21 Ekim 2019 Pazartesi

İklim değişikliği ve siyaset

Varlığı kesin olarak ikiye ayıran Kartezyen felsefesinin doğayı mekanik bir olgu olarak değerlendirmesinin ardından doğa insan için savaşılacak bir düşman olarak algılandı. İnsanın amacı diğer düşmanları gibi doğayı da mağlup ederek üzerinde tahakküm kurmak oldu. Bu pragmatist-aklıcı eğilimin devamı olan ilerleme paradigması insanı tek ve temel ölçüt olarak kabul ederek etki alanını genişletti. İlerleme paradigmasının bugün bilim ve teknoloji adı altında savaşını daha da büyüterek dünyanın dışına taşıdığına tanık oluyoruz.

Güç sahibi olma hırsının uzantısı olarak doğanın doğal seyrine uzun zamandır müdahale ediyor insan. Daha önemlisi, sonuçları ne olursa olsun bunu önemsemiyor. Yalnız şu bir gerçek ki; doğayla girişilen savaşın tepkisel dönüşü zamanın ilerlemesiyle doğru orantılı olarak artıyor. Kendini ölçüt olarak belirleyen insan ise keyfince limitler koyuyor ve limitlerin dışında kalan ölçümleri ‘felaket’ olarak nitelendiriyor. İnsan, limitleri belirleyenin kendisi olduğunu biliyor lakin ölçümlerin, koyduğu sınırların dışında çıkmasına neden olanın kendisi olduğunu yadsıyarak bilmezden geliyor. Nefsine güzel geleni iyi, güzel gelmeyeni kötü olarak etiketleyen insandan bu beklenirdi zaten. Sonuç olarak artık etkisini her geçen gün daha fazla hissettiğimiz iklim değişikliği adında yeni bir ‘felaketimiz’ var. Gündemimize sık girip çabucak çıkıyor ve şu an için pek önemsemiyor gibiyiz. Yanlış anlaşılmasın; iklim değişikliğini önemsemememizin henüz yeterince büyük bir gazabına uğramamamızla alakası yok. Zira acı sonuçlarını yaşadığımız doğa olaylarının hiçbirini önemsemiyoruz. Asıl mesele; ekolojiyi bozmamızın doğal bir sonucu olan küresel ısınmayı ve iklim değişikliklerini daha ne kadar görmemeye, duymamaya devam edeceğimiz.

Devletler başta olmak üzere insanlığın kör ve sağır olduğu iklim konusunda cılız sesler yükseliyor. Fransız yazar Bruno Latour o seslerden biri. Kolektif Kitap’tan çıkan Rota isimli eseri iklim konusunda yeni bir siyasetin zorunluluğunu dillendiriyor. "Politikada Yönümüzü Nasıl Bulacağız?" alt başlığıyla yayınlanan eser yüz yirmi sekiz sayfadan oluşuyor. Rota’nın çevirisi Orçun Türkay tarafından yapılmış. Kitapta yirmi adet makale yer alıyor. Güncel konulardan yola çıkan Latour dünya siyasetini yorumluyor. Yazılardaki akıcı üslup dipnotlarla desteklenerek ortaya zengin bir metin çıkarılmış. Yalnız, kaynakça işlevi de gören dipnotların kitabın sonuna eklenmesi okur açısından sorun teşkil ediyor. Okuma sırasında ilgili dipnota gitmek ve tekrar okumaya dönmek okuru yorarken okuma insicamını da bozuyor.

Evvela belirtmek gerekiyor ki, Rota küçük ebatına karşın büyük bir işe kalkışıyor. Yazar iklim olgusunu merkeze alıp mevcut siyasi paradigmayı topa tutuyor. Eleştirilerden bilimsel, kültürel, ekonomik ve toplumsal anlayışlar da nasibini alıyor. Bir yanda sağ-sol karmaşası; kim ilerici, kim gerici tartışması hız kesmeden devam ederken diğer yandan küreselleşme, evrensellik ve ulus devlet anlayışı sorgulanıyor. Bu arada Marksist düşünce için yapılan eleştiriyi oldukça ilginç bulduğumu söylemeliyim. Liberal-kapitalist yapıyı zaten eleştiren yazara göre Marksist ideolojinin liberal-kapitalist sistem için yönelttiği sömürüye dayalı oluşundaki haklılığına karşın Marksizm’in insan merkezci yaklaşımı hatalıdır. Çünkü merkeze modern paradigmanın yaptığı gibi insanı koymaktadır. Bu yönüyle Marksizm’in insanlığın sorunlarını çözmesi mümkün değildir. Açıkçası Bruno Latour, Frankfurt Okulu’nun Marksizm eleştirisinden çok daha öte bir tenkit ve önemli bir tespit yapıyor. Sol düşüncenin özeleştiri ekolu sayılan Frankfurt Okulu, Marksist felsefeyi teorikte ve pratikte insanın metafiziksel boyutunu (özellikle sanatsal alanda) ihmal edişini eleştirmiş ve bu ihmali Marksizm’in başarısızlığının en önemli gerekçesi saymıştır. Yazara göreyse yaşanılabilir bir dünya isteniyorsa merkeze insanı değil (tüm) canlılığı almak gerekmektedir. Adil olan da, tutarlı olan da budur.

Kitapta uzun uzun modernleşme, küreselleşme, yerelleşme, evrensellik gibi olguların analizi yapılıyor. Konuya tarihsel perspektiften bakan Latour, Aydınlanma’nın yol açtığı akılcı ve pozitivist anlayışın insanlığı vaat ettiği yerle alakası olmayan bir konuma sürüklediğini belirtiyor. İnsanlığın bu duruma gelmesinde sapkın ilerleme düşüncesinin ve küreselleşme olgusunun önemi büyüktür ve fakat küreselliği savunan devletlerin paradoksal şekilde tutum değiştirdiği görülmektedir. Küresel anlamda güç sahibi devletlerin uygulamaya soktuğu radikal politikalarla iki şey amaçlanmaktadır. İlki, vatandaşın tepkisel kalması sağlanarak kötüye gidiş perdelenmekte ve böylelikle devletler yollarına devam edebilmektedir. İkincisi, bu ayrıcalıklı devletler hem küresel güç olmayı hem de yerel kalabilmeyi amaçlamaktadır. Küresel göç dalgası bu anlayışın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yazara göre Brexit oylaması ve Meksika sınırı için planlanan duvar bunun en net göstergesidir. Avrupa’nın Suriyeli göçmenler konusunda Türkiye’yi tampon bölge olarak kullanması da yazarın tezinin destekleyen bir başka gösterge diyebiliriz.

Bruno Latour, bugün küreselleşme üzerinden güç devşiren ayrıcalıklı ülkelerin uluslaşma sürecine benzeyen bir içe kapanış siyaseti yürüttüğünü belirtiyor. Diğer taraftan da ‘öteki’ ülkelerin ne yapması gerektiğini de söylemeden duramıyor. Yazar, kararları tek elden vererek buna evrensellik atfetmeyi riyakârlık olarak tanımlıyor. Batı’nın yıllardır gösterdiği bu ikiyüzlü tavrı bilinçaltındaki bir korkuyu açığa çıkarmaktadır. Bir zamanlar kolonizeleşerek sömürgeleştirdiği toplumların saldırısı altında hissetmektedir kendini. Geçmişte neler yaptığının farkındadır ve yaptığı muameleye maruz kalacağı endişesiyle hareket etmektedir. Asırlardır sömüren devletler artık sömürememekten ve göçün ters simetriye dönüşmesinden korkmaktadır. Göç ve göçmen karşıtlığının temelinde bu düşünce yatmaktadır.

Küreselleşme olgusunu farklı kavramlarla farklı açılardan değerlendiren yazar çözüm önerisini ‘küreyerelleşme’ kavramıyla açıklamaya çalışıyor. Mevcut ideolojiler ve uygulanan politikalar saplantılıdır. Tüm küre bu fanatizmden kurtularak içinde yaşayan bütün canlılığı gözeten evrensel bir yerellik düşüncesiyle haraket edebilmelidir. Zira insan merkezli küreselleşme anlayışı hizmet alanını daha da daraltarak ayrıcalıklı grupların lehine çalışmaktadır. Seçkinci ve elitist olan yapı tam anlamıyla ötekileştirme politikasıdır. Küreselleşme karşıtlarının alternatif olarak sunduğu yerelleşme de tıpkı küreselleşme gibi insan merkezli bir devlet politikasıdır. Bugünün şartlarında uygulanabilirliği de kalmamıştır. Dolayısıyla hem gerçekçi değildir hem de dünyadaki canlılığı kapsayacak faydadan uzaktır.

Bruno Latour iklim konusuna gereken önemin verilmemesinin nedenleri üzerinde dururken vatandaşın sessiz ve tepkisiz kalışının önemli olduğunu belirtiyor. Bu tutum küreselleşme yanlılarının işini kolaylaştırmaktadır. Diğer yandan iklim sorununun bir komplo teorisi olarak sunulması tıpkı radikal politikaların uygulanma amacında olduğu gibi kötü gidişatı perdelemeye yöneliktir. Yazara göre bu politik bir illüzyondur.

Kitaptaki en ilginç detaylardan birisi ekolojik çalışmalarla ilgili. Hatırı sayılır ekolojik çıkışların olduğunu belirten yazar, bu hareketlenmenin olması gerekenden farklı geliştiğini iddia ediyor. Bu bağlamda ekoloji başarısız ama ekolojikleşme başarılı olmuştur. Ekolojikleşme, ayrıcalıklı grupların ekolojiyi kullanım amacına yönelik uygulamalardır. Suyu ve havası temiz, doğayla iç içe, organik beslenmeye dayalı hayat ayrıcalıklı gruplara özel oluşturulmaktadır. Bu aşamada üretim yerine doğurma anlayışını öneren yazar, insan odaklı bir sistem olan üretimin suni, canlı odaklı bir sistem olan doğurmanın doğal olduğunu savunuyor. Hem üretim odaklı anlayışın ekonomik sorunlu yapısı yozlaşmış uygarlığın inşa edilmesine yol açmaktadır. Süreç sonunda pazar, siyaset, sanat hatta din dinden bağımsız bir dinsel form kazanmaktadır.

Bruno Latour ara ara ABD ile AB karşılaştırılması yaparak aralarındaki farkları açıklamaya çalışıyor. Ona göre ABD küresel bir imparatorluk peşinde koşarken Avrupa bürokratik bir oluşumdur. ABD’den farklı konumlandırdığı Avrupa’ya tarihi bir sorumluluk yükleyerek çözüme katkı sunabileceğini savunan yazarın bir anlamda Avrupa-merkezcilik yaptığı söylenebilir fakat haklılık payının olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Zira insanlığın geldiği noktanın baş müsebbibi her ne kadar Avrupa olsa da, insanlığı bu bataklıktan çıkaracak formül için harekete geçmeye en yakın olan yine Avrupa gibi görünüyor. Teorikte İslam’ın bu konuda şansı daha yüksek olabilir lakin Müslümanların pratize etme ihtimalinin yanında Avrupa’nın tarihi seyrini ve teorik-pratik üretim kabiliyetini göz önüne aldığımızda ve hâlihazırda Avrupa’nın her açıdan faal olduğunu hesaba kattığımızda çözüme yakınlığı ortaya çıkıyor. Kaldı ki bugünün Müslümanının Avrupa’nın ürettiği değerlere talip oluşu onun lehine bir durum oluşturuyor.

Bruno Latour eserinde doğru konumlandırılmış bir çevre anlayışıyla yeni bir iklim politikası oluşturulmasının imkânlarını sorguluyor. Yazarın sözünü ettiği doğru konumlandırma, salt insan merkezli felsefe yerine merkezine canlıların tümünü içine alan yeni bir felsefedir. Rota, modernleşme ve küreselleşme üzerinden saplantıya dönüştürülmüş bilim, teknoloji ve siyasetin ekolojiyi ezip geçisini eleştiren kapsamlı bir metin. Sunduğu çözüm önerisi ise uygulanabilirliği noktasında pek mümkün gözükmese de Batı felsefesinin paradigmasını sarsıcı niteliği dikkate değer.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

18 Ekim 2019 Cuma

Allah'ın Üsküdar'daki casusları

"Görme ahkar kimseyi cânâ kader mechûldür 
Hakk’ın ednâ bir kulu a’lâ olur âlem bu ya."
- Mustafa Safvet Efendi

Eyüp Mezarlığı'ndayım. Ya zaman çabucak geçtiği gafletiyle insanı sürüklüyor ya da hafızanın oyunları, buraya en son ne zaman geldiğimi hatırlayamıyorum.

Halbuki en sık yaptığım ve hatta meşgale edindiğim şeydir mezarlık gezmek. 'Popüler' gibi görünen mezarlıklara uğruyorum ama niyetim oranın saklı 'sırlı'larına ulaşmak. Eyüp gibi Karacaahmet Mezarlığı'da bu anlamda zengin. İşin esası kaybolmak. Kaybolmadan gayb adamlarına ulaşmak imkânsız çünkü. Halisane bir niyet yahut çağrıdır bu işin temeli. Kısacası getirirler, götürürler. Neticede yapan da çatan da Hakk'tır efendim.

Piyet Loti'ye çıkan güzergâh geriyor ruhumu. Esnafımız, vatandaşlarımız ve turist kafileleri sağ olsunlar el birliğiyle 'kültür merkezi'ne çevirmişler bu kutsal mekânı. Şerefü'l-mekân bi'l-mekîn unutulmuş. Bir yerin şerefi, oradaki insan(lar)dan gelir. Onların huyları, oraya şeref katar. Ama görünen tuhaf davranışlar, üslupsuzluk ve hürmetsizlik fevkalade yükselişte. İnsan üzülüyor. Beri yanda, hakikatin sınırsız ve sonsuz nefesi var. Çağırıyor erenler. "Çayı kahveyi boşver, dolan buralarda, nasibin varsa alınırsın satılırsın" der gibi. Eskiden Anadolu köylerinde Satılmış, Hediye -hatta Hediyetullah- gibi isimler konurmuş evlatlara. Sonra Yeşilçam dizilerinde ve filmlerinde dalga geçildi bu isimle, tıpkı Şaban gibi, Ramazan gibi ya neyse. İşte o Satılmış isminin konulmasının sebebi, ana-babaların evlatlarını Allah'a bağışlama niyetiydi. Hâlik, O değil mi? Gerisi teferruat. Satalım Allah'a, alırsa şâdân oluruz.

Hem Eyüp'te hem de Karacaahmet'te böyle nice Allah adamı mevcut. Onların hiçbiri göçmüş de değil hani, hepsi Hayy idi Hû oldular. Bunların arasında meczubîn denen o sırlı halkanın erleri de var elbet. Ünlülere değil de, biraz da ötelerin ünlülerine kafayı çevirince insanın karşısına çıkıveriyorlar ansızın. Mesela Abdi Baba çıktı karşıma. "Abdiyet makamı verilmiş ezelde ona, bu alemde yaşadı halisane dervişane, dünyaya etmedi minnet, etmedi nefsine hizmet" yazıyor mezar taşında. Devam ediyorum kaybolarak, kenarları yeşil küçük bir mezar taşı, "4 tarikin sultanıydı, kendini aleme bildirmedi, adına tramvaycı dediler, kimse sırrını bilmedi" yazılmış. Okuya okuya gidiyorum. Sonra anlıyorum neden "Allah'ın casusları" denirdi böylelerine. Öyle kuvvetliydi ki dilleri, hâlleri, sözleri, Allah da sakladı onları kulların rağbetinden. Fazla rağbet başlarını yakabilirdi çünkü. Ama onlar çoktan yanmışlardı. İşte o 'yananlar'dan arasından Üsküdarlıları bir araya getirmiş Serhat Onur. Kubbealtı Yayınları'ndan neşredilmiş Üsküdar'ın Meczupları'nın içindeki birçok anının aktarıcısı -ve dolayısıyla kitabın manevi mimarı- ise Kutbü’n-nâyî Niyazi Sayın.

Sözlükte "kendine çekmek" ve "yaklaştırmak" anlamındaki cezb (cezbe) kökünden türemiş meczûb. Süleyman Uludağ hocanın tasavvuftaki manasını "bir daha kendine gelmemek üzere Allah’ın âniden kendine çektiği, dost edindiği ve dâimî surette huzurunda bulundurduğu velîler" olarak tanımlamış. Bilgiyi biraz daha derinleştirmek adına, hocanın TDV İslâm Ansiklopedisi'nin "Meczup" maddesindeki yazısından şu çok önemli satırları da almak isterim: "Mutasavvıfların büyük bir kısmı sâlikin tasavvuf yolunda ancak cezbe ile ilerleyebileceği görüşündedir. Tasavvufta bir tarikata intisap ederek sülûkünü tamamlamamış ve cezbe halini yaşamamış sâliklere “mücerred sâlik” (sâlik-i gayr-i meczûb), tasavvuf yoluna girmeden ve yolun gereklerini yerine getirmeden âni bir cezbeye mazhar olan sâliklere “mutlak meczup” (meczûb-ı gayr-i sâlik), tasavvuf yoluna girip bu yolun çilesini çektikten sonra cezbe halini yaşamış olanlara “sâlik meczup” (sâlik-i meczûb), yaşadıkları bir cezbe halinin ardından tasavvuf yoluna girip kararlı bir şekilde bu yolun gereklerini yerine getirenlere “meczup sâlik” (meczûb-ı sâlik) denir. Gerçek meczup bunların ikincisidir, ancak mürşide ulaşmadığından kendisi ermiş olmakla birlikte irşad yetkisi yoktur."

İranlı nakşibendî âlim-şair Abdurrahman Câmî (ö. 898/1492) ise meczupları hakiki meczuplar, bunlara benzemeye çalışanlar ve meczupluk taslayanlar diye üçe ayırır. Mısırlı âlim-sûfî Şa'rânî (ö. 973/1565) de gelecekten (gayb) haber veren tavır ve davranışları ile hikmetli sözleri münasebetiyle meczupları 'büyük velîler' olarak tanıtır. Keşfü’l-mahcûb adlı eseriyle tanınan sûfî müellif Hücvîrî (ö. 465/1072 [?]) meczupların ibadet gibi kulluk görevlerini yerine getirmekten âzat edildiklerini ileri sürer. Hanbelî fakihi, hatip-müfessir ve tasavvufa karşı düşünceleriyle tanınan İbn Teymiyye (ö. 622/1225) de içlerindeki sevginin daima kuvvetli olması ve sürekli zikir hâlinde bulunmaları sebebiyle meczuplarda aşkın aklı yendiğini, bu hâlde söylediklerinin mazur görülmesi ve yaptıklarının kınanmaması gerektiğini söyler.

Kimler var Üsküdar'ın Meczupları arasında? Üsküdar'daki bütün cenazeleri takip edip mevtâları taşıyarak 3-5 kuruş bahşiş alan Mortocu Salih, Sabahattin'in meyhanesi civarında ellerini Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerine doğru açıp dua eden Duâcı Arab (Üsküdar'ın Üç Sırlısı'ndan İskele Camii İmamı Nafiz Hoca, Arab'ın bir duasına şahit olmuş ki o gün akşama kadar odası öteberi ile dolmuş taşmış, bir daha da öyle bir gün olmamış), Dârülbedâyi (İstanbul Şehir Tiyatrosu) artistlerinden 'saygıdeğer deli' ve son yıllarında Merdivenköy Şahkulu Bektâşî Dergâhı'na mülâki olup orada sırlandığı söylenen Şükrü Bey, deli raporlu olmasına rağmen Necmeddin Okyay'ın meşk saatlerinden tanıyan Uğur Derman'ın söylediğine göre deli olduğuna dair en ufak bir hareketi bile olmayan Bâli Kaptan, Mihrimah Sultan Camii'nin tuvaletlerini temizlemesi dışında hakkında hiçbir bilgi olmayan Helâcı Nahit, çıplak ayakla ve pejmürde bir kılıkla ayakkabı boyacılığı yapan, yoldaki bir taşa kafayı takıp onun peşinde dönüp duran Boyacı Selahattin, Üsküdar'ın mahallelerini Mevlevî sikkesi ve tennûresiyle dolaşıp sokağın ortasında durup "Sakal dediğin bir tüydür, insana lâzım olan huydur" diye semâ eden Mevlevîyeden İrfan, sesi pek iyi olmasa da ellerini titreterek ve kendinden geçerek Üsküdar camiilerinde mevlid okuyan Hâfız (Mevlidci) Yekta, rastgele değil sanatkârâne bir âhenkle davul çalan Davulcu Şaban, doğuştan gözleri görmediği hâlde kanun çalan, evlerin tavanlarını onaran, dam aktaran, ve Emin Ongan'ın uzun yıllar radyo programlarında çaldığı daha evvelden paramparça olan Amati kemanı gibi birçok enstrümanı tamir eden Kânûnî Âmâ Sıtkı, vaazlarına daha çok kadınların geldiği ve diğer vaizleri sürekli yermesiyle tanınan, Hattat Necmeddin Okyay'ın "ârif bir zattır" dediği Demir Hâfız...

Kitabı okurken, yukarıda Süleyman Uludağ hocanın yaptığı meczup tasnifini de akılda tutmak gerekiyor. Böylece isimleri geçen zâtların vaziyeti de aşikâr oluyor. Mesela Şam'da doğup, ilerleyen yıllarda Sarı Kazak isimli celalli, tasarruf ehli bir Bektâşî erenince bir nefeste uyandırılan, emrolunan seyahat gereği soluğu 1711'de Üsküdar'da alan ve emaneti teslim ettiği 1716 tarihine kadar burada yaşayıp Karacaahmet Mezarlığı'nda Taşcılar'a yakın bir yere sırlanan Taslak Derviş Mustafa. Kitaptan okuyalım: "Soğuk bir Üsküdar kışında şeyhin odasında kalan Taslak Mustafa üşümesin diye ocağa bolca odun ve kömür atılır. Ateş iyice kıvam bulunca Derviş Mustafa tütün çubuğunu yakmak için alevlenmiş ocağa yaklaşır ve geçirdiği cezbe sonucu ateşin tam ortasına düşer. Gürültü üzerine odaya giren dervişler Taslak Dede'yi hemen ocaktan çıkarırlar. Bir de bakarlar ki dedenin sikkesi, hırkası, hatta sol elindeki tütün çubuğu bile hiçbir zarar görmemiş. Dedeyi yatağına yatırırlar ve üç saat kadar cezbe hâlinde yatakta kalan Taslak Mustafa birden "Eyvallah, eyvallah" diyerek kalkar ve hiçbir şey olmamış gibi sohbete başlar."

Sait Paşa İmamı Hasan Rıza var sonra. Sultan Abdülaziz'in cuma selâmlığı için geldiği Dolmabahçe Camii'nde, Hasan Rıza Efendi'ye bir hutbe irad etmesi, bu iradın muhakkak hicaz makamında olması gerektiği söylenir. Emir bizzat padişahtandır. Çok sinirlenen Hasan Rıza Efendi, "irade ile hutbe okunmaz, zuhurla okunur" diyerek cüppesini çıkarıp camiyi terk eder. Çevredekiler durumu padişaha izah ederken kendisinin 'meczubin-i ilahiden bir zat' olduğunu söylerler, padişah da onu mazur görür. Sık sık örgü örermiş Hasan Rıza Efendi. "Hoca efendi tüm vaktinizi örgüyle geçiriyorsunuz, gözlerinize yazık değil mi?" diye sorulunca "Evlad, gözümü masivadan koruyorum!" dermiş. 1881 Eylül'ünde bir sabah namazı çıkışı Abdünnebî Efendi'nin Üsküdar Toygar'daki evinin kapısı çalınır. Kapıyı açınca karşısında Hasan Rıza Efendi'yi görür. Hasan Rıza, "Efendi, bir oğlun olacak, adını Necmeddin koy" der ve arkasını dönüp cevap bile beklemeden evine gider. 5 ay sonra doğan erkek çocuğuna Necmeddin adı konur. İşte bu zat, meşhur Hezarfen Necmeddin Okyay'dır.

Kitaptan son örnek Sükûtî Dede olsun. Üsküdar sokaklarında Mevlevî sikkesiyle ve altında uzun entarisiyle dolaşan, meczub gibi görünse de aslında kendini sırlayan bir zat imiş. Her ne kadar Mevlevî olsa da Üsküdar Sandıkçı Dergâhı'nın son şeyhi Haydar Efendi ile hukuku iyiymiş. Rifâî tekkesi olan dergahta bazı zamanlar diğer tekke şeyhlerinin de katılımıyla oldukça kalabalık ve feyzi bol meydanlara iştirak edermiş. İşte böyle günlerden birinde Haydar Efendi, postta iki yanına diğer misafir şeyh efendileri almış. Sükûtî Dede'yi de çağırmışlar ve meczupların arasında oturtmuşlar. Bu harikulade anıyı kitaptan okuyalım: "Haydar Efendi zikri başlatmak için Eûzübesmele çekip: Fa'lem ennahû lâ... diyor fakat lâ'dan sonrasını tamamlayamadan kalıyor. Tekrar Fa'lem ennahû lâ... diyor yine kalıyor. Tekrar, Fa'lem ennahû lâ... diyor ve yine devamı gelmeyince önce sağındaki şeyh efendiye "Siz buyrun efendim" der fakat hazret de "Lâ"dan ötesine geçemez. Aynı şekilde solundaki şeyh efendi de meydanı uyandıramayınca, çok zeki bir şahıs olan Haydar Efendi'nin gözleri Sükûtî Dede'yi arar ve onun meczubların arasında kaşları çatılmış, sinirli bir şekilde önüne baktığını görünce, hemen postundan kalkar ve dedenin yanına gidip ellerine ayaklarına yapışıp; "Dede biz ettik sen etme..." demesi üzerine Sükûti Dede; "Bana bak, bana değil ama başımdaki Fahr-i Mevlânâ'ya hürmetin olsun, bir defa daha görmeyeceğim böyle bir şey, hadi açıyorum, güzel bir zikir olsun", der. Haydar Efendi posta geçer ve: "Eûzü billâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm Bismillâhirrahmânirrahim fa'lem ennahû lâ ilâhe illâllah" der, meydan uyanır ve  o gece muazzam bir zikir olur."

Sükûtî Dede hakkında son bir mevzu daha. Dede, Galata Mevlevîhânesinin son şeyhi Ahmet Celaleddin Efendi'yi ziyarete gitmiş. Celaleddin Efendi huzurda Sükûtî Dede'ye "Dede zamanın efendisi kim?" diye sorar. "Ben anlamam efendim öyle işlerden, ne bileyim?" cevabını alınca Efendi bir kez daha "Yok yok yabancı değiliz, şeyhine söyleyeceksin bunu" deyince dede mahcup bir edayla: "Ne yapalım şeyhim fakîre nasib oldu" der. İşte böylesine sırlı, mübarek bir zat imiş Sükûtî Dede.

Niyazi Sayın Baba'nın engin hafızası ve Serhat Onur'un kalemiyle Üsküdar sokaklarındaki meczupları yad eden bu kitap akıllara şu soruyu da getiriyor: Nerede şimdi onlar? Akıllarını aşkla değiş tokuş edenler nerede? Kim bilir. Ama Allah'ın casusları elbet her yerdedir...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hatıralatlar basiret gözünü açmaya vesile olabilir

"Olup bitene basiret gözüyle bakan, sonuçlarını daha baştan görür de bunlardan yararlanmayı ve zararlarından da korunmayı bilir."

Her hayırda bir şey vardır,” düsturu geleneğimizdeki kadim öğretilerden birinin can damarını teşkil eder. Günümüzün makro boyutlarda değişen ve hızlanan tüketim toplumunda bu gibi yalnızca bir cümleymiş gibi görünen fakat ardında çok önemli mesajlar barındıran düsturlar göz ardı edilmeye başlansa da bu geleneğin içinden gelen ve döneminin koşullarını, tarihî bir perspektifte anlatan isimler söz konusu olduğunda meselelere ilgi artıyor. Hele bahse konu olan isim döneminin ve coğrafyasının en önemli âlimlerinden biriyse…

İşte Bir Âlimin Günlüğü, yalnızca İslam dünyasında değil, aynı zamanda Batı’da da oldukça saygı gören bir âlim olan İbnü’l-Cevzî'nin yirmi yıl boyunca tuttuğu notlarından oluşan otobiyografik bir hatırat kitabı olmakla birlikte İbnü'l-Cevzî'nin dönemindeki İslamî ilimler ekollerinin tezlerine dair düştüğü şerhlerden, eleştirilerden ve öz eleştirilerden, incelemelerden oluşan bir metot kitabıdır. Bu iki yönlü özelliği dolayısıyla da çok farklı arka planlardan bir okur kitlesine ulaşmış ve ulaşabilir niteliktedir. Yaşanmış hikâyelerden, öğütlerden ve değerlendirmelerden oluşan bu eser her alt bölümü ile çarpıcı noktalara temas etmektedir.

"Akıllı kimseler musibet, fakirlik ve belâ sırasında her zaman yiğitçe bir tavır takınırlar. Başlarına gelen o felaketlerin yanında, bir de düşmanlarının sevindiğini görmemek için bunu yaparlar. Çünkü düşmanların sevinmesi, her türlü afetten çok daha beterdir. Onun için akıllı kimselerin fakirleri kendilerini zengin, hasta olanları da sağlıklı gösterirler."

1100'lü yılların başında Bağdat'ta dünyaya gelen Ebu’l-Ferec Abdurrahman İbnü'l-Cevzî, çocukluğundan itibaren iyi bir eğitim alır. Çocuk yaşta vaazlar vermeye başlayan İbnü’l-Cevzî’nin hitabeti ve coşkunluğu, yaşı büyüdükçe daha da artar.

Tıp dâhil olmak üzere zamanında çalışılan hemen bütün ilimlere vâkıf olan İbnü’l-Cevzî, döneminin halifelerinin dahi vaazlarını dinlemek üzere geldikleri bir zattır. Belâgati kadar yazı dili de oldukça akıcı ve güzeldir. Bu nedenle, günümüze ulaşan eserleri Doğu dillerinin yanı sıra Fransızca gibi Batı dillerine de çevrilmiştir. Güleç yüzlü, hoş sohbet ve sevimli bir mizaca sahip olduğu belirtilen İbnü’l-Cevzî, vaazları ile yüz binlerce insanı etkilemiş; hem zâhiren hem de bâtınen Müslümanlığın gereklerini yerine getiren, giyimi ve beslenmesi dâhil letafetine ve zarafetine önem gösteren bir isimdi.

1201 yılının Ramazanında bir Cuma gecesi Hakk'a yürüdüğünde bütün Bağdat halkı cenazesine katılmış ve onu ebedî istirahatgâhına uğurlamıştı.

"Allah, iyiliğini istediği kimseyi ilim arayışında iyi niyetle donatır. O kimse ilmi ondan yararlanmak ve başkalarını da yararlandırmak için öğrenir, ilmin kendisine sunduğu fırsatları hiç umursamaz."

Eserin okuyucu için diğer bir çarpıcı yanı ise her bir okurun bu çalışmayı baştan sona kadar okumasa da içindeki alt bölümlerden münferit bir şekilde yararlanabilme imkânının olmasıdır. İbnü'l-Cevzî'nin bir olay üzerine yaptığı çıkarımlardan oluşan bir hikâyeyi dinlermişçesine okumak isteyen bir okur ilgili bölümlere göz atarken bir ilim adamı ilgili bölümlerdeki tabiri caizse "akademik" çıkarımlara ve tartışmalara bakabilir.

Ayetler ve hadisler eşliğinde İbnü'l-Cevzî'nin kendi hayatını okuruna açtığını bu güzide eser, cevabı bulunamamış soruları cevaplamaya, mutmain olmak isteyen kalplere bir âb-ı hayat sunmaya niyet ediyor.

Hande Yıldırım Önsöz
twitter.com/miskiamber

16 Ekim 2019 Çarşamba

Uykusuzluk ve umutsuzluk arasında bir deli

‘Çağın uykusuz filozofu’ tanımlaması yapılan Emil Michel Cioran’ın kitaplarının dilimize bir bir çevriliyor olması, düşünce dünyamıza katkı bakımından son zamanlardaki en önemli şeylerden biri. İçinde bulunduğumuz yıl içinde önce, Redingot Yayınları’ndan Yeni Tanrılar ve şimdi de Jaguar Kitap’tan yayımlanan Umutsuzluğun Doruklarında kitaplarıyla, bu uykusuz filozofu anlama yoluna bir taş daha koyuyoruz. Elbette, ben, Umutsuzluğun Doruklarında’yı Cioran’ın dilimize çevrilen diğer eserlerinin yanında ayrı bir yere koyuyorum. Çünkü bu kitap yazarın henüz 23 yaşında kaleme aldığı bir eser ve külliyatının ilk kitabı. Yani yazarın o girift ve ilginç beyninin en ham hali diyebiliriz. Ve uykusuzluk illetinin onu bulduğu zamanların bize yansıması olduğu için, bu eserde, rafine fikir birliklerinden ziyade birçok şeyi ilk halleriyle bulmak mümkün.

Cioran’ın Metis Yayınları’ndan neşredilen ve Ezeli Mağlup adına sahip söyleşilerine ayrı bir önem veririm. Aslında sadece Cioran’ın değil hemen her yazarın söyleşilerine önem veririm. Çünkü yazarların, kitaplarında yaptıkları bazı ‘numaraları’ söyleşilerinde yapmadıklarına inanırım. İşte, Cioran’ın adı geçen kitaptaki söyleşilerini iyi okuyan bir okur, yazarın hayatındaki birçok önemli âna hâkim olacaktır. Bunlardan biri Cioran’ın o meşhur uykusuzluğudur. Yazar, bu söyleşilerinde uzun uzun, hayatının en önemli ve rahatsız edici anları olarak, ilk gençlik yıllarındaki uykusuzluk illetini ve bu zamanlardaki düşüncelerini gösterecektir. O anların ruhuna nasıl etki ettiğini sorular karşısında açıkça, bazen muzipçe anlatır. İşte bu kitabı, Umutsuzluğun Doruklarında’yı, uykusuzluğun doruklarında olarak okumak da mümkün: “Uykusuzluk, cenneti bir işkence odasına dönüştürebilecek baş döndürücü bir bilinç açıklığıdır.

Ek olarak şunu söyleyebiliriz: Bu kitap kanaatimce, yazarın Türkçeye çevrilen kitapları içerisinde en sade dile ve üslûba sahip olanı. Elbette bunu ‘su gibi okunuyor’ anlamında söylemiyorum. Ama bir Çürümenin Kitabı’nın yoğunluğuna da sahip değil. Ve konu skalası oldukça geniş olan Çürümenin Kitabı’nın aksine, Cioran’ın beyninin daha kişisel taraflarını açığa çıkaran denemelerden oluşuyor.

Cioran dendiğinde benim aklıma en önce iki şey geliyor: Uykusuzluk ve onun nihilizmi. Her ne kadar nihilist olduğunu kabul etmese de, nihilizmi onun bu kitaptaki yazdıklarında sonuna kadar görüyoruz. Aslında bu kitap öncesine kadar ben de Cioran’ın nihilistten ziyade kuşkucu olduğunu düşünüyordum ancak bu kitap beni onun nihilist olduğuna ikna etti diyebilirim. Evet, bir söyleşisinde “daima inkârın cazibesine kapılmış olsam da nihilist değilim. Tanımlayamadığım bir ilham sonucunda hiçlik duygusunu ilk yaşadığımda çok gençtim, neredeyse çocuktum. Reddetme daima kendini kaptırmaktan daha güçlü oldu bende. Hem mutlaklık eğiliminin hem de ısrarlı bir boşluk duygusunun etkisi altındayken, nasıl ümit edebilirdim ki?” dese de, bu son kitabında “…İnsan o zaman dünyanın hiçliğinden, kendi hiçliğinden başka bir şey var mı diye sorar kendine” gibi ifadeleri çok sık kullanır. Aslında bu durum onun başlarda nihilistken sonradan kuşkuculuğa geçiş yaptığını gösterebilir . Cioran gibi olabilmek için madden olmasa da ruhsal olarak çok yalnız olmak gerekir. Cioran’ın yalnızlığında ve umutsuzluğunda şu ana kadar okuduklarım arasında sanırım sadece Simone Weil’i gördüm; ancak bence Cioran yalnızlığına kattığı ironiyle hayatla başa çıkmaya çalışır. Zihne ulaşmak için ne kadar büyük bir yalnızlık gerekiyor bize diyen filozofun yaşamı yadsıması da son derece doğaldır. Tabiî bir yadsımadır bu, zorluksuz ve acı çekerek:

Yalnızlık yaşamı öylesine yadsır ki, içsel parçalanmalardan doğan zihinsel açılım neredeyse katlanılmaz olur.

Ne demişti büyük şair buna karşılık: hep döşümde yaratkan, patlayıcı bir kimya/beynimde hep manalı bir uçurum.

Cioran, kitaptaki bütün denemelerde okuru illa ki bir yerden yakalıyor ancak en çok sarsan bölümlerin başında, diğer denemelere göre de uzun sayılabilecek 7.5 sayfalık Ölüm Üstüne denemesi geliyor. Yazar, ölüm duygusunu tam olarak kavramış ve bu konu hakkında içsel deneyimler geçirmiş bir düşünürdür. Fakat her an ölüm duygusuyla yaşamak, insana dünyada bulunduğu her dakika için ızdırap verir. O, bu ızdırabı daha çok gençken yaşamaya başladığı için ona anormal görünmez; ancak normal bir birey, belli bir zamandan sonra her an ölümle yaşamayı kaldıramayabilir. Burada kastedilen ölümü hatırdan çıkarmamak değil, ‘öleceğim ve acaba ne olacağım’ endişesidir: “Ölümü varlıktan ayrı düşünülemeyecek bir alın yazısı olarak değil de dışarıdan ortaya çıkıveren bir şey olarak görmek normal insanlara özgüdür. En büyük yanılsamalardan biri yaşamın ölüme tutsak olduğunu unutmaktan kaynaklanır.

Cioran ölüm üzerine yazdığı denemede bu kavramı bir ruh bilimci gibi incelemiştir. Ve ayrıca diyebilirim ki, nihilist olduğuna kanıt olabilecek en sarih cümlelerin çoğunu bu denemesinde kaydetmiştir.

Umutsuzluğun Doruklarında, adından da anlaşılabileceği ve daha önce belirttiğim gibi, yazarın fikirlerinin en ham halini barındırıyor. Böyle olduğu için de, Cioran’ın ruhsal bunalımlarını en saf haliyle görebiliyoruz. Zaten çoğu denemesi muhtemelen buhran anlarında ve yoğun duygular altında yazıldı. İlk gençlik dönemlerinde yaşadığı o umutsuzluk, satırlarda çok net göze çarpıyor. Çelişkili bir şekilde olsa da:

Şu anda hiçbir şeye inanmıyorum, hiç umudum yok. Yaşama çekicilik katan her şey bana anlamsız görünüyor. Ne geçmiş duygusu var içimde ne de gelecek; şimdi de gözümde yalnızca bir zehir. Umutsuz muyum değil miyim bilmiyorum; çünkü insanda hiç umut olmaması ille de umutsuzluğa işaret etmez. Hiçbir niteleme bana zarar veremez çünkü yitirecek hiçbir şeyim yok. … Her şeyden ne kadar da uzağım!

Cioran bu ilk kitabında sadece felsefe yapmaz, sadece kendi ruhsal bunalımlarıyla ilgilenmez. Henüz 23 yaşında kaleme aldığı bu eserinde, birçok sosyologun, teologun, modern dünyaya düşman olan birçok düşünürün (mesela Byung-Chul Han) son yıllarda söylediklerini henüz 1934 yılında söylemiştir. Ona göre bunca çaba, bunca hırs niye’dir ve insan sessizlik duygusunu yitirmiştir. İnsan artık şimdide yaşayamadığı için, kendisini bunaltan, köleleştiren gereksinim dışı şeyleri biriktirir; gelecek duygusu onun için bir felaket olmuştur der.

Cioran söyleşilerinde, kendisinin hangi kitabının ilk olarak okunması gerektiğiyle ilgili soruya ‘fark etmez’ minvalinde bir yanıt vermiştir ancak bu yanıtı ben benimsemiyorum. Evet, Cioran belki temel olarak zıt şeylerden bahsetmez ancak ilk kitaplarının ve bir buhran zamanlarında ortaya çıkan kitapların ve düşüncelerin yeri farklıdır (olumlu-olumsuz). Ve ilk kitaplar her zaman özeldir. Özellikle Cioran felsefesinin çıkış noktası olan bu kitabı diğerleriyle, “bu açıdan” bir tutmanın çok doğru olmadığını düşünüyorum. Bu kitap çünkü bir kaynak kitabı gibidir. Çürümenin Kitabı kadar sert, Burukluk kadar ironik, Gözyaşları ve Azizler kadar aykırı olmasa da, bir doğuş görülüyor bu kitapta.

Ve ne demişti şair: Acı duymak ruhun fiyakasıdır. O acıyı en iyi duyan düşünürlerden biri Cioran’dır, bu acıyı en iyi yansıttığı kitabı da Umutsuzluğun Doruklarında kitabıdır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

15 Ekim 2019 Salı

Karanlık, sert ve güldüren hikâyeler

Ahmet Balcı ile tanışmamız yeni sayılır fakat nispeten kısa sayılabilecek bu süreye sağlam bir dostluk sığdırdık. Kendisi epeydir üzerinde uğraştığı, yayımlanma ve diğer süreçlerini de takip edebildiğim bu eserini yayınladı. Kitabı çıktığı gün kitapyurdu sitesinden ilk alan, hem de üç tane alan kişiyim. Neden almayayım ki? “Dostumdan mı kazanacağım?” düşüncesini hiç kabul etmem. Tabii ki dostumuzdan kazanacağız, düşmanımız mı destek olacak bize? En kısa zamanda birkaç tane daha alıp sağa sola hediye edeceğim. Çünkü kitap harika.

Açıkçası kitabı, doktora tez çalışmalarım arasına kafamı rahatlatmak için her gün bir hikâye şeklinde dağıtarak okudum. 10 hikâye 10 gün gibi basit bir matematik hesabıyla tamamlandı fakat eğer boş olsam baştan sona bir gün içinde, birkaç saatte okuyup bitiridim. Çünkü Ahmet Balcı’nın üslubu ve kurgusu hem karmaşık hem de keyifle okutacak ve takip ettirecek kadar net ve rahat. Kendimi çok soyutlamaya ve Ahmet Balcı ile arkadaşlığımızı bir kenarı koyarak okumaya çabaladım. Hatta birkaç yazım hatası ve cümle düşüklüğü bile yakaladım ki bunları kendisine ileteceğim. Fakat tüm çabama rağmen kitabı ciddi anlamda beğendim.

Öncelikle kitapla ilgili söyleyebileceğim ilk dikkati çeken şeyler karanlık bir havası olan ve sert bir kitap. Evet, suya sabuna dokunan, söyleyeceklerini pervazısca söyleyen, bu sebeple de tam benlik kafada bir kitap. Hatta bununla ilgili bazı düşüncelerimi bizzat kendisine ilettim ve gülüştük. Bunlar da aramızda kalsın. Dediğim gibi kitap epey karanlık ve sert. Fakat yine de Ahmet Balcı’nın ilerleyen kitaplarıyla birlikte bir tür imzasına dönüşeceği üslubu okuyanı alıp götürüyor. Mizah ise tam dozunda. Ahmet Balcı maç boyunca durup, iki bilek hareketi ile seyircileri coşturup, bir asist, bir gol ile maçı alan Alex De Souza gibi gereken yerde veriyor coşkuyu, salıyor mizahı. Birkaç yerde kahkaha attım hatta. Mesela hayatın gözlerinin önünden bir youtube videosu gibi geçmesi veya seyyahın şehri öğlene kadar dolaşıp bitirmesi kısımlarında. Fazla ön bilgi vermeyeyim de heyecanı kaçmasın.

Ahmet Balcı’nın 10 adet hikâye içeren Parmak Hesabıyla İki Kişi adlı bu eseri gerçekten kaliteli ve başarılı. Çolpan Kitap da gayet güzel bir yayın hazırlamış. Kişisel favorilerim Aprın, Şiir Âşığı ve Tukay 27 oldu. Fakat kitaptaki tüm eserler birbirinden güzel. Güldürürken düşündürme, düşündürürken güldürme, kelebek gibi uçup arı gibi sokma klişelerini sonuna kadar başarılı bir şekilde gerçekleştiren kitabı herkese tavsiye etmek gibi bir klişeyle yazımı bitirmek istiyorum.

Seçkin Sarpkaya

14 Ekim 2019 Pazartesi

Hasan Aycın’ın çizgilerini okumak için sıçrama noktası

Hasan Aycın’ın çizgileri hakkında daha önce iki kitap yayınlanmıştı. Ömer Lekesiz’in kitabı Hasan Aycın’ın Çizgilerinden Örnekle Çizgi Sanatında Dil ve Mesaj adını taşıyordu. Kitap çizgi sanatı hakkında genel bir çerçeve verirken Hasan Aycın’ın çizgilerini de bu çerçevenin somutlaştığı bir örnek olarak göstermekte ve okumaktaydı. İkinci kitap ise Cemal Şakar’ın kaleme aldığı Hasan Aycın’ın Çizgi'si oldu. Bu kitapta da Şakar, Aycın’ın çizgilerini kendi belirlediği başlıklar manzumesi dâhilinde değerlendiriyordu. Mete Çamdereli ise Çizgiyi Okumak kitabıyla kendi hayat tecrübesi ile göstergebilimin bakış açısını harmanlayarak bir okuma gayretine girişiyor.

Mete Çamdereli, kitap boyunca Hasan Aycın’ın çizgilerini unsurlarına ayırarak anlamlandırmayı tercih ediyor. Okur adım adım çizginin başka bir boyutuna ulaşıyor ve parçalardan yola çıkarak bütüne ulaşan bir maceranın yol haritasını çizmeyi öğreniyor kitaptan. Nitekim Çamdereli de kitap hakkında şunları söylüyor: “Her mesaj gibi çizgi de çizerin işlediği o sonsuz ve sınırsız cevherden biçimlenir, kaynak-çizerin muhayyilesini hedef-muhatabına sezdirir ve sezdirdiği imgesel örüntüler muhatabınca yeniden işlenir. Çizginin tekil muhatabı, sürdürülebilir döngüye katılarak onu kendi imgeleriyle besler, olgunlaştırır. Biz de, yöntemsel basamaklar eşliğinde öyle yapmaya çalıştık. Çizgiyi Okumak’ın okuru da öyle yapacak kuşkusuz; çizgiyi kendi imgeleriyle besleyecek, onu kendi imgeleriyle fehim ve idrak edecektir. Bizim okumamızsa okura sadece bir tramplen olacak; ona bir sıçrama noktası olarak destek verecektir.

Çizgileri bir metni okur gibi anlamlandıran Çamdereli, modern çizgi sanatının geleneksel sanatların da imkânlarından yararlanarak bir siyer anlatısını nasıl kurabileceğine ilişkin Aycın’ın tecrübesini ele alıyor. Böylece kitap bir açıdan da “çizgisel surette peygamber temsili” gibi hakkında kolay kolay kalem oynatılmayan bir alana yöneliyor. Hem konu zor hem de çizeri henüz üretmeye devam eden, yani bir sonraki çizgisiyle bambaşka bir yönelime açılabilecek ve hakkında nihai sözü söylemek için henüz erken olan bir sanatçı. Yine de bu durum bizi Hasan Aycın’ın çizgileri hakkında susmaya itmemeli. Zira bu noktada tercih edilebilecek bir suskunluk, Aycın hakkında yanlış tespitte bulunmaktan bile daha büyük bir yanlış olur. Eleştirel okumaları yanlış yola sevk eden yanlış okumalar ve adlandırmalar değil sessizce geçiştirilmelerdir. Söz boşlukta değil başka yorumlar ve değerlendirmeler arasında ve onlara rağmen büyür, derinleşir. Suskunluk ise koca bir çölden başka bir yere varmaz. Bir sanat eserini okurken ortaya konulan anlam, eserden bir tarladan buğday hasat eder gibi devşirilen bir şey değil o buğdayın değirmede öğütülmesiyle yani yorumlanması ile inşa edilir. Mete Çamdereli, eserin kendisine ihsan ve ilham ettiği anlamı değil eserden yola çıkarak inşa ediyor. Okurunu da “nihai çözüme” ulaştırmıyor, kendi Hasan Aycın okumalarını inşa etmeye çağırıyor Çamdereli. Elbette bunun zor ve meşakkatli bir sürecin halkası olduğunun da farkındayım. Ancak bir de şu açıdan bakın kolayca çözümlenebilecek bir mesele olsaydı, meseleleri çözmenin bir anlamı kalır mıydı?

Her ne kadar 96 sayfalık bir kitap olsa da Çizgiyi Okumak kütüphaneler dolusu çalışmaya öncülük yapabilecek bir potansiyele sahip. Umarım görsel kültür ve sanat okumaları daha da derinleşir. Bu okumalar ne kadar derinleşirse Çizgiyi Okumak adlı kitabın hakkını vermemiz de o derece mümkünler sahasına dâhil olabilir.

Bir ifade olarak görseli okumayı, bakmak ile görmek arasındaki fark üzerinden anlaşılabilir. Çünkü bakmaktan farklı olarak görmek anlamayı, anlamlandırmayı gerektiren, emek isteyen bir süreçtir. Çizginin kelimelerle sınırlı olmaması sizi kandırmasın. Sonuçta anlamanın eşiğinde olan insanın idraki kelimelerle sınırlıdır. Anlatılabilenin sınırı olan anlaşılabilen de dolayısıyla kelimelerle ifade edilebilendir. Sözün bittiği yer bu yüzden de anlaşılabilenin bittiği yerdir. Hasan Aycın hakkında kaleme alınan çalışmalar tam da bu yüzden önemlidir.

Çizgiyi Okumak kitabının bir başka önemli yanı ise “kişisel tanışıklık” ile “göstergebilim”in dengeli bir dil ile ilerlemesi. Çamdereli, Aycın ile şahsi tanışıklıktan kaynaklanan anıların sıcaklığı ile içinde yer aldığı bilimsel disiplinin gereklerini iki tarafın da hakkını vererek Çizgiyi Okumak’ı kaleme almış. Yakın bir dönemde Din Ekranda Nasıl Durur? adlı kitabıyla din algısını ekran aynasına bakarak anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştığı gibi şimdi de genelde sanatı özelde çizgiyi benzer bir sürece dahil ediyor.

Umarım yazının başında isimlerini andığım kitaplarla birlikte Hasan Aycın hakkında kaleme alınan üç kitap, onun çizgilerini anlamlandırmaya çalışmamızda bir “girizgah” olur ve bu vadi başka başka kitaplarla daha derinleşir ve zenginleşir. Zira Hasan Aycın’ın çizgileri üç kitapla tüketilebilecek bir konu değil.

Suavi Kemal Yazgıç

Bektaşiliğin tarihi serüveni hakkında derin gözlemler

Tarihi hamaset noktasındaki gayret ve heyecanımız ne yazık ki geçmişi araştırma, tanıma, anlamlandırma söz konusu olduğunda çok cılızlaşıyor. Olan biteni anlamak yerine olan bitene farklı anlamlar yüklüyoruz. Kafamızdaki kurgulara tarihten kanıtlar arıyoruz. Düşüncemize, tasavvurumuza uymayan ne varsa ya görmezden geliyoruz ya yok sayıyoruz ya da düşmanca yaklaşıyoruz. Tarihe en çok vurgu yapanlar tarihi en az bilenler sanırım.

Bugün hakkında en az bilgi sahibi olunan bunun yanında en çok konuşulan tarihi şahsiyetlerden biri de Hacı Bektaş Veli'dir. Aynı zamanda Hacı Bektaş Veli’nin kurucusu olduğu Bektaşilik… Toplum hafızasında çok sayıda Hacı Bektaş silüeti var. Kimileri onun hiçbir bilgisinin ve toplumsal karizmasının olmadığından bahsederken kimi araştırmacılar bilgili, görgülü ve karizmatik bir şahsiyet olarak insanları etkilediğini söylüyor. Hangi Hacı Bektaş Veli? Hacı Bektaş Veli’nin yolu nasıl Bektaşi Tarikatine dönüşüyor? Osmanlı’nın ilk dönemlerinde el üstünde tutulan gazi dervişler hangi nedenlerle daha sonra dışlanıyor ve Bektaşilik bunları altında toplayan bir şemsiyeye dönüşüyor? Yeniçeri Ocağı gibi Osmanlı’nın merkezinde yer alan bir askeri kurumun manevi ocağı olan Bektaşilik aynı zamanda hangi saiklerle bütün heterodoksi unsurların üssü haline geliyor?

Osmanlı’nın erken dönem toplum ve siyasetindeki dervişler, Kızılbaş kimliğin kökenleri, Alevilik ve Bektaşilik üzerine çalışan Rıza Yıldırım, "Hacı Bektaş Veli’den Balım Sultan’a: Bektaşiliğin Doğuşu” adlı kitabıyla Bektaşiliğin Hacı Bektaş Veli’den başlayıp Balım Sultan’a uzanan iki buçuk asırlık tarihinin izini sürüyor. Hacı Bektaş Veli yolunun kurumsallaşarak Osmanlı’nın en büyük tarikatlarından birisi olma serüveni… Yıldırım’ın vurguladığı gibi Bektaşilik kurumsallaşmasını bir anda tamamlayarak ortaya çıkmış değil. Tarihinde Abdal Musa, Kızıldeli ve Balım Sultan gibi önemli şahsiyetler yer alıyor.

Bektaşiliğin Doğuşu, dokuz bölümden oluşuyor. Girişte Ortaçağ dönemi Anadolu’daki İslamî hayat pratikleri anlatılıyor. Rıza Yıldırım’ın da bahsettiği gibi o dönemlerde Anadolu’da bugünkü gibi Sunni bir anlayış sert biçimde etkin değildi. Ahîlik, Hurûfîlik, Bektaşîlik gibi tasavvufi hareketlerin yanında rafızi ve itizal unsurlar taşıyan inanışlar da mevcuttu. Ehli Sünnet dairesi içinde değerlendirilemeyecek bir çok çok serbest fikir, inanış ve akide yaygındı. “Ortaçağ Anadolu’sunda gördüğümüz İslam anlayışları sadece doktrin bakımından değil dindarlık uygulamaları bakımından da oldukça renkli ve heterojen bir manzara arz etmektedir. Bir yanda, büyük kentlerde Arap ve Fars kültürünün etkisinde gelişen klasik, kitabi, yüksek İslam, diğer yanda kırsala yayılmış geniş Türkmen kitleleri arasında şekillenen Halk İslamı vardı. İkinci grup yüksek İslam’ın ince ve sofistike meselelerini anlayacak eğitim ve idrak seviyesinden yoksun olduğu için tasavvufa dair bazı kavramları kabaca almış ve öteden beri devam ettiregeldiği örf ve ananelerinin üstüne İslamı bir cila olarak örtmüştü.” (sf. 38)

Rıza Yıldırım kitabında bir çok menkıbe ve o dönemleri anlatan kitapları karşılaştırıyor. Başka çalışmalardaki gibi bir tek kaynağa bağlı kalarak olayları yorumlamak yerine konularla ilgili kaynakları karşılaştırmalı olarak inceliyor. Hacı Bektaş Veli hakkındaki bir çok farklı ve birbiriyle çelişen bilgileri bu sayede biz de görebiliyoruz. Modern tarih yazıcılığında Hacı Bektaş şeyh ve müritlikten uzak bir meczup ve budala olarak gösteriliyor. Buna karşın daha erken tarihli kaynaklar ise Hacı Bektaş’tan bir şehy olarak bahsediyor. Saygıyla anılıyor. Bu farklılığın kaynağında siyasal bakışın etkili olduğu muhakkak. Osmanlı ilk kurulduğu dönemlerde gazi dervişlerin, akıncıların katkısı yadsınamaz. Bunlar yukarıda bahsedildiği gibi sunni bir çerçeveye girmez. İlk dönemlerde el üstünde tutulan bu savaşçı Türkmenler Beylik devlete dönüşmeye ve merkezileşmeye başladıkça gözden çıkarılmış ve sorun olarak algılanmıştır. Bu da ister istemez farklı dönemlerde farklı Hacı Bektaş ve Bektaşilik imgesi yaratmıştır.

Bektaşiliğin Doğuşu, çok önemli meseleleri ele alıyor. Okuyucuya geniş bir perspektif sunuyor. Bir inanç önderi ve saygın kişilik olan Hacı Bektaş Veli’nin yolu Abdal Musa ve Balım Sultan gibi önemli şahsiyetlerin tasarrufunda tarikate dönüşüyor. Osmanlı Safevi tehlikesine karşı dağınık Türkmenlerin Bektaşilik şemsiyesi altında toplanmasına destek veriyor. Şah İsmail’in propagandaları Türkmenler’de ciddi anlamda yankı buluyor. Bu tehlike karşısında Bektaşiliğin kurumsallaşması ve güçlenmesi için yoğun gayretler söz konusu. Safevi tehdidinin bitmesi ve Sunniliğin belirleyici olmasıyla Bektaşilik eski gücünü ve cazibesini yitiriyor, baskı altına alınıyor. Bu dönemlerde tarikat içi çatışmalar da kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor. Kızılbaşlar Bektaş Ocağına bağlanıyor ve “Tarık-Pençe” ayrışması kendini gösteriyor.

Kitabın üçüncü bölümü “Bektaşilik Yolunun Teşekkülü”nde Seyyid Ali Sultan, Sadık Abdal ve yolun kurucuları Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa, Kızıldeli hakkında hem tarihi kaynaklarda hem de menakıblarda geçen önemli bilgiler ele alınıyor. Rum Erenleri ya da Rum Abdalları hakkında da önemli bilgiler söz konusu.

Rıza Yıldırım kitabında tarikatların yasaklanması sonrasındaki Bektaşiliği de mercek altına alıyor. Burada tarikat içindeki ayrışmalar, Çekirdek bir Bektaşi grubun hem kültürel hem ekonomik olarak güçlenmesi, Bektaşilerin masonlukla ilişkileri, Milli Mücadele’ye destekleri, Doğu’da Alevi ve Bektaşi unsurların Mustafa Kemal Atatürk’le temasları anlatılıyor.

Bektaşi Tarikatinin lağvedilmesiyle taşradaki Bektaşi Tekkelerinin bazısı özellikle yeni olanları yıkılıyor. Eski tekkeler mescit ve medreseye çevriliyor. Hacı Bektaş dergâhına ise Nakşibendi bir şeyh getiriliyor.

Rıza Yıldırım’ın bu önemli kitabını okuduğumuzda bir kez daha dinle, inançla ilgili konuların siyasetten bağımsız ele alınamayacağını görüyoruz. Osmanlı’nın en önemli askeri gücünün manevi merkezi olan Bektaşilik konjonktüre bağlı olarak destekleniyor, kurumsallaşmasına yardım ediliyor. Konjonktürün değişmesiyle birlikte bu siyasi destek geri çekiliyor. Bektaşilik deyince olayın bir de Balkanlar boyutu var.

Konuyla ilgili bir perspektif kazanabilmek için Rıza Yıldırım’ın Hacı Bektaş Veli’den Balım Sultan’a Bektaşiliğin Doğuşu kitabı dikkatle okunmalı ve değerlendirilmeli.

Muaz Ergü