"Olup bitene basiret gözüyle bakan, sonuçlarını daha baştan görür de bunlardan yararlanmayı ve zararlarından da korunmayı bilir."
“Her hayırda bir şey vardır,” düsturu geleneğimizdeki kadim öğretilerden birinin can damarını teşkil eder. Günümüzün makro boyutlarda değişen ve hızlanan tüketim toplumunda bu gibi yalnızca bir cümleymiş gibi görünen fakat ardında çok önemli mesajlar barındıran düsturlar göz ardı edilmeye başlansa da bu geleneğin içinden gelen ve döneminin koşullarını, tarihî bir perspektifte anlatan isimler söz konusu olduğunda meselelere ilgi artıyor. Hele bahse konu olan isim döneminin ve coğrafyasının en önemli âlimlerinden biriyse…
İşte Bir Âlimin Günlüğü, yalnızca İslam dünyasında değil, aynı zamanda Batı’da da oldukça saygı gören bir âlim olan İbnü’l-Cevzî'nin yirmi yıl boyunca tuttuğu notlarından oluşan otobiyografik bir hatırat kitabı olmakla birlikte İbnü'l-Cevzî'nin dönemindeki İslamî ilimler ekollerinin tezlerine dair düştüğü şerhlerden, eleştirilerden ve öz eleştirilerden, incelemelerden oluşan bir metot kitabıdır. Bu iki yönlü özelliği dolayısıyla da çok farklı arka planlardan bir okur kitlesine ulaşmış ve ulaşabilir niteliktedir. Yaşanmış hikâyelerden, öğütlerden ve değerlendirmelerden oluşan bu eser her alt bölümü ile çarpıcı noktalara temas etmektedir.
"Akıllı kimseler musibet, fakirlik ve belâ sırasında her zaman yiğitçe bir tavır takınırlar. Başlarına gelen o felaketlerin yanında, bir de düşmanlarının sevindiğini görmemek için bunu yaparlar. Çünkü düşmanların sevinmesi, her türlü afetten çok daha beterdir. Onun için akıllı kimselerin fakirleri kendilerini zengin, hasta olanları da sağlıklı gösterirler."
1100'lü yılların başında Bağdat'ta dünyaya gelen Ebu’l-Ferec Abdurrahman İbnü'l-Cevzî, çocukluğundan itibaren iyi bir eğitim alır. Çocuk yaşta vaazlar vermeye başlayan İbnü’l-Cevzî’nin hitabeti ve coşkunluğu, yaşı büyüdükçe daha da artar.
Tıp dâhil olmak üzere zamanında çalışılan hemen bütün ilimlere vâkıf olan İbnü’l-Cevzî, döneminin halifelerinin dahi vaazlarını dinlemek üzere geldikleri bir zattır. Belâgati kadar yazı dili de oldukça akıcı ve güzeldir. Bu nedenle, günümüze ulaşan eserleri Doğu dillerinin yanı sıra Fransızca gibi Batı dillerine de çevrilmiştir.
Güleç yüzlü, hoş sohbet ve sevimli bir mizaca sahip olduğu belirtilen İbnü’l-Cevzî, vaazları ile yüz binlerce insanı etkilemiş; hem zâhiren hem de bâtınen Müslümanlığın gereklerini yerine getiren, giyimi ve beslenmesi dâhil letafetine ve zarafetine önem gösteren bir isimdi.
1201 yılının Ramazanında bir Cuma gecesi Hakk'a yürüdüğünde bütün Bağdat halkı cenazesine katılmış ve onu ebedî istirahatgâhına uğurlamıştı.
"Allah, iyiliğini istediği kimseyi ilim arayışında iyi niyetle donatır. O kimse ilmi ondan yararlanmak ve başkalarını da yararlandırmak için öğrenir, ilmin kendisine sunduğu fırsatları hiç umursamaz."
Eserin okuyucu için diğer bir çarpıcı yanı ise her bir okurun bu çalışmayı baştan sona kadar okumasa da içindeki alt bölümlerden münferit bir şekilde yararlanabilme imkânının olmasıdır. İbnü'l-Cevzî'nin bir olay üzerine yaptığı çıkarımlardan oluşan bir hikâyeyi dinlermişçesine okumak isteyen bir okur ilgili bölümlere göz atarken bir ilim adamı ilgili bölümlerdeki tabiri caizse "akademik" çıkarımlara ve tartışmalara bakabilir.
Ayetler ve hadisler eşliğinde İbnü'l-Cevzî'nin kendi hayatını okuruna açtığını bu güzide eser, cevabı bulunamamış soruları cevaplamaya, mutmain olmak isteyen kalplere bir âb-ı hayat sunmaya niyet ediyor.
Hande Yıldırım Önsöz
twitter.com/miskiamber
18 Ekim 2019 Cuma
16 Ekim 2019 Çarşamba
Uykusuzluk ve umutsuzluk arasında bir deli
‘Çağın uykusuz filozofu’ tanımlaması yapılan Emil Michel Cioran’ın kitaplarının dilimize bir bir çevriliyor olması, düşünce dünyamıza katkı bakımından son zamanlardaki en önemli şeylerden biri. İçinde bulunduğumuz yıl içinde önce, Redingot Yayınları’ndan Yeni Tanrılar ve şimdi de Jaguar Kitap’tan yayımlanan Umutsuzluğun Doruklarında kitaplarıyla, bu uykusuz filozofu anlama yoluna bir taş daha koyuyoruz. Elbette, ben, Umutsuzluğun Doruklarında’yı Cioran’ın dilimize çevrilen diğer eserlerinin yanında ayrı bir yere koyuyorum. Çünkü bu kitap yazarın henüz 23 yaşında kaleme aldığı bir eser ve külliyatının ilk kitabı. Yani yazarın o girift ve ilginç beyninin en ham hali diyebiliriz. Ve uykusuzluk illetinin onu bulduğu zamanların bize yansıması olduğu için, bu eserde, rafine fikir birliklerinden ziyade birçok şeyi ilk halleriyle bulmak mümkün.
Cioran’ın Metis Yayınları’ndan neşredilen ve Ezeli Mağlup adına sahip söyleşilerine ayrı bir önem veririm. Aslında sadece Cioran’ın değil hemen her yazarın söyleşilerine önem veririm. Çünkü yazarların, kitaplarında yaptıkları bazı ‘numaraları’ söyleşilerinde yapmadıklarına inanırım. İşte, Cioran’ın adı geçen kitaptaki söyleşilerini iyi okuyan bir okur, yazarın hayatındaki birçok önemli âna hâkim olacaktır. Bunlardan biri Cioran’ın o meşhur uykusuzluğudur. Yazar, bu söyleşilerinde uzun uzun, hayatının en önemli ve rahatsız edici anları olarak, ilk gençlik yıllarındaki uykusuzluk illetini ve bu zamanlardaki düşüncelerini gösterecektir. O anların ruhuna nasıl etki ettiğini sorular karşısında açıkça, bazen muzipçe anlatır. İşte bu kitabı, Umutsuzluğun Doruklarında’yı, uykusuzluğun doruklarında olarak okumak da mümkün: “Uykusuzluk, cenneti bir işkence odasına dönüştürebilecek baş döndürücü bir bilinç açıklığıdır.”
Ek olarak şunu söyleyebiliriz: Bu kitap kanaatimce, yazarın Türkçeye çevrilen kitapları içerisinde en sade dile ve üslûba sahip olanı. Elbette bunu ‘su gibi okunuyor’ anlamında söylemiyorum. Ama bir Çürümenin Kitabı’nın yoğunluğuna da sahip değil. Ve konu skalası oldukça geniş olan Çürümenin Kitabı’nın aksine, Cioran’ın beyninin daha kişisel taraflarını açığa çıkaran denemelerden oluşuyor.
Cioran dendiğinde benim aklıma en önce iki şey geliyor: Uykusuzluk ve onun nihilizmi. Her ne kadar nihilist olduğunu kabul etmese de, nihilizmi onun bu kitaptaki yazdıklarında sonuna kadar görüyoruz. Aslında bu kitap öncesine kadar ben de Cioran’ın nihilistten ziyade kuşkucu olduğunu düşünüyordum ancak bu kitap beni onun nihilist olduğuna ikna etti diyebilirim. Evet, bir söyleşisinde “daima inkârın cazibesine kapılmış olsam da nihilist değilim. Tanımlayamadığım bir ilham sonucunda hiçlik duygusunu ilk yaşadığımda çok gençtim, neredeyse çocuktum. Reddetme daima kendini kaptırmaktan daha güçlü oldu bende. Hem mutlaklık eğiliminin hem de ısrarlı bir boşluk duygusunun etkisi altındayken, nasıl ümit edebilirdim ki?” dese de, bu son kitabında “…İnsan o zaman dünyanın hiçliğinden, kendi hiçliğinden başka bir şey var mı diye sorar kendine” gibi ifadeleri çok sık kullanır. Aslında bu durum onun başlarda nihilistken sonradan kuşkuculuğa geçiş yaptığını gösterebilir . Cioran gibi olabilmek için madden olmasa da ruhsal olarak çok yalnız olmak gerekir. Cioran’ın yalnızlığında ve umutsuzluğunda şu ana kadar okuduklarım arasında sanırım sadece Simone Weil’i gördüm; ancak bence Cioran yalnızlığına kattığı ironiyle hayatla başa çıkmaya çalışır. Zihne ulaşmak için ne kadar büyük bir yalnızlık gerekiyor bize diyen filozofun yaşamı yadsıması da son derece doğaldır. Tabiî bir yadsımadır bu, zorluksuz ve acı çekerek:
“Yalnızlık yaşamı öylesine yadsır ki, içsel parçalanmalardan doğan zihinsel açılım neredeyse katlanılmaz olur.”
Ne demişti büyük şair buna karşılık: hep döşümde yaratkan, patlayıcı bir kimya/beynimde hep manalı bir uçurum.
Cioran, kitaptaki bütün denemelerde okuru illa ki bir yerden yakalıyor ancak en çok sarsan bölümlerin başında, diğer denemelere göre de uzun sayılabilecek 7.5 sayfalık Ölüm Üstüne denemesi geliyor. Yazar, ölüm duygusunu tam olarak kavramış ve bu konu hakkında içsel deneyimler geçirmiş bir düşünürdür. Fakat her an ölüm duygusuyla yaşamak, insana dünyada bulunduğu her dakika için ızdırap verir. O, bu ızdırabı daha çok gençken yaşamaya başladığı için ona anormal görünmez; ancak normal bir birey, belli bir zamandan sonra her an ölümle yaşamayı kaldıramayabilir. Burada kastedilen ölümü hatırdan çıkarmamak değil, ‘öleceğim ve acaba ne olacağım’ endişesidir: “Ölümü varlıktan ayrı düşünülemeyecek bir alın yazısı olarak değil de dışarıdan ortaya çıkıveren bir şey olarak görmek normal insanlara özgüdür. En büyük yanılsamalardan biri yaşamın ölüme tutsak olduğunu unutmaktan kaynaklanır.”
Cioran ölüm üzerine yazdığı denemede bu kavramı bir ruh bilimci gibi incelemiştir. Ve ayrıca diyebilirim ki, nihilist olduğuna kanıt olabilecek en sarih cümlelerin çoğunu bu denemesinde kaydetmiştir.
Umutsuzluğun Doruklarında, adından da anlaşılabileceği ve daha önce belirttiğim gibi, yazarın fikirlerinin en ham halini barındırıyor. Böyle olduğu için de, Cioran’ın ruhsal bunalımlarını en saf haliyle görebiliyoruz. Zaten çoğu denemesi muhtemelen buhran anlarında ve yoğun duygular altında yazıldı. İlk gençlik dönemlerinde yaşadığı o umutsuzluk, satırlarda çok net göze çarpıyor. Çelişkili bir şekilde olsa da:
“Şu anda hiçbir şeye inanmıyorum, hiç umudum yok. Yaşama çekicilik katan her şey bana anlamsız görünüyor. Ne geçmiş duygusu var içimde ne de gelecek; şimdi de gözümde yalnızca bir zehir. Umutsuz muyum değil miyim bilmiyorum; çünkü insanda hiç umut olmaması ille de umutsuzluğa işaret etmez. Hiçbir niteleme bana zarar veremez çünkü yitirecek hiçbir şeyim yok. … Her şeyden ne kadar da uzağım!”
Cioran bu ilk kitabında sadece felsefe yapmaz, sadece kendi ruhsal bunalımlarıyla ilgilenmez. Henüz 23 yaşında kaleme aldığı bu eserinde, birçok sosyologun, teologun, modern dünyaya düşman olan birçok düşünürün (mesela Byung-Chul Han) son yıllarda söylediklerini henüz 1934 yılında söylemiştir. Ona göre bunca çaba, bunca hırs niye’dir ve insan sessizlik duygusunu yitirmiştir. İnsan artık şimdide yaşayamadığı için, kendisini bunaltan, köleleştiren gereksinim dışı şeyleri biriktirir; gelecek duygusu onun için bir felaket olmuştur der.
Cioran söyleşilerinde, kendisinin hangi kitabının ilk olarak okunması gerektiğiyle ilgili soruya ‘fark etmez’ minvalinde bir yanıt vermiştir ancak bu yanıtı ben benimsemiyorum. Evet, Cioran belki temel olarak zıt şeylerden bahsetmez ancak ilk kitaplarının ve bir buhran zamanlarında ortaya çıkan kitapların ve düşüncelerin yeri farklıdır (olumlu-olumsuz). Ve ilk kitaplar her zaman özeldir. Özellikle Cioran felsefesinin çıkış noktası olan bu kitabı diğerleriyle, “bu açıdan” bir tutmanın çok doğru olmadığını düşünüyorum. Bu kitap çünkü bir kaynak kitabı gibidir. Çürümenin Kitabı kadar sert, Burukluk kadar ironik, Gözyaşları ve Azizler kadar aykırı olmasa da, bir doğuş görülüyor bu kitapta.
Ve ne demişti şair: Acı duymak ruhun fiyakasıdır. O acıyı en iyi duyan düşünürlerden biri Cioran’dır, bu acıyı en iyi yansıttığı kitabı da Umutsuzluğun Doruklarında kitabıdır.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Cioran’ın Metis Yayınları’ndan neşredilen ve Ezeli Mağlup adına sahip söyleşilerine ayrı bir önem veririm. Aslında sadece Cioran’ın değil hemen her yazarın söyleşilerine önem veririm. Çünkü yazarların, kitaplarında yaptıkları bazı ‘numaraları’ söyleşilerinde yapmadıklarına inanırım. İşte, Cioran’ın adı geçen kitaptaki söyleşilerini iyi okuyan bir okur, yazarın hayatındaki birçok önemli âna hâkim olacaktır. Bunlardan biri Cioran’ın o meşhur uykusuzluğudur. Yazar, bu söyleşilerinde uzun uzun, hayatının en önemli ve rahatsız edici anları olarak, ilk gençlik yıllarındaki uykusuzluk illetini ve bu zamanlardaki düşüncelerini gösterecektir. O anların ruhuna nasıl etki ettiğini sorular karşısında açıkça, bazen muzipçe anlatır. İşte bu kitabı, Umutsuzluğun Doruklarında’yı, uykusuzluğun doruklarında olarak okumak da mümkün: “Uykusuzluk, cenneti bir işkence odasına dönüştürebilecek baş döndürücü bir bilinç açıklığıdır.”
Ek olarak şunu söyleyebiliriz: Bu kitap kanaatimce, yazarın Türkçeye çevrilen kitapları içerisinde en sade dile ve üslûba sahip olanı. Elbette bunu ‘su gibi okunuyor’ anlamında söylemiyorum. Ama bir Çürümenin Kitabı’nın yoğunluğuna da sahip değil. Ve konu skalası oldukça geniş olan Çürümenin Kitabı’nın aksine, Cioran’ın beyninin daha kişisel taraflarını açığa çıkaran denemelerden oluşuyor.
Cioran dendiğinde benim aklıma en önce iki şey geliyor: Uykusuzluk ve onun nihilizmi. Her ne kadar nihilist olduğunu kabul etmese de, nihilizmi onun bu kitaptaki yazdıklarında sonuna kadar görüyoruz. Aslında bu kitap öncesine kadar ben de Cioran’ın nihilistten ziyade kuşkucu olduğunu düşünüyordum ancak bu kitap beni onun nihilist olduğuna ikna etti diyebilirim. Evet, bir söyleşisinde “daima inkârın cazibesine kapılmış olsam da nihilist değilim. Tanımlayamadığım bir ilham sonucunda hiçlik duygusunu ilk yaşadığımda çok gençtim, neredeyse çocuktum. Reddetme daima kendini kaptırmaktan daha güçlü oldu bende. Hem mutlaklık eğiliminin hem de ısrarlı bir boşluk duygusunun etkisi altındayken, nasıl ümit edebilirdim ki?” dese de, bu son kitabında “…İnsan o zaman dünyanın hiçliğinden, kendi hiçliğinden başka bir şey var mı diye sorar kendine” gibi ifadeleri çok sık kullanır. Aslında bu durum onun başlarda nihilistken sonradan kuşkuculuğa geçiş yaptığını gösterebilir . Cioran gibi olabilmek için madden olmasa da ruhsal olarak çok yalnız olmak gerekir. Cioran’ın yalnızlığında ve umutsuzluğunda şu ana kadar okuduklarım arasında sanırım sadece Simone Weil’i gördüm; ancak bence Cioran yalnızlığına kattığı ironiyle hayatla başa çıkmaya çalışır. Zihne ulaşmak için ne kadar büyük bir yalnızlık gerekiyor bize diyen filozofun yaşamı yadsıması da son derece doğaldır. Tabiî bir yadsımadır bu, zorluksuz ve acı çekerek:
“Yalnızlık yaşamı öylesine yadsır ki, içsel parçalanmalardan doğan zihinsel açılım neredeyse katlanılmaz olur.”
Ne demişti büyük şair buna karşılık: hep döşümde yaratkan, patlayıcı bir kimya/beynimde hep manalı bir uçurum.
Cioran, kitaptaki bütün denemelerde okuru illa ki bir yerden yakalıyor ancak en çok sarsan bölümlerin başında, diğer denemelere göre de uzun sayılabilecek 7.5 sayfalık Ölüm Üstüne denemesi geliyor. Yazar, ölüm duygusunu tam olarak kavramış ve bu konu hakkında içsel deneyimler geçirmiş bir düşünürdür. Fakat her an ölüm duygusuyla yaşamak, insana dünyada bulunduğu her dakika için ızdırap verir. O, bu ızdırabı daha çok gençken yaşamaya başladığı için ona anormal görünmez; ancak normal bir birey, belli bir zamandan sonra her an ölümle yaşamayı kaldıramayabilir. Burada kastedilen ölümü hatırdan çıkarmamak değil, ‘öleceğim ve acaba ne olacağım’ endişesidir: “Ölümü varlıktan ayrı düşünülemeyecek bir alın yazısı olarak değil de dışarıdan ortaya çıkıveren bir şey olarak görmek normal insanlara özgüdür. En büyük yanılsamalardan biri yaşamın ölüme tutsak olduğunu unutmaktan kaynaklanır.”
Cioran ölüm üzerine yazdığı denemede bu kavramı bir ruh bilimci gibi incelemiştir. Ve ayrıca diyebilirim ki, nihilist olduğuna kanıt olabilecek en sarih cümlelerin çoğunu bu denemesinde kaydetmiştir.
Umutsuzluğun Doruklarında, adından da anlaşılabileceği ve daha önce belirttiğim gibi, yazarın fikirlerinin en ham halini barındırıyor. Böyle olduğu için de, Cioran’ın ruhsal bunalımlarını en saf haliyle görebiliyoruz. Zaten çoğu denemesi muhtemelen buhran anlarında ve yoğun duygular altında yazıldı. İlk gençlik dönemlerinde yaşadığı o umutsuzluk, satırlarda çok net göze çarpıyor. Çelişkili bir şekilde olsa da:
“Şu anda hiçbir şeye inanmıyorum, hiç umudum yok. Yaşama çekicilik katan her şey bana anlamsız görünüyor. Ne geçmiş duygusu var içimde ne de gelecek; şimdi de gözümde yalnızca bir zehir. Umutsuz muyum değil miyim bilmiyorum; çünkü insanda hiç umut olmaması ille de umutsuzluğa işaret etmez. Hiçbir niteleme bana zarar veremez çünkü yitirecek hiçbir şeyim yok. … Her şeyden ne kadar da uzağım!”
Cioran bu ilk kitabında sadece felsefe yapmaz, sadece kendi ruhsal bunalımlarıyla ilgilenmez. Henüz 23 yaşında kaleme aldığı bu eserinde, birçok sosyologun, teologun, modern dünyaya düşman olan birçok düşünürün (mesela Byung-Chul Han) son yıllarda söylediklerini henüz 1934 yılında söylemiştir. Ona göre bunca çaba, bunca hırs niye’dir ve insan sessizlik duygusunu yitirmiştir. İnsan artık şimdide yaşayamadığı için, kendisini bunaltan, köleleştiren gereksinim dışı şeyleri biriktirir; gelecek duygusu onun için bir felaket olmuştur der.
Cioran söyleşilerinde, kendisinin hangi kitabının ilk olarak okunması gerektiğiyle ilgili soruya ‘fark etmez’ minvalinde bir yanıt vermiştir ancak bu yanıtı ben benimsemiyorum. Evet, Cioran belki temel olarak zıt şeylerden bahsetmez ancak ilk kitaplarının ve bir buhran zamanlarında ortaya çıkan kitapların ve düşüncelerin yeri farklıdır (olumlu-olumsuz). Ve ilk kitaplar her zaman özeldir. Özellikle Cioran felsefesinin çıkış noktası olan bu kitabı diğerleriyle, “bu açıdan” bir tutmanın çok doğru olmadığını düşünüyorum. Bu kitap çünkü bir kaynak kitabı gibidir. Çürümenin Kitabı kadar sert, Burukluk kadar ironik, Gözyaşları ve Azizler kadar aykırı olmasa da, bir doğuş görülüyor bu kitapta.
Ve ne demişti şair: Acı duymak ruhun fiyakasıdır. O acıyı en iyi duyan düşünürlerden biri Cioran’dır, bu acıyı en iyi yansıttığı kitabı da Umutsuzluğun Doruklarında kitabıdır.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
15 Ekim 2019 Salı
Karanlık, sert ve güldüren hikâyeler
Ahmet Balcı ile tanışmamız yeni sayılır fakat nispeten kısa sayılabilecek bu süreye sağlam bir dostluk sığdırdık. Kendisi epeydir üzerinde uğraştığı, yayımlanma ve diğer süreçlerini de takip edebildiğim bu eserini yayınladı. Kitabı çıktığı gün kitapyurdu sitesinden ilk alan, hem de üç tane alan kişiyim. Neden almayayım ki? “Dostumdan mı kazanacağım?” düşüncesini hiç kabul etmem. Tabii ki dostumuzdan kazanacağız, düşmanımız mı destek olacak bize? En kısa zamanda birkaç tane daha alıp sağa sola hediye edeceğim. Çünkü kitap harika.
Açıkçası kitabı, doktora tez çalışmalarım arasına kafamı rahatlatmak için her gün bir hikâye şeklinde dağıtarak okudum. 10 hikâye 10 gün gibi basit bir matematik hesabıyla tamamlandı fakat eğer boş olsam baştan sona bir gün içinde, birkaç saatte okuyup bitiridim. Çünkü Ahmet Balcı’nın üslubu ve kurgusu hem karmaşık hem de keyifle okutacak ve takip ettirecek kadar net ve rahat. Kendimi çok soyutlamaya ve Ahmet Balcı ile arkadaşlığımızı bir kenarı koyarak okumaya çabaladım. Hatta birkaç yazım hatası ve cümle düşüklüğü bile yakaladım ki bunları kendisine ileteceğim. Fakat tüm çabama rağmen kitabı ciddi anlamda beğendim.
Öncelikle kitapla ilgili söyleyebileceğim ilk dikkati çeken şeyler karanlık bir havası olan ve sert bir kitap. Evet, suya sabuna dokunan, söyleyeceklerini pervazısca söyleyen, bu sebeple de tam benlik kafada bir kitap. Hatta bununla ilgili bazı düşüncelerimi bizzat kendisine ilettim ve gülüştük. Bunlar da aramızda kalsın. Dediğim gibi kitap epey karanlık ve sert. Fakat yine de Ahmet Balcı’nın ilerleyen kitaplarıyla birlikte bir tür imzasına dönüşeceği üslubu okuyanı alıp götürüyor. Mizah ise tam dozunda. Ahmet Balcı maç boyunca durup, iki bilek hareketi ile seyircileri coşturup, bir asist, bir gol ile maçı alan Alex De Souza gibi gereken yerde veriyor coşkuyu, salıyor mizahı. Birkaç yerde kahkaha attım hatta. Mesela hayatın gözlerinin önünden bir youtube videosu gibi geçmesi veya seyyahın şehri öğlene kadar dolaşıp bitirmesi kısımlarında. Fazla ön bilgi vermeyeyim de heyecanı kaçmasın.
Ahmet Balcı’nın 10 adet hikâye içeren Parmak Hesabıyla İki Kişi adlı bu eseri gerçekten kaliteli ve başarılı. Çolpan Kitap da gayet güzel bir yayın hazırlamış. Kişisel favorilerim Aprın, Şiir Âşığı ve Tukay 27 oldu. Fakat kitaptaki tüm eserler birbirinden güzel. Güldürürken düşündürme, düşündürürken güldürme, kelebek gibi uçup arı gibi sokma klişelerini sonuna kadar başarılı bir şekilde gerçekleştiren kitabı herkese tavsiye etmek gibi bir klişeyle yazımı bitirmek istiyorum.
Seçkin Sarpkaya
Açıkçası kitabı, doktora tez çalışmalarım arasına kafamı rahatlatmak için her gün bir hikâye şeklinde dağıtarak okudum. 10 hikâye 10 gün gibi basit bir matematik hesabıyla tamamlandı fakat eğer boş olsam baştan sona bir gün içinde, birkaç saatte okuyup bitiridim. Çünkü Ahmet Balcı’nın üslubu ve kurgusu hem karmaşık hem de keyifle okutacak ve takip ettirecek kadar net ve rahat. Kendimi çok soyutlamaya ve Ahmet Balcı ile arkadaşlığımızı bir kenarı koyarak okumaya çabaladım. Hatta birkaç yazım hatası ve cümle düşüklüğü bile yakaladım ki bunları kendisine ileteceğim. Fakat tüm çabama rağmen kitabı ciddi anlamda beğendim.
Öncelikle kitapla ilgili söyleyebileceğim ilk dikkati çeken şeyler karanlık bir havası olan ve sert bir kitap. Evet, suya sabuna dokunan, söyleyeceklerini pervazısca söyleyen, bu sebeple de tam benlik kafada bir kitap. Hatta bununla ilgili bazı düşüncelerimi bizzat kendisine ilettim ve gülüştük. Bunlar da aramızda kalsın. Dediğim gibi kitap epey karanlık ve sert. Fakat yine de Ahmet Balcı’nın ilerleyen kitaplarıyla birlikte bir tür imzasına dönüşeceği üslubu okuyanı alıp götürüyor. Mizah ise tam dozunda. Ahmet Balcı maç boyunca durup, iki bilek hareketi ile seyircileri coşturup, bir asist, bir gol ile maçı alan Alex De Souza gibi gereken yerde veriyor coşkuyu, salıyor mizahı. Birkaç yerde kahkaha attım hatta. Mesela hayatın gözlerinin önünden bir youtube videosu gibi geçmesi veya seyyahın şehri öğlene kadar dolaşıp bitirmesi kısımlarında. Fazla ön bilgi vermeyeyim de heyecanı kaçmasın.
Ahmet Balcı’nın 10 adet hikâye içeren Parmak Hesabıyla İki Kişi adlı bu eseri gerçekten kaliteli ve başarılı. Çolpan Kitap da gayet güzel bir yayın hazırlamış. Kişisel favorilerim Aprın, Şiir Âşığı ve Tukay 27 oldu. Fakat kitaptaki tüm eserler birbirinden güzel. Güldürürken düşündürme, düşündürürken güldürme, kelebek gibi uçup arı gibi sokma klişelerini sonuna kadar başarılı bir şekilde gerçekleştiren kitabı herkese tavsiye etmek gibi bir klişeyle yazımı bitirmek istiyorum.
Seçkin Sarpkaya
14 Ekim 2019 Pazartesi
Hasan Aycın’ın çizgilerini okumak için sıçrama noktası
Hasan Aycın’ın çizgileri hakkında daha önce iki kitap yayınlanmıştı. Ömer Lekesiz’in kitabı Hasan Aycın’ın Çizgilerinden Örnekle Çizgi Sanatında Dil ve Mesaj adını taşıyordu. Kitap çizgi sanatı hakkında genel bir çerçeve verirken Hasan Aycın’ın çizgilerini de bu çerçevenin somutlaştığı bir örnek olarak göstermekte ve okumaktaydı. İkinci kitap ise Cemal Şakar’ın kaleme aldığı Hasan Aycın’ın Çizgi'si oldu. Bu kitapta da Şakar, Aycın’ın çizgilerini kendi belirlediği başlıklar manzumesi dâhilinde değerlendiriyordu. Mete Çamdereli ise Çizgiyi Okumak kitabıyla kendi hayat tecrübesi ile göstergebilimin bakış açısını harmanlayarak bir okuma gayretine girişiyor.
Mete Çamdereli, kitap boyunca Hasan Aycın’ın çizgilerini unsurlarına ayırarak anlamlandırmayı tercih ediyor. Okur adım adım çizginin başka bir boyutuna ulaşıyor ve parçalardan yola çıkarak bütüne ulaşan bir maceranın yol haritasını çizmeyi öğreniyor kitaptan. Nitekim Çamdereli de kitap hakkında şunları söylüyor: “Her mesaj gibi çizgi de çizerin işlediği o sonsuz ve sınırsız cevherden biçimlenir, kaynak-çizerin muhayyilesini hedef-muhatabına sezdirir ve sezdirdiği imgesel örüntüler muhatabınca yeniden işlenir. Çizginin tekil muhatabı, sürdürülebilir döngüye katılarak onu kendi imgeleriyle besler, olgunlaştırır. Biz de, yöntemsel basamaklar eşliğinde öyle yapmaya çalıştık. Çizgiyi Okumak’ın okuru da öyle yapacak kuşkusuz; çizgiyi kendi imgeleriyle besleyecek, onu kendi imgeleriyle fehim ve idrak edecektir. Bizim okumamızsa okura sadece bir tramplen olacak; ona bir sıçrama noktası olarak destek verecektir.”
Çizgileri bir metni okur gibi anlamlandıran Çamdereli, modern çizgi sanatının geleneksel sanatların da imkânlarından yararlanarak bir siyer anlatısını nasıl kurabileceğine ilişkin Aycın’ın tecrübesini ele alıyor. Böylece kitap bir açıdan da “çizgisel surette peygamber temsili” gibi hakkında kolay kolay kalem oynatılmayan bir alana yöneliyor. Hem konu zor hem de çizeri henüz üretmeye devam eden, yani bir sonraki çizgisiyle bambaşka bir yönelime açılabilecek ve hakkında nihai sözü söylemek için henüz erken olan bir sanatçı. Yine de bu durum bizi Hasan Aycın’ın çizgileri hakkında susmaya itmemeli. Zira bu noktada tercih edilebilecek bir suskunluk, Aycın hakkında yanlış tespitte bulunmaktan bile daha büyük bir yanlış olur. Eleştirel okumaları yanlış yola sevk eden yanlış okumalar ve adlandırmalar değil sessizce geçiştirilmelerdir. Söz boşlukta değil başka yorumlar ve değerlendirmeler arasında ve onlara rağmen büyür, derinleşir. Suskunluk ise koca bir çölden başka bir yere varmaz. Bir sanat eserini okurken ortaya konulan anlam, eserden bir tarladan buğday hasat eder gibi devşirilen bir şey değil o buğdayın değirmede öğütülmesiyle yani yorumlanması ile inşa edilir. Mete Çamdereli, eserin kendisine ihsan ve ilham ettiği anlamı değil eserden yola çıkarak inşa ediyor. Okurunu da “nihai çözüme” ulaştırmıyor, kendi Hasan Aycın okumalarını inşa etmeye çağırıyor Çamdereli. Elbette bunun zor ve meşakkatli bir sürecin halkası olduğunun da farkındayım. Ancak bir de şu açıdan bakın kolayca çözümlenebilecek bir mesele olsaydı, meseleleri çözmenin bir anlamı kalır mıydı?
Her ne kadar 96 sayfalık bir kitap olsa da Çizgiyi Okumak kütüphaneler dolusu çalışmaya öncülük yapabilecek bir potansiyele sahip. Umarım görsel kültür ve sanat okumaları daha da derinleşir. Bu okumalar ne kadar derinleşirse Çizgiyi Okumak adlı kitabın hakkını vermemiz de o derece mümkünler sahasına dâhil olabilir.
Bir ifade olarak görseli okumayı, bakmak ile görmek arasındaki fark üzerinden anlaşılabilir. Çünkü bakmaktan farklı olarak görmek anlamayı, anlamlandırmayı gerektiren, emek isteyen bir süreçtir. Çizginin kelimelerle sınırlı olmaması sizi kandırmasın. Sonuçta anlamanın eşiğinde olan insanın idraki kelimelerle sınırlıdır. Anlatılabilenin sınırı olan anlaşılabilen de dolayısıyla kelimelerle ifade edilebilendir. Sözün bittiği yer bu yüzden de anlaşılabilenin bittiği yerdir. Hasan Aycın hakkında kaleme alınan çalışmalar tam da bu yüzden önemlidir.
Çizgiyi Okumak kitabının bir başka önemli yanı ise “kişisel tanışıklık” ile “göstergebilim”in dengeli bir dil ile ilerlemesi. Çamdereli, Aycın ile şahsi tanışıklıktan kaynaklanan anıların sıcaklığı ile içinde yer aldığı bilimsel disiplinin gereklerini iki tarafın da hakkını vererek Çizgiyi Okumak’ı kaleme almış. Yakın bir dönemde Din Ekranda Nasıl Durur? adlı kitabıyla din algısını ekran aynasına bakarak anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştığı gibi şimdi de genelde sanatı özelde çizgiyi benzer bir sürece dahil ediyor.
Umarım yazının başında isimlerini andığım kitaplarla birlikte Hasan Aycın hakkında kaleme alınan üç kitap, onun çizgilerini anlamlandırmaya çalışmamızda bir “girizgah” olur ve bu vadi başka başka kitaplarla daha derinleşir ve zenginleşir. Zira Hasan Aycın’ın çizgileri üç kitapla tüketilebilecek bir konu değil.
Suavi Kemal Yazgıç
Mete Çamdereli, kitap boyunca Hasan Aycın’ın çizgilerini unsurlarına ayırarak anlamlandırmayı tercih ediyor. Okur adım adım çizginin başka bir boyutuna ulaşıyor ve parçalardan yola çıkarak bütüne ulaşan bir maceranın yol haritasını çizmeyi öğreniyor kitaptan. Nitekim Çamdereli de kitap hakkında şunları söylüyor: “Her mesaj gibi çizgi de çizerin işlediği o sonsuz ve sınırsız cevherden biçimlenir, kaynak-çizerin muhayyilesini hedef-muhatabına sezdirir ve sezdirdiği imgesel örüntüler muhatabınca yeniden işlenir. Çizginin tekil muhatabı, sürdürülebilir döngüye katılarak onu kendi imgeleriyle besler, olgunlaştırır. Biz de, yöntemsel basamaklar eşliğinde öyle yapmaya çalıştık. Çizgiyi Okumak’ın okuru da öyle yapacak kuşkusuz; çizgiyi kendi imgeleriyle besleyecek, onu kendi imgeleriyle fehim ve idrak edecektir. Bizim okumamızsa okura sadece bir tramplen olacak; ona bir sıçrama noktası olarak destek verecektir.”
Çizgileri bir metni okur gibi anlamlandıran Çamdereli, modern çizgi sanatının geleneksel sanatların da imkânlarından yararlanarak bir siyer anlatısını nasıl kurabileceğine ilişkin Aycın’ın tecrübesini ele alıyor. Böylece kitap bir açıdan da “çizgisel surette peygamber temsili” gibi hakkında kolay kolay kalem oynatılmayan bir alana yöneliyor. Hem konu zor hem de çizeri henüz üretmeye devam eden, yani bir sonraki çizgisiyle bambaşka bir yönelime açılabilecek ve hakkında nihai sözü söylemek için henüz erken olan bir sanatçı. Yine de bu durum bizi Hasan Aycın’ın çizgileri hakkında susmaya itmemeli. Zira bu noktada tercih edilebilecek bir suskunluk, Aycın hakkında yanlış tespitte bulunmaktan bile daha büyük bir yanlış olur. Eleştirel okumaları yanlış yola sevk eden yanlış okumalar ve adlandırmalar değil sessizce geçiştirilmelerdir. Söz boşlukta değil başka yorumlar ve değerlendirmeler arasında ve onlara rağmen büyür, derinleşir. Suskunluk ise koca bir çölden başka bir yere varmaz. Bir sanat eserini okurken ortaya konulan anlam, eserden bir tarladan buğday hasat eder gibi devşirilen bir şey değil o buğdayın değirmede öğütülmesiyle yani yorumlanması ile inşa edilir. Mete Çamdereli, eserin kendisine ihsan ve ilham ettiği anlamı değil eserden yola çıkarak inşa ediyor. Okurunu da “nihai çözüme” ulaştırmıyor, kendi Hasan Aycın okumalarını inşa etmeye çağırıyor Çamdereli. Elbette bunun zor ve meşakkatli bir sürecin halkası olduğunun da farkındayım. Ancak bir de şu açıdan bakın kolayca çözümlenebilecek bir mesele olsaydı, meseleleri çözmenin bir anlamı kalır mıydı?
Her ne kadar 96 sayfalık bir kitap olsa da Çizgiyi Okumak kütüphaneler dolusu çalışmaya öncülük yapabilecek bir potansiyele sahip. Umarım görsel kültür ve sanat okumaları daha da derinleşir. Bu okumalar ne kadar derinleşirse Çizgiyi Okumak adlı kitabın hakkını vermemiz de o derece mümkünler sahasına dâhil olabilir.
Bir ifade olarak görseli okumayı, bakmak ile görmek arasındaki fark üzerinden anlaşılabilir. Çünkü bakmaktan farklı olarak görmek anlamayı, anlamlandırmayı gerektiren, emek isteyen bir süreçtir. Çizginin kelimelerle sınırlı olmaması sizi kandırmasın. Sonuçta anlamanın eşiğinde olan insanın idraki kelimelerle sınırlıdır. Anlatılabilenin sınırı olan anlaşılabilen de dolayısıyla kelimelerle ifade edilebilendir. Sözün bittiği yer bu yüzden de anlaşılabilenin bittiği yerdir. Hasan Aycın hakkında kaleme alınan çalışmalar tam da bu yüzden önemlidir.
Çizgiyi Okumak kitabının bir başka önemli yanı ise “kişisel tanışıklık” ile “göstergebilim”in dengeli bir dil ile ilerlemesi. Çamdereli, Aycın ile şahsi tanışıklıktan kaynaklanan anıların sıcaklığı ile içinde yer aldığı bilimsel disiplinin gereklerini iki tarafın da hakkını vererek Çizgiyi Okumak’ı kaleme almış. Yakın bir dönemde Din Ekranda Nasıl Durur? adlı kitabıyla din algısını ekran aynasına bakarak anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştığı gibi şimdi de genelde sanatı özelde çizgiyi benzer bir sürece dahil ediyor.
Umarım yazının başında isimlerini andığım kitaplarla birlikte Hasan Aycın hakkında kaleme alınan üç kitap, onun çizgilerini anlamlandırmaya çalışmamızda bir “girizgah” olur ve bu vadi başka başka kitaplarla daha derinleşir ve zenginleşir. Zira Hasan Aycın’ın çizgileri üç kitapla tüketilebilecek bir konu değil.
Suavi Kemal Yazgıç
Bektaşiliğin tarihi serüveni hakkında derin gözlemler
Tarihi hamaset noktasındaki gayret ve heyecanımız ne yazık ki geçmişi araştırma, tanıma, anlamlandırma söz konusu olduğunda çok cılızlaşıyor. Olan biteni anlamak yerine olan bitene farklı anlamlar yüklüyoruz. Kafamızdaki kurgulara tarihten kanıtlar arıyoruz. Düşüncemize, tasavvurumuza uymayan ne varsa ya görmezden geliyoruz ya yok sayıyoruz ya da düşmanca yaklaşıyoruz. Tarihe en çok vurgu yapanlar tarihi en az bilenler sanırım.
Bugün hakkında en az bilgi sahibi olunan bunun yanında en çok konuşulan tarihi şahsiyetlerden biri de Hacı Bektaş Veli'dir. Aynı zamanda Hacı Bektaş Veli’nin kurucusu olduğu Bektaşilik… Toplum hafızasında çok sayıda Hacı Bektaş silüeti var. Kimileri onun hiçbir bilgisinin ve toplumsal karizmasının olmadığından bahsederken kimi araştırmacılar bilgili, görgülü ve karizmatik bir şahsiyet olarak insanları etkilediğini söylüyor. Hangi Hacı Bektaş Veli? Hacı Bektaş Veli’nin yolu nasıl Bektaşi Tarikatine dönüşüyor? Osmanlı’nın ilk dönemlerinde el üstünde tutulan gazi dervişler hangi nedenlerle daha sonra dışlanıyor ve Bektaşilik bunları altında toplayan bir şemsiyeye dönüşüyor? Yeniçeri Ocağı gibi Osmanlı’nın merkezinde yer alan bir askeri kurumun manevi ocağı olan Bektaşilik aynı zamanda hangi saiklerle bütün heterodoksi unsurların üssü haline geliyor?
Osmanlı’nın erken dönem toplum ve siyasetindeki dervişler, Kızılbaş kimliğin kökenleri, Alevilik ve Bektaşilik üzerine çalışan Rıza Yıldırım, "Hacı Bektaş Veli’den Balım Sultan’a: Bektaşiliğin Doğuşu” adlı kitabıyla Bektaşiliğin Hacı Bektaş Veli’den başlayıp Balım Sultan’a uzanan iki buçuk asırlık tarihinin izini sürüyor. Hacı Bektaş Veli yolunun kurumsallaşarak Osmanlı’nın en büyük tarikatlarından birisi olma serüveni… Yıldırım’ın vurguladığı gibi Bektaşilik kurumsallaşmasını bir anda tamamlayarak ortaya çıkmış değil. Tarihinde Abdal Musa, Kızıldeli ve Balım Sultan gibi önemli şahsiyetler yer alıyor.
Bektaşiliğin Doğuşu, dokuz bölümden oluşuyor. Girişte Ortaçağ dönemi Anadolu’daki İslamî hayat pratikleri anlatılıyor. Rıza Yıldırım’ın da bahsettiği gibi o dönemlerde Anadolu’da bugünkü gibi Sunni bir anlayış sert biçimde etkin değildi. Ahîlik, Hurûfîlik, Bektaşîlik gibi tasavvufi hareketlerin yanında rafızi ve itizal unsurlar taşıyan inanışlar da mevcuttu. Ehli Sünnet dairesi içinde değerlendirilemeyecek bir çok çok serbest fikir, inanış ve akide yaygındı. “Ortaçağ Anadolu’sunda gördüğümüz İslam anlayışları sadece doktrin bakımından değil dindarlık uygulamaları bakımından da oldukça renkli ve heterojen bir manzara arz etmektedir. Bir yanda, büyük kentlerde Arap ve Fars kültürünün etkisinde gelişen klasik, kitabi, yüksek İslam, diğer yanda kırsala yayılmış geniş Türkmen kitleleri arasında şekillenen Halk İslamı vardı. İkinci grup yüksek İslam’ın ince ve sofistike meselelerini anlayacak eğitim ve idrak seviyesinden yoksun olduğu için tasavvufa dair bazı kavramları kabaca almış ve öteden beri devam ettiregeldiği örf ve ananelerinin üstüne İslamı bir cila olarak örtmüştü.” (sf. 38)
Rıza Yıldırım kitabında bir çok menkıbe ve o dönemleri anlatan kitapları karşılaştırıyor. Başka çalışmalardaki gibi bir tek kaynağa bağlı kalarak olayları yorumlamak yerine konularla ilgili kaynakları karşılaştırmalı olarak inceliyor. Hacı Bektaş Veli hakkındaki bir çok farklı ve birbiriyle çelişen bilgileri bu sayede biz de görebiliyoruz. Modern tarih yazıcılığında Hacı Bektaş şeyh ve müritlikten uzak bir meczup ve budala olarak gösteriliyor. Buna karşın daha erken tarihli kaynaklar ise Hacı Bektaş’tan bir şehy olarak bahsediyor. Saygıyla anılıyor. Bu farklılığın kaynağında siyasal bakışın etkili olduğu muhakkak. Osmanlı ilk kurulduğu dönemlerde gazi dervişlerin, akıncıların katkısı yadsınamaz. Bunlar yukarıda bahsedildiği gibi sunni bir çerçeveye girmez. İlk dönemlerde el üstünde tutulan bu savaşçı Türkmenler Beylik devlete dönüşmeye ve merkezileşmeye başladıkça gözden çıkarılmış ve sorun olarak algılanmıştır. Bu da ister istemez farklı dönemlerde farklı Hacı Bektaş ve Bektaşilik imgesi yaratmıştır.
Bektaşiliğin Doğuşu, çok önemli meseleleri ele alıyor. Okuyucuya geniş bir perspektif sunuyor. Bir inanç önderi ve saygın kişilik olan Hacı Bektaş Veli’nin yolu Abdal Musa ve Balım Sultan gibi önemli şahsiyetlerin tasarrufunda tarikate dönüşüyor. Osmanlı Safevi tehlikesine karşı dağınık Türkmenlerin Bektaşilik şemsiyesi altında toplanmasına destek veriyor. Şah İsmail’in propagandaları Türkmenler’de ciddi anlamda yankı buluyor. Bu tehlike karşısında Bektaşiliğin kurumsallaşması ve güçlenmesi için yoğun gayretler söz konusu. Safevi tehdidinin bitmesi ve Sunniliğin belirleyici olmasıyla Bektaşilik eski gücünü ve cazibesini yitiriyor, baskı altına alınıyor. Bu dönemlerde tarikat içi çatışmalar da kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor. Kızılbaşlar Bektaş Ocağına bağlanıyor ve “Tarık-Pençe” ayrışması kendini gösteriyor.
Kitabın üçüncü bölümü “Bektaşilik Yolunun Teşekkülü”nde Seyyid Ali Sultan, Sadık Abdal ve yolun kurucuları Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa, Kızıldeli hakkında hem tarihi kaynaklarda hem de menakıblarda geçen önemli bilgiler ele alınıyor. Rum Erenleri ya da Rum Abdalları hakkında da önemli bilgiler söz konusu.
Rıza Yıldırım kitabında tarikatların yasaklanması sonrasındaki Bektaşiliği de mercek altına alıyor. Burada tarikat içindeki ayrışmalar, Çekirdek bir Bektaşi grubun hem kültürel hem ekonomik olarak güçlenmesi, Bektaşilerin masonlukla ilişkileri, Milli Mücadele’ye destekleri, Doğu’da Alevi ve Bektaşi unsurların Mustafa Kemal Atatürk’le temasları anlatılıyor.
Bektaşi Tarikatinin lağvedilmesiyle taşradaki Bektaşi Tekkelerinin bazısı özellikle yeni olanları yıkılıyor. Eski tekkeler mescit ve medreseye çevriliyor. Hacı Bektaş dergâhına ise Nakşibendi bir şeyh getiriliyor.
Rıza Yıldırım’ın bu önemli kitabını okuduğumuzda bir kez daha dinle, inançla ilgili konuların siyasetten bağımsız ele alınamayacağını görüyoruz. Osmanlı’nın en önemli askeri gücünün manevi merkezi olan Bektaşilik konjonktüre bağlı olarak destekleniyor, kurumsallaşmasına yardım ediliyor. Konjonktürün değişmesiyle birlikte bu siyasi destek geri çekiliyor. Bektaşilik deyince olayın bir de Balkanlar boyutu var.
Konuyla ilgili bir perspektif kazanabilmek için Rıza Yıldırım’ın Hacı Bektaş Veli’den Balım Sultan’a Bektaşiliğin Doğuşu kitabı dikkatle okunmalı ve değerlendirilmeli.
Muaz Ergü
Bugün hakkında en az bilgi sahibi olunan bunun yanında en çok konuşulan tarihi şahsiyetlerden biri de Hacı Bektaş Veli'dir. Aynı zamanda Hacı Bektaş Veli’nin kurucusu olduğu Bektaşilik… Toplum hafızasında çok sayıda Hacı Bektaş silüeti var. Kimileri onun hiçbir bilgisinin ve toplumsal karizmasının olmadığından bahsederken kimi araştırmacılar bilgili, görgülü ve karizmatik bir şahsiyet olarak insanları etkilediğini söylüyor. Hangi Hacı Bektaş Veli? Hacı Bektaş Veli’nin yolu nasıl Bektaşi Tarikatine dönüşüyor? Osmanlı’nın ilk dönemlerinde el üstünde tutulan gazi dervişler hangi nedenlerle daha sonra dışlanıyor ve Bektaşilik bunları altında toplayan bir şemsiyeye dönüşüyor? Yeniçeri Ocağı gibi Osmanlı’nın merkezinde yer alan bir askeri kurumun manevi ocağı olan Bektaşilik aynı zamanda hangi saiklerle bütün heterodoksi unsurların üssü haline geliyor?
Osmanlı’nın erken dönem toplum ve siyasetindeki dervişler, Kızılbaş kimliğin kökenleri, Alevilik ve Bektaşilik üzerine çalışan Rıza Yıldırım, "Hacı Bektaş Veli’den Balım Sultan’a: Bektaşiliğin Doğuşu” adlı kitabıyla Bektaşiliğin Hacı Bektaş Veli’den başlayıp Balım Sultan’a uzanan iki buçuk asırlık tarihinin izini sürüyor. Hacı Bektaş Veli yolunun kurumsallaşarak Osmanlı’nın en büyük tarikatlarından birisi olma serüveni… Yıldırım’ın vurguladığı gibi Bektaşilik kurumsallaşmasını bir anda tamamlayarak ortaya çıkmış değil. Tarihinde Abdal Musa, Kızıldeli ve Balım Sultan gibi önemli şahsiyetler yer alıyor.
Bektaşiliğin Doğuşu, dokuz bölümden oluşuyor. Girişte Ortaçağ dönemi Anadolu’daki İslamî hayat pratikleri anlatılıyor. Rıza Yıldırım’ın da bahsettiği gibi o dönemlerde Anadolu’da bugünkü gibi Sunni bir anlayış sert biçimde etkin değildi. Ahîlik, Hurûfîlik, Bektaşîlik gibi tasavvufi hareketlerin yanında rafızi ve itizal unsurlar taşıyan inanışlar da mevcuttu. Ehli Sünnet dairesi içinde değerlendirilemeyecek bir çok çok serbest fikir, inanış ve akide yaygındı. “Ortaçağ Anadolu’sunda gördüğümüz İslam anlayışları sadece doktrin bakımından değil dindarlık uygulamaları bakımından da oldukça renkli ve heterojen bir manzara arz etmektedir. Bir yanda, büyük kentlerde Arap ve Fars kültürünün etkisinde gelişen klasik, kitabi, yüksek İslam, diğer yanda kırsala yayılmış geniş Türkmen kitleleri arasında şekillenen Halk İslamı vardı. İkinci grup yüksek İslam’ın ince ve sofistike meselelerini anlayacak eğitim ve idrak seviyesinden yoksun olduğu için tasavvufa dair bazı kavramları kabaca almış ve öteden beri devam ettiregeldiği örf ve ananelerinin üstüne İslamı bir cila olarak örtmüştü.” (sf. 38)
Rıza Yıldırım kitabında bir çok menkıbe ve o dönemleri anlatan kitapları karşılaştırıyor. Başka çalışmalardaki gibi bir tek kaynağa bağlı kalarak olayları yorumlamak yerine konularla ilgili kaynakları karşılaştırmalı olarak inceliyor. Hacı Bektaş Veli hakkındaki bir çok farklı ve birbiriyle çelişen bilgileri bu sayede biz de görebiliyoruz. Modern tarih yazıcılığında Hacı Bektaş şeyh ve müritlikten uzak bir meczup ve budala olarak gösteriliyor. Buna karşın daha erken tarihli kaynaklar ise Hacı Bektaş’tan bir şehy olarak bahsediyor. Saygıyla anılıyor. Bu farklılığın kaynağında siyasal bakışın etkili olduğu muhakkak. Osmanlı ilk kurulduğu dönemlerde gazi dervişlerin, akıncıların katkısı yadsınamaz. Bunlar yukarıda bahsedildiği gibi sunni bir çerçeveye girmez. İlk dönemlerde el üstünde tutulan bu savaşçı Türkmenler Beylik devlete dönüşmeye ve merkezileşmeye başladıkça gözden çıkarılmış ve sorun olarak algılanmıştır. Bu da ister istemez farklı dönemlerde farklı Hacı Bektaş ve Bektaşilik imgesi yaratmıştır.
Bektaşiliğin Doğuşu, çok önemli meseleleri ele alıyor. Okuyucuya geniş bir perspektif sunuyor. Bir inanç önderi ve saygın kişilik olan Hacı Bektaş Veli’nin yolu Abdal Musa ve Balım Sultan gibi önemli şahsiyetlerin tasarrufunda tarikate dönüşüyor. Osmanlı Safevi tehlikesine karşı dağınık Türkmenlerin Bektaşilik şemsiyesi altında toplanmasına destek veriyor. Şah İsmail’in propagandaları Türkmenler’de ciddi anlamda yankı buluyor. Bu tehlike karşısında Bektaşiliğin kurumsallaşması ve güçlenmesi için yoğun gayretler söz konusu. Safevi tehdidinin bitmesi ve Sunniliğin belirleyici olmasıyla Bektaşilik eski gücünü ve cazibesini yitiriyor, baskı altına alınıyor. Bu dönemlerde tarikat içi çatışmalar da kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor. Kızılbaşlar Bektaş Ocağına bağlanıyor ve “Tarık-Pençe” ayrışması kendini gösteriyor.
Kitabın üçüncü bölümü “Bektaşilik Yolunun Teşekkülü”nde Seyyid Ali Sultan, Sadık Abdal ve yolun kurucuları Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa, Kızıldeli hakkında hem tarihi kaynaklarda hem de menakıblarda geçen önemli bilgiler ele alınıyor. Rum Erenleri ya da Rum Abdalları hakkında da önemli bilgiler söz konusu.
Rıza Yıldırım kitabında tarikatların yasaklanması sonrasındaki Bektaşiliği de mercek altına alıyor. Burada tarikat içindeki ayrışmalar, Çekirdek bir Bektaşi grubun hem kültürel hem ekonomik olarak güçlenmesi, Bektaşilerin masonlukla ilişkileri, Milli Mücadele’ye destekleri, Doğu’da Alevi ve Bektaşi unsurların Mustafa Kemal Atatürk’le temasları anlatılıyor.
Bektaşi Tarikatinin lağvedilmesiyle taşradaki Bektaşi Tekkelerinin bazısı özellikle yeni olanları yıkılıyor. Eski tekkeler mescit ve medreseye çevriliyor. Hacı Bektaş dergâhına ise Nakşibendi bir şeyh getiriliyor.
Rıza Yıldırım’ın bu önemli kitabını okuduğumuzda bir kez daha dinle, inançla ilgili konuların siyasetten bağımsız ele alınamayacağını görüyoruz. Osmanlı’nın en önemli askeri gücünün manevi merkezi olan Bektaşilik konjonktüre bağlı olarak destekleniyor, kurumsallaşmasına yardım ediliyor. Konjonktürün değişmesiyle birlikte bu siyasi destek geri çekiliyor. Bektaşilik deyince olayın bir de Balkanlar boyutu var.
Konuyla ilgili bir perspektif kazanabilmek için Rıza Yıldırım’ın Hacı Bektaş Veli’den Balım Sultan’a Bektaşiliğin Doğuşu kitabı dikkatle okunmalı ve değerlendirilmeli.
Muaz Ergü
11 Ekim 2019 Cuma
Tedâvülden kalkmayan kitaplar
“Burada hayatım boyunca okuduğum, karıştırdığım, bir şekilde elime alıp oyalandığım kitaplardan söz etmiyorum. Herkes gibi ben de bir dünyanın içinden geliyorum. Herkes gibi beni de inşâ eden, yapılandıran, hatta çoğumuza ters gelse de kurgulayan bir arka plan var... / ... Burada hayatımızın hangi kesitinde, ne tür kitaplarla karşılaştığımızı anlatmaya çalışıyorum.”
- Necdet Subaşı, Tedavüldeki Kitaplar
Kitapla ilişkimiz her ne olursa olsun onunla karşılaşmamızın mutlaka bir hikâyesi vardır. Kitap ya da okuma kimimiz için hiçbir anlam ifade etmezken kimimiz çocukluğumuzdan itibaren bunu uğraş hâline getirerek yaşamımızın önemli bir parçası yaparız. Bir kısmımız diğer işlerimiz arasında elden geldiğince okumayı devam ettirmeye çalışırken çok azımız okumayı hayatının merkezine koyarak diğer işlerini ona göre şekillendirme şansını yakalar. Okumanın, özellikle kitap okumanın ‘zul’ addedildiği toplumumuzda her ne kadar yeterince okumadan yapılıyor olsa da, yazarlık ve akademisyenlik evvela birer okuma işidir.
Duran Boz’un editörlüğünü yaptığı Okuma Hikâyeleri’nde yazarlığı ile tanınan (İslami değerleri önceleyen) isimlerin kitapla karşılaşmaları anlatılır. Eserde yer alan yazarların kendi kaleminden okumaya nasıl başladıklarını, neler okuduklarını, imkân(sızlık)larını ve sonrasında okuma eğilimlerinin neye evrildiğini öğreniriz. Aşağı yukarı benzer süreçlerden geçmiş, hemen hemen aynı kitapları okumuşlardır. Çok azı kitabın bol olduğu, bu konuda çevresinden destek aldığı bir ortamın içine doğmuştur. Çoğunluk ise kitaba lüks demenin bile tasavvurların ötesindeki bir yaşamın içinden gelmektedir. Yazılar kısa kısadır lakin vermek istenilen mesaj oldukça nettir: ‘Okuma uğraşı bu insanların hayatlarının şekillenmesinde çok önemli bir role sahiptir.’ Onlar okumanın hayatı nasıl değiştirdiğinin canlı görüntüsü olarak karşımızda durur. Yaptıkları çalışmalar, ulaştıkları başarılar bunun kanıtıdır.
Benzer yazıların tek kişilik ve uzun versiyonları da bulunuyor. Necdet Subaşı’nın okuma serüvenini anlatan Tedâvüldeki Kitaplar onlardan biri. Tedâvüldeki Kitaplar için müellifin hangi dönemde ne tür kitapların hayatına girdiğini anlattığı bir anı/eleştiri kitabı diyebiliriz. 2015’te Tezkire Yayıncılık’tan “Kritik Öyküler” alt başlığıyla baskısı yapılan eser kısa süre önce Mahya Yayıncılık tarafından beş yeni yazı eklenerek tekrar yayınlandı. Toplamda yirmi üç yazının yer aldığı kitap yüz yetmiş beş sayfadan oluşuyor. Her birinin sonuna tarih düşülen yazıların yeni eklenenler hariç (on sekizinin) 2015 yılının yaz döneminde kaleme alındığı görülüyor. Necdet Subaşı o yıl ‘tatilini’ yazarak renklendirmiş sanırım. Edebiyata ilgisinin en baştan beri var olduğunu belirten müellifin Türkçeye hakimiyeti çalışmayı üst seviyede tutuyor. Akıcı dili, geniş kelime haznesi, kapsamlı anlatımı bunun göstergesi diyebiliriz. Elbette sosyolog gözlemini de unutmamak gerekiyor.
İmam hatipli ve ilahiyat çıkışlı olan Necdet Subaşı din sosyolojisi alanında uzmanlaşmış bir akademisyen. Dolayısıyla yazılarında sadece teolog kimliğinin değil sosyolog kimliğinin de yansımaları görülüyor. Çocukluk döneminden başlayarak üniversite günleri de dâhil öğrencilik yıllarında yoluna çıkan kitapları dönemin ruhuyla birlikte ele alıyor. İsminin Tedâvüldeki Kitaplar oluşunun sebebi bu olsa gerek. Zira muhatabını 1970’li ve 1980’li yıllara götüren yazıları okurken o yılların hâlet-i rûhiyesini din referanslı bir perspektiften görebiliyorsunuz. Yalnız, geçen zamana inat söz konusu kitapların birçoğunun kullanımına devam edildiğinin de altını çizmek gerekiyor.
Necdet Subaşı’nın okuma serüveni babasının sayılı kitaplarını dizdiği küçük bir dolaptan hatırı sayılır kişisel kitaplığa kadar uzanıyor. Çocukluk dönemindeki okuma algısı üzerinde duran Subaşı, babasının tesiriyle okuma adabını edindiğini söylüyor. Kitaba ulaşma imkânının kitaba olan ilgi gibi az olduğu dönemler olmasına karşın yazarın çevresinde nitelikli ve ciddi bir okuma çabası olduğu anlaşılıyor. Yazarın babasının da aralarında olduğu bir grup genel anlayışın dışına çıkmaya çalışmaktadır. Toplumun geneli kitaba ve Kur’an’a geleneksel din algısıya bakmaktadır ve onlara göre kitap Kur’an ve ilmihâlle özdeşleşmiş bir olgudur. Dolayısıyla okumak da Kur’an ve ilmihâl okumakla sınırlıdır. Necdet Subaşı babası sayesinde bu algının dışında kalmış nispeten daha geniş bir kitap listesine ulaşabilmiştir. Ama henüz yolun çok başında olduğunu daha sonra anlayacaktır.
Kitapta, genelde Anadolu insanının özelde dindar kesimin maruz kaldığı uygulamaların tümüne rastlamak mümkün. Konjonktürel olarak siyasi ve ekonomik politikaların ötesinde ötekileştirilen, aşağılanan, yadsınan bu kesim kendi imkânlarıyla var olmaya ve direnmeye çalışıyor. Subaşı gibi din eksenli eğitime yönelenler (ya da yöneltilenler) bu direncin açığa çıkışıdır belki de. Diğer yandan resmî tarih kurgusuna uygun olarak şekillendirilen pedagojik uygulamaların söz konusu direnci güçlendirdiğini söylemek de mümkün. Yalnız bu direnç kısıtlıdır çünkü toplumun çoğunluğu söz konusu pedagojik tornadan geçtiğinde sistemin istediği karaktere dönüşmektedir. Yeri gelmişken, resmî tarih kurgusunun karşısında kutsal tarih kurgusunun olduğunu belirtmek gerekiyor sanırım. Hamaset ve retorikten ibaret kutsal tarih anlayışıyla hareket eden bu kesimin temsilcileri bugün iktidarın nimetlerinden faydalanarak kapitalist sistemden nemalanma yarışını sürdürüyor. Yazar hem resmî tarih kurgusuna hem de karşıt tez olarak kutsal tarih kurgusuna yer verilen kitapların toplumsal etkilerine değiniyor. Buradaki birbirine karşıt anlayışların ürettiği ideolojik holiganizm her iki yöntemin sığlıkta yarıştığını gösteriyor.
Necdet Subaşı, 1970’lerden 1980’lere gelinceye kadar geçen süreç içinde hem aldığı eğitim hem de yaptığı okumalar sonrasında içinde büyüdüğü ve yaşadığı İslami anlayışın bazı sorunları olduğunu gözlemliyor. Müdahale etmenin pek mümkün olmadığı bu sorunlu anlayışa karşı yapılan radikal çıkışlar problemi daha da büyütmektedir. Yeterli bilgi ve gerekli sağduyuya sahip olmadan dini metinlerin içine dalanlar ifrat ve tefrit batağına saplanarak en yakınlarına bile sert tepki vermekten çekinmemektedir. Çözüm sunmaktan bahsedenler başka sorunları ortaya çıkarmıştır. Radikal çıkışların özellikle Seyyid Kutub gibi eyleme dönük yazarları ‘eksik anlamadan kaynaklı hatalı yorumlamaya’ bağlayan Necdet Subaşı, bu tür kitapların belirli bir metodolojiye göre okunması gerektiğini belirtiyor. Yöntemsizlik savrulmalara neden olmuştur. Toplum bu süreçte sağ-sol, gelenekçi-modern gibi ayrıştırıcı çatışmaların içine girmiştir. Taklitçi seküler aydınlanma hareketinin sonuçlarıyla karşı karşıyadır. İlmi olarak eksik ve hatalı uygulamaları din olarak yaşayan eskilerin yaşadığı huzur ve dine bağlılığı bilgiyle donanmış ve hataları fark edebilen yeni neslin bulamayışı ilginç bir detay olarak değiniliyor. Necdet Subaşı’nın konuyu ele alışı, dinin geleneksel yorumuyla yaşanan döneme hitap eden modern-teolojik yorumunu dengelemeye çalıştığı izlenimi verdi bana.
Kitapta dönemin İslami söyleminde kendine yer bulan yerli ve yabancı isimlere oldukça geniş bir yer ayrılıyor. Bu topraklarda öne çıkan isimlerin ‘İslami açıdan özgül ağırlığı’ okuyucunun zihinsel endazesine bırakarak örneklendirirsek; Necip Fazıl Kısakürek, Necmettin Erbakan, Kadir Mısıroğlu, Ahmed Davudoğlu, İsmet Özel, Hayrettin Karaman ve Mehmet Şevket Eygi’yi sayabiliriz. Bizzat arafta olduğunu söyleyen Cemil Meriç de listede yerini alıyor. Mehmed Said Hatiboğlu, Süleyman Uludağ, Süleyman Ateş gibi isimler meselenin akademik tarafında konumlanıyor. Dini söylemin akademik alanına, Necdet Subaşı’nın dikkat çektiği gibi, itirazlar edilse de Şerif Mardin dâhil edilebilir. Bunların dışında imam hatip ve İslam enstitülerinde ders veren isimler de bulunuyor fakat Subaşı’nın anlattıklarından onların etkinliğinin ders verdikleriyle sınırlı kaldığı anlaşılıyor. Birçoğunun ismi sıralanıyor fakat cümle bittiğinde unutulmuş oluyor. Diğer tarafta İslam coğrafyasında ses getirmiş isimler var. Bazılarının ‘Çeviri Müslümanlığı’ diyerek itibarsızlaştırmaya çalıştığı alanın temsilcileri arasında Seyyid Kutub, Mevdudi, Malik Bin Nebi, Muhammed İkbal, Ali Şeriati ilk akla gelenler oluyor. Elbette daha teknik konularda söz söyleyen isimler de var fakat tabana inemediğinden olsa gerek gündemi diğerleri kadar meşgul edemediği anlaşılıyor. Sanırım en ilginç örnek, İslam enstitülerinde ders veren Pakistan asıllı Muhammed Hamidullah ve Üsküp göçmeni Tayyip Okiç. Yalnız dini alandaki yerli otoriteler tarafından Hamidullah’a gösterilen tepki nedense Okiç’ten esirgeniyor! Ve tasnifde kendine bir yer bulamayan Ercümend Özkan… Sanırım Ercümend Özkan hep ‘güzide’ bir yere sahip olacak.
Teolojik çalışmaların yanında edebi eserlere de değinen müellif Hekimoğlu İsmail, Şule Yüksel Şenler, Yavuz Bahadıroğlu, Ahmet Günbay Yıldız gibi ‘hidayet romancılığı’nın önde gelen yazarlarını anmadan geçmiyor. Siyasi hesaplaşmalar nedeniyle neredeyse ilmi eserler kadar sorunlu bir yayın süreci yaşayan edebi eserlerin İslami kesimin düşün dünyasında oldukça etkin olduğu anlaşılıyor.
Okur, Tedâvüldeki Kitaplar’da kendi okuma sürecine dair okunan kitaplardan ziyade hissiyat açısından benzerlikler bulacaktır diye düşünüyorum. Her ne kadar ayrıştığım noktalar olsa da benim için öyle oldu. Tedâvüldeki Kitaplar’a kısmen de olsa bir eleştiri hatta özeleştiri metni diyebiliriz. Kitapların gerçekliği perdeleyen birer engelleyici mi yoksa yol gösteren birer kılavuz mu sorularına cevap arama çabası olarak değerlendirmek de mümkün. Hangi dönemde ne tür kitapların okunduğunu göstermesi açısından önemli fakat daha önemlisi çıktıları bakımından analiz yapmaya olanak sağlaması. Necdet Subaşı’nın değindiği kitaplara bir bütün olarak baktığımızda, dönemsel olarak Müslümanların zihin haritasını oluşturan, şekillendiren ve en azından etkileyen tüm ‘değişkenleri’ görmek mümkün. Dolayısıyla 1970 ve 1980’lerde İslami kesimin fikir dünyasını ören kitapların neye yol açtığını, Müslümanların dini algılama ve yaşama biçimlerininin değişim aşamalarını ve günümüze yansımalarını gözlemlenebilir.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Necdet Subaşı, Tedavüldeki Kitaplar
Kitapla ilişkimiz her ne olursa olsun onunla karşılaşmamızın mutlaka bir hikâyesi vardır. Kitap ya da okuma kimimiz için hiçbir anlam ifade etmezken kimimiz çocukluğumuzdan itibaren bunu uğraş hâline getirerek yaşamımızın önemli bir parçası yaparız. Bir kısmımız diğer işlerimiz arasında elden geldiğince okumayı devam ettirmeye çalışırken çok azımız okumayı hayatının merkezine koyarak diğer işlerini ona göre şekillendirme şansını yakalar. Okumanın, özellikle kitap okumanın ‘zul’ addedildiği toplumumuzda her ne kadar yeterince okumadan yapılıyor olsa da, yazarlık ve akademisyenlik evvela birer okuma işidir.
Duran Boz’un editörlüğünü yaptığı Okuma Hikâyeleri’nde yazarlığı ile tanınan (İslami değerleri önceleyen) isimlerin kitapla karşılaşmaları anlatılır. Eserde yer alan yazarların kendi kaleminden okumaya nasıl başladıklarını, neler okuduklarını, imkân(sızlık)larını ve sonrasında okuma eğilimlerinin neye evrildiğini öğreniriz. Aşağı yukarı benzer süreçlerden geçmiş, hemen hemen aynı kitapları okumuşlardır. Çok azı kitabın bol olduğu, bu konuda çevresinden destek aldığı bir ortamın içine doğmuştur. Çoğunluk ise kitaba lüks demenin bile tasavvurların ötesindeki bir yaşamın içinden gelmektedir. Yazılar kısa kısadır lakin vermek istenilen mesaj oldukça nettir: ‘Okuma uğraşı bu insanların hayatlarının şekillenmesinde çok önemli bir role sahiptir.’ Onlar okumanın hayatı nasıl değiştirdiğinin canlı görüntüsü olarak karşımızda durur. Yaptıkları çalışmalar, ulaştıkları başarılar bunun kanıtıdır.
Benzer yazıların tek kişilik ve uzun versiyonları da bulunuyor. Necdet Subaşı’nın okuma serüvenini anlatan Tedâvüldeki Kitaplar onlardan biri. Tedâvüldeki Kitaplar için müellifin hangi dönemde ne tür kitapların hayatına girdiğini anlattığı bir anı/eleştiri kitabı diyebiliriz. 2015’te Tezkire Yayıncılık’tan “Kritik Öyküler” alt başlığıyla baskısı yapılan eser kısa süre önce Mahya Yayıncılık tarafından beş yeni yazı eklenerek tekrar yayınlandı. Toplamda yirmi üç yazının yer aldığı kitap yüz yetmiş beş sayfadan oluşuyor. Her birinin sonuna tarih düşülen yazıların yeni eklenenler hariç (on sekizinin) 2015 yılının yaz döneminde kaleme alındığı görülüyor. Necdet Subaşı o yıl ‘tatilini’ yazarak renklendirmiş sanırım. Edebiyata ilgisinin en baştan beri var olduğunu belirten müellifin Türkçeye hakimiyeti çalışmayı üst seviyede tutuyor. Akıcı dili, geniş kelime haznesi, kapsamlı anlatımı bunun göstergesi diyebiliriz. Elbette sosyolog gözlemini de unutmamak gerekiyor.
İmam hatipli ve ilahiyat çıkışlı olan Necdet Subaşı din sosyolojisi alanında uzmanlaşmış bir akademisyen. Dolayısıyla yazılarında sadece teolog kimliğinin değil sosyolog kimliğinin de yansımaları görülüyor. Çocukluk döneminden başlayarak üniversite günleri de dâhil öğrencilik yıllarında yoluna çıkan kitapları dönemin ruhuyla birlikte ele alıyor. İsminin Tedâvüldeki Kitaplar oluşunun sebebi bu olsa gerek. Zira muhatabını 1970’li ve 1980’li yıllara götüren yazıları okurken o yılların hâlet-i rûhiyesini din referanslı bir perspektiften görebiliyorsunuz. Yalnız, geçen zamana inat söz konusu kitapların birçoğunun kullanımına devam edildiğinin de altını çizmek gerekiyor.
Necdet Subaşı’nın okuma serüveni babasının sayılı kitaplarını dizdiği küçük bir dolaptan hatırı sayılır kişisel kitaplığa kadar uzanıyor. Çocukluk dönemindeki okuma algısı üzerinde duran Subaşı, babasının tesiriyle okuma adabını edindiğini söylüyor. Kitaba ulaşma imkânının kitaba olan ilgi gibi az olduğu dönemler olmasına karşın yazarın çevresinde nitelikli ve ciddi bir okuma çabası olduğu anlaşılıyor. Yazarın babasının da aralarında olduğu bir grup genel anlayışın dışına çıkmaya çalışmaktadır. Toplumun geneli kitaba ve Kur’an’a geleneksel din algısıya bakmaktadır ve onlara göre kitap Kur’an ve ilmihâlle özdeşleşmiş bir olgudur. Dolayısıyla okumak da Kur’an ve ilmihâl okumakla sınırlıdır. Necdet Subaşı babası sayesinde bu algının dışında kalmış nispeten daha geniş bir kitap listesine ulaşabilmiştir. Ama henüz yolun çok başında olduğunu daha sonra anlayacaktır.
Kitapta, genelde Anadolu insanının özelde dindar kesimin maruz kaldığı uygulamaların tümüne rastlamak mümkün. Konjonktürel olarak siyasi ve ekonomik politikaların ötesinde ötekileştirilen, aşağılanan, yadsınan bu kesim kendi imkânlarıyla var olmaya ve direnmeye çalışıyor. Subaşı gibi din eksenli eğitime yönelenler (ya da yöneltilenler) bu direncin açığa çıkışıdır belki de. Diğer yandan resmî tarih kurgusuna uygun olarak şekillendirilen pedagojik uygulamaların söz konusu direnci güçlendirdiğini söylemek de mümkün. Yalnız bu direnç kısıtlıdır çünkü toplumun çoğunluğu söz konusu pedagojik tornadan geçtiğinde sistemin istediği karaktere dönüşmektedir. Yeri gelmişken, resmî tarih kurgusunun karşısında kutsal tarih kurgusunun olduğunu belirtmek gerekiyor sanırım. Hamaset ve retorikten ibaret kutsal tarih anlayışıyla hareket eden bu kesimin temsilcileri bugün iktidarın nimetlerinden faydalanarak kapitalist sistemden nemalanma yarışını sürdürüyor. Yazar hem resmî tarih kurgusuna hem de karşıt tez olarak kutsal tarih kurgusuna yer verilen kitapların toplumsal etkilerine değiniyor. Buradaki birbirine karşıt anlayışların ürettiği ideolojik holiganizm her iki yöntemin sığlıkta yarıştığını gösteriyor.
Necdet Subaşı, 1970’lerden 1980’lere gelinceye kadar geçen süreç içinde hem aldığı eğitim hem de yaptığı okumalar sonrasında içinde büyüdüğü ve yaşadığı İslami anlayışın bazı sorunları olduğunu gözlemliyor. Müdahale etmenin pek mümkün olmadığı bu sorunlu anlayışa karşı yapılan radikal çıkışlar problemi daha da büyütmektedir. Yeterli bilgi ve gerekli sağduyuya sahip olmadan dini metinlerin içine dalanlar ifrat ve tefrit batağına saplanarak en yakınlarına bile sert tepki vermekten çekinmemektedir. Çözüm sunmaktan bahsedenler başka sorunları ortaya çıkarmıştır. Radikal çıkışların özellikle Seyyid Kutub gibi eyleme dönük yazarları ‘eksik anlamadan kaynaklı hatalı yorumlamaya’ bağlayan Necdet Subaşı, bu tür kitapların belirli bir metodolojiye göre okunması gerektiğini belirtiyor. Yöntemsizlik savrulmalara neden olmuştur. Toplum bu süreçte sağ-sol, gelenekçi-modern gibi ayrıştırıcı çatışmaların içine girmiştir. Taklitçi seküler aydınlanma hareketinin sonuçlarıyla karşı karşıyadır. İlmi olarak eksik ve hatalı uygulamaları din olarak yaşayan eskilerin yaşadığı huzur ve dine bağlılığı bilgiyle donanmış ve hataları fark edebilen yeni neslin bulamayışı ilginç bir detay olarak değiniliyor. Necdet Subaşı’nın konuyu ele alışı, dinin geleneksel yorumuyla yaşanan döneme hitap eden modern-teolojik yorumunu dengelemeye çalıştığı izlenimi verdi bana.
Kitapta dönemin İslami söyleminde kendine yer bulan yerli ve yabancı isimlere oldukça geniş bir yer ayrılıyor. Bu topraklarda öne çıkan isimlerin ‘İslami açıdan özgül ağırlığı’ okuyucunun zihinsel endazesine bırakarak örneklendirirsek; Necip Fazıl Kısakürek, Necmettin Erbakan, Kadir Mısıroğlu, Ahmed Davudoğlu, İsmet Özel, Hayrettin Karaman ve Mehmet Şevket Eygi’yi sayabiliriz. Bizzat arafta olduğunu söyleyen Cemil Meriç de listede yerini alıyor. Mehmed Said Hatiboğlu, Süleyman Uludağ, Süleyman Ateş gibi isimler meselenin akademik tarafında konumlanıyor. Dini söylemin akademik alanına, Necdet Subaşı’nın dikkat çektiği gibi, itirazlar edilse de Şerif Mardin dâhil edilebilir. Bunların dışında imam hatip ve İslam enstitülerinde ders veren isimler de bulunuyor fakat Subaşı’nın anlattıklarından onların etkinliğinin ders verdikleriyle sınırlı kaldığı anlaşılıyor. Birçoğunun ismi sıralanıyor fakat cümle bittiğinde unutulmuş oluyor. Diğer tarafta İslam coğrafyasında ses getirmiş isimler var. Bazılarının ‘Çeviri Müslümanlığı’ diyerek itibarsızlaştırmaya çalıştığı alanın temsilcileri arasında Seyyid Kutub, Mevdudi, Malik Bin Nebi, Muhammed İkbal, Ali Şeriati ilk akla gelenler oluyor. Elbette daha teknik konularda söz söyleyen isimler de var fakat tabana inemediğinden olsa gerek gündemi diğerleri kadar meşgul edemediği anlaşılıyor. Sanırım en ilginç örnek, İslam enstitülerinde ders veren Pakistan asıllı Muhammed Hamidullah ve Üsküp göçmeni Tayyip Okiç. Yalnız dini alandaki yerli otoriteler tarafından Hamidullah’a gösterilen tepki nedense Okiç’ten esirgeniyor! Ve tasnifde kendine bir yer bulamayan Ercümend Özkan… Sanırım Ercümend Özkan hep ‘güzide’ bir yere sahip olacak.
Teolojik çalışmaların yanında edebi eserlere de değinen müellif Hekimoğlu İsmail, Şule Yüksel Şenler, Yavuz Bahadıroğlu, Ahmet Günbay Yıldız gibi ‘hidayet romancılığı’nın önde gelen yazarlarını anmadan geçmiyor. Siyasi hesaplaşmalar nedeniyle neredeyse ilmi eserler kadar sorunlu bir yayın süreci yaşayan edebi eserlerin İslami kesimin düşün dünyasında oldukça etkin olduğu anlaşılıyor.
Okur, Tedâvüldeki Kitaplar’da kendi okuma sürecine dair okunan kitaplardan ziyade hissiyat açısından benzerlikler bulacaktır diye düşünüyorum. Her ne kadar ayrıştığım noktalar olsa da benim için öyle oldu. Tedâvüldeki Kitaplar’a kısmen de olsa bir eleştiri hatta özeleştiri metni diyebiliriz. Kitapların gerçekliği perdeleyen birer engelleyici mi yoksa yol gösteren birer kılavuz mu sorularına cevap arama çabası olarak değerlendirmek de mümkün. Hangi dönemde ne tür kitapların okunduğunu göstermesi açısından önemli fakat daha önemlisi çıktıları bakımından analiz yapmaya olanak sağlaması. Necdet Subaşı’nın değindiği kitaplara bir bütün olarak baktığımızda, dönemsel olarak Müslümanların zihin haritasını oluşturan, şekillendiren ve en azından etkileyen tüm ‘değişkenleri’ görmek mümkün. Dolayısıyla 1970 ve 1980’lerde İslami kesimin fikir dünyasını ören kitapların neye yol açtığını, Müslümanların dini algılama ve yaşama biçimlerininin değişim aşamalarını ve günümüze yansımalarını gözlemlenebilir.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
"Yaz kızım"la başlayan ve "çıt" diye biten hayatlar
Marion Milner'ın Kendine Ait Bir Hayat'ı, John Berger'in Hoşbeş'i, Charles Dickens'ın Müşterek Dostumuz'u, Louis Breger'in Freud: Görüntünün Ortasındaki Karanlık'ı ve Julio Cortazar'ın Gözlemevi bana göre son derece lezzetli kitaplardı. Bu lezzetin -ve diğer birçoğunun- ardında 'çevirmen' Aslı Biçen vardı. Kendisinin daha evvel hiçbir romanını okumamışken -sanırım Kâmuran Şipal'in vefatının da etkisiyle- çevirmenlerinden yazdıklarına yönelmeye karar verdim. Zira onlar dilimizin kadim işçileri ve yazdıkları da mutlaka çeviri emekleri kadar değerli...
Ekim 2011'de okuyucuyla buluşmuş Tehdit Mektupları. Nisan 2019'da üçüncü baskısını yapmış. İlk baskısında raflarda pek göremediğim kitabı üçüncü baskısında birçok kitapçıda rahatlıkla görebildim. Buna da şükür diyerek başladığım gün bitirdim. Gönderilse ayrı, gönderilmese ayrı dert olan mektuplar, kimin yazdığını çözmenin bile insanın elini terlettiği tehdit notları, "her tarih gibi şahsi tarih de utançla doludur" sözünü hatırlatan günlük sayfaları ve kitabı okuduğunuz ortamda buz gibi bir hava estirecek mahkeme tutanaklarından oluşuyor kitap. Mektup-roman da diyebiliriz ona, cinayet romanı da, siyasî roman da. "Bir sayıklama gibi akıyor" ilk sayfadan itibaren.
Aslı Biçen yaşananları mektuplar yoluyla anlatırken 12 Eylül 1980 döneminin hemen öncesinde gezdiriyor okuru. Burası çok önemli. Çünkü esaslı bir darbe romanı yazılmadığı hâlâ söyleniyor ülkemizde. Esas karanlık olan, onun öncesi değil mi? Zaten bir gecede bitmedi mi her şey? O hâlde neden öncesine fener tutulmasın? Sanırım şu cümleler tam da o zamanların duygusunu hapsediyor içinde: "Bir geleceğimiz var mı? İnsan bu soruyu neden sorar? Daha az sevmek ve daha az acı çekmek için mi?"
Aşk mektubu gibi okunan her yerde ansızın suratımıza gerçeğin tokadını savuruyor. "Burası böyle. Balgat, Ankara. Her zamanki nizami binalar, gayrinizami basamaklar, birbirinin tıpkısı kapı pencereler, gri duvarlar, dışı düz içi çarpık kooperatif evleri. Her zamanki bozuk şofben, yıkanmak için kaloriferden su almalar. Paris nasıl? Kaç milyon erkek yaşıyor? Ne kadar benimsin?" diye soruyor Cihan, uzak aşkı Hale'ye. Belki onun yaşantısını dertsiz, tasasız bulduğundan belki de ruh dünyasını dökmek istediğinden ansızın tansiyonu yükseltiyor: "Geçen gün arka sokaktan eve dönerken yerde kan izleri vardı. Karın üzerinde rengi pembeye dönmüş ve sulanmış mürekkep gibi dağılmaya başlamış. İçimizde kapalı devre dolaşan bir şeyi böyle sokaklara saçılmış görmek… ve bir daha görmek, sonra başka bir yerde bir daha… Oyun gibi. İnsanları yok etmek oyun gibi."
Birbirinden uzak, hatta kopuk görünen insanların yaşanan bir cinayet sebebiyle bir araya gelişi var romanda. Ancak bu bir araya geliş fizikî bir toplanma değil. İnsan, alakasız gibi görünen yaşamların diğer yaşamları nasıl etkilediğini görmüş oluyor böylece okuyucu. Ama en çok korkuyu. Yalnız Cihan'da, Hale'de değil; Ali'de de, savcı Ülkü'de de, Bahattin'de de korku var. Hepsinin korkusu farklı ama hepsinin tetikleyicisi bir sanki. Tanımlanamayan ama mutlaka tanımlanması gereken bir korku bu: "Korku nasıl bir şey? Küçük bir hayvanın üzerinden bir gölge geçtiğinde hissettiği şey mi? Bir an sonraki ölümü haber veren bir şey. Yüksek bir sur boyunca yürürken, çok yakında ani bir fren duyunca, çakmağı çaktığın anda gaz kokusu alınca hissedilen bir şey. Zamanda ölümün bir an öncesi mi?"
Siyaset, her 'taraf'tan insanın hayatına bir düğüm atıyor. Bu düğüm çözülemez bir hâl aldıkça kişinin kendi arızalarını ve yaşadığı iç çatışmaları öne çıkarıyor. Bunu özellikle savcının hayatında görüyoruz. Kaldı ki yukarıda söylemeye çalıştığım gibi aslında onun hayatını değiştiren, dönüştüren bir figür de var: babası. Roman bu anlamda babaların pişmanlıklarına ve vicdan muhasebelerine ışık tutuyor. Okuyucu cinayeti çözümlerken bu toplumun en büyük problemlerinden biri olan baba sorununa yeniden yaklaşıyor. Bir toplumda bu kadar baba olması sizce normal mi? Kiminin Müslüm Baba'sı, kiminin Şeyh Baba'sı, kimilerinin Devlet Baba'sı, kimilerinin de öz babası. Elbette üvey babalar da var, fiziken hayatta olsa da ruhen çok uzakta olan babalar da. Aslı Biçen, oluşturduğu kurgu ve nefis denebilecek dil becerisiyle, okuyucuyu hem bir cinayetin peşine düşürüyor hem de baba figürüyle iktidarın, muktedirliğin, varlığı yok saymanın korkusunu hissettiriyor.
Tehdit Mektupları; kararan hayatlar, sahici dil, toplumun panoraması, dönemin iklimi, yaşamın ağırlığı, varoluşsal çıkmazlar arasında insana o meşum soruları sorduruyor: "İnsanların hayatları tam olarak ne zaman birbirinden ayrılmaya başlıyor? Farklı yollara ne zaman sapıyoruz? Birbirimize çok benzerken, birbirimizin her şeyini beğenip onaylarken ne oluyor da zamanla değişip yabancı oluyoruz?"
Romanı yirmi dört saat içinde bitirdikten sonra, geçen yıl izlemeye başladığım Elite adlı dizinin son iki bölümünü izlemediğimi hatırladım hemen. Bir cinayeti çözdükten sonra hemen ötekini de çözmeyi istemek... Romanda, yazdığı mektupların birinde oğluna "Şimdi içinde bulunduğun durum da senin hatan değil, hepimizin hatası, hepimizin." diye sesleniyordu Bahattin Perver. Dizide de cinayeti soruşturan müfettişe "Hepsi sizin suçunuz. Ve boktan soruşturmanızın suçu. Biliyorsunuz değil mi? Biz sadece çocuğuz. Yetişkin oyunu oynuyoruz ama genelde ne yaptığımızı bilmiyoruz. Düşüyoruz çünkü bir yetişkinin her zaman bizi kaldıracağını biliyoruz. Bu olaydaki asıl yetişkin sizdiniz. Bizi yüzüstü bıraktınız. Katili yakalasaydınız bunların hiçbiri yaşanmazdı. Hayatımızın içine sıçtınız. Hepimizin!" diyor Ander.
Çıt.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Ekim 2011'de okuyucuyla buluşmuş Tehdit Mektupları. Nisan 2019'da üçüncü baskısını yapmış. İlk baskısında raflarda pek göremediğim kitabı üçüncü baskısında birçok kitapçıda rahatlıkla görebildim. Buna da şükür diyerek başladığım gün bitirdim. Gönderilse ayrı, gönderilmese ayrı dert olan mektuplar, kimin yazdığını çözmenin bile insanın elini terlettiği tehdit notları, "her tarih gibi şahsi tarih de utançla doludur" sözünü hatırlatan günlük sayfaları ve kitabı okuduğunuz ortamda buz gibi bir hava estirecek mahkeme tutanaklarından oluşuyor kitap. Mektup-roman da diyebiliriz ona, cinayet romanı da, siyasî roman da. "Bir sayıklama gibi akıyor" ilk sayfadan itibaren.
Aslı Biçen yaşananları mektuplar yoluyla anlatırken 12 Eylül 1980 döneminin hemen öncesinde gezdiriyor okuru. Burası çok önemli. Çünkü esaslı bir darbe romanı yazılmadığı hâlâ söyleniyor ülkemizde. Esas karanlık olan, onun öncesi değil mi? Zaten bir gecede bitmedi mi her şey? O hâlde neden öncesine fener tutulmasın? Sanırım şu cümleler tam da o zamanların duygusunu hapsediyor içinde: "Bir geleceğimiz var mı? İnsan bu soruyu neden sorar? Daha az sevmek ve daha az acı çekmek için mi?"
Aşk mektubu gibi okunan her yerde ansızın suratımıza gerçeğin tokadını savuruyor. "Burası böyle. Balgat, Ankara. Her zamanki nizami binalar, gayrinizami basamaklar, birbirinin tıpkısı kapı pencereler, gri duvarlar, dışı düz içi çarpık kooperatif evleri. Her zamanki bozuk şofben, yıkanmak için kaloriferden su almalar. Paris nasıl? Kaç milyon erkek yaşıyor? Ne kadar benimsin?" diye soruyor Cihan, uzak aşkı Hale'ye. Belki onun yaşantısını dertsiz, tasasız bulduğundan belki de ruh dünyasını dökmek istediğinden ansızın tansiyonu yükseltiyor: "Geçen gün arka sokaktan eve dönerken yerde kan izleri vardı. Karın üzerinde rengi pembeye dönmüş ve sulanmış mürekkep gibi dağılmaya başlamış. İçimizde kapalı devre dolaşan bir şeyi böyle sokaklara saçılmış görmek… ve bir daha görmek, sonra başka bir yerde bir daha… Oyun gibi. İnsanları yok etmek oyun gibi."
Birbirinden uzak, hatta kopuk görünen insanların yaşanan bir cinayet sebebiyle bir araya gelişi var romanda. Ancak bu bir araya geliş fizikî bir toplanma değil. İnsan, alakasız gibi görünen yaşamların diğer yaşamları nasıl etkilediğini görmüş oluyor böylece okuyucu. Ama en çok korkuyu. Yalnız Cihan'da, Hale'de değil; Ali'de de, savcı Ülkü'de de, Bahattin'de de korku var. Hepsinin korkusu farklı ama hepsinin tetikleyicisi bir sanki. Tanımlanamayan ama mutlaka tanımlanması gereken bir korku bu: "Korku nasıl bir şey? Küçük bir hayvanın üzerinden bir gölge geçtiğinde hissettiği şey mi? Bir an sonraki ölümü haber veren bir şey. Yüksek bir sur boyunca yürürken, çok yakında ani bir fren duyunca, çakmağı çaktığın anda gaz kokusu alınca hissedilen bir şey. Zamanda ölümün bir an öncesi mi?"
Siyaset, her 'taraf'tan insanın hayatına bir düğüm atıyor. Bu düğüm çözülemez bir hâl aldıkça kişinin kendi arızalarını ve yaşadığı iç çatışmaları öne çıkarıyor. Bunu özellikle savcının hayatında görüyoruz. Kaldı ki yukarıda söylemeye çalıştığım gibi aslında onun hayatını değiştiren, dönüştüren bir figür de var: babası. Roman bu anlamda babaların pişmanlıklarına ve vicdan muhasebelerine ışık tutuyor. Okuyucu cinayeti çözümlerken bu toplumun en büyük problemlerinden biri olan baba sorununa yeniden yaklaşıyor. Bir toplumda bu kadar baba olması sizce normal mi? Kiminin Müslüm Baba'sı, kiminin Şeyh Baba'sı, kimilerinin Devlet Baba'sı, kimilerinin de öz babası. Elbette üvey babalar da var, fiziken hayatta olsa da ruhen çok uzakta olan babalar da. Aslı Biçen, oluşturduğu kurgu ve nefis denebilecek dil becerisiyle, okuyucuyu hem bir cinayetin peşine düşürüyor hem de baba figürüyle iktidarın, muktedirliğin, varlığı yok saymanın korkusunu hissettiriyor.
Tehdit Mektupları; kararan hayatlar, sahici dil, toplumun panoraması, dönemin iklimi, yaşamın ağırlığı, varoluşsal çıkmazlar arasında insana o meşum soruları sorduruyor: "İnsanların hayatları tam olarak ne zaman birbirinden ayrılmaya başlıyor? Farklı yollara ne zaman sapıyoruz? Birbirimize çok benzerken, birbirimizin her şeyini beğenip onaylarken ne oluyor da zamanla değişip yabancı oluyoruz?"
Romanı yirmi dört saat içinde bitirdikten sonra, geçen yıl izlemeye başladığım Elite adlı dizinin son iki bölümünü izlemediğimi hatırladım hemen. Bir cinayeti çözdükten sonra hemen ötekini de çözmeyi istemek... Romanda, yazdığı mektupların birinde oğluna "Şimdi içinde bulunduğun durum da senin hatan değil, hepimizin hatası, hepimizin." diye sesleniyordu Bahattin Perver. Dizide de cinayeti soruşturan müfettişe "Hepsi sizin suçunuz. Ve boktan soruşturmanızın suçu. Biliyorsunuz değil mi? Biz sadece çocuğuz. Yetişkin oyunu oynuyoruz ama genelde ne yaptığımızı bilmiyoruz. Düşüyoruz çünkü bir yetişkinin her zaman bizi kaldıracağını biliyoruz. Bu olaydaki asıl yetişkin sizdiniz. Bizi yüzüstü bıraktınız. Katili yakalasaydınız bunların hiçbiri yaşanmazdı. Hayatımızın içine sıçtınız. Hepimizin!" diyor Ander.
Çıt.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)