11 Şubat 2019 Pazartesi

Yusuf Akçura'nın mektuplarında zamanın ahvali

Tarihin seyr-ü seferinde çıkılan bir yolculuk. Rusya’yı, Balkanlar’ı, İstanbul’u ve daha bir çok yeri içine alan bir seyahatname. Gündeme ilişkin sorunların yanında, dış politika, meşrutiyet, iç çekişme ve çalkantılar, İstanbul’un ikinci meşrutiyet öncesi sırası ve sonrası ve daha nicesinin birinci ağızdan anlatılması. Bahsettiğimiz eser Yusuf Akçura’nın Darülhilâlef Mektupları, hazırlayan İsmail Türkoğlu, yayınevi Ötüken Neşriyat. Eser Yusuf Akçura’nın biyografisi ile başlayıp daha sonrasında 'Rusya-İngiliz dostluğu' ile günün dış politikasına ışık tutmakta, Balkanlarda olup biten gelişmeler mercek altına alınmakta, Genç Osmanlıların faaliyetleri incelenmekte ve yavaş yavaş kitabın en önemli içeriğini kapsayan meşrutiyete geçilmekte ve yazar İstanbul’a gelip meşrutiyetin canlı birinci ağızdan yaşananlarını, daha sonrasında ayaklanmaları gözler önüne sermektedir. Eserin en önemli özelliği birinci ağızdan o gün yaşanılanları dinleme imkanı bulabilme ve bu noktada yazarın mümkün mertebe olayları iyisiyle kötüsüyle aktarmasıdır. Kendi yorumları ile gelişen olaylara ışık tutmakta, bu noktada kavram karmaşalarının önüne geçilmesi için gerektiğinde yazar tarafından tanımlamalar ile meseleler aydınlatılmaya çalışılmaktadır.

Yusuf Akçura öncelikle meşrutiyet ile ilgili olarak aslında meşrutiyetin 1908’de ilan edilmediğini kayda geçmektedir, meşrutiyet 1876 senesinde ilan edilmiş olmakla birlikte eksik olanı "parlamentonun intihab ve içtimai fiilen icra kılınmaması" olarak ifade etmektedir. Kendi ifadesiyle: "1908 senesi Temmuzun 11’inde Devlet-i Osmaniye’de meşrutiyet ilan edildi, demek büyük bir hatadır. Devlet-i Osmaniye, 1876 senesi 23 Aralık gününden beri hukuken meşrutiyetli bir devlet olup Osmanlıların lisanı hukukunda "93 Kanunu" denilen Kanun-i Esasi resmen ilga olunmamıştır. Ancak 32 yıldan beri mezkûr kanunu birçok mevaddi ve ezcümle parlamentonun intihab ve içtimai filen icra kılınamıyordu. Bununla beraber, pek yakın bir zamana kadar, Kanun-u Esasi ile Mithat Paşa namına şerefsadır olan Ferman-ı Hümayun, resmi "Salname-i Devlet-i Aliye" ilk sayfasını tezyin eder ve meclis-i umumiye dağıtıldığı zamandan beri vaz’ olunan resmen "kavanin-i muvakkate" itibar oluna geliyordu… Lahzen 11 Temmuz iradesi ile Türkiye’de yeni bir usul idare ihdas olunmayıp, ancak mevcut Kanun-ı Esasi’nin en mühim maddesi olan Meclisi Mebusan’ın intihabatına başlanması emr olunuyor.". Daha sonrasında Akçura’nın darbelerle ilgili tarifi ve darbelere ilişkin görüşleri yer almaktadır. Darbeyi "hakk-ı hakimiyetin kaba kuvvete aşikar istinadıdır" der ve darbeyi "bir nevi anarşi" olarak tanımlar, arkasından "Anarşi ile devlet bir araya gelmez, anarşi devletin hatta fikri devletin zevali demektir. Binaenaleyh Devlet-i Meşruta-i Osmaniye’de ordunun siyaset müdahalesine dahi katiyyen meydan verilmemelidir" diyerek darbeye karşı duruşunu aktarmaktadır. Akçura Bey daha sonrasında milliyetçilik ile ilgili 'dar milliyetçiliğin' zararları ve olması gerekeni şöyle ifade eder: "Dar milliyetçilik insanı daima tenakuza sevk eder. Mesela Novoe Vremya’lı (milliyetçi rus gazetesi) bir milliyetçi "Rusya Ruslar içindir" deyip, gayri Rusların Ruslarla müsavi hukuka malik olmasını katiyyen reddettiği halde, Bulgar veya Sırpların Türkiye’de Türklerden, Hırvat veya Slavyanların Macaristan’da Macarlardan hukuken ufacık farklarını görürse kıyamet koparır!.. Eğer fikr-i milliyet bu dar çerçeveden kurtarılıp esbab-ı mütenevv-i tarihiye ile bir hudud dahiline sıkışmış muhtelif milletlerin münafîi, birbirlerinin izale-i milliyetlerine uğraşmakta değil, belki ünsiyet ve muhabbetle imtizaçlarına çalışmakta aransa, bu açık tenakuzlara düşülmezdi. Lakin iş yalnız tenakuz fikri ile de kalmaz! Dar milliyetçilik tesiriyle Dünya’da birçok insan kanı beyhude dökülür."

Yazarımız milliyetçilik bir çerçeve olarak ele almakta ve dar milliyetçilikle insan kanının dökülmesine gerek olmadığının 'ünsiyet' ve 'muhabbet' kelimelerinin burada milliyetçilik ile bağlantılandırılmasını ve bu kavramlar üzerinden bir tanımlama yapılmasını salık vermektedir. Burada es geçemeyeceğim en önemli noktalardan biriside dostluk ve o zaman şartlarında ve hatta bugün için devletler nezdinde dostluklar ile ilgili sorulan şu sorudur: "Tabiyet-i asliyeleri hüsn-ü muaşeretden ziyade rekabet ve husumet olan düvel-i muhtelifenin, esbab-ı mücbere ile dostluklar, ittifaklar teşkili az mı vakidir?". Bu soru dostluğun temelinin devletler arasında geçerli kıstasın zorlayıcı sebepler ile olduğu söz edilmekte, günümüze dönüp bakıldığında durum bundan pek farklı değildir ve bu konuda herhangi bir ilerleme sağlandığından söz edilmesi mümkün değildir. Birbirine husumeti olanların oluşan 'konjonktürel' duruma binaen yaptığı anlaşmalar, el sıkışmalar gözler önündedir ve Akçura Bey tarafından bu 1908 Temmuzunda dile getirilmiştir. Hasıl-ı değişen pek bir şey yoktur o zamandan bu zamana, aynı tas aynı hamam sözü de galiba bu durumlar için söylenmiş olmalıdır.

Daha sonrasında kitabın ilerleyen sayfalarında bir İstanbul manzarası, portresi göz önüne getirilmekte, ahvalin gidişatı az çok kestirilmeye çalışılmaktadır: "Evi zayıf ahşaptan, çok kötü bir şekilde inşa edilmiş; rüzgar vursa sallanıyor, kış gelse her köşeden soğuk giriyor, ev içinde gözle görülecek mobilya da yok, yemeği çoğunlukla aş evinde yiyorlar. Kadınların çoğu cahil, onun üstüne çok tembel. Sakız çiğneyip ya da dedikodu yapıp gün geçiriyorlar. Evin reisi yatsından sonra eve geliyor, şu zamana kadar işi varsa işinde, işi yoksa kahvehanede bulunur, ailesiyle oturup, konuşup onları da kendi derecesine getirmeye hiçbir zaman çalışmıyor, sabah olunca hızlıca evden kaçmaya çaba gösteriyor, çocukları mektebe gidip geliyorlar. Öyle olsa da İstanbullu, ailesini hiç düşünmüyor, desek doğru olmaz, onlara yiyecek içecek taşıyor, elbiseler alıyor, yıkılmaya yüz tutsa da evini de tamir ediyor. Ama İstanbullular içtimai hayatlarını, oturdukları şehri hiç düşünmüyorlar, asla kaygı duymuyorlar, evlerinin içinde ne kadar çer-çöp, eski eşyalar varsa çıkarıp sokağa döküyorlar, bazen çıkarmaya üşenip pencereden atıyorlar, bunun için İstanbul sokakları bulaşık suyu dökülen çukurlara benziyor. Çöpler birikip sokaklarda küçük tepecikler meydana getiriyor. Bazen yeni elbiseler giyip kokular sürünüp sokağa çıkan bir kişiyi, yağlı, sabunlu bulaşık suyu dökerek geri gönderiyorlar! İstanbul sokaklarının darlığı, bozukluğu, bütün dünyaca darbımesel olduğundan yazmıyorum da."

Görüldüğü üzere İstanbul’un ahvali, birinci ağızdan canlı gözlem yoluyla böyle aktarılıyor ve bu gidişatın devam ettiğini de az çok biliyoruz. Belki biraz daha makyajlı olabilir, kapatmış olabilir halimizi ama durum açıkça bundan ibarettir. Akçura Bey, lafını sözünü esirgemeden yazan bir insan, bu yüzden kitabın kimi yerlerinde de kendisine bu noktadan ötürü şikayetler geldiği ifade ediliyor. Şikayet noktası karamsar gibi görünmesi her şeyi olumsuz olarak algılaması, diğer mecmualar da durum daha iyi ifade ediliyor fakat sizde ne yazık ki olumsuz bir hava sezinleniyor diyenlere cevabı ise; ben gördüğümü yazıyorum, herhangi bir ekleme çıkarma yapmadan olabildiğince duruma uygun olarak ifade etmeye çalışıyorum diye cevap veriyor ki daha sonrasında olayların gelişme biçimi, birbiri ardına vuku bulan olaylar kendisini haklı çıkarmaktan geri durmuyor.

Bir durum değerlendirmesi yapan Yusuf Akçura, şimdi aktaracağımız pasajda da ahvali gözler önüne acı biçimde sermektedir: "Açıkça belirtiyorum, ben Avrupalıların sözlerini doğru bulmuyorum, bu fikirleri yazdığım sırada tamamen bitaraf olduklarına inanmıyorum, binaenaleyh şarkın ve bilhassa Devlet-i Osmaniye’nin istikbalini onlar kadar karanlık görmüyorum, görmek de istemiyorum lakin Devlet-i Aliye-i İran'daki Devlet-i Aliye-i Osmaniye'deki ilan-ı hürriyet ve meşrutiyetlerden, bazı gazetecilerimiz gibi- çok fazla bir şey de beklemiyorum- İngiltere’nin eski hariciye vekili Lord Lansdowne’in çoktan değil, Lordlar Kamarası’nda şark meşrutiyetlerinden bahsederken söylediği söz bana çok doğru gibi görünüyor: Yeni şişelere çok fazla eski şarap dolduruyorlar.". Yani sadece şişeler, çömlekler değişiyor içindeki şeyler, kişiler, düşünceler, duygular, terbiyeler, bilgiler hep evvelki gibi, dışından yeni görünse de, gerçekte "eski hamam, eski tas."

Daha sonrasında merkezi vilayetler ve diğer vilayetler ve ekonomi ile ilgili o zamanın perişan hali gözler önüne serilmekte ve devlet mekanizmasında yapılan yanlışlar vergilendirme sistemi ile ilgili hatalar gösterilmektedir. Merkezin sürekli aç olduğu çevresini sömürdüğü ama çevrenin de artık tükenmek üzere olduğu ve bu noktada üretimden mahrum olmanın zararları, ilim marifet öğrenmemenin eksikliği ve onun açtığı yaralar ele alınmaktadır. İktisat bir devletin olmazsa olmazlarındandır ve devlet eğer kaynakların tahsisinde başarılı davranamaz ise ne yazık ki bunun yankıları sosyal hayat ve siyasette de gün yüzüne çıkacaktır ki durumda bundan farklı olmamıştır. Sürekli çalkantı hali, her gün kalktığınızda değişen bir içtimai hayat ve bunun karşısında yer alan birey, bunun acı sonuçları olacaktır ve olmuştur ne yazık ki. Şimdi sözü yazarımıza bırakalım: "İstanbul’daki hazineden geçinenleri doyurmak için, hazineye büyük girdi lazım, bunun en çoğunu zavallı vilayetlerden, oradaki çiftçilerden, ziraatçilerden topluyorlar, payitaht imtiyazlı olmuş, orada yaşayanlar az vergi veriyorlarmış, ya da hiç vermiyorlarmış. Osmanlılar, burayı alınca, başarılı savaşlar yapıp, mal, ganimet çok yığıp, hazinelerini o mal ve ganimet ile doldurup Müslüman tebaalarının vergilerini şeriata göre düzenlemişler, onlardan çok ağır vergi almamışlar, ama zaferler bitip yenilmeye başlayınca mal ve ganimet azalmaya başladıktan sonra ve alelhusus bürokrasi makinesi, askeri, ordusu, Avrupai düzenlemeden sonra payitahtın, oradaki imtiyazlı, işe yaramaz kişilerin, vilayeti emmeleri daha da artmış. Merkez diğer bölgeleri eme eme kurutmuş, onlara ilim ve maarifet dağıtıp, iş öğretip, zenginlik yollarını göstermemiş, fakat emmiş de emmiş… Şimdi artık merkezde de bir şey yok, öteki taraftan vilayetlerin çoğunda da!"

Son nokta olarak bahse değer gördüğümüz mesele maariftir. Bilindiği üzere şu anda bile en büyük problem alanlarından birisi olarak bu alan gelmektedir Türkiye’de. Bu problemin bu zamana ait olmadığı, geçmişten bugüne devam eden bir problem olduğu Akçura’nın şu satırlarından anlaşılmaktadır: "Geçen hafta İstanbul’un türlü dereceden mekteplerini gezip dolaştım. İlk önce ibtidai mektepleri gezdim. Çoğu cami yanında eski, taş, soğuk binalar. Bir molla (hoca efendi) muallimlik yapıyor, genç, bir ya da iki öğrenci halfelik (kalfa efendi) yapıyor. Hocalar da, halfeler de tecvidli tecvitsiz Kur’an okuyabiliyorlar, ama halfelerin gazete okuyup anlaması çok az. Bunların çoğu fakat medresede yatan kişiler. Programlarına göre, muhtasar coğrafya, muhtasar tarih de okutmaları gerekiyor. Lakin hocalar, kalfalar kendilerinin bilmediği şeyi nasıl okutsunlar… Çok kötü yazılmış küçücük kitapları çocukların ellerine veriyorlar da: "İşte bu sayfadan şu sayfaya ezberle gel," diyorlar.

Çocuk anlamadığı Arapça sözlerle dolu kitap ibarelerini büyük meşakkate girip ezberliyor, hoca ya da kalfanın yanına gelip dersini dinlettiriyor. Hoca dersi dinlerken kitaptan kontrol ediyor; İstanbullu erkek ya da kız çocukları (çünkü birlikte okumuyorlar) 'ettehiyyat' okuyormuş gibi 'bahr'ın 'cebel'in tarifini okuyor ve işte buna coğrafya öğretme diyorlar!.. Mekteplerden birinde çocuğa "deniz nedir, biliyor musun?" diye sormuştum; "Bahr diye… bahr…" dedi de sonunu getiremedi. Soruyu kolaylaştırmak için bir başka türlü sordum, "Denizi gördüğün var mı?" "Var." "Nerede?" "Evimizden görünüyor" "O nasıl bir şeydir?" "Tuzlu su." "İşte," dedim ‘"tarif ettin, bitti.". Bir başka çocuğa dağı sordum, o "cebel diye kürre-i arzın mürtafi olan noktasına denilir" diye ezberden kitapta yazılan ibareyi okudu. "Aferin!" dedim, İstanbul’da dağ var mı?" "Yok efendim…" Halbuki bulunduğumuz mektep dağ başında idi."

Görüldüğü üzere eğitimin ahvali ortada ve buradan çıkanlar ülkenin çeşitli yerlerinde çeşitli görevler ifa edecekler. Bu halde mi, diye sormayınız.. Ne yazık ki durum bundan ibarettir.

Son kelam olarak Yusuf Akçura o zamanın ahvalini birinci ağızdan bizlere aktarmış, problemlere değinmiş, olanları ve olması gerekenleri yazmıştır. Bu kaynakları okuyarak yapılan hataları görmek ve daha sonrasında aynı hataya düşmemek adına gerekli çalışmalar yapılmalıdır. Problem sadece tek alana hasredilmek yerine çok başlı bir sorunla karşı karşıya kalındığı anlaşılmalı ve çalışmalarda tek alan üzerinden ziyade maarif, iktisat, siyaset, toplum vesair olarak farklı alanlar üzerinden yürütülmelidir. Bu noktada hatıratın elimize ulaşmasında emeği geçen gerek yayınevinin çalışanları emek verenleri, gerek bu hatıratları toplayıp bugüne ulaşmasını sağlayan İsmail Türkoğlu Bey’e teşekkürler. Bu çalışmaları okuyup, değerlendirip, doğru anlayıp, ders alarak, daha sağlam adımlar atabilmemiz ve hataları tekerrür etmek yerine telafi edebilmemiz umuduyla.

Muhammed Hüseyin Güneş
twitter.com/muhammeddgunes1

Bir devin ve bir devrin rüyaları

Osmanlı Devleti’ne 33 yıl boyunca birçok vazifeyle hizmet etmesinin yanı sıra neşrettiği sayısız kıymetli eserle tam manasıyla bir 'Bir Eski Zaman Efendisi': İbnülemin Mahmut Kemal İnal. Onun hayatını buraya sığdırmak mümkün olmamakla birlikte, doğduğu yıl itibariyle (1870) memleketin siyasî ve fikrî ortamının en çetrefilli zamanlarında yaşadığını söylemek bile kafi.

Devlet ricalinden, ehl-i irfandan, şairlerden ve fikir adamlarından müteşekkil toplantıların yapıldığı evi bir nevi ilim meclisiydi. Bu mecliste söz elbette İbnülemin'e aitti ancak nadiren Hakkı Tarık Us'un, Mükrimin Halil Yınanç'ın ve eski Bâbıâli mensuplarından Hulusî Bey gibi kimselerin söze karıştığı da olurdu. Sorulmadıkça konuşmamak meclisin âdetiydi, yani haddini bilmek...

İbrahim Öztürkçü'nün hazırladığı İbnülemin'in Rüyaları, işte bu mümtaz şahsiyetin psikolojisini, irtibatta olduğu cemiyetleri ve dönemin türlü ortamlarını (edebî, siyasî, tasavvufî) tanımak için oldukça ilginç bir kitap. Şehir Üniversitesi Taha Toros Arşivi'nde bulunan ve kendisinin el yazısıyla yaklaşık 70 varaktan oluşan rüyalar, İbnülemin'in psikobiyografisi için kaynak teşkil ediyor. Her geçen gün psikobiyografi eserlerinin artmasındaki ve bu alanda ciddi çalışmalar yapılmasının sebebi ise belli: insanın ruh dünyasını tanımak. Öztürkçü'nün de belirttiği gibi bu kitap İbnülemin'in bilinçaltına yolculuk ve ona dair 'psikanalist' okuma yapmaya imkân sağlayan bir öneme sahip.

Kitabın girişinde rüya mevzusuna batıdan ve doğudan çeşitli örnekler verip yorumlar getiren Öztürkçü'nün şu yorumları, kitabı okuyacakların meseleye bakışına bir renk verebilir: "Freud, rüyaları, uykumuz sırasında oluşan akıldışı ruhsal faaliyetler olarak görmekte ve rüyaların ilâhî kaynaklı olmayıp sadece arzu tatmininden ibaret bilinçaltındaki düşüncelerin serbest olarak yüzeye çıktığı, insanların bu yolla ruhsal ve fiziksel olarak rahatlayıp tatmine ulaştığı bir olay şeklinde nitelendirmektedir. Bununla birlikte Freud'un nevroz teorisini geliştirip, psikanaliz tedavi yöntemini bulması, modern rüya yorumu sanatını ortaya çıkarması nedeniyle, bilim tarihinin en önde gelen isimlerinden biri olarak kabul görmüştür. Fakat rüyayı bir isteğin tatmini olarak anlamak, Freud'un en büyük yanlışlarından biri olup, onun düşünce dünyasını esir alan materyalist algısının bir yansımasıdır."

Bizim düşünce dünyamızda şüphe yok ki rüyalar çok büyük bir öneme sahiptir. Hem dünya hem de ahiret hayatına dair anlamlar aranır. Aile saadeti, meslekî gidişat, şahsî vaziyet ve akıbet... Rüya konusunda ehil olan kimselerden işte bu meseleler sebebiyle yorum istenir. Elbette bunlar yapılırken söz konusu rüyanın hayırlara çıkması için Allah'a niyaz edilir. Diğer yandan rüyalar, "nübüvettin kırkta biri" olarak kabul edildiği için kimselere anlatılmaz, mevzunun ehil zâtları rüyaların (ister iyi ister kötü görünen) herkesle paylaşılmaması gerektiğini telkin ederler. Bir de işin tasavvufî tarafı vardır. Orada rüyadan çok mana kelimesi kullanılır. Bir şeyh efendiye, yola (tarikat) ya da benzeri mevzulara dair mana gören kimseler bu manayı bir kâğıda yazıp tanıdıkları, hiç değilse eş-dost tarafından bilinen bir büyüğe götürürler. Ondan yorum rica ederler. Bu yorum bazen manayı görenin bir yola intisab etmesine delil teşkil eder, bazen de kısmetinin başka bir kapıda olduğuna. İbrahim Öztürkçü'nün belirttiğine göre İbnülemin Mahmut Kemal İnal rüyalarında daha çok hususlar dikkat çekiyor:

1. Sadâret, vezâret, nezâret, Mabeyn Başkâtipliği, Maarif Nazırlığı, Hilafet Başkâtipliği, feriklik, Meşihat mektupçuluğu, Divan-ı Hümayûn Beylikçiliği gibi rütbelerden birinin kendisine tevcih edilme beklentisiyle alakalı manalar sıktır.
2. Rüyaların görüldüğü vakitler genellikle sabah, sabaha yakın, sabah namazından sonra ve geceleyin gibi "evkât-ı mahsusa"lardır.
3. İbnülemin, kendi rüyaları dışında kendisinden iki yaş küçük biraderi Ahmed Tevfik Bey'in rüyalarını da bazen zikreder. Nitekim rüyalarda bulunan şahısların başında kardeşi gelir.
4. Rüyalarda görülen şahıslar arasında padişahlar ve devlet ricali başta olmak üzere dinî, ilmî, edebî şahsiyetler ve sanatkârlar yer almaktadır. Çok zengin bir listedir bu. Peygamber Efendimiz'den Hulefâ-yı Raşidîn'e, Ezvâc-ı Tâhirât'tan Ashâb-ı Kirâm'a, padişahlardan şehzadelere, şeyhler ve velilerden sadrazamlar ve paşalara, şeyhülislamlardan müsteşarlara, nâzırlardan mûsıkîşinaslara ve hattatlara kadar uzanan bir liste.
5. Her rüyada olduğu gibi şahıslar bazen kendi görevlerinin dışında farklı makamlarda yer alabilmektedir, suret ya da kılık-tip değiştirebilmektedir. Ölülerin diri, dirilerin ölü olması da bu türden bir örnektir. Bazı rüyaları vesilesiyle İbnülemin'in aile kökeninin Efendimize dayandığını, bazılarıyla da baba tarafından Hazreti Hüseyin neslinden geldiklerini öğrenebiliyoruz. Diğer yandan bağlı bulunduğu tasavvuf çevresini de görebiliyoruz. Bu anlamda İbnülemin hiç şaşırtmaz, o zaten maddî ve manevî cezbesiyle tipik bir nakşî dervişi gibidir ki Süleyman Nazif'in şu cümleleri onun her an infilak etmeye hazır ruh hâlini izah eder: "Boğaz'ın bir semtine batarya yerleştirseler, karşı tarafına Mahmut Kemâl Bey'i koysalar ve 'Ateş!" diye komut verseler, beş dakika içerisinde Mahmut Kemâl Bey, bataryayı susturur ve tarümar eder."
6. Rüyaların geçtiği mekanlar tıpkı rüyalara konuk olanlar gibi çeşit çeşit. Genellikle İbnülemin'in baba ocağı Sarı Konak'ı okuyoruz. Onun dışındaysa camiler, Topkapı Sarayı'nın Hırka-i Saâdet dairesi, tekkeler, dergâhlar, başka konaklar, devlet daireleri, şehirler-semtler, vapurlar, berber dükkânları, tiyatrolar yer alıyor rüyalarda.
7. Bir rüyasında Mustafa Paşa'nın kerimesi Mirhimâh yahut Mihrişâh Sultan'la evlendiğini ve hatta saltanat namzedi bir erkek çocuğu olduğunu görüyoruz. Bu da İbnülemin'in gönlünde kalan ukdeyi işaret ediyor.
8. Rüyalar genellikle güzel dualar eşliğinde bitiyor. Burada hem Türkçenin lezzetini hem de İbnülemin'in niyaz biçimindeki samimiliği görebiliyoruz. Yine bazı rüyaların sonunda da "teferruatı vardı ama unuttum" gibi ifadeler görüyoruz. Kimi rüyalarını uyanır uyanmaz yazsa da bazı rüyalarını unutmuş İbnülemin.
9. Vasiyete benzer isteklerle de karşılaşıyoruz İbnülemin'in rüyalarında. Öldükten sonra nereye defnedilebileceği gibi.
10. Şahıs İbnülemin olunca onun sevmediği yahut onu sevmeyen insanların da rüyalarda iç içe geçtiğini görmek mümkün. Gerçek hayatta pek hazzetmediği kimselerle mana âleminde de arası pek iyi değildir onun. Bu isimlerden bazıları şöyle: Babanzâde Ahmed Naim, Midhat Cemal, Ali Emirî, M. Zeki Pakalın, Osman Nuri Ergin ve Mehmed Âkif Ersoy. Bu son isim bizi epey şaşırtıyor, 1331 Rebîülâhiri'nin 23'üncü Salı sabahı rüyasında Âkif'in faziletine dair gazetelere düşen haberleri duyunca şu cevabı verir: "Âkif'in gazetelere yazılan faziletinden ve Âlemi-i İslâmiyet'e hizmetinden filandan bahsederek 'Musa Kazım vesâire gibi adamlar dururken ona öyle denilir mi?' meâlinde sözler söyledim."

Rüyaların bu genel özelliklerinden bahsettikten sonra Öztürkçü şu cümlelerle okuyucuyu rüyalarla baş başa bırakıyor: "Cemil Meriç'in ifadesiyle irfan medeniyetinin bakiyesi olarak cumhuriyet dönemini idrak eden nesil içerisinde İbnülemin, hafızasını kaybeden bir insanın hastalığına şifa bulmaya çalışan bir doktor gibidir. Tedavi şekli ise içinde yetiştiği medeniyetin hususiyetlerini kılık-kıyafetiyle ve şahsına münhasır mizacıyla Cumhuriyet'e intikal ettirmekten ibarettir."

Yazıyı bitirmeden evvel buraya kitaptan İbnülemin'in bir rüyasını olduğu gibi yazmak istiyorum. Bu rüya hem mevzusu itibariyle hem de gayba yönelik bir 'uyarı olduğu' ortaya çıkması (sahiden mi bilemeyiz, Allahuâlem) sebebiyle pek mühim ve ilginç. Buyursunlar:

"Meşin cüzdan gibi bir şey içinde yeni darb olmuş, tahminen seksen yüz kadar Osmanlı altını vardı. Cüzdan koynumdan yok oldu, galiba çaldılar. Bir müddet sonra altınların birkaçı eksik olarak cüzdan yine koynumda bulundu. Yanımda bulunanlara "İşte murâkabenin fevâidini murâkebe ettim, cüzdan yerine geldi" diyordum. Daha başka sözler ve haller oldu, unuttum. Büsbütün gâib olmaktansa bir miktarının eksik olmasına galiba memnun oluyordum. Bu da maişetimize ait zuhurâttır. Cenabı Rezzâk-ı Kerîm'e iltica ederim.
...
[Derkenar] 5 gün sonra içinde hayli para olduğu hâlde nefis cüzdanımı tramvayda çaldılar yahut düşürdüm. Bilmem bu o mudur?"

Rüyalarını yazarak şeyhine mektupla gönderen ve bu yolla irşad edilmeyi bekleyen Üsküplü Asiye Hatun'un Rüya Mektupları'ndan sonra (daha evvel Cemal Kafadar'ın Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken kitabında rastladığımız mektuplar) yine benzer ve lezzet bakımından hiç farkı olmayan bir kitap İbnülemin'in Rüyaları. Hazretin mana âleminden, o günlerin âlemine bir bakış...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Şubat 2019 Çarşamba

Karmaşa her şeyin birbirine bağlı olduğunun delili mi?

"Kaosun düzeni vardır ve her düzende kaos saklıdır. Ya da şöyle; düzen düzensizliği yaratır ve düzensizliğin bir düzeni vardır. Peki şu nasıl? Kaos matematiksel bir teorisi olan büyük bir kargaşadır; şaşırtıcı ve tartışmalıdır."

MÖ 8. Yüzyılda Yunan Hesiodos …her şeyden önce kaos vardı…” der ve bu böylece 20. Yüzyılın Kaos Teorisi’ne kadar makbullüğünü korusa da üzerine eklenmeden gelir. İşte o gün bu gün, 1900’lerde ortaya çıkan Kuantum’dan bu yana, doğaya ve kendimize bakış açımızı dramatik bir şekilde değiştirecek eşikteyizdir artık.

NTV Yayınları'ndan çıkan, Ziauddin Sardar’ın Iwona Abrams çizgileri eşliğinde yazdığı dünyalar keyiflisi serinin kitaplarından benim en çok içine düştüğüm "Kaos", bu eşiği tam olarak kavramamıza yetmeyecek olsa da; en azından, merak etmemizi sağlayarak, kapitalizmin unutturduğu kıymetli soru işaretlerini takıp takıştırıp, çekilebilir kitaplığınızdaki köşesine.

Kaos neden ilginçtir?

Sadelik ile karmaşıklık ve düzen ile raslantısallık arasındaki gizli ilişkileri ortaya çıkartır, günlük tecrübeleriniz doğa kanunlarına bağlanır.”. Bir bütünün parçası olduğunuzu fark edersiniz. Psikolojik olarak da şu zamane psikozu “yalnızlık” hissine ilaç gibi gelir. Bilim ile psikoloji mi düzelir. Tabi düzelir. Bir güzel adam demişti; akıl yok ise ne olur ki diye.

Hem determinist hem fizik kurallarına bağlı hem de düzensiz bir evreni temsil eder.”. Değil mi ki “İrtat-Terfit” önce doğanın öğretisi. Ama der; hem algımız, hem tüm olası tahminlerimiz bir yerde işte o kelebeğin kanadında, yani bozduğun kozmos her daim yeni şeklini almakta!

Soyut matematikle modern bilgisayarların muhteşem işleme gücünü birleştirir.

Öklit’in düzenli şekillerinden sıkılanlara; kaosun soyut, geometrik doğasını, bilhassa bilgisayarlarda sergileyebilen frakteller ile Maldelbrot’ı dinlettirip, sonra tekrar izlenmesi gereken Star Wars üçlemesi de ilginç gelebilir. Çünkü sonsuzluğu görmenin bir yolu var ise -var da diyemez ya kimse- bu yol fraktallerden geçmek zorundadır. Depremlerin tahminleri veya sindirim sisteminin, akciğerin, beynin algısı da keza.

Cennette ve dünyada felsefenin hayal ettiğinden çok daha fazlası vardır, Horatio” diyen Shakespeare’imiz de babalar gibi KAOS çalışmıştır mesela. Felsefe disiplinini, ezberin ötesinde almış bir zihnin varacağı anlam, aynı zihnin Felsefe‘den çıkış kapısı aradığı yerdedir. (bu izlek önemli).

Başka bir ilginç hikaye de 1961 yılında Lorenz’in hava durumu makinesi ile sonlara doğru fark ettiği bir gelişmeyi kontrol etmek için denediği kestirme yoldadır. İşlemin yarısındaki rakamı yazar bilgisayarına. Bir kahve almaya gider. Döndüğünde bir önceki sonuç yoktur artık! Kaosun fenomoni ile Lorenz artık uzak geleceğe yönelik kesin bir tahmini olanaksız kılmıştır. Hemen buradan ilintili çoğunluğun malumu “kelebek etkisi” dersek biraz daha hatırlanır kılabiliriz Lorenz’i.

Pek tabi Ray Bradbury’nin geçmişte ölen bir kelebeğin gelecekteki başkanlık seçimlerini değiştirdiği demir leblebi hikayesini de konuya iliştirelim ki ilgisi depreşen bulup okusun.

Werner Heisenberg ; - Tanrım neden görecelik? Neden türbülans?

Tanrı; - Benim bile türbülans için bir cevabım yok!

Yani; sınırlı bir zamanda sınırsız döngü; devam eden zamanda bir anın kıymeti ve ne işe yaradığını anlamak için gerekli sonsuz mantık ihtiyacıdır kaos! Zamanın, her şeyi bir anda gerçekleşmekten alıkoymasını olağan bulmak! Karmaşayı, her şeyin birbirine bağlı olduğunun delili saymak!

3 ayda çöken Sovyet Rusya’nın karşısında; soyu tükenen hayvanın fosilini milyonlarca yıl koruyan doğayı okumak!

Kaotikler gibi cevapları değil soruları etkileyerek gidilen yerde Sokrates diyaloglarının ötesine geçebilmek!

Ay’a inip teflon tavayı keşfedip, her gün, yumurta yerken zehirlenen insan dehası(!)na sığınamamak!

İşte buralar böylece kaos!

Düşünenin içinde boğulduğu ama düşünmeyenin oksijeni dahi tanımadığı kaos!

Sadece yağmur yağmazsa ağaç olmaz döngüsünü değil; ağaç olmazsa yağmur yağmaz geri bildirimini bilen geleneksel insan bilgeliğinde, bilinen anlamda bilginin eksik olduğu çağlarda, daha çok anlaşılmış olan kaos!

Ve sağlaması kozmos!

Yani sen elmayı seviyorsun diye / elmanın da seni sevmesi şart mı?” der ya Nazım! Buydu bendeki aşkın Türk dilince tanımı! Ya da tüm gönüllü kaosların!

İşte sen bu kaostan da, elmadan da sorumlusun diyor Tanrı!

Çünkü sevgili insan; elma seni sevmeden sen o elmayı yiyemiyorsun!

Bu yüzden; yıllardır hiçbir elma ağacını, toprağını, fidanını, meyvesini sevmediğin ile hiç gerçek bir elma yemediğin gerçeğini ve tutarlılığını, başucuna koyup uyumalısın, en azından bu gece!

Çünkü o “kelebek etkisi” dediğin ve bir uzun metraj sinema filmi kadar ilginç bulduğun döngünün, tam da kanadındasın!

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

5 Şubat 2019 Salı

İbn Haldun’u iktisadi okuma girişimi

İslam ve sosyal bilimler söz konusu olduğunda ilk akla gelen isim İbn Haldun (1332-1406) ve ünlü eseri Mukaddime oluyor. Orijinal ve kapsamlı fikirleri bu haklı önceliği ona kazandırıyor. Bugün İbn Haldun’un değerini anlatmak için bir çok başlık sayılabilir. Bunlardan en önemlisi entelektüel birikiminin ve görüşlerinin evrensel nitelik taşıması diyebiliriz.

Öyle ki, İbn Haldun’un sadece İslam dünyası ya da kendi dönemiyle sınırlı bir düşünür olmadığı yadsınamayacak bir gerçektir. Eserleri incelendiğinde modern Batı düşüncesinin öncülü sayılabilecek çok fazla açılım yaptığı görülür. Elbette epistemolojik derinlik ve kategorik çeşitleme bağlamında eksiktir fakat eserlerinde Aydınlanma sonrası ortaya çıkan bilimsel disiplinlerin birçoğuyla ilgili malumat bulmak mümkündür. Tarihi kutsamadan, retoriğe kapılmadan, hamasete bulaşmadan yapılan incelemeler bu gerçeğin altını çiziyor. Ozan Sağsöz’ün kaleme aldığı İbn Haldun’un Mukaddimesi’nde Maişet Yolları adlı kitap bunun son örneklerinden. Sağsöz’ün yüksek lisans tez çalışması olan yüz yetmiş iki sayfalık eser Vakıfbank Kültür Yayınları etiketini taşıyor. Vakıfbank Kültür Yayınları demişken, kısa süre önce faaliyete geçen yayınevinin kitaplarının dağıtımını/satışını tek kurumla sınırlandırmasının anlaşılır bir yanı yok. Sanırım yayınevinin takındığı bu aldırmazlığın ve tuzu kuruluğun sebebi bir kamu bankasının yayın ayağı olmasından kaynaklanıyor. Oysa kamusal sorumluluk ve kültür yayıncılığı bu değil. Ek olarak, yayınladığı eserlerde alışılmışın dışında tasarlanan içindekiler ve kaynakça kısımlarını hem estetik hem de kullanışlı bulmadım.

İbn Haldun’un Mukaddimesi’nde Maişet Yolları üç bölümden oluşuyor. İbn Haldun’da Tarih ve Umran Bilimi adlı birinci bölümde İbn Haldun’un zihin dünyasını şekillendiren ilmi ve entelektüel ortamın nasıl oluştuğunu ele alan Sağsöz, Antik Yunan ve Roma düşüncesinin etkilerini gösteriyor. Bu bağlamda İslam düşüncesi ile kesişen Antik Yunan ve Roma felsefesi onun düşüncelerinin arka planını oluşturmaktadır. Yazar, İbn Haldun’un kurucusu olduğu umran biliminin özelliklerini yine onun çalışmaları üzerinden aktarıyor. İbn Haldun’un özellikle tarih konusunda akılcı ve eleştirel bir metodoloji geliştirdiği görülüyor. Ona göre mevcut tarih anlayışının retoriğe dayalı yapısı gerçeklerle örtüşmemektedir. Bu durum yanlış ve niteliksiz bir tarih içeriğinin oluşmasına neden olmaktadır. Ozan Sağsöz ilk bölümde çalışmasının anlamsal karşılığını oluşturabilmek için ön hazırlık yapıyor diyebiliriz. Bu bağlamda İbn Haldun’un oldukça meşakkatli geçen hayatını yaşadığı sosyo-kültürel ve politik yapı üzerinden değerlendiriyor. Ayrıca Antik Yunan’dan itibaren gelişen tarih ve tarihçilik anlayışına değinerek İbn Haldun’un görüşlerinin farklılığını ve/veya özgünlüğünü göstermeye çalışıyor.

Eserde evvela umran biliminde kullanılan kavramlara değiniliyor. Buna göre ‘bedevi’, ‘hadari’ ve ‘asabiyet’ kavramları umran biliminin temel dinamikleridir. Umran bilimi ilkel ve göçebe bir yaşam tarzı olan bedevi umrandan yerleşik, devletli, imar edilmiş şehirli bir yaşam tarzı olan hadari umrana (ya da tam tersinin) geçiş aşamalarını açıklamayı amaçlamaktadır. Bu geçiş sonucunda sanat ve estetiği içeren yapı ortaya (hadari umran) çıkmaktadır. Diğer yandan hadari umranın sağladığı imkanların sağladığı konfor ve lüks toplumu rehavete sokarak savaşma/direnme gücünü kırmaktadır. Hadari toplumun sonu bedevi toplum eliyle çöküştür. İbn Haldun tarihi bedevilik ve hadarilik arasındaki diyalektik dönüşümle açıklıyor.

Ozan Sağsöz, birinci bölümde çalışmasının kavramsal çerçevesini oluşturduktan sonra ikinci bölümde asıl konusuna; İbn Haldun’un görüşünün iktisadi yönüne odaklanıyor. İbn Haldun’da İktisadî Vaziyetler isimli ikinci bölümde toplumların zenginlikleri, emek, kazanç, mülkiyet ve ticaret konularının Mukaddime’deki izlerini sürüyor. İbn Haldun’a göre kazanç emek ve çalışma ile elde edilebilir. Emek ve kazanç için insanı diğer yaratılmışlardan ayıran özellik “fikir ve el” (iş yapabilme) birlikteliği gerekmektedir. Emek vermeden ve çalışmadan kazanç elde etmek isteyenler iş yapmaktan aciz olan kişilerdir. Definecilik bu uğraşa bir örnektir.

Tümdengelimci Aristo (MÖ 384-322) felsefesinin (zoon politikon) takipçisi olan İbn Haldun’a göre insan toplumsal bir varlıktır ve bir arada yaşamanın bazı gerekleri vardır. Örneğin iş bölümü ve uzmanlaşma bu gereklerdendir ve kolektif yapının normal bir tezahürüdür. Yalnız iş bölümü ve uzmanlaşma bedevi ve hadari toplumlarda farklılıklar gösterir. Bedevi toplumda üründe uzmanlaşan kişi hadari toplumda ürünün aşamalarında uzmanlaşmaktadır. İbn Haldun’un emek, kazanç, iş bölümü ve uzmanlaşma hakkındaki görüşleri modern toplumu tanımlıyor gibidir. O ayrıca insanın hayatını idame ettirmek için ihtiyaç duyduğu şeyleri ‘zarurî’, ‘hacî’ ve ‘kemalî’ olarak kategorize etmiştir. Bu yöntem yirminci yüzyılda ortaya atılan ‘İhtiyaçlar Hiyerarşisi’nin ilk versiyonu olarak tanımlanabilir. Eserin bu bölümü Mukaddime’nin iktisadi açıdan genel bir değerlendirmesini içeriyor diyebiliriz.

Ozan Sağsöz, İbn Haldun’a Göre Geçim Yolları başlıklı üçüncü ve son bölümde konunun kapsamını daha da daraltarak çalışmasının özüne odaklanıyor. Geçim yollarının farklılıkları toplumsal yapılardan kaynaklanmaktadır. Toplumsal yapıyı belirleyen ise üretim şekilleridir. İbn Haldun geçim yollarını tabiî ve tabiî olmayan geçim yolları olarak ikiye ayırmaktadır. Bu ayrıma ek olarak zarurî ve konusu itibariyle şerefli meslekler şeklinde hiyerarşik bir sınıflandırma da yapmıştır. Bedevi ve hadari toplumların yapısına göre kategorize edilen bu yollar (meslekler) toplumların sosyo-kültürel yapılarında ve yönetim organizasyonunda farklı yansımaktadır. Burada İbn Haldun’un halk, devlet ve yönetici unsurlarının iktisadi yapı içindeki durumlarını değerlendirdiği görülüyor. Onun bu değerlendirmeleri daha sonra ortaya çıkacak iktisat teorilerinin adeta habercisidir.

Genel olarak baktığımızda, ele aldığı konuları akılcı bir bakış açısıyla değerlendiren İbn Haldun’un İslami ilimlerden de faydalandığı görülüyor. Özellikle ticaret ve siyaset ile ilgili dini ve ahlâki bir çerçeve çizdiği söylenebilir. Diğer yandan akılcı, sorgulayıcı, eleştirel bakması geleneği görmezden gelmesine engel olmuyor. Ona göre bedevi ve hadari unsurlar birbirinin zıttı değil tamamlayıcısıdır ve tarih bu iki yapının diyalektiğinin üretimidir. Ozan Sağsöz’ün örneklerle belirttiği gibi, İbn Haldun modern Batı felsefesinin birçok düşünürünün öncülü sayılabilecek görüşleriyle çağını aşan bir anlayışa sahiptir. Bu anlamda onun görüşleri İslam düşünce geleneğinin özgün bir parçası olmasının yanında İslami paradigmanın tıkandığı noktaları saptamada kullanılabilir. Dolayısıyla Ozan Sağsöz, İbn Haldun özelinde sadece “maişet yolları” hakkında bilgi sunmuyor. Daha genel bir çerçeve çizerek hem Mukaddime’yi analiz ediyor hem de onun yazıldığı dönemin sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel ve sosyo-politik yapısının mütevazı bir analizini yapıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

4 Şubat 2019 Pazartesi

Said Halim Paşa'nın gözünden tarihimizin kritik yılları

Çemberlitaş'taki Sultan II. Mahmud Türbesi'ne girdiğinizde, devletin her kademesinden insanın kabriyle karşılaşmanız mümkündür. Burada yatan zatlardan biri de Osmanlı İmparatorluğu'nun en kritik döneminde sadrazamlık makamında bulunmuş olan Said Halim Paşa'dır. Hayatına baktığımızda sözünü sakınmayan, imparatorluğun ve yöneticilerin krizlerini yazmaktan ve çözümler üretmekten kaçınmayan bir münevver profili görürüz.

1863'te Kahire'de doğan paşa, Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın torunlarındandır. İsviçre'de siyaset bilimi okumuş ve beş dil öğrenmiştir. Bu yazıda bahsedeceğimiz eserin orijinali de Fransızcadır. Yani paşa, Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşa girişini ve o günkü vaziyetini Fransızca olarak yazmıştır. II. Abdülhamid döneminde Şûrá-yı Devlet'e tayin olunsa da İttihatçılarla olan münasebetinden dolayı takip altına alınınca vatanından ayrılmak durumunda kalmıştır. Uzun yıllar Avrupa'da ve Mısır'da yaşamış, II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Türkiye'ye geri dönmüştür. İttihatçıların arzusu üzerine 1913'te sadrazam olmuştur. Yani I. Dünya Savaşı esnasında memleketin başbakanıdır. 1917'de sadrazamlıktan istifa ettikten sonra 1919'da savaş suçluları arasında yer aldığından Malta'ya sürülmüştür. İki yıl boyunca bir İngiliz esir kampında kalan paşa, sonrasında Roma'ya yerleşmiş, 1921 yılında bir Ermeni komitacı tarafından burada şehit edilmiştir.

Said Halim Paşa, dönemin 'İslâmcı' aydınlarındandır. İmparatorluğun gerileme sebeplerinden en önemlisi olarak Batı düşünce sistemindeki kalıpların olduğu gibi alınmasını ve bunun halk tabanında hiçbir karşılık almaması olarak görür. Başta "Buhranlarımız" olmak üzere yazdığı birçok makalede düşüncelerini aktarırken imparatorluğun krizleri sert bir dille eleştirmiştir. Anayasa, onun en sert eleştirdiği meseleyi oluşturur. Anayasa için "ülkenin sosyal ve siyasal durumuyla, ruh haliyle, inançlarıyla ve gelenekleriyle asla uyuşmayan bu anayasa, millî varlığımız için ciddî bir tehlike hâlini almıştır" dese de başbakan olmuştur. Said Halim Paşa'ya dair özgün ve kuvvetli bir metin okumak isteyenler İsmail Kara'nın Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi isimli eserinin birinci cildine bakabilirler. Burada Kara'nın üzerinde dürdüğü en hassas konu paşanın anayasa üzerine yorumlarıdır. Bu yorumlar arasından bir kelimeyi çekip çıkarmak gerekirse, o kelime de imparatorluk yöneticilerinin anayasa konusundaki "aldanmış" hâlleri olacaktır.

Ocak 2019'da Kronik Kitap tarafından ve Fatih Yücel'in çevirisiyle neşredilen Osmanlı İmparatorluğu ve Dünya Savaşı, Said Halim Paşa'nın Fransızca yazdığı bir eser. Dönemin tam da içinden olan paşanın tanıklıklarıyla şu konulara doğrudan cevap bulunabiliyor: Türkiye, Dünya Savaşı'na nasıl girdi ve niçin katıldı? Karadeniz hadisesinde neler oldu? Savaş sonrasında Bab-ı Âli'nin iflası nasıl gerçekleşti? Mustafa Kemal Paşa'nın stratejisi doğrultusunda İngiltere ve Fransa düşmanlığı arasındaki farklar nelerdi? İngilizlerin Yakın Doğu siyasetinde Türkiye'de hangi faaliyetler planlandı ve gerçekleştirildi? İngiliz siyasetinin hataları neler oldu? Türkiye ve halifelik meselesi nasıl yorumlanmalı?

"Türkiye, içinde bulunduğu tecrit yüzünden, neredeyse tüm Avrupa’yı temsil eden iki tarafın dışında kalmış bir ülke olarak; adaletsizlik ve istismarın her türlüsüne katlanmayı sürdürmekteydi. Bu dayanılması zor duruma son verebilmek için, Türkiye’nin söz konusu taraflardan birine katılması gerekmekteydi. Rusya’nın mevcudiyeti sebebiyle Üçlü İtilaf ’a katılma imkânı yoktu. Geriye kalan tek ihtimal olan Üçlü İttifak’a dahil hususunda ise bir mâni bulunmamaktaydı." diyerek, Türkiye'nin o dönemki vaziyetini gayet net biçimde anlatıyor. Akıbeti için ise şu yorumu getiriyor: "Almanya’nın Türkiye’ye ittifak teklif ettiği esnada, Saraybosna Cinayeti çoktan vuku bulmuştu ve Üçlü İttifak ile Üçlü İtilaf arasındaki ilişkiler gergin bir hâle gelmişti. Yine de hiç kimse, bu gerginliğin Avrupa halklarının tamamının çok korktuğu ve ne pahasına olursa olsun kaçınma yollarını aradığı umumî savaşa yol açacağını tasavvur edemezdi. Almanya’nın yaptığı ittifak teklifini Arşidük Ferdinand Suikastı’nın yol açtığı vaziyet nedeniyle reddetmek, netice itibariyle Türkiye için can sıkıcı ve aynı zamanda da tamiri imkânsız bir hata olurdu."

Tarih kitaplarında çok basit bir meseleymiş gibi aktarılan Goeben ve Breslau meselesi ise paşanın yorumlarıyla oldukça ciddi bir boyut kazanıyor. Almanların ve elbette İttihatçıların türlü manevralarla yürüttükleri bu mesele, gerçekten de bir savaşa giriş stratejisi olarak görünüyor satırlarda. Almanya ile Avusturya-Macaristan büyükelçilerinin Türkiye'den Rusya’ya savaş ilanı istemeleri karşılığında paşa "Memleketin topraklarının genişliğinden ve ulaşım zorluklarından bahsederek, seferberliğin tamamlanabilmesi için uzun bir zaman gerektiğini ve netice itibariyle Osmanlı Hükûmeti’nin o zamana kadar tarafsızlığını kesinlikle korumaya mecbur olduğunu" izah etse de durum değişmemiş, bir emr-i vaki söz konusu olmuştu.

Savaşa katılma noktasındaki tarafsız kalma baskısına dair "tarafsızlığa katlanmak, Türkiye için, yalnızlığa ve tamamen hareketsiz kalmaya mahkûm olmak ve sonuç itibariyle de, sadece kendi imkânlarıyla gerçekleştirmede yetersiz kaldığı millî müdafaasını düzene sokmak için mutlaka ihtiyaç duyduğu yardım ve destekten mahrum kalmak demekti" yorumunu yapan paşa, savaşın nihayetine dair oldukça önemli ifadelerde bulunuyor: "Türkiye’yi mütarekeden sonra silahlanmaya zorlayan sebepler onu dünya savaşına katılmaya mecbur eden sebeplerin aynısıdır. Ne o zaman ne de bugün üzerine düşenleri yerine getirmeseydi de kaderi değişmeyecek ve millî varlığının her hâlükârda sona erdiğini görecekti. Türkiye, bugün Allah’ın lütfu ve evlatlarının hayran olunacak sadakati sayesinde varlığını korumak için hâlâ mücadele edebiliyorsa, bağımsız, hür ve müreffeh bir istikbali güvence altına almayı da bilecektir. Bunun sebebi de, 1914’te görevini kavrayarak harekete geçmesi ve savaştığı korkunç kuvvete yılmadan karşı koyma cesaretini göstermesidir."

Kitabın en sarsıcı tarafı halifelik ve Mustafa Kemal Paşa üzerine olan sayfalarda gizli. Şunu net biçimde söyleyebilirim ki Said Halim Paşa'nın hem dönemin Müslüman aydınlarının hem de Mustafa Kemal Paşa'nın şahsına dair şaşırtıcı derece (fizikî özelliklerinden özel yaşantısına kadar) fikirleri son derece kritik bir öneme sahip. Günümüz 'İslamcı' köşe yazarlarının her fırsatta 'İslamcılığı' sebebiyle övdükleri paşanın özellikle de Sultan Vahdeddin'e dair yaptığı yorumların ciddiyetle üzerinde durulması gerekiyor. "Vahdeddin, savaşın ve mağlubiyetin getirdiği tüm felaketlerin kaynağı olup ülkesine en büyük iyiliği yapabilecekken, en büyük kötülüğü yapmıştır." diyen paşanın devam eden sayfalardaki şu cümleleri de buraya almak elzem:

"Alçakça ve saçma sapan şahsî hesaplara boyun eğip, gizlice İngiltere’yle anlaşmış ve Osmanlıcılığın en azılı düşmanı ve Türk aleyhtarı ittifakın önderi olmuştur. Mutlak iktidar ihtirasıyla gözleri dönmüş ve vezinsiz beyinde zulüm illeti şeklini almış itimatsızlıktan doğan şahsiyet zaaflarına maruz kalmış, Osman’ın tahtının hâlihazırdaki aşağılık sahibi, kendini Millî Teşkilat’ın en azılı rakibi olarak görmekteydi. Hakikatte ise, Teşkilat’ın İtilaf Kuvvetleri’ne gösterdiği tepki, Sultan’ın despotluk temayülleri aleyhinde zuhur eden bir karşıtlıkla beraber kendini göstermekteydi. Fakat bununla o sadece Sultan’ın otoritesini anayasa sınırları içerisinde tutmaya çalışmaktaydı. Aslında Vahdeddin sadece ağabeyi Abdülhamid’in zulüm taraftarı politikalarını devam ettirmek için tahta çıkmış gibi gözükmekteydi, bunun haricinde o ağabeyinin kötü bir kopyasından ibaretti. Abdülhamid’in entrika kabiliyetine sahipse de, Allah’ın bir lütfu olarak, onun zekâsından nasibini alamamıştı. O da, ağabeyi gibi “Benden sonra fırtına,” demekteydi. Millî Teşkilat’a her türlü saltanat aleyhtarı niyetleri atfederek, Vahdeddin İngiltere ile ittifak kurmuştu; fakat bunu yaparak bir despot olarak yönetmek istediği İmparatorluğun parçalanmasına ve köleleştirilmesine yardım etmekte olduğunu bilmemekteydi."

Said Halim Paşa'nın Mustafa Kemal Paşa'ya dair yaptığı yorumlardan şu satırları da devamını merak ettirme gayesiyle buraya alıyorum:

"Mustafa Kemal gırtlağına kadar sefalete batmış olmakla suçlanmaktadır. Bu doğru değildir. Belki sefa meraklısı olabilir. Ancak millî davada kendine düşen vazifeyi yerine getirmiştir ve kötü alışkanlıklarından feragat etmiştir, bu da göz ardı edilebilecek bir davranış değildir. Onun hayatı bugün son derece namuslu ve muntazamdır (...) O ne olursa olsun, iyiyle kötünün, zaaf ve kuvvetin, fazilet ve zaafların bir karışımı dahi olsa, Türkiye ona sadece hayranlık ve takdirini arz edebilir. Yine de ne yaparsa yapsın onun hakkını ödeyemez. Hayatta kalışını ve diğer milletlerin nezdindeki itibarını tekrar kazanışını ona borçludur. Yine de bu muazzam başarısında milletin payının onunkinden daha büyük olduğunu eklemeyi ihmal etmeyelim. Millet ona sonuna kadar kullanması için bitmek tükenmez bir kahramanlık ve coşku zemini hazırlamıştır. Eğer o bir zanaatkâr ise, millet de elindeki âletidir, tevazuu sebebiyle eşsiz niteliğinin farkında olmayan bir âlettir. İşi aslına bakılırsa, Türkiye’nin kurtuluşu ve onu sönüp kaybolan parıltısıyla hâlihazırda son iki yüz yıllın acı ve mahcubiyetlerinde kurtaracak talihine doğru yönelişi milletin ve tabiatın mümtaz kıldığı evladının vasıflarının bir araya gelmesi neticesinde gerçekleşmiştir."

Kitabın konu başlıkları eşliğinde net biçimde cevapladığı soruların dışında ekler bölümünde de oldukça önemli sayfalar var. İlki Türkiye ve Düvel-i Muazzama (1856-1914) meselesine dair. İkincisi Said Halim ve Mehmet Talat paşalar kabinelerinin Divan-ı Âli'ye sevkleri üzerine tutulan tutanaklar. Dönemin gerilimi tam manasıyla bu tutanaklarda. Üçüncü ek ise "Türkiya'nın Harb-i Umumi'ye İştirakindeki Sebepler" başlığını taşıyor. Kitap ne kadar önemli bir kaynaksa, bu ekler de o derece önemli birer kaynak.

Kitabı dilimize kazandıran Fatih Yücel, takdim yazısında "Said Halim Paşa bu kitabı, bilhassa Milli Mücadele ile alakalı kısımlarını, 13 Eylül 1921’de zaferle neticelenen Sakarya Meydan Muharebesi’nden, -savaş esnasında Şark vilayetlerindeki olaylardan mesul tutularak gönderildiği- sürgün yeri Malta’dan ayrılarak Roma’ya gidişinden sonra yazmıştır. Kitabının müsveddesini muhtemelen, 30 Aralık 1921’de Ermeni bir çeteci tarafından katledilmesinden çok kısa bir süre önce tamamlamıştır." diyerek bizi tarihimizin en kritik yıllarına dair birinci ağızdan yapacağımız tanıklığa hazırlıyor. Her yönüyle akıcı, süratle okunabilen, sarsıcı bir kitap Osmanlı İmparatorluğu ve Dünya Savaşı. Önce paşanın bu eserinde yer alan fikirleri tartılmalı, özümsenmeli. Ondan sonra da üzerinde dura dura yorumlanmalı. Şahsına ve siyasî duruşuna dayanma faslı bu kitapla bitmeli.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

22 Ocak 2019 Salı

İki kişinin huzurlu olduğu yerdedir aşk

Aşk üzerine yapılmış röportajlar serisinden oluşan Aşka Övgü’nün son sayfasına gelindiğinde, Alain Badiou tarafından, aşkın, dünyayı İki’nin penceresinden görebilme kabiliyeti olarak tanımlanması ile okuyucu kendisini uzunca bir kahve molası ihtiyacı içinde buluyor. Mümkünse denize nazır.

Aşk beni göklere çıkarmaz, aşağı da çekmez. Varoluşsal bir öneridir o: Salt sağ kalma itkimden ya da iyice benimsenmiş çıkarımdan farklı bir yöne kayan bir bakış açısıyla, bir dünya kurmanın önerisidir. Burada “kurma” sözcüğünü “deneyim”in karşıtı olarak kullanıyorum. Sevdiğim kadının omzuna yaslanıp, örneğin dağlık bir bölgede akşamın dinginliğini, sarılı yeşilli çayırı, ağaçların gölgesini, çitlerin ardında kımıldamadan duran kara somaklı koyunları ve kayalıkların arkasında yiten güneşi görüyorsam ve onun yüzü aracılığıyla değil de şu haliyle, dünyanın içinde sevdiğim kadının da aynı dünyayı gördüğünü, bu özdeşliğin dünyanın parçası olduğunu ve aşkın tam o anda özdeş bir farkın çelişkisi olduğunu biliyorsam, işte o zaman aşk vardır ve daha da var olacağına ilişkin umut verir. Bunun nedeni sevgilimle benim o tek Özne’ye, aşkın Öznesi’ne katılmamızdır; bu özne o dünyanın yalnızca benim kişisel bakışımı dolduran şey olmaktansa meydana geleceği, doğacağı şekilde, dünyanın açılımını farkımızın prizmasından işler. Aşk her zaman dünyanın doğuşuna tanıklık etme olasılığıdır. Kaldı ki bir çocuğun doğuşu da, aşkta gerçekleştiyse, bu olasılığın örneklerinden biridir.

Daha ziyade aşkın ne olmadığı üzerinden ilerleyen Badiou’nun öncelikli eleştirisi; zihni mistisizme pek prim vermeyen, dinin şiarında da bu ihtiyacı bulamayanlar için oldukça keyifli okumalar verir.

De dahi; “Tanrı’ya ulaşmak” için ısrarla “aşk acısı”na gark olmuş farkındalığı ön şart görmenin, psikolojik bir inceleme olduğunu düşünenler; Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’undan mülhem oluşmuş kültürel hafızasına rağmen, aşkın şekil değiştirme halini, komik bir masal gibi dinlemeye başlayanlar için de yalnızlık gidericidir.

Çünkü Badiou’nun, Hristiyanlık üzerinden eleştirdiği; iki kişiyi aşan bir “bambaşka”ya, Tanrı’ya ulaşmanın aracı aşk, ancak ötekinin idealize edilmesiyle gerçekleşebilen bir şeydir, bu ise aşkın değil başka bir konunun öznesidir.

Keza Romeo ve Juliet gibi trajik sonlarla aşkı ölüme götüren, hastalıklı bir ısrarla “hüzün” ve “acı” bağımlılığını da ayaklar altına alır Badiou. Rimbaund’nun “aşkı yeniden yaratmalıyız” sözü izleğidir ve aşkı “İki’nin Sahnesi” diye isimlendirdiği düzlüğe çeker önce. Aşk; iki kişi arasındaki farkın motivasyonudur ona göre. Yoğunluğu ise muhtemel sonlu dünyanın içinde aranan sonsuz duyguların beden üzerindeki alaşımlarıdır. Mistik ve metafizik olmasının saçma olması bir yana, ateistik duruş sergiler. Çünkü Badiou’nun aşkı bir’in iki’ye mağlubiyetidir.

Bir diğer eleştiri; erkeğin, milyonlarca sperminin, kadının bir yumurtası ile eşleşme derdinden yola çıkmasından, etiği yerleşmiş bir zihnin kabul edemeyeceği yerlere varan Schopenhaure ve türevlerinedir.

Badiou için “Aşk cinsel arzunun basit bir süsü, türün üremesi için var olan karmaşık ve düşsel bir oyun olamaz.

Schopenhauer, “Ne kadar aşk, o kadar kusursuz çocuklar” iddiasını melankolik bir temelde değil; matematiğini kurarak anlatsa da; kısa olanın uzun olana, aptalın akıllıya aşık oluşundaki ortalamaya ulaşma ve mükemmel çocuk ihtimalini arttırma isteğinden ibaret aşk tanımını reddeder Badiou. Koca kitaplar aşıp gelen aşk; güzel çocuk yapabilme gayretinde son bulmamalıdır. Aksi halde vahşi doğadaki bir antiloptan çok da farkımız kalmayacaktır. Bu onun için bir zavallılıktır. Aksi halde efendisi olmamız gerek “hormon” efendimiz olur. Onun için “arzu”, aşk için, tıpkı Tanrı’ya ulaşma yöntemi olması kadar uzak ve “aşka ihanet” olarak nitelendirilebilecek bir tanımlamadır.

Aşk özellikle de süre içinde arkadaşlığın tüm olumlu özelliklerini kazanır (…) “Hayır! O anda işleyen şey yalnızca arzudur!” diyeceklerdir. Bence, ilân edilen aşk öğesinde, doğrudan arzuyu olmasa da, arzunun etkilerini yaratan şey hâlâ gizli olsa bile o ilandır. Aşk, kanıtının arzuyu sarıp sarmalamasını ister (…) Ama sevgililer en şiddetli coşkunlukta bile, sabah, uyanışta, aşk ilanını duyan bedenlerin üstüne bir huzur çöktüğünde, aşkın koruyucu bir melek gibi yanlarında olduğunu bilirler. İşte bu yüzden aşk cinsel arzunun basit bir süsü, türün üremesi için var olan karmaşık ve düşsel bir oyun olamaz, sanırım onun yok olmasına çalışan ideologlar dışında da kimse onu öyle görmez.

Hülasa;

Aşk bir düşüncedir.” oldukça saygın bir içeriktir.

Sabah uyandığında yüzüne çöken gülümseme, huzur…

Bir bakış bir jest ile şekillenebilen an…

Mutluluğu, öteki ile birlikte olmanın kaynağı yapan…

Kaygılarından arınmış, dingin bir “seni seviyorum”…

Sen farklarınla dünyamı tamamlayanımsın” diyebildiğindedir.

Bu yüzden Badiou için aşk; bir olmak değil, iki ile huzurlu olabildiğin yerdedir.

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

21 Ocak 2019 Pazartesi

Tasavvufa bilimsel bakmak

İnsanlar tasavvuf veya tarikata en baştan mı meyleder yoksa arayış hâlindeyken mi merak salar bilemiyorum. Şahsen her iki konuya dair malumatımı teolojiye olan ilgime borçluyum diyebilirim. Tasavvuf ve/veya tarikat bugün dinin bir parçası ya da bir dindarlık modeli olarak kabul görmüş durumda. Peki, işin aslı da böyle mi? Bugün bildiğimiz manadaki tasavvuf ve tarikat olgusu nerede ve nasıl başlamıştır? Ortaya çıkma saikleri, iç dinamikleri, tesir ve etkileşim alanları nelerdir? Farkındayım, inanç alanına giren ve kişinin meşrebince cevaplayacağı sorular bunlar. Açıkçası bu saatten sonra benim bu konuda ilgilendiğim tek şey, meseleye bilimsel yaklaşabilmenin mümkünlüğü olur. Gerisi laf-ı güzaftır.

Kitaplarla hemhâl olmaya başladığımdan beri tasavvufla ilgili onlarca eser elimden geçmiş, bir çoğu zihnimde derin izler bırakmıştır. Fakat konunun çerçevesini rahmetli Ercümend Özkan’ın (1938-1995) Tasavvuf ve İslam adlı eserinin çizdiğini söyleyebilirim. Ayrıca İbrahim Sarmış’ın Tasavvuf ve İslam adlı hacimli çalışmasını da burada anmam gerekir. Konuya ‘sorgulayıcı’ pencereden bakmak isteyenler müracaat edebilir. Toplumumuzda pek itibar edilmez ya, yine de belirteyim; bir şeyin ‘anti’si olmakla o şey olmamak aynı şey değildir. Bu bağlamda meseleye ‘anti-tasavvuf’ (bu isimde bir yayınevi bulunuyor!) düzleminden bakmadığım gibi tasavvuf ya da tarikat uygulamaları ile İslam arasındaki uyuşmazlıkların görmezden gelinmesini artık garipsemiyorum. Malzeme insan, din taklit, kültür toplama ve felsefe de sığ olunca şaşırmaya şaşırmak gerekiyor.

Tasavvuf demişken, çocukken iki şeye anlam veremezdim. İlki, Batılıların Celaleddin Rumi’ye (1207-1273) gösterdikleri aşırı ilgi ve övgüydü. Diğeri ise Müslümanların onun için kullandığı ‘İslam âlimi’ tanımlamasıydı. Doğu’ya dair müspet algısı, düşüncesi, uygulaması olmayan Batı nasıl oluyordu da bir ‘İslam değerini’ yüceltiyordu? Öte yandan Celaleddin Rumi İslam alimi idiyse, o kıstasta rahatlıkla sayılabilecek onlarca ‘şair’ en az onun kadar İslam âlimi olmalıydı. Kısacası, Celaleddin Rumi şiirle iştigal eden bir mutasavvıftı ve öyle tanımlanmalıydı. Onunla ilgili zihnimdeki ilk çentiği tesadüfen elime geçen İsmet Zeki Eyüboğlu’nun (1925-2003) Bütün Yönleriyle Mevlana adlı kitabı atmıştır. Eyüboğlu, Celaleddin Rumi’nin şiirindeki panteist vurgulara, gayri İslami detaylara ve vahdet-i vücut olgusuna dikkat çekiyordu. Sonra hasbelkader Mikail Bayram’ın araştırmalarına denk gelmem zihnimdeki eksik parçaları tamamlamıştı. Belirtmem gerekir ki, konu elbette Celaleddin Rumi’nin şahsı değil; eserleri ve fikir dünyasıdır. Burada mevzu edilmesi tasavvuf denildiğinde ilk akla gelenlerden birisi oluşundandır.

Bugün için tasavvufa dair kanaatim netleşip o defteri kapatalı epey zaman olmuş olsa da, arada konuya dair ilgimi çeken (kaliteli) çalışmaları gözardı edemiyorum. Ahmet T. Karamustafa’nın kıymetli çalışması Tasavvufun Oluşumu bu minvalde değerlendirdiğim kitaplardan. Tasavvuf olgusuna bilimsel tutarlılık, akademik ciddiyet ve sakince bakmak isteyenler kesinlikle dikkate almalı. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından neşredilen çalışma iki yüz kırk sekiz sayfadan (nedense internetteki tanıtımlarda ‘iki yüz atmış’ yazıyor) oluşuyor. Amerika’da yaşayan akademisyen Ahmet T. Karamustafa’nın İngilizce olarak kaleme aldığı eserin çevirisi Nagihan Doğan’a ait. Özenli baskı ve çevirinin de oldukça başarılı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Bol dipnot ve zengin kaynakçaya sahip kitap altı bölümden oluşuyor. Bölümler sırasıyla Bağdat Sufileri, Bağdat Dışındaki Mistikler, Bağdat Sufiliğinin Yayılması, Tasavvuf Yazınının Doğuşu, Sufi Cemaatlerin Doğuşu ve Erenlerin Zaferi başlıklarını taşıyor.

Ahmet T. Karamustafa tasavvufu bilimsel açıdan ele alarak İslam tarihindeki çıkış noktasını ve sosyo-kültürel arka planını tespit etmeye çalışıyor. Bu hâliyle, ortaya çıkan tablonun günümüz tasavvuf anlayışından bir takım farklılıklar taşıdığı görülüyor. Zamanla tasavvufa evrilecek yapının ilk örnekleri, dinin bireysel ve toplumsal pratiklerinin bozulduğunu ve/veya yanlış uygulandığını düşünerek hassasiyet gösteren bazı kişilerin ortaya çıkarmış olduğu bir ‘züht hareketi’ şeklinde beliriyor. Dönem olarak 3./9. yüzyıldır ve bu dönemde geniş çapta bir örgütlenme ve sistematik bir oluşumdan söz edilemez. Bu çaba cami ve evlerde buluşup ibadet eden küçük grupların dini hassasiyetlerinin bir yansıması olarak da görülebilir. Kitapta bu oluşumların sonraki süreçte uğradığı dönüşümün hem coğrafik hem de felsefi haritası çıkarılıyor. İlk olarak Bağdat ve Basra bölgelerinde görülen tasavvufi hareketler kısa zamanda Maveraünnehir, Horasan ve Kuzey İran taraflarına yayılmıştır. Bu aşamada Müslümanların geneli için henüz yeterince kabul gören bir yapı arzetmemektedir. Zira sufilerin çoğunluğu toplumsal kabule ve dini uygulamalara aykırı bir anlayışla hareket etmektedir. Bu dönemde pasif ve uyumlu tutum geliştiren sufiler toplumun diğer katmanlarıyla bir arada yaşamayı başarmışlardır. Hallac-ı Mansur gibi gibi bazı uç örnekler çıkmıştır ve fakat bu tür aşırılıklar sufi zümreler tarafından da eleştirilmekte hatta reddedilmektedir.

Müellif, ayrı bölgelerdeki sufi oluşumların farklı eğilimler taşımalarına rağmen birbiriyle etkileşim içinde olduklarını belirtiyor. Bu bağlamda Irak ve Basra sufiliği öncü olması açısından belirleyici bir rol üstlenmiştir fakat Maveraünnehir ve Horasan sufiliği bir süre sonra kendi yatağını bulmuştur. Netice itibariyle sufi oluşumlar arasındaki fark bazı teknik detaylarla sınırlı kalmıştır. Sufi yapılanmaların en temel özelliği seçkinci anlayışın yön verdiği asetik (çileci) ve ezoterik (gizemli) hareket biçimidir. Onlar, Allah tarafından seçilmiş ve görevlendirilmiş ‘özel’ kişilerdir. Bu durum daha sonraları enbiya-evliya sorunsalını doğurmuştur. Peygamberleri evliyaya üstün görenlerin yanında velileri nebilerden üstün gören sufiler de bulunmaktadır. Sufi gelenekte genel olarak şekilci bir anlayış gelişmiştir ve giyim kuşamdan ibadet biçimlerine kadar dışarıdan bakıldığında kendini belli eden uygulamalar oluşturulmuştur. Zamanla gelişen tekke kültürü bu uygulamaları kurallar dizgesi hâline getirmiştir. Yün ve yamalı hırka giymek, ibadet, zikir ve vird ile meşgul olmak, evlenmemek, et yememek, çalışmamak, inzivaya çekilmek gibi temel ilkelerin yanında gün boyu nasıl hareket edileceğine dair kurallar belirlenmiştir. Mürşit-mürit ilişkisini de belirleyen bu kurallar şeyhin otoritesini tesis ederek gizemli bir hiyerarşi sistemi oluşturmuştur. İlk başlarda makul çizgide olan Melamilik belki de bu anlayışın dışında kalan tek sufi gelenektir. Onlar, kendilerini toplumda farklı gösterecek şeylerin (şekilciliğin) nefsi tahrik edeceğinden kibri arttıracağını ve böylelikle züht düşüncesinin oluşmayacağını belirtmişlerdir. Melamilerin bu görüşte aşırıya kaçarak dinin yasakladığı şeyleri yapmaya başlaması sapkın olarak nitelenmelerine neden olmuştur. Toparlamak gerekirse, sufi gelenekte nefse yaklaşma yöntemi ekollerin ayrışmasında önemli bir belirleyicidir fakat zamanla bu teknik farklılıklar gelenek içinde erimiştir.

Züht hareketi olarak ortaya çıkan sufilik 4./10. yüzyıldan itibaren kendine has bir dindarlık ve takva anlayışı hâline gelmiştir. Taşradan kente doğru bir seyir izleyen sufi anlayış, Mutezile gibi akılcı hareketlere karşı hadisçilerle ittifak kurmuştur. Oysa gelenek eleştirisiyle kendini gösteren öncü sufiler ilk ortaya çıktıklarında hadisçilerle çatışma hâlindedirler. Bu süreçte günümüz Müslüman düşüncesine de etki eden ekzoterik/akli/zahiri bilgi ile ezoterik/nakli/batıni bilgi karşı karşıya gelmiştir. Gelinen noktada sufi ekolleri birbirinden ayıran en önemli etmen mezheplerdir denilebilir. Farklı bölgelerdeki sufi ekoller arasındaki etkileşim ve sentezlerin ayrışma noktası Hanefi ve Maliki mezhepleridir. Bu açıdan Suriye de dâhil Arabistan yarımadası ve Mısır’dan Tunus’a kadar olan bölgede Eşari/Maliki eğilimli Bağdat sufiliği etkisi görülürken, İran üzerinden Anadolu’ya uzanan bölge Maturidi/Hanefi ve yer yer Eşari/Şafii eğilimli Horasan sufiliğinin etkilerini taşımaktadır. Mezheplerle birlikte anılmaya başlayan sufi anlayış artık önemli bir güç kazanmıştır.

Sufi yapıların bir kaç kuşaklık birikime sahip olmasıyla birlikte tasavvufi bir literatür oluşmuştur. Bu dönemde sufi yapılanmayı ön plana çıkaran en önemli faaliyet tasavvufun Sünnilik ile uyumlu hâle getirilmesidir. Mutasavvıflar ve tasavvufa olumlu bakan muhaddis, fakih, kelamcılar tarafından ‘aşırılıkları törpülenen sufi eğilimler’ Ehl-i Sünnet çerçevesine oturtulmuştur. Böylelikle normatif bir görünüm kazandırılan tasavvuf İslami ilimler arasına sokulmuştur. 4./10. ve 5./11. yüzyılda hız kazanan bu süreç dini literatür ile sufi literatürün uzlaştırma çabalarının ‘başarılı’ bir senteziyle sonuçlanmıştır. Nihayetinde sufi anlayış dinin bir parçası ve/veya bir dindarlık biçimi olmuş ve cemaatleşme imkânı yakalamıştır. Meşruiyetini pekiştirmek ve gücünü arttırmak isteyen tasavvuf ekolleri sahabeye uzanan birer silsile/zincir meydana getirmiştir. Sufi oluşumlar artık İslamiyetin çıkışıyla birlikte anılacağından sonradan ‘türemekle’ itham edilemeyecektir. Dolayısıyla bidat ve şirk olmaktan beridirler. Mutasavvıflar kendilerine has bir itaat kültürü ve dokunulamayan soyut bir otorite oluşturmuştur. Dini değerler üzerinden devşirilen güç ve etki ayet, hadis ve menkıbelerle desteklenerek perçinlenmiştir. Tasavvufa kazandırılan ilmi hüviyet şeyh-mürit ilişkisini üstat-tilmiz durumuna dönüştürmüştür. Bu sayede toplumsal kabul sağlanarak tekke ve medreselerde kurumsallaşmanın yolu açılmıştır. Cemaatleşen sufi yapılar popüler veli olgusunu da ortaya çıkarmıştır. Popüler veliler halkın beklenti içinde olduğu figürlerdir. Aynı dönemde ‘hagiografik’ yazın denilen veli, ermiş, aziz gibi dinsel kimlikli ‘büyüklerin’ hayatlarını konu edinen bir saha oluşmuştur. Velayet teorisi, ziyaret ve bereket olgusu teşekkül etmiştir. Dünyasını ve ahiretini bereketlendirmek isteyen kişi Allah’ın seçtiklerinden oluşan evliyayı ya da kabrini ibadet aşkıyla ziyaret etmeli, tazim ve duada bulunmalıdır. Söz konusu anlayış tasavvuf mekanizmasının bir rant aracına dönüştürmüştür. Bu mekanizma toplum üzerindeki etkisi nedeniyle siyasi yapılar tarafından da çıkar amaçlı kullanılmıştır. Zira her sufi ekolün hem manevi hem de coğrafi bir mıntıka alanı oluşmuştur. Gelişmelerin sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik yansımaları tasavvufun etkisini gözler önüne sermektedir.

Sonuç itibariyle, bir züht hareketi olarak ilk defa Irak’ta başlayan sufi anlayış tasavvuf adı altında kurumsallaşmış ve Sünniliğe eklemlenerek dinin ana akımlarından biri hâline gelmiştir. İlk sufiler görünür olmaktan, ekonomik ve politik ilişkiler kurmaktan kaçınırken sonrakiler bu ilişkilerin vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Geleneği eleştiri ve yenilenme hareketi olarak ortaya çıkan anlayış bir süre sonra gelenekçi ve statükocu bir görünüm kazanmıştır.

Zaman zaman doğru bilinen yanlışlara da dikkat çeken eserin satır aralarındaki detaylar İslam tarihi açısından ilginç bilgiler barındırıyor. Örneğin Hallac’ın “Ene-l Hakk” dediği için değil aşırı tutumlarından dolayı ev hapsine çarptırılmasından sonra avluya yaptığı Kabe maketini tavaf ettiği için idam edilmesi; akılcı diye Ehl-i Hadis âlimleri ve sufilerce eleştirilen/zemmedilen Ebu Hanife’nin tasavvuf konusunda müspet görüşlerinin olması; Horasan bölgesindeki Hanefi mezhebine bağlı sufi oluşumların Şii kaynaklardan beslenmesi; siyasi otorite ve sufilerin zıt görüşlere sahip olsalar bile birbirini meşrulaştıran dirsek teması bu detaylardan bir kaçı.

Ahmet T. Karamustafa, bir yandan kişisel bir mistik deneyim şeklinde değerlendirilebilecek tasavvufu kültürel ve sosyolojik yönden açıklarken bir yandan da sufi geleneğin dini, politik ve ekonomik izdüşümünü gözler önüne seriyor. Bu açıdan Tasavvufun Oluşumu çok yönlü ve saçaklı yapısına rağmen çerçevesi başarıyla çizilmiş ve ustalıkla kotarılmış bir metin. Sonuç bölümüne gelinceye kadar bir eksiklik olarak düşündüğüm ‘dış etki’ meselesinin ise müellifin bilinçli bir seçimi olduğu görülüyor. Bu bağlamda yazar tasavvufun İslam tarihinde ilk görünmeye başlamasından sonraki bir kaç asırlık sürecini ‘iç etki’ (Müslümanlar arasındaki etkileşim) temelinde değerlendiriyor. Çalışmanın farklı din ve kültürlerin muhtemel etkilerine yönelik bir analize yer vermemesi sebebiyle tasavvufun oluşum sürecini ve dinamiklarini tümüyle yansıtmadığını söyleyebiliriz. Onun haricinde içkin bir analiz diyebileceğimiz Tasavvufun Oluşumu günümüz tasavvufi yapılanmaları anlamak ve yorumlamak açısından önemli bir referans özelliği taşıyor. Yazar olabildiğince nesnel davranarak yazdıklarını mutlaka bir kaynağa dayandırıyor ve yorumlamayı okuyucuya bırakıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp