok görsel ve harita eşlik ediyor. Okuyucu bir yandan Eylül/Ekim 1942'de alevler içindeki Stalingrad'ı görürken diğer yandan Rusya’nın çamur deryasına dönmüş arazisinde Bug istikametinde yapılan ricatın güzergâhını takip edebiliyor. Koschorrek, savaşı ne yüceltmek ne de yargılamak istemediğini önsözünde belirtiyor. Rusya’da cephe hattında yaşadığı şahsi tecrübelerini ve savaşa bakış açısını tüm gerçekliğiyle tasvir ederken "savaşın büyük kısmını Rus topraklarındaki berbat avcı çukurlarında geçiren ve bu çukurları yalnızca düşmanla çarpışmak zorunda kaldığı zamanlarda terk eden ismi meçhul sayısız askeri takdirle anmak" da onun yazım amaçlarından biri.

Bir an evvel öldürmesi için kendisine teslim edilen Sovyet askerlerini silahsız oldukları gerekçesiyle öldürmeyen bir asker var karşımızda. Hem iklim hem de duygu yoğunluğu anlamında tüm yaşadıklarını zihninde taşıyan bir asker. Cephe hattında arkadaşlarını kaybeden, cephane ve yiyecek yetersizliği yüzünden sık sık psikolojik ve fizyolojik gerilimlere saplanan, yaşarken cehennemi yaşayan bir asker. Bir notu onun ruh hâlini tam manasıyla ortaya seriyor: "Şimdi küçük bir tepenin üzerinde dikiliyorduk ve şehrin bir bölümü gözlerimizin önündeydi. Daha fazla kara duman ve için için yanan ateş – ne korkunç bir manzaraydı. Stalingrad’ın sıcak nefesini hissedebiliyorduk. Nero, Roma’yı ateşe verdiğinde demek ki şehir böyle görünüyordu. Ancak bir farkla: bu kez şehrin cehennemi andıran görüntüsünü daha kötü hale getiren ölümcül patlamalar ve çığlığı andıran sesiyle düşen bombalar, ortaya çıkan deliliğin çıtasını yükseltiyor ve bakan kişiye dünyanın sonuna şahitlik ediyormuş hissi yaşatıyordu."

Emir komuta zincirinin en tavizsiz işlediği, tabiri caizse kendi kurallarını oluşturduğu ve savaşın her an değişebilen vaziyetine göre şekillendiği zamanlar, hiç şüphe yok ki cephe savaşları. Gelebilecek herhangi olumlu bir haberin askerin psikolojisini sanki karnı doymuş ve sevdiklerine kavuşmuş gibicesine etkileyen zamanlar. Aslında cephedeki çatışmalardan çok önce, henüz eğitim kampında başlamış psikolojik yönetim işlemleri. "Eğitim kampında sürekli surette nasıl hizmet edeceğimizi, düşmanı öldürmek için silahlarımızı nasıl kullanacağımızı söyleyip dururlardı ve bizler de Führer, Volk und Vaterland (Askerleri manevi olarak motive etme amacı güden ve “Führer, Millet ve Vatan İçin” anlamına gelen slogan) uğruna savaşmaktan ve gerekirse bu uğurda canlarımızı hiçe saymaktan gurur duyardık. Ne var ki kimse bize, öldürülmeden önce nelere katlanmak zorunda kalacağımızı söylememişti. Ya da ölümün her zaman aniden gelmeyeceğini de söylememişlerdi." diyor Koschorrek. Ancak savaşın kıldan ince kılıçtan keskin hesap defterinde tıpkı bir futbol maçındaymış gibi skor her an değişebiliyor. Bu tip durumlarda da askerler aniden çöküyor, delirmenin yahut kendini öldürmenin eşiğine gelenlerin sayısında artış görülüyor. Hatta kazanan tarafta olanlar bile delirme hissini yaşayabiliyor. Koschorrek bizzat şöyle anlatıyor bu hâli: "Nicedir makineli tüfeğin arkasında durur ve bu mekanik ölüm meleğinin bünyesinde tezahür eden gücü içimde hissederdim ancak daha önce şu anda hissettiğim rahatlama duygusuna benzer bir duyguyu hiç hissetmemiştim. Düşmanlarımızın düşüp öldüğünü ve yaralarından akan kanı görüyor, acınası çığlıklarını işitiyordum ancak inanın bana içimde onlara karşı en küçük bir acıma ya da üzülme duygusu yoktu. Vücudum bir tür delilik hali içindeydi."

Uğruna savaştıkları devleti ve ülkeyi ilgilendiren önemli gelişmelerden bihaber olmak askerler için şüphesiz başka bir gerilim mevzusu. Ancak bazı haberler kısa sürede yayılma özelliğine sahip olduğundan askerleri de kimi zaman olumlu kimi zamansa olumsuz etkileyebiliyor. Burada bilhassa komutanların filtre görevi üstlendiği ortada. Hangi haberlerin askerlere iletilmesi gerektiği yahut bazı haberlerin kasıtlı olarak geç iletilmesi gibi meseleler de var. Diğer yandan, savaştıkları ülkenin başında bulunan birinin ölüm haberini almak bir askeri, hatta savaşta hayatta kalma mücadelesi veren askerleri nasıl etkiler? Bu sorunun cevabını cephenin tam içinden okuyabiliyoruz: "Üç gün önce Adolf Hitler ve Eva Braun’un intihar ettiği haberini aldık. Mağrur liderin sorumluluklarından böylesine ödlekçe kurtulmaya karar vermesi hepimizi şoka uğratmıştı. Ancak meseleyi birkaç saat içinde geride bıraktık çünkü hepimizin kendi dertleri vardı. Haberler Rusların çok uzakta olmadığını ve kısa süre içinde buraya ulaşacağını söylüyordu. Bu yüzden her iki taraftan yükselen ve giderek yaklaşan düşman topçusunun kükremesini dinleyerek son derece huzursuz bir uyku uyuduk."

Koschorrek, son derece duygusal bir insan olduğunu kitabının sonuna saklamıyor, her satırında bunu okur anlayabiliyor. Sayısız insanın beklediği gün gelip de savaş bittiğinde bile "Ancak kalplerde de sona erecek miydi? Nefretin solması ve intikam ateşinin sönmesi için ne kadar zaman geçmesi gerekecekti?" diye soruyor. Yaşanan tüm vahşete rağmen intikam duygusunu, nefretini ve öfkesini bir kenara bırakıp düşmanlarıyla yakın ilişkiler kurmaya çalışan insanlar gördükçe umutlanıyor. Bunun yanı sıra "kitleleri harekete geçirme ve onları kendi amaçları uğruna istismar etme becerisine sahip zorba ve güç delisi insanların herkesi manipüle edilebileceğini ne zaman anlayacaklardı?" diyerek cehalete isyan etmeyi de elden bırakmıyor. O, bu kitapla birlikte hayatını kaybeden tanıdıklarını asla unutmayacağını gösteriyor aslında. Onlardan bahsederek onlara can veriyor.

Bazen böyledir, kalanlar gidenlerin gölgesi oluverir. Koschorrek de gölge olanlardan. Karnı daima aç olan Hans Weichert, uzun boylu Warias, kaslı vücudu ve sarı saçlarıyla Küpper, sessiz sakin bir çocuk olan Grommel, mızıka çalan Heinz Kurat, bulduğu her boş zamanını kart oynamakla geçiren Otto Wilke, onun gölge olduğu arkadaşlarından sadece birkaçı. "On yıllar geçiyordu ancak ruhumun derinliklerinde yer alan savaş yıllarının acı hatıraları zihnimden bir türlü silinmiyordu" demesi, bu gölge olma vasfını tüm yürekliliğiyle taşıyabilmesinden geliyor belki de...

Kan Kırmızı Karlar, hem savaşın hem de insanın yıkıcılığını anlatıyor. Bu yüzden sadece bir savaş tarihi kitabı değil; şiddetin kökenlerine inen, tansiyonu yüksek bir roman gibi okunuyor. İnsanın zihnini okunduktan sonra da sarsmaya devam ediyor.

Bu yazıya başlık olarak kullandığım bölümden, sarsıcı bir film sahnesiymiş gibi yazılan şu paragrafla bitireyim:

"Şiddeti içimizde öyle bir hissettik ki sanki binlerce şeytan gökyüzünden üzerimize doğru geliyordu ve üzerinde durduğumuz yer kabuğu cehennem ateşinin kaynayan çukurlarına çekiliyordu. Bizler kendimizi canhıraş sığınağa atmadan önce dışarıda nöbette olan Wilke, ciğerlerinin sınırlarını zorlarcasına bize doğru koştu ve tam önümüzde yere kapaklandı. Tedirgin ve bembeyaz suratlarla birbirimize bakıyorduk. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu ancak vücudumuzun her zerresi korkunun şiddetiyle dolup taşmış durumdaydı. İçimizdeki korku gözlerimizden taşıyordu. Cehennemin ortasındaydık! Gökyüzünden üzerimize ateş ve çelik yağmaya başladı. Eğer bunun Sovyet kuvvetlerinin başlattığı dehşet verici top ateşi olduğunu bilmeseydik, o gün orada, 13 Aralık tarihinde dünyanın sonunun geldiğini düşünebilirdik."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf