"İlmin ilk kapısı susmak, ikincisi dinlemek, üçüncüsü edindiği bilgiyi eksiksiz uygulamak, dördüncüsü de yaymaktır."
Tasavvuf dendiği zaman, meseleyle bir miktar ilgili olanların aklına gelecek ilk noktalardan biri “nefis terbiyesi”dir muhakkak. Dillere pelesenk olmuş bu konunun manası ise işin ehli üstadlar tarafından hem yazılı hem sözlü olarak açıklanmaya çalışılmıştır. Bu ise kâh ehl-i muhabbet olma yoluna baş koyanlara zikir ve fiil dâhilinde uygulama ile kâh satırlardan gönüllere aktarılarak yapılmıştır.
İşte erken dönem tasavvufunun en önemli temsilcilerinden biri olan Hâris el-Muhâsibî’nin Allah'a Dönüş adlı eseri, kendisinin ilimde önem verdiği noktaları kalem kalem anlattığı ve Hasan-ı Basrî’den etkilenen Muhâsibî metodunun temel taşlarını bir arada verdiği temel bir eser olması hasebiyle çok önemlidir. Bu metot, en çok nefis muhasebesi üzerine eğilir ki kendisi de, yaptığı işi Allah için mi yoksa başka saiklerle mi yaptığına oldukça önem verip kendini sürekli tarttığı için “Muhâsibî” mahlasını almıştır.
“Nefis muhasebesi; aklın, nefsin yapıp ettiklerinin fazlalıklarını ve noksanlarını denetleyerek kulu onun şerrinden korumasıdır.”
Özgün bir metot kullanılarak soru-cevap tarzında manadan kaleme dökülmüş bu eserin esas noktası; Allah’a, tövbe ile dönüş ve bu arınmadan sonra gelişen Allah’a doğru seyir yolunda, nefis muhasebesi üzere gelişen hallerin açıklanması üzerinedir. Tasavvuf anlayışında “hal”lere oldukça önem veren Muhâsibî, nefis muhasebesinde ilk adım olan tövbeden sonra gelen vera’, zühd, doğruluk, ihlas, sabır, rıza, marifet, ibret, kalp temizliği, bilgelik, hayâ ve zarafet gibi basamakları ve zararlarından en çok bahsettiği kavram olan riyayı kendine has derin üslubuyla açıklayarak erken dönemde bıraktığı manevî mirasını bugüne taşıyor.
Cüneyd-i Bağdâdî’nin hocası olan, İmam Gazzâlî’nin, İhyâ'sında metodunu kullandığı Muhâsibî’nin bu özlü, derin, etkili eseri manevî arınma yolunda ilk adımını atmak ve ilerleyişini bu halleri doğru idrak ederek devam etmek isteyenler için bir rehber görevi görüyor. Allah'a Dönüş, Hâris el-Muhâsibî’nin, her kesimden okurun anlayabileceği sade ve özgün bir tavır ile nefsin mertebelerinde zühd, takva ve ihlas ile adım adım ilerlerken bu hallerin her birine muhabbetli bir şekilde, en açıklayıcı bir üslupla değindiği öz bir el kitabı niteliği taşıyor.
"Kalplere inişi sırasında bilgi, çalkantılı ve coşkundur. Suyun yatağına erişince sakinleşmesi gibi, o da ancak yatağını bulunca sükûna erer. İşte kul da bu şekilde dinginlik, ilim, yumuşaklık, müsâmaha, Allah Teâlâ'nın vaadi karşısında hüsn-i zanla dolar ve kalbi ilahî müjde ve tehditler konusundaki her şeyi bilir ve kabullenir."
Hâris el-Muhâsibî, 781 ya da 786 yılında Basra'da dünyayı teşrif etti. Genç yaşta, ilim tahsil etmek üzere Bağdat'a gitti. İmam Şâfiî'nin öğrencisi olduğu nakledilir. İlerleyen gençlik dönemlerinde Bağdat'ta hadis meclislerine devam eden Muhâsibî’nin bir zâhid grubuyla tanışmasıyla irfanî-tasavvufî kimliği ön plana çıkmaya başlamıştır. Ebu Süleyman ed-Dârânî, Zünnûn-ı Mısrî, Bişr-i Hafî gibi mübarek isimlerden etkilenmiştir. Sehl bin Abdullah et-Tüsterî, Ebu Abdurrahmân es-Sülemî, Hakîm et-Tirmizî, Kuşeyrî gibi mana büyükleri de kendisinden etkilenmiştir. Feridüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyasında kendisinden bahseder. Tasavvufta “hal” kavramı üzerinde özellikle durmuş, hallerin Kur’ân ve Sünnet’e dayanması gerektiğini söylemiştir. Riyadan kaçınılması üzerinde özellikle durması melâmetî damarına işaret eder. Muhâsibî, 857'de Hakk'a yürümüş; Hakk âşıklarına, insanlığa büyük bir manevî miras bırakmıştır.
Hande Yıldırım Önsöz
twitter.com/miskiamber
13 Kasım 2019 Çarşamba
Çağın farkında olan adam
İsmet Emre’nin Çağına Küsen Adam isimli romanında yazar çağının yani içinde bulunduğumuz modern zamanların neredeyse her şeyinin farkında olan bir karakterin açısından farklı konuları ele almaktadır. Yazarın romana ismini verdiği şekilden daha çok karakterimize “çağının farkında olan adam” demek daha doğru olur. Özellikle çoğu durum için her ucunu da modern dünyanın omzundan farkında olarak bakması ve ele alması bunun bir delilidir. Örneğin, belki farklı açılardan diyor olsa dahi, bir yerde tüketimin insanı bile tüketebildiğini söylerken bir başka yerde modern zamanda hiçbir materyalin tükenmediğini dönüştürülerek sayısız sefer kullanıldığı söylüyor. Bu örnekler romanın geneli itibariyle çoğaltılabilir.
Öte yandan romandan daha çok sanki bir deneme kitabı havası var Çağına Küsen Adam’da. Otuz farklı bölümden oluşan romanı bölümlerini ayrı ele alırsak bu söz konusu olur. Kaldı ki bu otuz bölümü birbirine bağlayan yegâne şey karakterin bakış açıları.
Burada karakterin bakış açıları diyerek çoğul bir ifadeye yer vermemin sebebi daha öncede değindiğim farklı uçların aslında modern dönem ile ilgili olmasa bile ana karakterimizin neredeyse reddettiği kendi zamanından her olay ve kavrama bakışıdır. Çağının Farkında Olan Adam’a bu hissi yaşattırmayan tek olgu ölüm diyebiliriz. Romanın farklı yerlerinde farklı şekillerde karşımıza çıkan “ölüm” kavramına doğrudan bir modern etiketi yapıştıramayıp ölümle temas halinde olan birden farklı şeyi eleştirmektedir. Yani daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse ölümü sadece bir bağlam olarak kullanmaktadır.
Fakat hemen belirtmem gerekir ki ölüm biricik bağlam değildir. Çağının Farkında Olan Adam, evlilik gibi bütün hayatı kapsayan ömürlük bir şeyi bu kadar uzun sürmesi dolayısıyla sıkıcı olarak niteler. Ancak burada karakterimizin kendi düşüncesi değilmiş de sanki o modern zamanlara yine modern zamanların omzundan bakarak eleştirisini getiriyor gibidir.
Evlilik yeterince büyük ve geniş bir konu değilmiş veya güya evlilik modern bir şeymiş gibi ve kritiğini yapması yetmiyormuşçasına hikâyemizin sonu ve başlangıcı üzerinden de bir yorum yapar. Tabii burada hikâyeden kastını romanın sonunda tam anlamıyla anlayabiliyoruz.
Üstelik böyle konular dışında alelade bir sokak lambası üzerinden de eleştirisini yapabiliyor. Burada da ana karakterimizin zamanının etkisiyle yadırgamışlığının ve rahatsızlığının okura gösterilişini görmekteyiz. Çünkü Çağının Farkında Olan Adam dinlenmek için yattığı yatağında dahi dinlenemez, huzursuz olur.
Karakterimiz sadece tek düze veya bir başlık üzerinden değil karşıt konumdaki şeyleri de bir tutarak veya bir noktaya getirerek modernite gözlüğünü burnuna indirip öyle bakar. Örneğin insanlığın karanlıkta kaldığını da söyler fakat daha sonra sanki bunu söylememiş gibi modern insanın aydınlığı çok abarttığının da eleştirisini yapar.
Sorduğu sorularla kendini rahatsız ettiği kadar modern dünyanın da yerinde doğrularak oturmasını sağlıyor. Ancak tip olamayacak kadar keskin karakterimiz belki de sorularıyla romanın hatta yazarın bile üstüne çıkıyor.
Emre, Çağına Küsen Adam’da doğrudan ve tek düze bir olay örgüsü üzerinden gitmemiş ve bu hareketiyle romanının karakteri olan Çağının Farkında Olan Adam’ın yanında saf almaktadır.
Kitabın “Karanlığın lanetlediği bir çağda nereye sığınabilir ki insan kendinden başka?..” şeklinde başlaması aslında nerdeyse bütün romanın genel durumunu özetlemektedir. Karakterimizin kendisine sorduğu soruların çoğunun cevabının verilmemesi ve kendi kendini yadırgaması buna en büyük kanıttır.
Karakter sadece kavramlar ve anlayışlar üzerinden değil kendi anıları üzerinden de huysuzluk yapar, bu da ayrıca kendine sığınmış insanın yine kendisini huzursuzlaştırmasının ve yadırgamasının bir tezahürüdür.
Hamza Eren Sarıçam
Öte yandan romandan daha çok sanki bir deneme kitabı havası var Çağına Küsen Adam’da. Otuz farklı bölümden oluşan romanı bölümlerini ayrı ele alırsak bu söz konusu olur. Kaldı ki bu otuz bölümü birbirine bağlayan yegâne şey karakterin bakış açıları.
Burada karakterin bakış açıları diyerek çoğul bir ifadeye yer vermemin sebebi daha öncede değindiğim farklı uçların aslında modern dönem ile ilgili olmasa bile ana karakterimizin neredeyse reddettiği kendi zamanından her olay ve kavrama bakışıdır. Çağının Farkında Olan Adam’a bu hissi yaşattırmayan tek olgu ölüm diyebiliriz. Romanın farklı yerlerinde farklı şekillerde karşımıza çıkan “ölüm” kavramına doğrudan bir modern etiketi yapıştıramayıp ölümle temas halinde olan birden farklı şeyi eleştirmektedir. Yani daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse ölümü sadece bir bağlam olarak kullanmaktadır.
Fakat hemen belirtmem gerekir ki ölüm biricik bağlam değildir. Çağının Farkında Olan Adam, evlilik gibi bütün hayatı kapsayan ömürlük bir şeyi bu kadar uzun sürmesi dolayısıyla sıkıcı olarak niteler. Ancak burada karakterimizin kendi düşüncesi değilmiş de sanki o modern zamanlara yine modern zamanların omzundan bakarak eleştirisini getiriyor gibidir.
Evlilik yeterince büyük ve geniş bir konu değilmiş veya güya evlilik modern bir şeymiş gibi ve kritiğini yapması yetmiyormuşçasına hikâyemizin sonu ve başlangıcı üzerinden de bir yorum yapar. Tabii burada hikâyeden kastını romanın sonunda tam anlamıyla anlayabiliyoruz.
Üstelik böyle konular dışında alelade bir sokak lambası üzerinden de eleştirisini yapabiliyor. Burada da ana karakterimizin zamanının etkisiyle yadırgamışlığının ve rahatsızlığının okura gösterilişini görmekteyiz. Çünkü Çağının Farkında Olan Adam dinlenmek için yattığı yatağında dahi dinlenemez, huzursuz olur.
Karakterimiz sadece tek düze veya bir başlık üzerinden değil karşıt konumdaki şeyleri de bir tutarak veya bir noktaya getirerek modernite gözlüğünü burnuna indirip öyle bakar. Örneğin insanlığın karanlıkta kaldığını da söyler fakat daha sonra sanki bunu söylememiş gibi modern insanın aydınlığı çok abarttığının da eleştirisini yapar.
Sorduğu sorularla kendini rahatsız ettiği kadar modern dünyanın da yerinde doğrularak oturmasını sağlıyor. Ancak tip olamayacak kadar keskin karakterimiz belki de sorularıyla romanın hatta yazarın bile üstüne çıkıyor.
Emre, Çağına Küsen Adam’da doğrudan ve tek düze bir olay örgüsü üzerinden gitmemiş ve bu hareketiyle romanının karakteri olan Çağının Farkında Olan Adam’ın yanında saf almaktadır.
Kitabın “Karanlığın lanetlediği bir çağda nereye sığınabilir ki insan kendinden başka?..” şeklinde başlaması aslında nerdeyse bütün romanın genel durumunu özetlemektedir. Karakterimizin kendisine sorduğu soruların çoğunun cevabının verilmemesi ve kendi kendini yadırgaması buna en büyük kanıttır.
Karakter sadece kavramlar ve anlayışlar üzerinden değil kendi anıları üzerinden de huysuzluk yapar, bu da ayrıca kendine sığınmış insanın yine kendisini huzursuzlaştırmasının ve yadırgamasının bir tezahürüdür.
Hamza Eren Sarıçam
8 Kasım 2019 Cuma
Usul usul akan öyküler: Geyikler, Annem ve Almanya
Nursel Duruel’in Geyikler, Annem ve Almanya kitabının ilk basımı, Türkiye’nin siyasi açıdan karmaşık geçen ve devam eden yıllarında, 1982 yılında Adam Yayıncılık’tan gerçekleştirildi. Daha sonra Alkım ve Can Yayınları’ndan, en sonunda ise Yapı Kredi Yayınları’ndan neşredildi.
Öykümüzün ‘ne’ olduğunu ve ‘nereye’ geldiğini göstermesi açısından, 70’lerin ve 80’lerin öykü kitaplarına ayrı bir önem veriyorum. Nursel Duruel’in bu kitabı da öykümüzün nerede durduğuyla ilgili önemli ipuçları veriyor. Duruel’in öyküleri, tıpkı Füruzan’ın öyküleri gibi bir an’ı temsil ediyor. Zaten bu iki ismi tarz olarak birbirine çok yakın buldum. Belirli bir zamanın fotoğraf ını kişiler üzerinden lirik bir şekilde çeken Nursel Duruel, durum öyküsü diyebileceğimiz türün en seçkin örneklerinden birini Geyikler, Annem ve Almanya adıyla kitaplaştırmış.
Kitapta toplam sekiz öykü bulunuyor: İlk öykü kitaba adını da veren Geyikler, Annem ve Almanya. Diğer öyküler ise 03 Nöbeti, Ölüm Aralarında Kaldı, Fırıncı Şükriye, Zaman Aralığında, Nereye, “Minareden At Beni İn Aşağı Tut Beni” ve Yineleme’dir.
İlk öykü olan Geyikler, Annem ve Almanya, kitabın en kuvvetli öykülerinden biri. Altı sayfalık kısacık bu öyküde yazar isminden de anlaşılabileceği gibi bir göç ve ayrılık durumunu ele alıyor. Annesi işçi olarak Almanya’ya babasının yanına gidecek olan bir kızın gözünden anlatıyor bize bu durumu. Tam yetmişlerin sonuna ve seksenlerin başına uygun bir durum olarak karşımıza çıkıyor bu öykü. Anne-kız sevgisini en saf haliyle, ayrıca ayrılığı en keskin haliyle anlatan yazar, okurun gözüne gözüne sokmadan ve feminist bir havaya bürünmeden bir karı-koca anlaşmazlığını da işliyor. Fakat ana ekseni oluşturan şey, o zamanın bir gerçeği göç ve ayrılık: “Boğazıma dek tıkandım. Boynumdaki damar hiç böyle atmamıştı. Ağlamak istemiyorum. Ağlarsam burnum akacak, burnumu çekersem annem ağladığımı bilecek. Uyuyamayacak, uyuyamazsa yarın güçsüz kalacak. Anneannem haklı, çok zayıfladı annem. Ağlamamalıyım. Her şey bir yana, ağladığımı görürse annem utançtan öleceğim. Hayır görmemeli… Bilmemeli…”
Duruel’in öyküleri tek bir bakış açısına sahip değil. Bazı öyküleri küçük bir çocuğun gözünden anlatılıyor, bazılarında hâkim bakış açısı var. Bazı kahramanları küçük bir çocuk bazıları ise yetişkin kadın(lar). Onlardan biri kitabın ikinci öyküsü 03 Nöbeti. İsmine baktığımızda bir asker veya sağlık çalışanının hikâyesi olduğunu düşünebiliriz ancak bu bir telefon santralinde çalışan Saliha’nın hikâyesi. Yaşadığı hayatla iç dünyası arasındaki tutarsızlığı çözmeye çalışan bir fakülte öğrencisidir Saliha. Sözlü tacizin arka planda aktığı, bir kadının gece işinde ne tür zorluklar yaşayabileceği, hayatın zorluklarının bir kadının gözünden tutarlı, sert ama abartıya kaçmadan, yer yer diyaloglarla anlatıldığı bir öykü 03 Nöbeti. Aynı zamanda bir yol ayrımı hikâyesi. Yalnızlık ana tema diyebiliriz bu öykü için. Duruel’in üslûbunu en iyi konuşturduğu öykülerden olduğunu söylemek de mümkün.
Duruel’in anlatımının en önemli özelliklerinden biridir abartıya kaçmamak. Usul usul konuşur ama söyledikleri okura oldukça tesir eder. Mutsuz bir aşk hikâyesini birkaç sayfada sessizce anlatır ama insanın içine işler o durum. Bu sessizce anlatım bazen üstü örtük bir anımsatmaya sebep olabilir. Bazen anlatılmak istenen şeyi normalden fazla gizler Duruel. Okura bırakır öykünün içindeki cevheri yakalamayı. Bunun örneğini Fırıncı Şükriye öyküsünde görürüz. Bir an’ın hikâyesidir ancak arka planda bir sürecin anatomisini gösterir bize yazar. Bir ölüm üzerinden, tahminen 80 öncesinin olaylarına ve ülkenin siyasi atmosferine üstü oldukça kapalı, kısa diyaloglar veya cümlelerle değinir. Sonrasında ölümün o sessiz birlikteliğinde, bir cenaze evinin suskunluğunda güncel siyasi atmosferden çıkıp geçmişte kalmış Afyon’daki Yunan muhaberesine değinir. Olayları birkaç cümleyle bağlar. Bu seferki kahramanı yaşlı bir kadındır:
“Koca ülke baştan başa ölüler evi ablam. Nutuklar, camiler, tabutlar… Ya yürekler? Ya beyinler?"
Kitabın bence en iyi öyküsü, altıncı öykü olan Nereye adlı öyküdür. Burada yazar modern hayatla birlikte değişmeye başlayan aile ilişkileri ve ölüm kavramını, öykülerinin belirleyici yanlarından olan ‘kadın’ı merkeze alarak irdeler. Üstüne basarak ama bağırmadan, bir kadının gözyaşları eşliğinde bu durumu satırlarına yansıtır. Çoğu öyküsü gibi yine kısa bir zaman diliminde geçse de, bu öyküde de tıpkı çoğu öyküsünde olduğu gibi geri dönüş tekniğini çok başarılı kullanmış yazar. Ayrıca önem verdiğim bu öyküde kahramanın psikolojik durumu da başarılı bir şekilde yansıtılmış:
“Gündelik yaşamın tekdüze ve ‘Ne yapıyorum?’ demeye fırsat tanımayan akışı içinde unutup gittiği ya da hiç düşünmediği yığınla konu, gece uyanışlarında her yönden saldırıya geçiyordu.”
“O yazın ardından gelen ilk bayramda bütün çocuklar analarının dul olarak geçireceği ilk bayramdır diye toplanıp geldiler. Büyük oğul kurbanı orada kesti, gelinler ananın konuklarını ağırladılar. Daha sonraki bayramlarda birer ikişer eksilmeye başladılar ya da sıraya koydular.”
Son iki öykünün diğer öykülere göre biraz daha zayıf kaldığını düşünüyorum. Özellikle son öykü sadece diyalogdan oluşuyor ve post-modernizmin niteliklerini taşıyor. Diyalogu bol olan öykülerden ziyade anlatım yoluna gidilen öyküleri daha başarılı Nursel Duruel’in. Son öykü anlatımın hiç olmadığı bir tarzda olduğu için zayıf kalmış biraz.
Çok iyi bir öykücü Nursel Duruel. Şiirsel bir dile sahip. Ve bu şiirsel dil ile anlatımını yalın üslûbunu sade tutabilme başarısını gösteriyor. Öyküleri de konusunu hayatın ta içinden aldığı için yere sağlam basıyor. Ama en sevdiğim özelliği, usul usul anlatması oldu bazı şeyleri. Aşırı uçlara kaçmadan kurduğu atmosfer öykülerin başarısını oluşturmuş. Durum öyküsü türünde Türk Edebiyatı’nın zirvelerinden biri olduğunu düşünüyorum yazarın.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Öykümüzün ‘ne’ olduğunu ve ‘nereye’ geldiğini göstermesi açısından, 70’lerin ve 80’lerin öykü kitaplarına ayrı bir önem veriyorum. Nursel Duruel’in bu kitabı da öykümüzün nerede durduğuyla ilgili önemli ipuçları veriyor. Duruel’in öyküleri, tıpkı Füruzan’ın öyküleri gibi bir an’ı temsil ediyor. Zaten bu iki ismi tarz olarak birbirine çok yakın buldum. Belirli bir zamanın fotoğraf ını kişiler üzerinden lirik bir şekilde çeken Nursel Duruel, durum öyküsü diyebileceğimiz türün en seçkin örneklerinden birini Geyikler, Annem ve Almanya adıyla kitaplaştırmış.
Kitapta toplam sekiz öykü bulunuyor: İlk öykü kitaba adını da veren Geyikler, Annem ve Almanya. Diğer öyküler ise 03 Nöbeti, Ölüm Aralarında Kaldı, Fırıncı Şükriye, Zaman Aralığında, Nereye, “Minareden At Beni İn Aşağı Tut Beni” ve Yineleme’dir.
İlk öykü olan Geyikler, Annem ve Almanya, kitabın en kuvvetli öykülerinden biri. Altı sayfalık kısacık bu öyküde yazar isminden de anlaşılabileceği gibi bir göç ve ayrılık durumunu ele alıyor. Annesi işçi olarak Almanya’ya babasının yanına gidecek olan bir kızın gözünden anlatıyor bize bu durumu. Tam yetmişlerin sonuna ve seksenlerin başına uygun bir durum olarak karşımıza çıkıyor bu öykü. Anne-kız sevgisini en saf haliyle, ayrıca ayrılığı en keskin haliyle anlatan yazar, okurun gözüne gözüne sokmadan ve feminist bir havaya bürünmeden bir karı-koca anlaşmazlığını da işliyor. Fakat ana ekseni oluşturan şey, o zamanın bir gerçeği göç ve ayrılık: “Boğazıma dek tıkandım. Boynumdaki damar hiç böyle atmamıştı. Ağlamak istemiyorum. Ağlarsam burnum akacak, burnumu çekersem annem ağladığımı bilecek. Uyuyamayacak, uyuyamazsa yarın güçsüz kalacak. Anneannem haklı, çok zayıfladı annem. Ağlamamalıyım. Her şey bir yana, ağladığımı görürse annem utançtan öleceğim. Hayır görmemeli… Bilmemeli…”
Duruel’in öyküleri tek bir bakış açısına sahip değil. Bazı öyküleri küçük bir çocuğun gözünden anlatılıyor, bazılarında hâkim bakış açısı var. Bazı kahramanları küçük bir çocuk bazıları ise yetişkin kadın(lar). Onlardan biri kitabın ikinci öyküsü 03 Nöbeti. İsmine baktığımızda bir asker veya sağlık çalışanının hikâyesi olduğunu düşünebiliriz ancak bu bir telefon santralinde çalışan Saliha’nın hikâyesi. Yaşadığı hayatla iç dünyası arasındaki tutarsızlığı çözmeye çalışan bir fakülte öğrencisidir Saliha. Sözlü tacizin arka planda aktığı, bir kadının gece işinde ne tür zorluklar yaşayabileceği, hayatın zorluklarının bir kadının gözünden tutarlı, sert ama abartıya kaçmadan, yer yer diyaloglarla anlatıldığı bir öykü 03 Nöbeti. Aynı zamanda bir yol ayrımı hikâyesi. Yalnızlık ana tema diyebiliriz bu öykü için. Duruel’in üslûbunu en iyi konuşturduğu öykülerden olduğunu söylemek de mümkün.
Duruel’in anlatımının en önemli özelliklerinden biridir abartıya kaçmamak. Usul usul konuşur ama söyledikleri okura oldukça tesir eder. Mutsuz bir aşk hikâyesini birkaç sayfada sessizce anlatır ama insanın içine işler o durum. Bu sessizce anlatım bazen üstü örtük bir anımsatmaya sebep olabilir. Bazen anlatılmak istenen şeyi normalden fazla gizler Duruel. Okura bırakır öykünün içindeki cevheri yakalamayı. Bunun örneğini Fırıncı Şükriye öyküsünde görürüz. Bir an’ın hikâyesidir ancak arka planda bir sürecin anatomisini gösterir bize yazar. Bir ölüm üzerinden, tahminen 80 öncesinin olaylarına ve ülkenin siyasi atmosferine üstü oldukça kapalı, kısa diyaloglar veya cümlelerle değinir. Sonrasında ölümün o sessiz birlikteliğinde, bir cenaze evinin suskunluğunda güncel siyasi atmosferden çıkıp geçmişte kalmış Afyon’daki Yunan muhaberesine değinir. Olayları birkaç cümleyle bağlar. Bu seferki kahramanı yaşlı bir kadındır:
“Koca ülke baştan başa ölüler evi ablam. Nutuklar, camiler, tabutlar… Ya yürekler? Ya beyinler?"
Kitabın bence en iyi öyküsü, altıncı öykü olan Nereye adlı öyküdür. Burada yazar modern hayatla birlikte değişmeye başlayan aile ilişkileri ve ölüm kavramını, öykülerinin belirleyici yanlarından olan ‘kadın’ı merkeze alarak irdeler. Üstüne basarak ama bağırmadan, bir kadının gözyaşları eşliğinde bu durumu satırlarına yansıtır. Çoğu öyküsü gibi yine kısa bir zaman diliminde geçse de, bu öyküde de tıpkı çoğu öyküsünde olduğu gibi geri dönüş tekniğini çok başarılı kullanmış yazar. Ayrıca önem verdiğim bu öyküde kahramanın psikolojik durumu da başarılı bir şekilde yansıtılmış:
“Gündelik yaşamın tekdüze ve ‘Ne yapıyorum?’ demeye fırsat tanımayan akışı içinde unutup gittiği ya da hiç düşünmediği yığınla konu, gece uyanışlarında her yönden saldırıya geçiyordu.”
“O yazın ardından gelen ilk bayramda bütün çocuklar analarının dul olarak geçireceği ilk bayramdır diye toplanıp geldiler. Büyük oğul kurbanı orada kesti, gelinler ananın konuklarını ağırladılar. Daha sonraki bayramlarda birer ikişer eksilmeye başladılar ya da sıraya koydular.”
Son iki öykünün diğer öykülere göre biraz daha zayıf kaldığını düşünüyorum. Özellikle son öykü sadece diyalogdan oluşuyor ve post-modernizmin niteliklerini taşıyor. Diyalogu bol olan öykülerden ziyade anlatım yoluna gidilen öyküleri daha başarılı Nursel Duruel’in. Son öykü anlatımın hiç olmadığı bir tarzda olduğu için zayıf kalmış biraz.
Çok iyi bir öykücü Nursel Duruel. Şiirsel bir dile sahip. Ve bu şiirsel dil ile anlatımını yalın üslûbunu sade tutabilme başarısını gösteriyor. Öyküleri de konusunu hayatın ta içinden aldığı için yere sağlam basıyor. Ama en sevdiğim özelliği, usul usul anlatması oldu bazı şeyleri. Aşırı uçlara kaçmadan kurduğu atmosfer öykülerin başarısını oluşturmuş. Durum öyküsü türünde Türk Edebiyatı’nın zirvelerinden biri olduğunu düşünüyorum yazarın.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
2 Kasım 2019 Cumartesi
Şahsi bir öykü: Murat, hür İstanbul ve diğerleri
Kemal Tahir’in meşhur sarı defterleri vardır. Sağlığında yayımladığı birçok kitabın dışında, o öldükten sonra ortaya çıkan ve yavaş yavaş yayımlanan birçok kitabı daha bulunur yazarın bu defterlerde. Hür Şehrin İnsanları böyle bir kitap. Ölümünden sonra meşhur sarı defterlerin arasında bulunan bu kitap, 1949 yılında Çorum Cezaevi’nde tamamlanmış fakat sonradan çalışılmak üzere bir kenara konmuş. 1949 senesinden Tahir’in ölüm yılı olan 1973’e kadar da epey zaman geçmesine rağmen yazar bir daha bu kitaba dönüp bakmamış. Hatta bu kitaptaki bazı karakterleri daha sonraki romanlarında kullanmış ve bu romanı tamamen silmiş sanki aklından. Böyle kitapları var yazarın. Damağası örneğin. Fakat bu kitap sağlığında yayımlamayıp daha sonra yayımlanan kitaplardan farklı olarak pek tamamlanmamış havası vermiyor okura. Gayet derli toplu bir çerçeve içinde, karakterlerin de düzgün ve derin işlendiği bir kitap. Özellikle diyaloglar, Kemal Tahir diyalogu diyebileceğimiz konuşma tarzının en iyi örneklerini barındırıyor. Kemal Tahir deyince aklına diyalog gelenlerdenseniz, bu kitapta en lezzetli halini bulacaksınız.
Daha önce Bilgi Yayınevi, Tekin Yayınevi ve son olarak da günümüze yakın İthaki Yayınları’ndan neşredilmiş kitabın şu anda baskısı yok. İthaki Yayınları’ndan tek ciltte neşredilirken Bilgi ve Tekin Yayınevlerinden iki cilt halinde neşredilmiş. Ben de bu kitabı Tekin Yayınevi’nden iki cilt halinde okudum.
Hür Şehrin İnsanları bana Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları’nı anımsattı ilk başta. Fakat o kitaptan daha farklı bir yapıda olduğunu daha okumamın ilk başlarında anladım. Esir Şehrin İnsanları’nda, işgal altındaki İstanbul’un bir portresini, karakterlerden üzerinden çizen Kemal Tahir, bu kitapta sosyal olaylardan ziyade Murat’ın hikâyesini, onun aracılığıyla belirli bir çevrenin yaşayışını çizer.
Cumhuriyetin ilanından sonraki bir zamanı baz alır Kemal Tahir. 5 Mart 1930 tarihiyle başlar roman. Başkahraman Murat’tır. Diğer karakterler Murat’a yakınlıklarına göre önem kazanır veya önemini yitirir. Bu roman için otobiyografik nitelemesini de yapabiliriz aslında. Kemal Tahir’in birçok hapishane romanında kendini İstanbullu Murat olarak karakterlere dahil ettiğini düşünürsek bu romandaki Murat’ın da kendisi olabileceğini düşünmek mümkün. Ayrıca Tahir’in hayatına vakıf olan kişiler, romandaki olaylardan da Murat’ın Kemal Tahir’in kendisi olduğu sonucuna varacaklardır.
Dört ana bölümden oluşur Hür Şehrin İnsanları. Başlıklar ile bölümün içeriği Kemal Tahir’in her romanında olduğu gibi birebir uyumludur: Fakir-i Pürtaksir, Avukat Kâtibi, Kör Uçuş ve Batak.
İlk bölüm İstanbul’da Felek Kıraathanesi’nde başlar. İlk bölüme adını veren Fakir-i Pürtaksir, zamanında moda olan anket defterlerini doldurduktan sonra Murat’ın attığı imzadır. Bir nevi takma isimdir. Bu bölümde Murat’ın ve çevresindekilerin geçim derdi, sefaleti ve kahvehane hayatı işlenir. Aynı zamanda iş arama, bulamama, borçlanma durumları bolca mevcuttur. İnsan ilişkileri ön plana çıkar. Kemal Tahir’le özdeşleşmiş diyalogların en iyilerini görürüz bu bölümde. Beş günlük süreyi kapsayan ilk bölüm romanın zamansal olarak en kısa bölümüdür. Beş günün her bir günü detaylıca işlenir ve okur 700 küsur sayfalık bu dev esere karakterleri ve olayları iyice tanıyarak hazırlanır. Cenaze, kumar, fakirlikten kısmen kurtuluş, iş bulma gibi birçok olay, karakterlerden rol çalmadan ama merkezde Murat olacak şekilde okura aktarılır. Bu bölümün karakterleri Kahveci İhsan, Hamdi Bey, Ertuğrul Hikmet, Necip gibi kişilerdir. Az diyaloğu olan başka karakterler de mevcuttur. Kitaba hazırlanma bölümü diyebileceğimiz bu ilk bölüm Kemal Tahir’in avukat kâtibi olarak iş bulmasıyla neticelenir ve Murat’ın hayatı başka bir yolda akmaya devam edecektir. Bu bölümde Murat’ın sefaletinin en yoğun halini görür okur. Tahir’in bu sefaleti bu kadar net ve yoğun vermesindeki maksat bence, kitabın kalanında başkarakter Murat’ın değişimini daha net çizmek ve okura bunu hissettirmektir:
“Ölmüyordu, sefalete alışınca, insan bir manada yaşıyordu ama, bir senede üç senelik yıpranarak şüphesiz… Bir senede beş sene yıpranarak…”
Felek Kıraathanesi ilk bölümde ana mekândır ancak kitabın kalan kısımlarında bu mekânın ismi çok nadir geçer. Murat’ın değişimiyle birlikte mekânlar da değişecektir.
İkinci bölüm Avukat Kâtibi adını taşır. Murat, Hayret ve Celil Bey’lerin yanında avukat kâtibi olarak işe başlamıştır (Kemal Tahir de zamanında avukat kâtipliği yapmıştır). Daha geniş bir zaman dilimine sahip bu bölümde Murat’ın kâtipliğe ilk başladığı günle kitabın sonundaki hâli arasında büyük fark vardır. Özellikle ekonomik anlamda ‘yolunu bulmuştur’ Murat. Artık yüreği şiir yazamayacak, bir şey okuyamayacak kadar ferahtır. Öyle ki bolca kadın arkadaşı, sevgilisi olur ve onlarla ilgili yaşanmışlıklar detaylıca işlenir yazarın kaleminden. Cinsellik ön plana çıkarılır. Muhitin değişmesiyle birlikte karakterler de değişmiştir ancak ilk bölümün bazı karakterleri yine yer bulur bu bölümde de. Murat’ın yanında çalıştığı avukatlardan başka Kâtip Yordanidis, Şarlot, Safo, İbrahim Rıza Bey gibi karakterler romana ve Murat’ın hayatına dâhil olmuştur. Bu karakterlerle roman sonuna kadar devam edecektir, yeni eklenenlerle birlikte.
İkinci cildin ilk bölümü, kitabın da üçüncü bölümü olan Kör Uçuş, Murat’ın Safo’yla, Tamara Hanım’la, Şarlot’la ve başka kadınlarla olan ilişkilerini anlatır. Adından da anlaşılacağı üzere Murat –kör bir şekilde- bir çapkınlık turuna başlamıştır İstanbul’da. Sefalet günleri geride kalmıştır, zengin olmasa da iyi kazanır hem işinden hem de yan işlerden. Mekân ve kişi olarak artık Felek Kıraathanesi ve oradaki hayat çok geride kalmıştır. Ara ara Hamdi ve Ertuğrul Hikmet’in adı ve kendileri görünür ancak diğer karakterler görünmez. Murat’ın kişisel ilişkileri büyük yer tutar bu bölümde ve cinsellik çok ön plana çıkarılmıştır. Yazarın Murat karakterine en çok yoğunlaştığı bölümdür. Sosyal olaylar çok yer almaz. Roman içinde bölümleri bir hiyerarşiye tâbi tutsak, bu bölüme en zayıfı diyebiliriz. Sosyal ve siyasi hayattan o kadar kopuktur. İlk bölümde dâhi şair Mehmet Akif’in sürgün yıllarına atıf yaparak, kısa da olsa politik bir dokundurma vardır ancak bu bölümde yazar tamamen Murat’ın kişisel hayatına yönelmiştir. Fakat yine de şunu diyebilirim: Kemal Tahir Murat karakterinin değişiminin gerektirdiği bir bölüm olarak amaçlamış olabilir Kör Uçuş’u.
Kitabın son bölümü Batak adına sahip. Bu bölümde ben Kemal Tahir’in bu kitabı niye yayımlamadığını ve bu romandaki karakterleri niye başka kitaplarda kullandığını anladığımı sanıyorum. Şöyle ki: Kemal Tahir, romanını fikirlerini topluma iletmek için kullanan bir yazar. Yani roman, Kemal Tahir’de bir fikri, bir görüşü savunuyorsa ve toplumu yönlendirme kapasitesine sahipse değerli bir şeydir. Roman, Tahir’de amaç değil araçtır. Bu bölüm kendi içinde diğer bölümlerle bir bağ oluştururken bir taraftan da Türkiye’nin siyasi hayatına, çok partili hayata geçme çabalarına da ışık tutar. Fakat romanın geneline baktığımızda yazarın bu amacını gerçekleştirdiğini söyleyemeyiz. 700 küsur sayfalık bir eserin sadece son bölümünde bu durumu sağlayabildiği için, yani Murat’ın kişisel hikâyesinden ancak son bölümde çıkabildiği için, kanaatimce, bu romanı yayımlamaz Tahir. Bunun yerine Türk Edebiyatı’nın en iyi romanlarından olan Yol Ayrımı’nı yazar. Bazı karakterlerini de o romanda kullanır.
Romanın tarihi Serbest Fırka’nın kurulma zamanlarına denk getirildiği için bu duruma değinmemek olmazdı. Fırka’nın nasıl kurulduğunu kendine göre, oldukça ironik bir şekilde dile getiren Tahir merkeze yine kahramanı Murat’ı koyar. Murat’ın kişisel hikâyesi devam ederken arka planda da politik eleştirilerini yer yer eleştirel bir şekilde, hatta alay edercesine dile getirir:
“…Fırka nasıl kuruldu? Paşam, baloda kafayı bir güzel tütsülemiş. Aklına gelmiş. ‘Yahu! Demiş, başka memleketlerde fırkalar var. İntihabatta rekabet yapıyorlar, rey almağa gayret ediyorlar. Oyun oluyor. Millet avunuyor! Biz de hele bir deneyelim!’ demiş. Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin, Ali, Veli, siz şu dakikadan itibaren Halk Partisi’nin prensiplerini inkâr ettiniz, Serbest Fırkalı oldunuz!’ demiş. (Medet Paşa hazretleri! Estağfurullah!) yani, (Ağız arar… Serhoşlukla aklından bir şey geçirir… Sonra fena olur!) diyerek tövbenin arasına darı tanesi sığmamış. Nihayet Paşam, kendilerini teksin etmiş. (Fethi beyi fırka reisi yapmam gerek! Siz de o fırkadan oldunuz, bitti!) buyurmuş. (O fırkadan olduk ya, o fırka neyin nesi? Bre nerede şu Fethi bey? diyerek telâşlanmışlar. Fethi bey apar topar Yalova’ya götürülmüş...”
Hür Şehrin İnsanları yukarıda da değindiğim gibi bazı açılardan Murat’ın değişimine odaklanan hatta bu değişimi göstermek için bazı ‘numaralar’ yapılan bir roman. Bunu başarılı bir şekilde hitama erdirmiş Kemal Tahir. Başlangıçtaki Murat’la sondaki Murat’ı karakter, tutum, davranış açısından değerlendirdiğimizde ortaya bambaşka biri çıkar:
“Dünyayı düzeltmek ona düşmüş değildi ya… ‘Sat anasını…’”
Hür Şehrin İnsanları yazarı tarafından yayımlanmak istenmemesine rağmen iyi bir roman. Özellikle diyalog ve karakterleri işleme açısından Kemal Tahir’in en iyi romanlarından olduğunu söyleyebilirim. Fakat sanırım, Kemal Tahir’in roman anlayışına pek yaklaşmadığı için yayımlanmadı. Ama tüm bunlara rağmen, en azından Yol Ayrımı ve Bir Mülkiyet Kalesi gibi iki dev romana temel olduğu için bile değeri bilinmelidir.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Daha önce Bilgi Yayınevi, Tekin Yayınevi ve son olarak da günümüze yakın İthaki Yayınları’ndan neşredilmiş kitabın şu anda baskısı yok. İthaki Yayınları’ndan tek ciltte neşredilirken Bilgi ve Tekin Yayınevlerinden iki cilt halinde neşredilmiş. Ben de bu kitabı Tekin Yayınevi’nden iki cilt halinde okudum.
Hür Şehrin İnsanları bana Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları’nı anımsattı ilk başta. Fakat o kitaptan daha farklı bir yapıda olduğunu daha okumamın ilk başlarında anladım. Esir Şehrin İnsanları’nda, işgal altındaki İstanbul’un bir portresini, karakterlerden üzerinden çizen Kemal Tahir, bu kitapta sosyal olaylardan ziyade Murat’ın hikâyesini, onun aracılığıyla belirli bir çevrenin yaşayışını çizer.
Cumhuriyetin ilanından sonraki bir zamanı baz alır Kemal Tahir. 5 Mart 1930 tarihiyle başlar roman. Başkahraman Murat’tır. Diğer karakterler Murat’a yakınlıklarına göre önem kazanır veya önemini yitirir. Bu roman için otobiyografik nitelemesini de yapabiliriz aslında. Kemal Tahir’in birçok hapishane romanında kendini İstanbullu Murat olarak karakterlere dahil ettiğini düşünürsek bu romandaki Murat’ın da kendisi olabileceğini düşünmek mümkün. Ayrıca Tahir’in hayatına vakıf olan kişiler, romandaki olaylardan da Murat’ın Kemal Tahir’in kendisi olduğu sonucuna varacaklardır.
Dört ana bölümden oluşur Hür Şehrin İnsanları. Başlıklar ile bölümün içeriği Kemal Tahir’in her romanında olduğu gibi birebir uyumludur: Fakir-i Pürtaksir, Avukat Kâtibi, Kör Uçuş ve Batak.
İlk bölüm İstanbul’da Felek Kıraathanesi’nde başlar. İlk bölüme adını veren Fakir-i Pürtaksir, zamanında moda olan anket defterlerini doldurduktan sonra Murat’ın attığı imzadır. Bir nevi takma isimdir. Bu bölümde Murat’ın ve çevresindekilerin geçim derdi, sefaleti ve kahvehane hayatı işlenir. Aynı zamanda iş arama, bulamama, borçlanma durumları bolca mevcuttur. İnsan ilişkileri ön plana çıkar. Kemal Tahir’le özdeşleşmiş diyalogların en iyilerini görürüz bu bölümde. Beş günlük süreyi kapsayan ilk bölüm romanın zamansal olarak en kısa bölümüdür. Beş günün her bir günü detaylıca işlenir ve okur 700 küsur sayfalık bu dev esere karakterleri ve olayları iyice tanıyarak hazırlanır. Cenaze, kumar, fakirlikten kısmen kurtuluş, iş bulma gibi birçok olay, karakterlerden rol çalmadan ama merkezde Murat olacak şekilde okura aktarılır. Bu bölümün karakterleri Kahveci İhsan, Hamdi Bey, Ertuğrul Hikmet, Necip gibi kişilerdir. Az diyaloğu olan başka karakterler de mevcuttur. Kitaba hazırlanma bölümü diyebileceğimiz bu ilk bölüm Kemal Tahir’in avukat kâtibi olarak iş bulmasıyla neticelenir ve Murat’ın hayatı başka bir yolda akmaya devam edecektir. Bu bölümde Murat’ın sefaletinin en yoğun halini görür okur. Tahir’in bu sefaleti bu kadar net ve yoğun vermesindeki maksat bence, kitabın kalanında başkarakter Murat’ın değişimini daha net çizmek ve okura bunu hissettirmektir:
“Ölmüyordu, sefalete alışınca, insan bir manada yaşıyordu ama, bir senede üç senelik yıpranarak şüphesiz… Bir senede beş sene yıpranarak…”
Felek Kıraathanesi ilk bölümde ana mekândır ancak kitabın kalan kısımlarında bu mekânın ismi çok nadir geçer. Murat’ın değişimiyle birlikte mekânlar da değişecektir.
İkinci bölüm Avukat Kâtibi adını taşır. Murat, Hayret ve Celil Bey’lerin yanında avukat kâtibi olarak işe başlamıştır (Kemal Tahir de zamanında avukat kâtipliği yapmıştır). Daha geniş bir zaman dilimine sahip bu bölümde Murat’ın kâtipliğe ilk başladığı günle kitabın sonundaki hâli arasında büyük fark vardır. Özellikle ekonomik anlamda ‘yolunu bulmuştur’ Murat. Artık yüreği şiir yazamayacak, bir şey okuyamayacak kadar ferahtır. Öyle ki bolca kadın arkadaşı, sevgilisi olur ve onlarla ilgili yaşanmışlıklar detaylıca işlenir yazarın kaleminden. Cinsellik ön plana çıkarılır. Muhitin değişmesiyle birlikte karakterler de değişmiştir ancak ilk bölümün bazı karakterleri yine yer bulur bu bölümde de. Murat’ın yanında çalıştığı avukatlardan başka Kâtip Yordanidis, Şarlot, Safo, İbrahim Rıza Bey gibi karakterler romana ve Murat’ın hayatına dâhil olmuştur. Bu karakterlerle roman sonuna kadar devam edecektir, yeni eklenenlerle birlikte.
İkinci cildin ilk bölümü, kitabın da üçüncü bölümü olan Kör Uçuş, Murat’ın Safo’yla, Tamara Hanım’la, Şarlot’la ve başka kadınlarla olan ilişkilerini anlatır. Adından da anlaşılacağı üzere Murat –kör bir şekilde- bir çapkınlık turuna başlamıştır İstanbul’da. Sefalet günleri geride kalmıştır, zengin olmasa da iyi kazanır hem işinden hem de yan işlerden. Mekân ve kişi olarak artık Felek Kıraathanesi ve oradaki hayat çok geride kalmıştır. Ara ara Hamdi ve Ertuğrul Hikmet’in adı ve kendileri görünür ancak diğer karakterler görünmez. Murat’ın kişisel ilişkileri büyük yer tutar bu bölümde ve cinsellik çok ön plana çıkarılmıştır. Yazarın Murat karakterine en çok yoğunlaştığı bölümdür. Sosyal olaylar çok yer almaz. Roman içinde bölümleri bir hiyerarşiye tâbi tutsak, bu bölüme en zayıfı diyebiliriz. Sosyal ve siyasi hayattan o kadar kopuktur. İlk bölümde dâhi şair Mehmet Akif’in sürgün yıllarına atıf yaparak, kısa da olsa politik bir dokundurma vardır ancak bu bölümde yazar tamamen Murat’ın kişisel hayatına yönelmiştir. Fakat yine de şunu diyebilirim: Kemal Tahir Murat karakterinin değişiminin gerektirdiği bir bölüm olarak amaçlamış olabilir Kör Uçuş’u.
Kitabın son bölümü Batak adına sahip. Bu bölümde ben Kemal Tahir’in bu kitabı niye yayımlamadığını ve bu romandaki karakterleri niye başka kitaplarda kullandığını anladığımı sanıyorum. Şöyle ki: Kemal Tahir, romanını fikirlerini topluma iletmek için kullanan bir yazar. Yani roman, Kemal Tahir’de bir fikri, bir görüşü savunuyorsa ve toplumu yönlendirme kapasitesine sahipse değerli bir şeydir. Roman, Tahir’de amaç değil araçtır. Bu bölüm kendi içinde diğer bölümlerle bir bağ oluştururken bir taraftan da Türkiye’nin siyasi hayatına, çok partili hayata geçme çabalarına da ışık tutar. Fakat romanın geneline baktığımızda yazarın bu amacını gerçekleştirdiğini söyleyemeyiz. 700 küsur sayfalık bir eserin sadece son bölümünde bu durumu sağlayabildiği için, yani Murat’ın kişisel hikâyesinden ancak son bölümde çıkabildiği için, kanaatimce, bu romanı yayımlamaz Tahir. Bunun yerine Türk Edebiyatı’nın en iyi romanlarından olan Yol Ayrımı’nı yazar. Bazı karakterlerini de o romanda kullanır.
Romanın tarihi Serbest Fırka’nın kurulma zamanlarına denk getirildiği için bu duruma değinmemek olmazdı. Fırka’nın nasıl kurulduğunu kendine göre, oldukça ironik bir şekilde dile getiren Tahir merkeze yine kahramanı Murat’ı koyar. Murat’ın kişisel hikâyesi devam ederken arka planda da politik eleştirilerini yer yer eleştirel bir şekilde, hatta alay edercesine dile getirir:
“…Fırka nasıl kuruldu? Paşam, baloda kafayı bir güzel tütsülemiş. Aklına gelmiş. ‘Yahu! Demiş, başka memleketlerde fırkalar var. İntihabatta rekabet yapıyorlar, rey almağa gayret ediyorlar. Oyun oluyor. Millet avunuyor! Biz de hele bir deneyelim!’ demiş. Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin, Ali, Veli, siz şu dakikadan itibaren Halk Partisi’nin prensiplerini inkâr ettiniz, Serbest Fırkalı oldunuz!’ demiş. (Medet Paşa hazretleri! Estağfurullah!) yani, (Ağız arar… Serhoşlukla aklından bir şey geçirir… Sonra fena olur!) diyerek tövbenin arasına darı tanesi sığmamış. Nihayet Paşam, kendilerini teksin etmiş. (Fethi beyi fırka reisi yapmam gerek! Siz de o fırkadan oldunuz, bitti!) buyurmuş. (O fırkadan olduk ya, o fırka neyin nesi? Bre nerede şu Fethi bey? diyerek telâşlanmışlar. Fethi bey apar topar Yalova’ya götürülmüş...”
Hür Şehrin İnsanları yukarıda da değindiğim gibi bazı açılardan Murat’ın değişimine odaklanan hatta bu değişimi göstermek için bazı ‘numaralar’ yapılan bir roman. Bunu başarılı bir şekilde hitama erdirmiş Kemal Tahir. Başlangıçtaki Murat’la sondaki Murat’ı karakter, tutum, davranış açısından değerlendirdiğimizde ortaya bambaşka biri çıkar:
“Dünyayı düzeltmek ona düşmüş değildi ya… ‘Sat anasını…’”
Hür Şehrin İnsanları yazarı tarafından yayımlanmak istenmemesine rağmen iyi bir roman. Özellikle diyalog ve karakterleri işleme açısından Kemal Tahir’in en iyi romanlarından olduğunu söyleyebilirim. Fakat sanırım, Kemal Tahir’in roman anlayışına pek yaklaşmadığı için yayımlanmadı. Ama tüm bunlara rağmen, en azından Yol Ayrımı ve Bir Mülkiyet Kalesi gibi iki dev romana temel olduğu için bile değeri bilinmelidir.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
1 Kasım 2019 Cuma
Önce anılar ve arkadaşlar, sonra edebiyat ve hayat
"Ama arkadaşlar iyidir."
- Tabutta Rövaşata (1996)
Elde tutulmuş bir bavul. Nasıl bir el? Biraz yorgun fakat umutlu. Yola çıkmaya gücü yok belki ama yola çıkmadan da yapamıyor. Yaşamın değişen ve değişmeyen tüm yanlarını, ceketinin omzundaki tozu savurur gibi savurmaya hazır olabiliyor aniden. Kimi zaman da ceketi bir köşeye asıp dinlenmeye ihtiyaç duyuyor. Nefeslenmeye.
Peki nasıl nefeslenmeli? Edebiyatla, sinemayla, yazarak. Dolayısıyla okuyup izleyerek. Sadece yaşayıp gitmek vardır elbet, onun öncesine işte bu anlamlı eylemler geldi mi o yaşayıp gitmenin de seyri değişir, tadı değişir. "Yaşadım çok şükür" dedirtir insana yaptıkları. Ama bu kadar değil, bir şey daha var.
Ercan Kesal, biliyoruz ki okumayı yazmaktan daha çok seviyor. Zaten yazmasının sebebi de okuduğu ve etkilendiği meseleleri insanlarla paylaşmak. Böylece acı da sevinç de konacağı yeri buluyor. Yani işin özünde insan var. Bir de "arkadaş" var. Gün geçtikçe yitip giden arkadaşlığa bir ağıt gibi yazıyor bu kez Kesal. Velhasıl'ı işte böyle okudum. Arkadaşlığın hayatımızın ulaşılamayacak köşelerine çekilişini sadece seyretmekle yetinmek belki de kederi getirdi okurken gönlüme. "Kendinizi arkadaşınıza olduğunuz gibi gösterin. Sizin gelgitlerinizi bilmesi gerektiği kadar fırtınalarınızı da bilmelidir" diyor Halil Cibran. "Bir adamı tanımak için, düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lâzım hiç değilse" diyor Cemil Meriç. Velhasıl işte bu iki cümle arasında gidip geliyor. Hem Kesal'ın yaşamındaki gelgitleri, fırtınaları hem de tanıdığı insanların acılarını, heyecanlarını anlatıyor. Peri Gazozu'nda, Cin Aynası'nda, kendi trajik hikâyesinden çıkan Nasipse Adayız'da da böyle bir tablo görmüştük aslında. Oradan anlıyoruz yazarın kalabalıklar arasında akıp giderken çarpıp geçmekle kalmadığını. Muhakkak anlatıyor. Şu insan benim hayatıma şöyle şöyle dokundu, bu insanın hayatına ben şöyle dokundum misali. Metin Erksan'ı özel olarak anlatmak isteyişi (Kendi Işığında Yanan Adam) de bundan değil mi? Bu insanlar arası irtibatı düşünüp de dünyayı daha güzel, daha iyi anlamak için türküye yanaşmamak olmaz. Âşık Daimî diyor çünkü: "Kainatın aynasıyım, madem ki ben bir insanım..."
Tanımak isteyip de gerek yaş gerekse şehir sebebiyle tanıyamadığınız şairler, yazarlar muhakkak vardır. Bunlardan özellikle bazılarına dair metinler okurken duygulanırız. Hiçbir şey düşlemeden, hiçbir kaygı gütmeden duygulanırız. Belki onun yaşamıyla kendi yaşamımız arasındaki benzerlik, belki yazdığı bir cümlenin, dizenin hatrı. Mesela benim için Ahmet Erhan öyle. Onu Ercan Kesal'dan okumak, samimiyetle ifade edebilirim ki içimi sarsıyor. Çok isterdim şaire özel bir kitap yazmasını, ne kadar olursa o kadar. Çünkü 'hikâye'de çok şey var: "Sisin içinde kaybolmuş bir fener gibi, dünya derdinin içinde kaybolmuş birisiydi. Öylesine kaybolmuştu ki kendi siluetini dahi seçemez olmuştuk. J. Steinbeck'in Bitmeyen Kavga'sında roman kahramanı, ölen yoldaşının toplanan kalabalığın önünde şu cümleyle uğurlar ve bu kitabın son cümlesidir: "O, kendisi için hiçbir şey istemedi yoldaşlar, hiçbir şey istemedi!". Ahmet Erhan, bu dünyada, kendisi için hiçbir şey istemeden yaşadı ve öylece öldü. Ben şahidim."
Velhasıl'da çarpıcı olan bir konu, şiirin hem Ercan Kesal'ın hem de çevresinin ne kadar önem verdiği bir sanat oluşu. Her an her yerde konuşulan şiire mutlak sadakatle bağlı bir hâl varmış herkeste. Bu durum olan biten her şeye şair nazarından bakmayı da beraberinde getiriyor. Böylece insanın hikâyesi ortaya çıkıyor. Hikâye olmadan hayatın tadı çıkmıyor, elemiyle neşesiyle yaşanamıyor, sadece geçip giden bir ömür için ah vah ediliyor. Hikâyesi olan insanlar, hikâyesi olan filmler Kesal için büyük bir önem taşıyor. Kemal Tahir'i de böyle anıyor, karısı Fatma İrfan'a cezaevinden yazdığı mektubu hatırlatıyor: "İnsanlar bizim günlerimizden daha kötülerini masal yapmasını bildiler. Kuvvetlerimizi felakete karşı deneme fırsatı bulduk. En tatlısı, 'Hey canına, biz neler çektik,' diye söze başlayabilmektir. Hikâyesi olmayan adamlara acıyor gibiyim..."
Edebiyatın cephanelik olma vasfını sevdiği yazarların, şairlerin ve hatta yönetmenlerin düşünce dünyalarından cümlelerle, fikirlerle aktarıyor Kesal. Ama annesiyle ve babasıyla geçirdiği zamanlar, kelimelerin ne işe yaradığı noktasında apayrı bir yerde duruyor. Burada âdetler, gelenekler, mektuplar, fotoğraflar ve yaşamın içinden süzülen davranışlar kelimelere ne kadar ihtiyacımız olduğunu ortaya koyuyor. "Gezegenin ortasında yapayalnız kalmış gibi yaşayan kız kardeşlerimin ve anaların arzuhalcisi, sesi olmayanların sesi olmaktır edebiyat. Bu yüzden kelimeler, mazlumların yaralarını serinleten merhemlere benzer" diyor.
Eduardo Galeano da var Velhasıl'da, Andrey Tarkovski de. Biri edebiyatın gerçekçi boyutunu engin bilgisi ve yaşam görgüsüyle harmanlıyor, diğeri ise gözlerini bir namlu gibi kullanmasıyla hayatı yorumluyor. Buna benzer olarak, Ahmet Hamdi Tanpınar'la Krzysztof Kieslowski arasında kurduğu ilişki de insanı farklı okumalar ve izlemeler yapmaya sevk ediyor. Yine, Tarkovski'yle yaptığı hayali fakat her yönüyle gerçek röportaj; insanın kendisini kandırmasının nasıl bir felaket olduğunu, sanatın insanı manevi bir varlık olarak her zaman kuvvetlendirebileceğini, 'sevme'nin insan hayatına anlam katabilecek yegane yetenek olduğunu hatırlatıyor. Laf dönüp dolaşıp Kesal'ın babasının sözünde -ve elbette boğazımızda- düğümleniyor: "Zengin olsan ne, fakir olsan ne? Yeter ki yüzün yere eğilmesin."
Kitaptaki metinlerden biri de Bozkırda Futbol Hikâyeleri başlığını taşıyor. Benim gibi hem futbola hem edebiyata tutkun olanların -maalesef ki ilki giderek değerini kaybediyor- kitaptaki gözdesi olacaktır. Hayatın fena hâlde futbola benzer olmasını anlatmak belki zordur, ancak insanın doğallığında ve doğanın insana sunduklarında neler olduğu düşlenirse futbolun da kendini anlatmak, paylaşmak ve yardımlaşmak noktasında 'aslında' ne kadar kıymetli olduğu görülebilir. Üstelik hem eğlenceli hem de kıymetli. Demek ki endüstriyel futbol bir şey ifade etmiyor. Formalar birer reklam panosuna döndüğünden beri "gol!" diye ayağa kalkmak bile 'tehlikeli' görülüyor.
Önemsediğimiz fakat dünyanın uğultusundan bir kenara çekilmek zorunda kalan duyguları yeniden hatırlatacak kadar kuvvetli bir kitap Velhasıl. İnsanı bir saz olarak düşünürsek, herkese farklı telinden dokunabilir. Bana en çok arkadaşlık telinden dokundu. Ercan Kesal'a gönülden teşekkür etmek için Ahmet Erhan'ın dizelerinden yararlanmak ve öyle bitirmek isterim: "Severim Doktor Ercan'ı, kendi çapında yüz yataklı dahiliye koğuşudur."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Tabutta Rövaşata (1996)
Elde tutulmuş bir bavul. Nasıl bir el? Biraz yorgun fakat umutlu. Yola çıkmaya gücü yok belki ama yola çıkmadan da yapamıyor. Yaşamın değişen ve değişmeyen tüm yanlarını, ceketinin omzundaki tozu savurur gibi savurmaya hazır olabiliyor aniden. Kimi zaman da ceketi bir köşeye asıp dinlenmeye ihtiyaç duyuyor. Nefeslenmeye.
Peki nasıl nefeslenmeli? Edebiyatla, sinemayla, yazarak. Dolayısıyla okuyup izleyerek. Sadece yaşayıp gitmek vardır elbet, onun öncesine işte bu anlamlı eylemler geldi mi o yaşayıp gitmenin de seyri değişir, tadı değişir. "Yaşadım çok şükür" dedirtir insana yaptıkları. Ama bu kadar değil, bir şey daha var.
Ercan Kesal, biliyoruz ki okumayı yazmaktan daha çok seviyor. Zaten yazmasının sebebi de okuduğu ve etkilendiği meseleleri insanlarla paylaşmak. Böylece acı da sevinç de konacağı yeri buluyor. Yani işin özünde insan var. Bir de "arkadaş" var. Gün geçtikçe yitip giden arkadaşlığa bir ağıt gibi yazıyor bu kez Kesal. Velhasıl'ı işte böyle okudum. Arkadaşlığın hayatımızın ulaşılamayacak köşelerine çekilişini sadece seyretmekle yetinmek belki de kederi getirdi okurken gönlüme. "Kendinizi arkadaşınıza olduğunuz gibi gösterin. Sizin gelgitlerinizi bilmesi gerektiği kadar fırtınalarınızı da bilmelidir" diyor Halil Cibran. "Bir adamı tanımak için, düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lâzım hiç değilse" diyor Cemil Meriç. Velhasıl işte bu iki cümle arasında gidip geliyor. Hem Kesal'ın yaşamındaki gelgitleri, fırtınaları hem de tanıdığı insanların acılarını, heyecanlarını anlatıyor. Peri Gazozu'nda, Cin Aynası'nda, kendi trajik hikâyesinden çıkan Nasipse Adayız'da da böyle bir tablo görmüştük aslında. Oradan anlıyoruz yazarın kalabalıklar arasında akıp giderken çarpıp geçmekle kalmadığını. Muhakkak anlatıyor. Şu insan benim hayatıma şöyle şöyle dokundu, bu insanın hayatına ben şöyle dokundum misali. Metin Erksan'ı özel olarak anlatmak isteyişi (Kendi Işığında Yanan Adam) de bundan değil mi? Bu insanlar arası irtibatı düşünüp de dünyayı daha güzel, daha iyi anlamak için türküye yanaşmamak olmaz. Âşık Daimî diyor çünkü: "Kainatın aynasıyım, madem ki ben bir insanım..."
Tanımak isteyip de gerek yaş gerekse şehir sebebiyle tanıyamadığınız şairler, yazarlar muhakkak vardır. Bunlardan özellikle bazılarına dair metinler okurken duygulanırız. Hiçbir şey düşlemeden, hiçbir kaygı gütmeden duygulanırız. Belki onun yaşamıyla kendi yaşamımız arasındaki benzerlik, belki yazdığı bir cümlenin, dizenin hatrı. Mesela benim için Ahmet Erhan öyle. Onu Ercan Kesal'dan okumak, samimiyetle ifade edebilirim ki içimi sarsıyor. Çok isterdim şaire özel bir kitap yazmasını, ne kadar olursa o kadar. Çünkü 'hikâye'de çok şey var: "Sisin içinde kaybolmuş bir fener gibi, dünya derdinin içinde kaybolmuş birisiydi. Öylesine kaybolmuştu ki kendi siluetini dahi seçemez olmuştuk. J. Steinbeck'in Bitmeyen Kavga'sında roman kahramanı, ölen yoldaşının toplanan kalabalığın önünde şu cümleyle uğurlar ve bu kitabın son cümlesidir: "O, kendisi için hiçbir şey istemedi yoldaşlar, hiçbir şey istemedi!". Ahmet Erhan, bu dünyada, kendisi için hiçbir şey istemeden yaşadı ve öylece öldü. Ben şahidim."
Velhasıl'da çarpıcı olan bir konu, şiirin hem Ercan Kesal'ın hem de çevresinin ne kadar önem verdiği bir sanat oluşu. Her an her yerde konuşulan şiire mutlak sadakatle bağlı bir hâl varmış herkeste. Bu durum olan biten her şeye şair nazarından bakmayı da beraberinde getiriyor. Böylece insanın hikâyesi ortaya çıkıyor. Hikâye olmadan hayatın tadı çıkmıyor, elemiyle neşesiyle yaşanamıyor, sadece geçip giden bir ömür için ah vah ediliyor. Hikâyesi olan insanlar, hikâyesi olan filmler Kesal için büyük bir önem taşıyor. Kemal Tahir'i de böyle anıyor, karısı Fatma İrfan'a cezaevinden yazdığı mektubu hatırlatıyor: "İnsanlar bizim günlerimizden daha kötülerini masal yapmasını bildiler. Kuvvetlerimizi felakete karşı deneme fırsatı bulduk. En tatlısı, 'Hey canına, biz neler çektik,' diye söze başlayabilmektir. Hikâyesi olmayan adamlara acıyor gibiyim..."
Edebiyatın cephanelik olma vasfını sevdiği yazarların, şairlerin ve hatta yönetmenlerin düşünce dünyalarından cümlelerle, fikirlerle aktarıyor Kesal. Ama annesiyle ve babasıyla geçirdiği zamanlar, kelimelerin ne işe yaradığı noktasında apayrı bir yerde duruyor. Burada âdetler, gelenekler, mektuplar, fotoğraflar ve yaşamın içinden süzülen davranışlar kelimelere ne kadar ihtiyacımız olduğunu ortaya koyuyor. "Gezegenin ortasında yapayalnız kalmış gibi yaşayan kız kardeşlerimin ve anaların arzuhalcisi, sesi olmayanların sesi olmaktır edebiyat. Bu yüzden kelimeler, mazlumların yaralarını serinleten merhemlere benzer" diyor.
Eduardo Galeano da var Velhasıl'da, Andrey Tarkovski de. Biri edebiyatın gerçekçi boyutunu engin bilgisi ve yaşam görgüsüyle harmanlıyor, diğeri ise gözlerini bir namlu gibi kullanmasıyla hayatı yorumluyor. Buna benzer olarak, Ahmet Hamdi Tanpınar'la Krzysztof Kieslowski arasında kurduğu ilişki de insanı farklı okumalar ve izlemeler yapmaya sevk ediyor. Yine, Tarkovski'yle yaptığı hayali fakat her yönüyle gerçek röportaj; insanın kendisini kandırmasının nasıl bir felaket olduğunu, sanatın insanı manevi bir varlık olarak her zaman kuvvetlendirebileceğini, 'sevme'nin insan hayatına anlam katabilecek yegane yetenek olduğunu hatırlatıyor. Laf dönüp dolaşıp Kesal'ın babasının sözünde -ve elbette boğazımızda- düğümleniyor: "Zengin olsan ne, fakir olsan ne? Yeter ki yüzün yere eğilmesin."
Kitaptaki metinlerden biri de Bozkırda Futbol Hikâyeleri başlığını taşıyor. Benim gibi hem futbola hem edebiyata tutkun olanların -maalesef ki ilki giderek değerini kaybediyor- kitaptaki gözdesi olacaktır. Hayatın fena hâlde futbola benzer olmasını anlatmak belki zordur, ancak insanın doğallığında ve doğanın insana sunduklarında neler olduğu düşlenirse futbolun da kendini anlatmak, paylaşmak ve yardımlaşmak noktasında 'aslında' ne kadar kıymetli olduğu görülebilir. Üstelik hem eğlenceli hem de kıymetli. Demek ki endüstriyel futbol bir şey ifade etmiyor. Formalar birer reklam panosuna döndüğünden beri "gol!" diye ayağa kalkmak bile 'tehlikeli' görülüyor.
Önemsediğimiz fakat dünyanın uğultusundan bir kenara çekilmek zorunda kalan duyguları yeniden hatırlatacak kadar kuvvetli bir kitap Velhasıl. İnsanı bir saz olarak düşünürsek, herkese farklı telinden dokunabilir. Bana en çok arkadaşlık telinden dokundu. Ercan Kesal'a gönülden teşekkür etmek için Ahmet Erhan'ın dizelerinden yararlanmak ve öyle bitirmek isterim: "Severim Doktor Ercan'ı, kendi çapında yüz yataklı dahiliye koğuşudur."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
30 Ekim 2019 Çarşamba
Olmaz öyle şey diyeceğiniz sırada olabilen şeyler
İyi bir sinema izleyicisi değilimdir. Hangi filmi kim yönetir, hangi filmde kim oynar pek bilmem. Buna karşın ara sıra bir yerde okuduğum veya birinden duyduğumda ilgimi çeken filmler de olmuyor değil. Sanırım bu konudaki tek ölçütüm hâkim sinema endüstrisinin dışında olması.
Müntesibi olduğu toplumu, kültürü, geleneği, coğrafyayı, dini temsil eden ‘dil’ ilgimi çekiyor. Nedeni üzerine düşünmedim ama zihnimde Doğu Avrupa ve İran sineması kendiliğinden ayrışarak sinema endüstrisinin (karşısında olmasa bile) dışında yer alıyor. Türkiye’nin bu konuda pek başarılı olmadığı, özgün örnekler çıksa da ekserisinin kendi sınırlarını aşamadığı ve dolayısıyla evrensele ulaşamadığı kanaatindeyim. İyi yetişmiş nadir sanat tarihçilerimizden Sezer Tansuğ’un (1930-1998) 1969 yapımı olan heyecan verici çalışması "Amentü Gemisi Nasıl Yürüdü" adlı animasyon filmi tam bu konuma yerleştirdiğim bir ‘numune’. Geleneği anlamlandırma noktasında başarılı bir örnek. Daha da ileri giderek eserini malum sınırların dışına taşırabilenlere rastlamak mümkün. Derviş Zaim’in Cenneti Beklerken’i bu sınırları aşarak evrensel bir sentez oluşturduğu kanaatindeyim. Zaim’in, Cenneti Beklerken’de, ‘minyatür’ üzerinden ele aldığı Doğu’nun geleneksel görsellik algısını, Batı’nın görüntü anlayışını oluşturan ‘modern resim’ olgusuyla meczederek simgesel bir şölen oluşturduğunu düşünüyorum. Keza, Nokta adlı filmi aynı kompozisyonunun devamı niteliğindedir ve bu kez mesajını hat sanatı üzerinden vermektedir. Diğer yandan onun tüm filmlerinin aynı kaygıyla bu topraklara ait özgün bir dil kurma çabasının göstergesi olduğunu söylemek gerekiyor sanırım.
‘Numune’ çoğaltılabilir elbette lakin konunun özü olarak söylemek istediğim; bu coğrafyaya dair ‘özgün’ sözü olan her çalışmayı önemsiyorum ve önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Mevzuyu biraz uzak olduğum sinema dünyasından alarak daha aşina olduğum alana, kitaplara getirmek istiyorum. Belki yukarıdaki örneklerin karşısında biraz iddialı olacak ama Tuhafiyedeki Hafiye benim için bu kategoride yer alıyor. Bize aitliği konusunda mütereddit olan bir dilin beslediği muhayyileden temerküz eden kurgu olabildiğince özgün bir hikâyeyle buluşturulmaya çalışılmış. Buradaki (dilsel) tereddütün yazara değil bir türlü kurumsallaşamamış kimliğimize ait olduğunu da söylemek gerekiyor. Yazar romana zamanın ruhunu da katarak teknolojiye ağırlıklı bir yer vermiş. Timaş Yayınları’nın neşrettiği eser iki yüz otuz beş sayfadan müteşekkil. Tuhafiyedeki Hafiye bir Ahmet Turan Köksal romanı. Aslında kendisi bir mimar ama malum kentleşme ağrımızdan bildiğimiz mimar örneklerine pek uymayan bir ‘mimar’. Zira estetiğe, sanata ve edebiyata meftun biri olduğu görülüyor. Zaten kendi olmasa bile ismi buna zorunlu kılardı! Ayrıca o müteşebbis bir akademisyen. Buralar kesmemiş, Amerikalara kadar gitmiş.
Tuhafiyedeki Hafiye’de hasbelkader tuhafiyeci olan Aziz’in başından geçenler anlatılıyor. Yazar asıl hikayeye geçemeden önce okura Aziz’in karakterini çiziyor. Aziz ailenin tek çocuğudur ve yirmili yaşlarına gelmesine rağmen çocukluğundan kalma şımarıklığı devam etmektedir. Bunun yanında kendini hayattan soyutlamış ve teknolojinin ürettiği sanal ortamla sınırlandırmış silik biridir. Liseyi zar zor bitirmiş, başarısız sınav sonuçlarıyla Türkiye’deki üniversitelere giremediği için babasının çektiği banka kredisiyle Kıbrıs’a okumaya gitmiştir. Üniversiteyi bitiremeyeceği anlaşılınca babasının zoruyla evine dönerek iş aramaya başlamıştır. Girdiği işlere en fazla birkaç gün dayanabilmiş ve her defasında soluğu odasındaki bilgisayarının başında almıştır. Babası da çok sevmektedir lakin ona ölümüne düşkün olan annesidir. O ise ailesinin bu zaafını kullandığının farkında bile değildir. Dünyanın gerçekliğinden uzak, hazırı tüketen düşüncesiz biridir.
Birgün babası Aziz’e bir dükkân kiraladığını, orada çalışmak zorunda olduğunu ve kendisi ölürse annesine yük olmamasını ister. Ayrıca oturdukları evi de bir yardım kuruluşuna bağışlamıştır. Onların ölümü durumunda Aziz’in kalabileceği tek yer dükkândır. Aslında bu bir vasiyettir çünkü Aziz kısa süre içinde önce babasını sonra da annesini kaybeder. Şimdi tek destekçisi ve dayanağı bir akademisyen olan ve aynı zamanda büyük şirketlere danışmanlık yapan dayısıdır. Bir yıllık kirası peşin olarak ödenen başını sokabildiği tuhafiye dükkânı vardır ayrıca.
Aziz yaşadığı travma sonucu hayattan daha da soyutlanarak tuhafiyeye kapanmıştır. Dışarı çıkıp hayata karıştığında kendini kaybetmektedir. Kısacası agorafobiye yakalanmıştır. Tek durabildiği, kendine gelebildiği, sakin kalabildiği yer tuhafiyedir. Yalnız tuhafiyenin bazı gizemli yanları vardır. Örneğin cep telefonları çekmemektedir. Çevirmeli telefonu bulunan dükkanda herhangi bir internet bağlantısı yoktur. Sahibi kâğıt üzerinde bellidir fakat kendisi görünmemektedir. Satışların kirayı karşılayamayacak durumda olduğu çok açıktır ama dükkan yıllardır bu şekilde idere etmektedir. Muhasebe kayıtları usulüne, resmî işlemleri kanuna uygundur. Bilinmeyen bir esrarı vardır tuhafiyenin. En ilginci burada kalmaya başladığından beri eşyaların ve yaşayan canlıların yeri Aziz’e malum olmaktadır. Kaybolan bir eşyanın ya da nerede olduğu bilinmeyen birinin yeri sorulduğunda hemen söyleyebilmektedir. Kısa sürede ünü yayılmıştır. İnsanlar bulamadıkları hayvanlarını, kaybettikleri eşyalarını, merak ettikleri yakınlarını sormaya gelmektedir. Soru sorulduğunda kendini hâkim olamayarak birden söyleyiveren Aziz’in bu yeteneğini kontrol edememesi başına işler açmaya başlamıştır. Tehdit edilmiş, öldüresiye dövülmüş, karakolluk olmuş ve nihayetinde kendini istihbari teşkilatların çatışmasının ortasında bulmuştur. Tüm bunlar olurken tuhafiye dükkânı ‘kablosuz bağlantı ağı adı’ (SSID) aracılığıyla irtibat kurmaktadır. Herhangi bir kablosuz internet ağının çekmediği bu yerde birden ağ ismi belirerek Aziz’e mesaj verilmektedir. Dayısıyla birlikte bu durumu gözden geçiren Aziz her ne kadar babasının vasiyeti de olsa dükkândan çıkmaya karar verir. Aziz’in tuhafiyeyi boşaltmaya yönelik tüm girişimleri bir şekilde engellenmektedir. SSID üzerinden verilen mesajlardan karşı tarafın her şeyin farkında olduğunu göstermektedir. Mesajı veren kimdir, peşine düşen teşkilatlar necidir, kendi de dâhil olayın içindeki herkes ne yapmaya çalışmaktadır? Aziz tuhafiyede hafiyeliğe soyunmuştur fakat soruları cevapsız kalmaktadır.
Tuhafiyedeki Hafiye farklı bağlamlardan okumaya müsait çok katmanlı bir metin. Siyasi, kültürel, ekonomik, sosyolojik, psikolojik ve yer yer dini açıdan gözleme dayalı analizler içeriyor. Örneğin örtük bir sistem eleştirisi ya da toplumun psikanalitik durumuna dair değerlendirme veya dönüşen mahalle kültürüne yönelik nostaljik bir içerleme şeklinde okumak mümkün. Bunların üzerine mistisizmi ekleyen yazar, seküler dünyanın telaşına kapılmış insanın unuttuğu bir şeyi işaret ediyor sanki. Kaybettiğimiz ‘hikmet’ olgusu olabilir mi? Romanı yazarından bağımsız okursak, belki!
Ahmet Turan Köksal, günlük hayatta gördüğümüz, duyduğumuz hatta yaşadığımız onlarca detayı, gizemli hatta fantastik diyebileceğimiz olayları kurgusunun içine yerleştiriyor. Olmaz öyle şey diyeceğiniz sırada olabilen şeylerin çokluğuna maruz kalıyorsunuz. Sürreal bir durumun gerçeklikle bu denli iç içe anlatılışı gerçekten takdire değer. Romanın dili son derece yalın ve merak uyandıran kurgu oldukça akıcı. Ben anlatıcı tekniğini kullanan yazar hikâyeyi başkarakterin gözüyle anlatıyor. Eser boyunca kimi aleni kimi gizlenmiş onlarca ‘göndermeyle’ karşılaşıyor okur. Köksal göndermelerini ‘kör kör parmağım gözüne’ yerine usturuplu bir yöntemle yaparak yaptığı gözlemlerin hakkını vermiş. Aksi durumda ortaya kaba-saba ve itham edici bir üslup çıkardı. Yapılan kelime oyunları, etimolojik değerlendirmeler, ufak tefek aforizmalar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile kurulan ilişki ve Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962) analizi hoş bir lezzet katıyor romana. Bu arada yazarın satır aralarına kendisinden izler bıraktığı da görülüyor. Metindeki bazı lüzumsuz detaylar ve akışı bozan zaman kipi sorunlarının okuru yorması dışında son derece keyifli bir roman olduğunu söyleyebilirim. Yalnız bir şeyin altını çizmek gerekiyor diye düşünüyorum. Bu keyifle okunan roman ‘matrak’ gibi görünse de alt metin son derece hüzünlü. Hasılı, Tuhafiyedeki Hafiye duygusal bir tuhaf roman.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Müntesibi olduğu toplumu, kültürü, geleneği, coğrafyayı, dini temsil eden ‘dil’ ilgimi çekiyor. Nedeni üzerine düşünmedim ama zihnimde Doğu Avrupa ve İran sineması kendiliğinden ayrışarak sinema endüstrisinin (karşısında olmasa bile) dışında yer alıyor. Türkiye’nin bu konuda pek başarılı olmadığı, özgün örnekler çıksa da ekserisinin kendi sınırlarını aşamadığı ve dolayısıyla evrensele ulaşamadığı kanaatindeyim. İyi yetişmiş nadir sanat tarihçilerimizden Sezer Tansuğ’un (1930-1998) 1969 yapımı olan heyecan verici çalışması "Amentü Gemisi Nasıl Yürüdü" adlı animasyon filmi tam bu konuma yerleştirdiğim bir ‘numune’. Geleneği anlamlandırma noktasında başarılı bir örnek. Daha da ileri giderek eserini malum sınırların dışına taşırabilenlere rastlamak mümkün. Derviş Zaim’in Cenneti Beklerken’i bu sınırları aşarak evrensel bir sentez oluşturduğu kanaatindeyim. Zaim’in, Cenneti Beklerken’de, ‘minyatür’ üzerinden ele aldığı Doğu’nun geleneksel görsellik algısını, Batı’nın görüntü anlayışını oluşturan ‘modern resim’ olgusuyla meczederek simgesel bir şölen oluşturduğunu düşünüyorum. Keza, Nokta adlı filmi aynı kompozisyonunun devamı niteliğindedir ve bu kez mesajını hat sanatı üzerinden vermektedir. Diğer yandan onun tüm filmlerinin aynı kaygıyla bu topraklara ait özgün bir dil kurma çabasının göstergesi olduğunu söylemek gerekiyor sanırım.
‘Numune’ çoğaltılabilir elbette lakin konunun özü olarak söylemek istediğim; bu coğrafyaya dair ‘özgün’ sözü olan her çalışmayı önemsiyorum ve önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Mevzuyu biraz uzak olduğum sinema dünyasından alarak daha aşina olduğum alana, kitaplara getirmek istiyorum. Belki yukarıdaki örneklerin karşısında biraz iddialı olacak ama Tuhafiyedeki Hafiye benim için bu kategoride yer alıyor. Bize aitliği konusunda mütereddit olan bir dilin beslediği muhayyileden temerküz eden kurgu olabildiğince özgün bir hikâyeyle buluşturulmaya çalışılmış. Buradaki (dilsel) tereddütün yazara değil bir türlü kurumsallaşamamış kimliğimize ait olduğunu da söylemek gerekiyor. Yazar romana zamanın ruhunu da katarak teknolojiye ağırlıklı bir yer vermiş. Timaş Yayınları’nın neşrettiği eser iki yüz otuz beş sayfadan müteşekkil. Tuhafiyedeki Hafiye bir Ahmet Turan Köksal romanı. Aslında kendisi bir mimar ama malum kentleşme ağrımızdan bildiğimiz mimar örneklerine pek uymayan bir ‘mimar’. Zira estetiğe, sanata ve edebiyata meftun biri olduğu görülüyor. Zaten kendi olmasa bile ismi buna zorunlu kılardı! Ayrıca o müteşebbis bir akademisyen. Buralar kesmemiş, Amerikalara kadar gitmiş.
Tuhafiyedeki Hafiye’de hasbelkader tuhafiyeci olan Aziz’in başından geçenler anlatılıyor. Yazar asıl hikayeye geçemeden önce okura Aziz’in karakterini çiziyor. Aziz ailenin tek çocuğudur ve yirmili yaşlarına gelmesine rağmen çocukluğundan kalma şımarıklığı devam etmektedir. Bunun yanında kendini hayattan soyutlamış ve teknolojinin ürettiği sanal ortamla sınırlandırmış silik biridir. Liseyi zar zor bitirmiş, başarısız sınav sonuçlarıyla Türkiye’deki üniversitelere giremediği için babasının çektiği banka kredisiyle Kıbrıs’a okumaya gitmiştir. Üniversiteyi bitiremeyeceği anlaşılınca babasının zoruyla evine dönerek iş aramaya başlamıştır. Girdiği işlere en fazla birkaç gün dayanabilmiş ve her defasında soluğu odasındaki bilgisayarının başında almıştır. Babası da çok sevmektedir lakin ona ölümüne düşkün olan annesidir. O ise ailesinin bu zaafını kullandığının farkında bile değildir. Dünyanın gerçekliğinden uzak, hazırı tüketen düşüncesiz biridir.
Birgün babası Aziz’e bir dükkân kiraladığını, orada çalışmak zorunda olduğunu ve kendisi ölürse annesine yük olmamasını ister. Ayrıca oturdukları evi de bir yardım kuruluşuna bağışlamıştır. Onların ölümü durumunda Aziz’in kalabileceği tek yer dükkândır. Aslında bu bir vasiyettir çünkü Aziz kısa süre içinde önce babasını sonra da annesini kaybeder. Şimdi tek destekçisi ve dayanağı bir akademisyen olan ve aynı zamanda büyük şirketlere danışmanlık yapan dayısıdır. Bir yıllık kirası peşin olarak ödenen başını sokabildiği tuhafiye dükkânı vardır ayrıca.
Aziz yaşadığı travma sonucu hayattan daha da soyutlanarak tuhafiyeye kapanmıştır. Dışarı çıkıp hayata karıştığında kendini kaybetmektedir. Kısacası agorafobiye yakalanmıştır. Tek durabildiği, kendine gelebildiği, sakin kalabildiği yer tuhafiyedir. Yalnız tuhafiyenin bazı gizemli yanları vardır. Örneğin cep telefonları çekmemektedir. Çevirmeli telefonu bulunan dükkanda herhangi bir internet bağlantısı yoktur. Sahibi kâğıt üzerinde bellidir fakat kendisi görünmemektedir. Satışların kirayı karşılayamayacak durumda olduğu çok açıktır ama dükkan yıllardır bu şekilde idere etmektedir. Muhasebe kayıtları usulüne, resmî işlemleri kanuna uygundur. Bilinmeyen bir esrarı vardır tuhafiyenin. En ilginci burada kalmaya başladığından beri eşyaların ve yaşayan canlıların yeri Aziz’e malum olmaktadır. Kaybolan bir eşyanın ya da nerede olduğu bilinmeyen birinin yeri sorulduğunda hemen söyleyebilmektedir. Kısa sürede ünü yayılmıştır. İnsanlar bulamadıkları hayvanlarını, kaybettikleri eşyalarını, merak ettikleri yakınlarını sormaya gelmektedir. Soru sorulduğunda kendini hâkim olamayarak birden söyleyiveren Aziz’in bu yeteneğini kontrol edememesi başına işler açmaya başlamıştır. Tehdit edilmiş, öldüresiye dövülmüş, karakolluk olmuş ve nihayetinde kendini istihbari teşkilatların çatışmasının ortasında bulmuştur. Tüm bunlar olurken tuhafiye dükkânı ‘kablosuz bağlantı ağı adı’ (SSID) aracılığıyla irtibat kurmaktadır. Herhangi bir kablosuz internet ağının çekmediği bu yerde birden ağ ismi belirerek Aziz’e mesaj verilmektedir. Dayısıyla birlikte bu durumu gözden geçiren Aziz her ne kadar babasının vasiyeti de olsa dükkândan çıkmaya karar verir. Aziz’in tuhafiyeyi boşaltmaya yönelik tüm girişimleri bir şekilde engellenmektedir. SSID üzerinden verilen mesajlardan karşı tarafın her şeyin farkında olduğunu göstermektedir. Mesajı veren kimdir, peşine düşen teşkilatlar necidir, kendi de dâhil olayın içindeki herkes ne yapmaya çalışmaktadır? Aziz tuhafiyede hafiyeliğe soyunmuştur fakat soruları cevapsız kalmaktadır.
Tuhafiyedeki Hafiye farklı bağlamlardan okumaya müsait çok katmanlı bir metin. Siyasi, kültürel, ekonomik, sosyolojik, psikolojik ve yer yer dini açıdan gözleme dayalı analizler içeriyor. Örneğin örtük bir sistem eleştirisi ya da toplumun psikanalitik durumuna dair değerlendirme veya dönüşen mahalle kültürüne yönelik nostaljik bir içerleme şeklinde okumak mümkün. Bunların üzerine mistisizmi ekleyen yazar, seküler dünyanın telaşına kapılmış insanın unuttuğu bir şeyi işaret ediyor sanki. Kaybettiğimiz ‘hikmet’ olgusu olabilir mi? Romanı yazarından bağımsız okursak, belki!
Ahmet Turan Köksal, günlük hayatta gördüğümüz, duyduğumuz hatta yaşadığımız onlarca detayı, gizemli hatta fantastik diyebileceğimiz olayları kurgusunun içine yerleştiriyor. Olmaz öyle şey diyeceğiniz sırada olabilen şeylerin çokluğuna maruz kalıyorsunuz. Sürreal bir durumun gerçeklikle bu denli iç içe anlatılışı gerçekten takdire değer. Romanın dili son derece yalın ve merak uyandıran kurgu oldukça akıcı. Ben anlatıcı tekniğini kullanan yazar hikâyeyi başkarakterin gözüyle anlatıyor. Eser boyunca kimi aleni kimi gizlenmiş onlarca ‘göndermeyle’ karşılaşıyor okur. Köksal göndermelerini ‘kör kör parmağım gözüne’ yerine usturuplu bir yöntemle yaparak yaptığı gözlemlerin hakkını vermiş. Aksi durumda ortaya kaba-saba ve itham edici bir üslup çıkardı. Yapılan kelime oyunları, etimolojik değerlendirmeler, ufak tefek aforizmalar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile kurulan ilişki ve Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962) analizi hoş bir lezzet katıyor romana. Bu arada yazarın satır aralarına kendisinden izler bıraktığı da görülüyor. Metindeki bazı lüzumsuz detaylar ve akışı bozan zaman kipi sorunlarının okuru yorması dışında son derece keyifli bir roman olduğunu söyleyebilirim. Yalnız bir şeyin altını çizmek gerekiyor diye düşünüyorum. Bu keyifle okunan roman ‘matrak’ gibi görünse de alt metin son derece hüzünlü. Hasılı, Tuhafiyedeki Hafiye duygusal bir tuhaf roman.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
25 Ekim 2019 Cuma
Kafka’nın Dava’sını anımsatan ustalıklı dil
"Ey, dinle, hayatın son sözü şudur ki sana
- Her mecnun yine de bir çöl bulur kendine."
- Ahmet Telli
Tayfun Pirselimoğlu, insanların gözünde daha çok sinemacı kimliğiyle öne çıkıyor. Hem senaristlik hem de yönetmenlik işini yürüttüğü bu alanda çalışmalarını devam ettirirken bir taraftan da kitaplar yazmaya devam ediyor. 1996 yılında yayımlanan ilk romanı Çöl Masalları’nın ve farklı türlerde kaleme aldığı dokuz kitaptan sonra, son kitabı -öykü- Çölün Öbür Tarafı, İletişim Yayınları’ndan Kasım 2018'de neşredildi. 163 sayfadan ve 17 öyküden oluşan bu kitap, takip edebildiğim kadarıyla, yazarın Tuhaf Dergisi’ndeki öykülerinden oluşuyor. Hepsi olmasa bile, dergide okuduğum bazı öykülerine kitapta da rast geldim. Fakat Tuhaf Dergisi’nin düzenli takipçisi olmadığım için kitaptaki her öykünün dergide yayımlanıp yayımlanmadığını bilmiyorum.
Kitaptaki 17 öykü de birbirinden bağımsız konulardan oluşuyor. Fakat sık sık, ortak özellikleri olan karakterler kullanmış yazar. Birçok karakterin birçok özelliği birbirine benziyor. Genelde silik, etkisiz, hayatın içinde eriyen kişiler olarak öyküye başlayan karakterler, öykü sonuna doğru bir değişime uğrayabiliyor. Aynı zamanda bütün yer ve kişi isimleri harflerden oluşuyor. C. K. T. B. gibi sadece baş harflerden oluşan bir kişi kadrosu görüyoruz. Yer isimleri ise T. kasabası gibi belirtiliyor.
Öykülerin geneline, hatta hepsine bir belirsizlik, endişe, iç sıkıntısı gibi unsurlar hâkim. Ayrıca birçok karakterin mesleği devlet memurluğu (bazen polis), avukat, hâkim, savcı, başkan gibi mesleklere sahip karakterler de karşımıza bolca çıkıyor. Okurken fark edilecektir, sık sık, bir Rus öyküsü okuyor hissine kapılıyoruz. Hatta yazar “7. dereceden memur Aleksiy Grigorov o sabah dairesindeki masasına oturduğunda…” şeklinde cümleye başlasa birçok kişinin şaşırmayacağına eminim.
Bu tür kitaplarda ilk öyküye normalden fazla dikkat ederim. Bence ilk öykü, okuru kitaba bağlaması için vurucu, dikkat çekici ve sürükleyici bir öykü olmalı ki bu kitapta da bunu yapmış yazar. “Bıçak Atmada Üstüme Yoktur Ya Da Tuhaf Bir Aşk ve Ölüm Vakası” adlı öyküde bir devlet memurunun görevdeyken öldürülüşünü konu ediyor Pirselimoğlu. Hayal ile gerçeğin öyküde aynı anda yer alıyor olması, aslında postmodern öyküye çevirmiyor bu öyküyü. Hatta son derece realist bir öykü diyebiliriz. Bilinçdışı işlevin baskın olduğu, yer yer bürokrasinin soğuk ve ikiyüzlü tarafının gösterildiği, mizah unsurunun yüksek dozda kullanıldığı ilk öyküde Pirselimoğlu C.K. isimli karakteriyle kitaba sağlam bir giriş yapmış. Bu öykü özelinde söyleyecek olursak, C.K.’dan iyi bir roman karakteri olabilirmiş.
Öykülerde zaman ve mekân mefhumu bulunmuyor. Bilinmeyen bir zamanda bilinmeyen bir kasabada geçen öykülerde Tayfun Pirselimoğlu’nun en iyi yaptığı şey mizahi yönünü öykülere yansıtabilmesi. Bazen birbirinden absürt olayların ardı ardına sıralanması aslında okurun sıkılmasına neden olabilir ama bu kitapta bunu yaşamıyoruz; çünkü bu absürtlüklerden sonra öyküye bir cümleyle gizem katabiliyor yazar. Hatta bunu yazarın Kafkavari öykülerinde de net şekilde görebiliyoruz.
Politik eleştirilerin bulunduğu öyküler de yer alıyor kitapta. Örneğin ‘Çukurun, Başkan’ın ve Heykelin Hikâyesi’ böyle bir öykü. Şehirde bir anda ortaya çıkan ve bazen yavaş bazen hızlı bir şekilde büyüyen çukur üzerinden kurduğu öyküde, politik mizahın ve eleştirinin dozunu yüksek tutmuş Pirselimoğlu. İmgesel bir anlatımın ve göndermelerin bol kullanıldığı ve Başkan karakteri üzerinden ilerleyen öykü aynı zamanda kitabın en uzun iki öyküsünden biri. Genel politik durumlarla beraber öyküde kullanılan olağanüstü olay ve ögeler politik eleştirinin türünü belirlemiş:
“…Öyle ya da böyle, bu alarm hali menziline ulaştı; gerekli organlar teyakkuza geçti. Bakanın ön ayak olmasıyla hükümet derhal olayla ilgili yayın yasağı koyduğundan olan bitenden –en azından başlangıçta- pek az kişinin haberi olabildi. (Hiç kuşku yok, yayın yasağı hükümetin en başarılı olduğu icraatların başında geliyordu; bu yüzden uygulama da süratle gerçekleşti.)”
“…Duvar konusunda gözle görülür bir başarı kazanılmış olmasına karşılık, onca toprağın nereye gittiği belli değildi. Çukurun dolduğuna dair en ufak belirti görülememişti. Yapılanın bir işe yaramadığı aşikârdı; buna da en çok çukurun kutsiyetine halel gelmeyecek olduğuna artık iyice kanaat getiren Başkan ile sonu gelmeyen ve gelmeyecek gibi de görünen hafriyat dökme ihalesini almış bir bakan yeğeni sevindi.”
Bu öyküde, aynı zamanda kitle psikolojisinin de ne durumlara varabileceğini başarılı bir şekilde gözlemleyip öykünün içinde eritmiş Pirselimoğlu. Fakat bu öyküyle ilgili eleştirim şu: Bazı tespitler -ya da eleştiriler- çok kör göze parmak olmuş. Yazarın ‘Başkan’ karakteriyle kimi veya kimleri kastettiği malum. Öykü başlarda daha alttan bir anlatımla mizahi yönden başarılı gidiyordu ancak yazarın açık eleştirileri öyküyü çok iyi klasmanından iyi klasmanına düşürmüş kanaatimce:
“…Vatandaşları biraz olsun sakinleştirmek gerekiyordu; bunu da en iyi Başkan’ın bizzat kendisi yapabilirdi. (Başkan’ın gerçekten yüksek belagat gücü vardı; ta çocukluktan gelen bu yeteneği ile onunla tartışan kişi en saçma sapan konuda bile bir süre sonra onun tarafını tutmaya başladığını dehşet içinde fark ediyordu.) … danışmanlarından güzel bir metin hazırlamalarını istedi. Onlar da her zamanki gibi neyi niçin söylediği anlaşılmayan, hatta başında söylediğine sonunda karşı çıkan uzun ve etkili bir konuşma yazdılar. … Yazıdan anlaşılan şuydu ki; evet, memlekette tuhaf şeyler oluyordu ama hükümet ve Başkan duruma hâkimdi, milletin huzurunu bozmaya hiç kimsenin gücü yetmeyecekti.”
Son birkaç şey daha söyleyip yazıyı bitirelim. Kitabın -bence- en zayıf öyküsü ‘Kara Uykular Krallığı’, en nüktedan, mizahi öyküsü ise ‘Sayın Editöre Mektup’ olmuş. Bu öykü aynı zamanda günümüz edebiyat çevrelerine de bir ayna tutması açısından değerli.
Bir öyküsünde “O lombozun ardından akıp giden denizi izlerken bütün bu açıklanamaz acayipliğin ancak bir rüyada gerçekleşebileceği avuntusuna sarılmaktan da vazgeçmiştim. (Her seferinde çaresizce sığındığım bu naif düşünce beni hep hüsrana uğratmıştı zaten” diyen yazar için bu tespit aslında her öyküsü için geçerli. Mübalağa sanatının cömertçe kullanıldığı, postmodern ve şiirsel şekilde yazılmış öykülerin yer aldığı kitapta ‘çöl’ kavramı da sık sık kendini gösteriyor. Bu şekilde bir anlatım kurup kendini bu kadar rahat okutan çok kitap yoktur.
Ustaca kullanılmış bir dille, sade bir üslûpla oluşturulan kitapta bazı öyküleri okura bırakmış yazar, tamamlaması için. Suçsuz yere mahkûm olan birçok karakteri ve mahkeme sahneleriyle sık sık Kafka’nın Dava’sını anımsatan Çölün Öbür Tarafı, geçtiğimiz yılın iyi öykü kitaplarından olmuştu.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
- Her mecnun yine de bir çöl bulur kendine."
- Ahmet Telli
Tayfun Pirselimoğlu, insanların gözünde daha çok sinemacı kimliğiyle öne çıkıyor. Hem senaristlik hem de yönetmenlik işini yürüttüğü bu alanda çalışmalarını devam ettirirken bir taraftan da kitaplar yazmaya devam ediyor. 1996 yılında yayımlanan ilk romanı Çöl Masalları’nın ve farklı türlerde kaleme aldığı dokuz kitaptan sonra, son kitabı -öykü- Çölün Öbür Tarafı, İletişim Yayınları’ndan Kasım 2018'de neşredildi. 163 sayfadan ve 17 öyküden oluşan bu kitap, takip edebildiğim kadarıyla, yazarın Tuhaf Dergisi’ndeki öykülerinden oluşuyor. Hepsi olmasa bile, dergide okuduğum bazı öykülerine kitapta da rast geldim. Fakat Tuhaf Dergisi’nin düzenli takipçisi olmadığım için kitaptaki her öykünün dergide yayımlanıp yayımlanmadığını bilmiyorum.
Kitaptaki 17 öykü de birbirinden bağımsız konulardan oluşuyor. Fakat sık sık, ortak özellikleri olan karakterler kullanmış yazar. Birçok karakterin birçok özelliği birbirine benziyor. Genelde silik, etkisiz, hayatın içinde eriyen kişiler olarak öyküye başlayan karakterler, öykü sonuna doğru bir değişime uğrayabiliyor. Aynı zamanda bütün yer ve kişi isimleri harflerden oluşuyor. C. K. T. B. gibi sadece baş harflerden oluşan bir kişi kadrosu görüyoruz. Yer isimleri ise T. kasabası gibi belirtiliyor.
Öykülerin geneline, hatta hepsine bir belirsizlik, endişe, iç sıkıntısı gibi unsurlar hâkim. Ayrıca birçok karakterin mesleği devlet memurluğu (bazen polis), avukat, hâkim, savcı, başkan gibi mesleklere sahip karakterler de karşımıza bolca çıkıyor. Okurken fark edilecektir, sık sık, bir Rus öyküsü okuyor hissine kapılıyoruz. Hatta yazar “7. dereceden memur Aleksiy Grigorov o sabah dairesindeki masasına oturduğunda…” şeklinde cümleye başlasa birçok kişinin şaşırmayacağına eminim.
Bu tür kitaplarda ilk öyküye normalden fazla dikkat ederim. Bence ilk öykü, okuru kitaba bağlaması için vurucu, dikkat çekici ve sürükleyici bir öykü olmalı ki bu kitapta da bunu yapmış yazar. “Bıçak Atmada Üstüme Yoktur Ya Da Tuhaf Bir Aşk ve Ölüm Vakası” adlı öyküde bir devlet memurunun görevdeyken öldürülüşünü konu ediyor Pirselimoğlu. Hayal ile gerçeğin öyküde aynı anda yer alıyor olması, aslında postmodern öyküye çevirmiyor bu öyküyü. Hatta son derece realist bir öykü diyebiliriz. Bilinçdışı işlevin baskın olduğu, yer yer bürokrasinin soğuk ve ikiyüzlü tarafının gösterildiği, mizah unsurunun yüksek dozda kullanıldığı ilk öyküde Pirselimoğlu C.K. isimli karakteriyle kitaba sağlam bir giriş yapmış. Bu öykü özelinde söyleyecek olursak, C.K.’dan iyi bir roman karakteri olabilirmiş.
Öykülerde zaman ve mekân mefhumu bulunmuyor. Bilinmeyen bir zamanda bilinmeyen bir kasabada geçen öykülerde Tayfun Pirselimoğlu’nun en iyi yaptığı şey mizahi yönünü öykülere yansıtabilmesi. Bazen birbirinden absürt olayların ardı ardına sıralanması aslında okurun sıkılmasına neden olabilir ama bu kitapta bunu yaşamıyoruz; çünkü bu absürtlüklerden sonra öyküye bir cümleyle gizem katabiliyor yazar. Hatta bunu yazarın Kafkavari öykülerinde de net şekilde görebiliyoruz.
Politik eleştirilerin bulunduğu öyküler de yer alıyor kitapta. Örneğin ‘Çukurun, Başkan’ın ve Heykelin Hikâyesi’ böyle bir öykü. Şehirde bir anda ortaya çıkan ve bazen yavaş bazen hızlı bir şekilde büyüyen çukur üzerinden kurduğu öyküde, politik mizahın ve eleştirinin dozunu yüksek tutmuş Pirselimoğlu. İmgesel bir anlatımın ve göndermelerin bol kullanıldığı ve Başkan karakteri üzerinden ilerleyen öykü aynı zamanda kitabın en uzun iki öyküsünden biri. Genel politik durumlarla beraber öyküde kullanılan olağanüstü olay ve ögeler politik eleştirinin türünü belirlemiş:
“…Öyle ya da böyle, bu alarm hali menziline ulaştı; gerekli organlar teyakkuza geçti. Bakanın ön ayak olmasıyla hükümet derhal olayla ilgili yayın yasağı koyduğundan olan bitenden –en azından başlangıçta- pek az kişinin haberi olabildi. (Hiç kuşku yok, yayın yasağı hükümetin en başarılı olduğu icraatların başında geliyordu; bu yüzden uygulama da süratle gerçekleşti.)”
“…Duvar konusunda gözle görülür bir başarı kazanılmış olmasına karşılık, onca toprağın nereye gittiği belli değildi. Çukurun dolduğuna dair en ufak belirti görülememişti. Yapılanın bir işe yaramadığı aşikârdı; buna da en çok çukurun kutsiyetine halel gelmeyecek olduğuna artık iyice kanaat getiren Başkan ile sonu gelmeyen ve gelmeyecek gibi de görünen hafriyat dökme ihalesini almış bir bakan yeğeni sevindi.”
Bu öyküde, aynı zamanda kitle psikolojisinin de ne durumlara varabileceğini başarılı bir şekilde gözlemleyip öykünün içinde eritmiş Pirselimoğlu. Fakat bu öyküyle ilgili eleştirim şu: Bazı tespitler -ya da eleştiriler- çok kör göze parmak olmuş. Yazarın ‘Başkan’ karakteriyle kimi veya kimleri kastettiği malum. Öykü başlarda daha alttan bir anlatımla mizahi yönden başarılı gidiyordu ancak yazarın açık eleştirileri öyküyü çok iyi klasmanından iyi klasmanına düşürmüş kanaatimce:
“…Vatandaşları biraz olsun sakinleştirmek gerekiyordu; bunu da en iyi Başkan’ın bizzat kendisi yapabilirdi. (Başkan’ın gerçekten yüksek belagat gücü vardı; ta çocukluktan gelen bu yeteneği ile onunla tartışan kişi en saçma sapan konuda bile bir süre sonra onun tarafını tutmaya başladığını dehşet içinde fark ediyordu.) … danışmanlarından güzel bir metin hazırlamalarını istedi. Onlar da her zamanki gibi neyi niçin söylediği anlaşılmayan, hatta başında söylediğine sonunda karşı çıkan uzun ve etkili bir konuşma yazdılar. … Yazıdan anlaşılan şuydu ki; evet, memlekette tuhaf şeyler oluyordu ama hükümet ve Başkan duruma hâkimdi, milletin huzurunu bozmaya hiç kimsenin gücü yetmeyecekti.”
Son birkaç şey daha söyleyip yazıyı bitirelim. Kitabın -bence- en zayıf öyküsü ‘Kara Uykular Krallığı’, en nüktedan, mizahi öyküsü ise ‘Sayın Editöre Mektup’ olmuş. Bu öykü aynı zamanda günümüz edebiyat çevrelerine de bir ayna tutması açısından değerli.
Bir öyküsünde “O lombozun ardından akıp giden denizi izlerken bütün bu açıklanamaz acayipliğin ancak bir rüyada gerçekleşebileceği avuntusuna sarılmaktan da vazgeçmiştim. (Her seferinde çaresizce sığındığım bu naif düşünce beni hep hüsrana uğratmıştı zaten” diyen yazar için bu tespit aslında her öyküsü için geçerli. Mübalağa sanatının cömertçe kullanıldığı, postmodern ve şiirsel şekilde yazılmış öykülerin yer aldığı kitapta ‘çöl’ kavramı da sık sık kendini gösteriyor. Bu şekilde bir anlatım kurup kendini bu kadar rahat okutan çok kitap yoktur.
Ustaca kullanılmış bir dille, sade bir üslûpla oluşturulan kitapta bazı öyküleri okura bırakmış yazar, tamamlaması için. Suçsuz yere mahkûm olan birçok karakteri ve mahkeme sahneleriyle sık sık Kafka’nın Dava’sını anımsatan Çölün Öbür Tarafı, geçtiğimiz yılın iyi öykü kitaplarından olmuştu.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)