24 Ekim 2018 Çarşamba

İyi ile kötünün kadim savaşı

Makamların en güzeli “hayret makamı” olsa gerek. Beni bu makamda gezdiren üç şey var. Biri tabiat, diğeri çocuklar ve iyi kitaplar. Hepsinin de hamurunda büyülü bir yaratılış var.

John Steinbeck, “Cennetin Doğusu” romanıyla bir edebiyat şölenine imza atarken bana düşündürttükleri tam olarak böyle bir şey. Salinas Vadisinde yaşam süren iki köklü ailenin süregelen iki neslinin hayatlarını derinlemesine ele aldığı bu roman temelde iyilik ve kötülük arasındaki kadim savaşın bir yansıması.

Steinbeck genelde alt sınıfı, toplumdaki ötekini basit olaylar çerçevesinde anlatmayı tercih eder. Sahneler oldukça vurucudur. Gösterme konusunda çok mahirdir. İnanılmaz durulukta bir tasvir gücü vardır. Okuyucuyu derinden etkileyen ve okurken yazarına sempati beslemesine neden olan başlıca şey de bu bence. Steinbeck’e göre siyah ve beyaz vardır ama gri yoktur. Romandaki karakterlere baktığımızda da bunu görürüz. Karakterler bir zıtlık üzerine inşa edilmişlerdir. Sevgi ya da nefret ağır basan iki duygudur.

Cennetin Doğusu’nda da hep iyi ile kötünün kavgasını izleriz. Karakterler oldukça canlı ve görünürlerdir. Bu kavgayı aktarırken yazar bir yandan da iyiliğin ve kötülüğün doğuştan mı yoksa sonradan edinilen bir seciye mi olduğu konusunda düşünür. Okuyucu da düşünmeye sevk eder böylece ama hiç vaaz etmez. Hatta bazen Tanrı’nın kötülüğü niye yarattığını sorgularken işi dönüp dolaştırıp kutsal kitaplara ve insanların anlayışına getirir. Bir sözcük üzerinden kutsal metin okuması yaptırırken teoloji derslerinde bulur kendini okuyucu. O “bir sözcük” romanın final sahnesinde okuyucuyu vurucu bir sahnede beklemektedir.

Roman boyunca savaşın insan ruhu üzerindeki yıkıcı etkisi, bilgelik, aile, yabancılık, çiftçilik, kasaba hayatı, trajedi gibi konular etrafında dolaşırken durup soluklandığımız nokta hep insan ruhu olur. Yaratılıştaki fıtratın kaderi nasıl şekillendirdiğin deneyi gibidir karakterlerin hayatı.

Daha romanın ikinci sayfasında “insanın başka şeyi yoksa sahip olduğu her neyse onunla övünür. Belki ne kadar az şeyi varsa, o kadar çok övünmesi gerekir” gibi bir cümleyle durup da hayata baktığı noktanın çok başka bir yer olduğunu imler bize yazar.

Romanın ikinci bölümünü şöyle açar yazar: “Gördüğünüz gibi, kitap 1900 adı verilen büyük sınıra vardı. Bir yüzyıl daha öğütülüp çalkalandı; olan bitenler insanların isteği doğrultusunda bulandırıldı.”. Bu cümle sizce de tarih yazma konusunda galiplerin riyakârlığını da açığa vurmuyor mu? Özellikle de savaş tarihi konusundaki yalanları.

Ve sarsıcı bir cümle daha. Zamanını bir cümleyle özetleyen mahir bir yazarın hayrette bırakan ifadesi. “ Öyle ki bazı uluslar Tanrı düşüncesinin yerine kollektiflik düşüncesini koydular. Benim zamanımın tehlikesi bu. Dünyada müthiş bir gerilim var, kopma noktasına yaklaşan bir gerilim; insanlar mutsuz, kafaları karışık.

Mevzu edebiyat olunca beni düşündüren şeylerden biri de ancak bir sosyoloji çalıştayından ortak akıl ile çıkacak bir sonucun bir roman yazarının kaleminden çıkabilir olması. Tıpkı psikanaliz biliminin ilk örneklerine Dostoyevski’nin romanlarında rastlanması gibi. Bu bir hayat ustası olma sanatı mıdır yoksa gözlem gücünün etkileyici yansıması mı? Bu denli psikolojik tahlillerin, sosyolojik tespitlerin bir edebiyat eserinde bulunması beni hep büyülemiştir. Edebiyatı kıymetli yapan şey de bu olsa gerek.

Roman sanatını Fransızların bulduğu, Rusların geliştirdiği ve belli bir seviyeye çıkardığı söylenir. Faulkner, Ernest Hemingway, Salinger ve Steinbeck gibi isimleri düşününce Amerikalıların da onu bambaşka bir seviyeye getirdiği aşikâr.

Romanın 337. Sayfasında oldukça vurucu bir sahne var. Beni derinden etkileyen bir sahne. Neredeyse tam bir film sahnesi. Tüm canlılığıyla halen gözümün önünde. Bu kısmı okuduktan sonra durup nefeslenmek ve o anın tadını çıkarmak istedim. O an uzun sürsün istedim. Tekrar okudum ve bu kitap bitmesin diye vites düşürmek durumunda kaldım.

Bu edebiyat şölenine romanın çevirmeni Roza Hakmen de ustalıkla ayak uydurmuş ve ortaya usta işi bir çalışma çıkmış. 656 sayfalık hacmi ise uzaktan okuyucuyu korkutsa da elinize alıp Steinbeck ’in dünyasına girdiğinizde size az bile gelebilir.

Ve yazarın öykü sanatına dair manifesto niteliğinde bir cümlesiyle sizi baş başa bırakıp sonlandırıyorum.

Gerçekte daha fazla güzellik vardır, derdi. Korkunç bir güzellik bile olsa. Şehir kapılarındaki öykücüler hayatı çarpıtır, tembellere, aptallara ve güçsüzlere güzel görünecek şekle getiriler; oysa bu, dinleyenlerin zaaflarını pekiştirir sadece, hiçbir şey öğretmez, hiçbir şeyi iyileştirme, kalbi de havalandırmaz.

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf

Müslümanca "düşünme" girişimi

Batı felsefesi üzerine şekillenen psikoloji bilimine İslami perspektiften bakmayı kendine görev addeden Sudanlı psikolog Malik Bedri’nin ‘tefekkür’ kavramını ele aldığı Düşünme adlı çalışması psikoloji biliminin ötesinde ‘Müslümanca düşünme’nin yollarını arıyor. “Gözlemden Tanıklığa” alt başlığıyla Mahya Yayınları tarafından neşredilen yüz yetmiş beş sayfalık kitabı Türkçeye Murat Çiftkaya çevirmiş. Oldukça kapsamlı bir konuyu genel çerçevesiyle değerlendiren Malik Bedri özelikle Müslüman bilim insanlarının çalışmalarında kullanmaları gereken yöntemler üzerinde duruyor. İkinci olarak bu yöntem ve bakış açısının Müslüman toplumlar içinde yaygınlaştırılması gerektiğini belirtiyor. Eser ebat olarak küçük olsa da verdiği mesajın oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Malik Bedri’nin Müslümanca düşünme ve üretmenin zihinsel kodlarını oluşturmaya çalıştığı görülüyor. Kitapta Batı taklitçiliğini alışkanlık, bağımlılık ve yaşam biçimi hâline getiren Müslümanların özgün bir bakış açısına ihtiyaç duyduğununun altı çiziliyor. Yazarın en başta terminolojik olarak İslami bir kavram olan tefekkürü seçmesi hem bakış açısını hem de amacını ortaya koyuyor diyebiliriz. Malik Bedri tefekkürü salt düşünme kavramının ötesinde “sınırlanamayan bir ibadet biçimi” olarak tanımlıyor.

Düşünce ile beden faaliyetleri arasında doğrudan bir ilişki olduğunu belirtiyor Malik Bedri. Bu bağlamda psikoloji buradaki etkileşimi inceleyen bilimsel disiplindir. Batı’nın ürettiği psikolojik çalışmaların faydaları muhakkak vardır fakat yetersiz olmalarının yanında İslami perspektiften yoksundur. Ayrıca insana fayda verdiği kadar zarar da vermektedir. Bu şartlar altında Müslümanlar psikoloji biliminden faydalanmak istiyorsa eğer mevcut psikoloji kuram ya da ekollerini İslamileştirmelidirler. Öncelikle sosyal bilimlere yaklaşımın değişmesi gerekmektedir. Değişim eğitim alanında başlatılmalıdır. Psikoloji pozitif bilimlerin kesinliğine indirgendiği sürece insanı anlamada yetersiz kalmaya mahkumdur. Zira indirgemeci yaklaşımlar insanı makineleştirmektedir. Örneğin psikolojinin en etkin kuramları olan psikanalitik yöntem, davranışçılık ve nöropsikanalizm biyolojik belirlenimciliğe yol açarak insanı kimyasal ve biyolojik bir makine olmaya mahkum etmektedir. Bu yaklaşımlarca sunulan çözüm önerileri de aynı oranda insana yabancıdır. Psikanalitik yöntem ve davranışçılık insanı dış uyaranların veya biyolojik ve biyokimyasal faktörlerin hükmettiği bir makineye, nöropsikanalitik yöntem ise insanın duygu ve düşüncelerini bilinçdışı bir aldanmaya indirgemektedir. Bu bakış açısına göre insan manevi değişkenleri olmayan, rahatlıkla laboratuvar ortamına sokulabilen biyo-mekanik bir varlık olarak kabul edilmektedir.

Malik Bedri mevcut psikolojik yaklaşımların kimyasal ve biyolojik deneyciliğin kesinliğiyle hareket etmesinin insanı anlamada sorunlara yol açtığını belirtiyor. Son yıllarda ‘bilgi işlemci insan modeli’ daha dengeli sonuçlar sunmaktadır. Zira yaşam boyunca beyin bilgi işlemeye devam etmektedir. Zihin-beyin ayrımı yapan Malik Bedri zihni “beynin kendisinin farkında olması” olarak tanımlıyor. Bu bağlamda zihin ile ne olduğu hiç bir zaman net olarak bilinemeyecek olan ruh ilişkilendirilebilir. Düşüncenin eylemlerle ilişkisi üzerinde duran yazar kalp-beyin-zihin etkileşiminin bilimsel verilerle desteklendiğini belirtiyor. Bilimsel çalışmalara göre modern bilimin iddia ettiği gibi “hormonlar asıl değildir, işlevsel araçlardır”.

Düşünmenin ana vasıtası dildir ve düşünme bilişsel süreçler yoluyla sembollerin kullanılmasıyla gerçekleşir. Aralarında kesin bir ilişki bulunan düşünce-eylem söz konusu olduğunda duygu ve duygusal tepkiler düşünsel faaliyetlerden sonra gelir. Tüm bu değerlendirmeleri İslami bakış etrafında yapan Malik Bedri’ye göre paradigmanın dönüştürülmesi gerekmektedir. Burada amaç yeni bir ruh modellemesinin sunulmasıdır. Ruhun yeniden modellenmesi için tefekkür kavramının etkisi önemlidir. Tefekkür, bilişsel süreçler sonucunda insanın söylem ve eylemlerini etkileyen bir faaliyettir. Bu açıdan tefekkür sayesinde istenmeyen davranışlar düzenlenerek istenilen sonuçlar elde edilebilir.

Malik Bedri bir çok yerde İslam alimlerinin tefekkürü ele alış biçimlerini değerlendiriyor. Klasik dönem Müslüman bilim insanlarının güzel amel için tefekkürün önemi üzerinde durduğu görülüyor. Alimlerin görüşlerini çağdaş psikoloji bilimiyle karşılaştıran yazar bugünün şartlarının Müslümanları getirdiği yer ve tefekkürün İslam’ın tasavvufi yorumundaki etkilerine değiniyor. Malik Bedri’nin “İslami tefekkür aşamaları” dediği süreç dört merhaleden oluşmaktadır. Birbirinin devamı ve tamamlayıcısı olan sürecin ilk aşaması bilgi, ikincisi inceleme ve hayret, üçüncüsü yaratıcı ile yaratılanın farkındalığı ve dördüncüsü “manevi idrak”tir. Tefekkür ilk başta düşünsel bir arınma süreci olan meditasyonla özdeşleştirilebilir fakat bunlar çok farklı iki yöntemdir. Hristiyanlık ve Yahudilik’te de rastlanan ama genellikle Doğu dinlerinde görülen meditasyonda akıl devre dışı bırakılırken İslam’ın önerdiği düşünme (tefekkür) biçimi için akıl vazgeçilmezdir. Dolayısıyla İslam’ın hedefi olan ideal insanın tekamülü için tefekkür şarttır.

Malik Bedri tefekkür konusundaki sorunlu algıya da dikkat çekiyor. Ona göre bazı Müslümanlar çağdaş bilimin insanın faydası için ürettiklerini reddetmektedir. Dolayısıyla bu insanlar tefekkürden uzak durmaktadır. Oysa “Müslüman ya da gayrimüslim her insanın ürettiğini yaratan Allah’tır. Her şeyin sahibi olan Allah düşünenin ve faaliyette bulunanın gayretince yaratır.”. Her şeyden önce Vahiy tefekkür etmeye yöneltir. Vahiy’in yönlendirdiği şekilde hareket etmemek tefekkürü askıya almanın ötesinde hayatın akışında etkisiz olmaya sebep olmaktadır. Müslümanların yaptığı ise tam olarak budur. Tefekkür konusunda “sınırlandırılmamış ibadet” tarifini kullanan Malik Bedri tek sınırlandırmanın “Allah’ın zatı” olduğunu belirtiyor. Fıtratı itibariyle kısıtlı olan insanın potansiyelini aşan konular dışında sınırsız tefekkür etmesi beklenmektedir. Burada önemli olan nokta tefekkürün niteliğidir. Tefekkürün niteliği ise kişisel, çevresel, kültürel faktörler tarafından belirlenmektedir. Bu aşamada tefekkür-takva ilişkisi ortaya çıkar. Tefekkür-takva ilişkisi doğru orantılıdır.

Malik Bedri’nin Düşünme adlı çalışması psikoloji disiplini özelinde Batı’nın bilimsel ve toplumsal anlayışının yanı sıra Müslümanların düşünce (tefekkür) algılamasının eleştirisini sunuyor. Modernizm paradigmasının bilim ve dini ayrıştırarak dayattığı seküler mantığın sonucu ortaya çıkan bilimsel faaliyetlerin insanı anlama, anlamlandırma ve sorunlarını çözmede yetersiz kaldığını gösteriyor. Ona göre İslam mevcut bilimsel verilerden yararlanarak özgün bir paradigma üretebilecek potansiyele sahiptir. Yalnız bunun için evvela Müslüman bilim insanların ve halklarının Batı taklitçiliğini terk ederek Vahiy’in yönlendirmesiyle hareket etmesi gerekmektedir. Bu aşamada “tefekkür” denilen sürecin anlaşılması ve uygulanması çok önemlidir. Malik Bedri tespit ve çözüm önerisinden öte bir yol haritası çıkarıyor. Elbette eksikleri vardır fakat İslam coğrafyasının hâline baktığımızda bu çabanın çok daha önem kazandığını söylemek gerekiyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

23 Ekim 2018 Salı

Zamanın arifini ararsan, spotların altına bakma

Ken'an Rifâî (1867-1950), Rifâî Tarîkatının büyük şeyhlerindendir ki bizim için makbul yanı şeyhliğinden mülhem değildir.

Arka kapaktan hisse; "Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, idrâki, kültür ve imâniyle İslâmın Çağa seslenişini dile getirmiştir. Böylece İslâm, O'nun şahsında genç nesillere ulaşma, onların ruhlarını aydınlatma imkânına kavuşmuştur... Aklı ve îman arayışı arasında kalmış günümüzün insanına ilâhı dostluğun kapılarını açmaktadır. Hakikati arayan her insanın okuması gereken bir temel eserdir."

Nasip almak, kuru başını kurtarmak değil der, Samiha anne. Derdi ile dertlenmekte nasip almaktır yaşamaktan. Nasibini alan adamlar, Tanrı’dan üflenen ruha, O’nun tornasından dökülen toza yakışan adamlar, sayfalardan göz nuruna geçmeye talip olmuşlar.

Her satırına imrendiğim Safiye Erol. Dilhıraş, ne desem bilemediğim, ne desem güdük kalan kadın; "Aşklarımız hep ezelî olanın çehresine bürünüyor ve biz kendi meçhul kimliğimizi bu çehrenin aksinde arıyoruz,” dediğinde; boynumu bıçağının ucuna saldığım… Aşk ne… Ezeli olmayandan giden basamağı hep ıskaladık mı? Aşk ne? Sımsıkı sarıldığım ruhundan, Kabil bir aidiyet kokuyor buram buram, Ciğerdelen’den bir anlama eşiği daha düşüyor kucağıma, kamillerin pencerelerinin, “bir” ve “Bir” pencere olduğunu okudukça!

"Ademoğlu evvela kendi kendisi ile sulh yaptıktan sonra, cümle alemle barış haline geçmekle huzur ve sukuna kavuşur, ki işte hürriyet budur."

Hürriyet budur!

Birinci Kısım ve İkinci Kısım olarak ayrılır kitap; Birinci Kısım; “Birinci Etüd”; Samiha Ayverdi ve Neziha Araz hanımefendilerin ellerinden kadın zarafetinden dökülür. annesi, çocukluğu, memuriyeti, ilk iştirak edenleri; Medine ve kendine erişen elleri; ahlak, ilim, tasavvuf, aşk anlayışı; kadına baktığı gözleri ve Semiha Cemal

“İkinci Etüd”; benim zamandan mekandan azade prensesim; pasaklı kontesim Safiye Erol taneleri, salkımını sevdiğim…

“Homo Sapiens”; “Şarkın azizleri, İslam’ın ve Yunan’ın hakimleri, Garp aleminin ilim adamları her ne kadar birbirinden külliyen ayrı gruplar gibi dursa da yakından tetkik ile müşterek bir fonksyonda buluşurlar. ‘Sır bulucular’ yahut ‘yeniyi görücüler’(…)”.

Atom keşfine bile mistik demek caiz olur, mademki meçhulün peşinde… Al sana evrenin tamamını gören pencere… Çevir çevir bak… “Kadim medeniyet” derdinde olanda bir kibir; Garb’ın ilminden dem vuranda başka kibir… Biri dilini korurken tüm dünya lal olsun duasında, diğeri “my darling Amerika”… Of ki ne of… Safiye Erol’un elinde fındık büyüklüğünde kalan dünyayı çekiştirerek çirkinleştiren, öylece de söyleyen, bilmediğinden söyleyen, bildiğinden çoğunu söyleyen dinlence… Vesaire vesaire…

Üçüncü Etüd”; “Mektuplar” ki ne menem sevda…

İkinci Kısım; “Sohbetler…”, “Aşk mevzuunda…”, “Dil Ve İlim…”, “Terbiye…”, “Tevhit Anlayışı…”, “Günlük Hayatından…” diye sona erer okuma.

Günlük Hayatından Bazı hatıralar”da; Resulullah’a giden yolda, sağa sola nazar etmekten imtina edip, dinlenmek için konakladığı Mısır ve İskenderiye’den hiç anısının olmadığını öğrenirsiniz. Veya; Semiha Cemal hanımın ölümünden doğan hüzne Saime Özveren’e "Mami dinlendir şu elektiriği" dedikten sonra; “biraz önce burada kaç kişi iseniz yine hepiniz varsınız… Şimdi sadece size birbirinizi gösteren ışık yok…” der Ken’an Rıfai. Gözünün nurundaki eksiğine dön der gibidir! Görmeyi sadece göze atan zannına bakarsın, eksik olan ne varsa, yaratandan da yarattığından da taşır, bilgindeki çatlağa yanarsın.

Aşk der işte; burada bitecek gibi değildir ne demesi ne dediğini diyenlerinin demesi… “Aşk vasıta mıdır gaye midir” sorarsan Kenan Rıfai’ye; hem mebde, hem maaddır; bu varlığın evveli de sonrası da aşktır der. Ve Beyazıd-ı Bestami’den demler, bir tutam ölümsüz defne; hakikate erdikten sonra 4 şeyde yanlışım var anladım dermiş üstad; Zannediyordum ki ben Allah’a talibim, anladım ki Allah bana talip imiş. Ben Allah’ı zikrediyorum zannediyordum, Allah beni zikrediyormuş. Benim yaptıklarım benim faydam içindir diyordum, fakat bildim ki Allah benim hayırhahımdır. Nihayette Allah’a kavuşacağımı zannederdim, bildim ki evvelden vuslatta imişim.

Kitap nihayet; ihsan etmezse zuhur etmeyecek olanları “mış” gibi yaparak yorgunluğuna değmez. Yapana da cefa; o “mış”ın, “mış” olduğunu anlayana kadar, 4göz/4kulak koşuşturana da.

"Cehd eyle bir arif-i danayı bul
Ya bir sanem-i latıf ü ranayı bul
Bu ikisinden biri nasib olmazsa
Evkatını zayetme, var tenhayı bul."

21.yy'da zamanın arifini ararsan, spotların altına bakma hakeza, ya tenhada olur, ya tenhanın kendisidir zannımca.

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

22 Ekim 2018 Pazartesi

Annemarie Schimmel'in tasavvuf notları

"Gönül ehli gitti de aşk şehri boş kaldı deme. 
Cihân Şems-i Tebrîzî ile dolu,
Mevlânâ gibi mürid nerede?"

- Kâsım-ı Envâr

Hayatını tasavvuf araştırmalarına adamış, dünyanın en ücra köşelerinde inananların O'na ulaşma yöntemlerini keşfetmiş bir isim Annemarie Schimmel. Onun şevkini, merakını ve hayretini Türkçeye kazandırılan her eserinde görmek mümkün. Ancak Kasım 2017'de Sufi Kitap tarafından neşredilen Doğuda Batıya adlı kitap, Schimmel'in hayatını daha yakından öğrenmeye vesile olmuştu. En önemlisi de 2002'de dünyayı terk eylemiş bu önemli tasavvuf araştırmacısının neden mezarlığındaki kitabede "İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar" sözünün yazdığına dair epey işaret gösteriyordu. Kuşkusuz bu işaretlerin her biri, birçok batılı araştırmacının ilgisini çeken o mistik, gizemli hâller ve çoktan bu dünyadan göçmüş büyüklerin O'nunla olan irtibatlarına dair meraklardan oluşuyordu. Basit gibi görünse de Schimmel, ariflerin ölmeyeceğini gayet iyi biliyordu. Türkçenin o büyük şairinin "Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez" dizelerinden de haberdardı.

Ekim 2018 itibariyle Schimmel'in yeni bir eseri daha yine Sufi Kitap tarafından dilimize kazandırıldı. 112 sayfadan oluşan ve temel kavramlar etrafında gayet güzel bir çerçeve çizen bu kitabın adı, Tasavvuf Notları. Eser, özellikle tasavvufa dair okumalar yapmaya başlamış 'yeni' kimselere büyük meraklar kazandıracaktır. Zira Schimmel hızla geçtiği konuları her ne kadar özetlemiş gibi görünse de aslında konu biter bitmez okuyucu kendini başka araştırmalara yelken açarken yakalayabilir. Uzun yıllar evvel Mustafa Kara okumaları yaparak kazandığım -Allah hocanın ömrünü bereketli kılsın- tasavvuf tarihi okuma ve araştırma merakına başkaları da Schimmel vesilesiyle kapılabilir. Bu, bir okuyucu için çok kıymetli bir şeydir çünkü samimi olursa yaşamını bütünüyle etkileyebilir. (Buraya not olarak ekleyelim: Mustafa Kara, Schimmel için "Elli yıl hiç yoruldum demedi" ifadesini kullanmıştır.)

Bu okuduğum kaçıncı Schimmel kitabı bilmiyorum, ancak şunu samimiyetle söyleyebilirim: Bizler genellikle yabancıların kendi değerlerimizle, inancımızla, geleneklerimizle ve hatta tarihimizle ilgili yazdıklarını, söylediklerini önemsemeyiz. Hatta mümkünse yazmamalarını, söylememelerini isteriz. Açık ararız, fırsat kollarız, hata bulduk mu üstüne çullanırız. Ancak Schimmel böyle bir isim değil, aslında onun bir diğer ismi de Cemile Kıratlı. Mustafa Kara'nın bir röportajından okuyalım: "Bu ismi/lakabı Türkiye’ye gelmeden önce almış. Memur olarak çalışırken onu Şimele diye çağıran arkadaşı, bir gün de Cemile deyivermiş… Bunun Arapça “güzel” anlamına geldiğini bildiği için çok hoşuna gitmiş. Kıratlı ise Schimmel kelimesinin Türkçesi. 50’li yıllarda ülkemize gelince bu ismi bazı mektuplarında kullanmaya devam etti. Bazı dostları ona Cemile Bacı demeyi tercih etti. O da bu isimlendirmeden mutlu oldu."

Tasavvuf Notları, kısa ve etkileyici bir giriş ile önsözden sonra, evvela tasavvufun teşekkülünü sunuyor okuyucuya. Burada tasavvufî kavramlar, sufilerin âdâbı, bir mürşide intisabın nasıl olduğu, seyr u sülûk mertebelerinin ne olduğu konusunda Schimmel bir taslak çiziyor. Kitaptan şu ifade, tam da bu bölümü anlatıyor: "Tasavvuf, ilahî güzelliğin ve ruhun özleminin sembolü haline gelen mis kokulu güllerin ve feryad eden bülbüllerin olduğu çiçekli bir bahçe, seyr u sülûkun başındaki derviş için anlaması neredeyse imkânsız olan Arapçanın nazarî çölleri ve çok az kişinin ulaşabileceği en yüksek hikemi bilginin uzaklarda ışıldayan karlı dorukları gibidir."

İlahi aşk bölümünde Schimmel, batılı şairlerle doğulu şairleri harmanlayıp yorumlarını da katarak bu aşkın söze nasıl döküldüğünü anlatıyor. Burada Goethe'nin, Mutluluk Veren Hasret şiirinde geçen "Kimseye değil, yalnız ehline anlat" dizesi üzerinden tasavvufta hakikata ulaşmış bir kimsenin sırrı ifşa etmemesi gerektiğine dair kısa fakat önemli bir anlatım da mevcut. Bilindiği üzere birçok büyük zât, sırrı ifşa ettiği gerekçesiyle yahut bu ifşanın hiç anlaşılmaması sebebiyle ya sürgün edilmiş ya da öldürülmüştür. Hallâc-ı Mansûr'un "Ene'l-Hakk" mevzusu gibi. O, "Ben Hakk'ım" derken, "Ben Hakk'tan gayrı, ayrı değilim" demek istiyordu duyana, duyabilene. Çünkü: "İlahî aşk konusunda Kur’ân-ı Kerîm’den delil getirilir. Maide Suresi’nin 54. ayetinde, Allah onları sever ve onlar da Allah’ı severler, denmektedir. Dünyadaki her şey gibi bu aşkın da esas kaynağı Allah’tır, insanın yaptığı sadece bu aşka karşılık vermektir. Ve bu aşkın, Zünnun el-Mısrî’nin de söylediği gibi, haddi hududu yoktur."

Birbirini takip eden teozofik tasavvuf ile sufi ve edebiyat bölümleri, Arapça'nın tasavvufla birlikte nasıl bir ivme kazandığını açık ediyor. Özellikle sufi şairlerin yazıp söyledikleri, mûsıkîyle birleşince ortaya kıyamete dek sürecek bir medeniyet çıkıyor. Bir inşa bu. Kademe kademe, silsile silsile gelişmiş, asırlar boyunca bugünlere dek uzanmış bir mimarî. Her şeyin başı ise dil, yani söz: "Tasavvuf, hâlihazırda zaten çok zengin olan Arapçaya yeni bir veçhe daha kazandırmıştır: Takva ehlinin sahih deneyimi. Tasavvuf, günümüzde dahi diğer dillerin linguistik gelişimlerinde önemli bir rol oynamaktadır."

Tasavvuftaki tarikatlar bölümü, Schimmel'in gitmek istediği her şehre gitmesiyle ortaya çıkmış araştırmaların bir özeti. Dünyanın neresinden hangi yollar doğmuş, ne şekilde bugünlere gelmiş ve hassas noktaları neler, bu bölüm oldukça iyi bir başlangıç makalesi. Bu bölümü okurken Schimmel'in Mevlânâ, Yunus Emre, Ataullah İskenderî ve Muhammed İkbâl gibi isimlere ne kadar meraklı olduğu rahatlıkla görülebilir. Zira kendisi bu isimlere dair çok ciddi çalışmalar yapmış ve müstakil eserler de ortaya çıkarmıştır. ABD ve Avrupa ülkelerinin yanı sıra ömrü boyunca gezdiği şu topraklar, zaten tasavvufun tarih boyunca serpilip geliştiği topraklardır: Pakistan, İran, Hindistan, Mısır, Sudan, Fas, Tunus, Afganistan, Suriye, Ürdün, Körfez ülkeleri, Yemen, Endonezya, Türki cumhuriyetler.

Halkın tasavvufu bölümü; abdallıktan kalenderîliğe, mevlevîlikten nakşibendîliğe dek belirli bir yola girmiş insanların kimleri takip ettiğini ve tasavvufun bilhassa hangi damarlarından beslendiğini göstermesi açısından önemli. Burada yine şiir başı çekiyor. Çünkü mistik aşk şiirlerinin anlaşılması kimi zaman güçleştikçe ortaya onları şerh eden birileri çıkıyor. Bu da halkın o şiirle, o sözle olan irtibatını kuvvetlendiriyor. Dilden dillere, gönülden gönüllere uzanan bir köprü: "Kendi memleketlerinin kırsal bölgelerine göçen mürşidler, sıradan insanların sadece çok az Arapça bildiğini, edebiyat ve yönetim kadrosunun dili olan Farsçadan ise hiçbir şey anlamadığını biliyorlardı. Bu yüzden insanlara düşüncelerini aktarmak için bölgede konuşulan dili kullanmışlardır. Ev kadınının, balıkçının ya da yoksul bir gündelikçinin rahatlıkla anlayabileceği yalınlıkta dizelerini söyleyen, muhabbetullahın esrarından dem vurup Allah'a bağlılıklarını tasvir eden bu hatipler, yerel dillerin gelişmesinde önemli rol oynamışlardır."

Kitabın son bölümü modern dönemde tasavvufun durumunu özetliyor. Henüz 10. yüzyılda yazdığı Kitabu'l-Lumâ fi't-Tasavvuf kitabında Serrâc, gerçek mutasavvıfların kalmadığından ve tasavvufun hakikatten uzaklaştığından söz ediyordu. "Eskiden tasavvufun adı yoktu içi vardı, şimdi içi yok adı var" sözü de yine o yüzyıllarda söylenmiştir. Anadolu türkülerine baktığımızda da kamil mürşidin kalmadığı, yolların kapandığı, devrin sahte mürşit (zamane şeyhi) devri olduğuna dair sözleri görmek de mümkündür. Unutulmamalı ki bu sözleri yazanların çoğunluğu da büyük birer sufi idi. Schimmel bu güncel konuya temas ederken okunması gereken bazı isimleri de zikrediyor; Rene Guenon, Frithjof Schuon, Seyyid Hüseyin Nasr, Titus Burckhardt, Martin Lings gibi. Ben buraya William Chittick adını da eklemezsem rahatsız olurum. Günümüz tasavvufuna dair o yıllardan şöyle bir bakış atmış Schimmel ki ne kadar haklı olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım: "Medya sayesinde tasavvufun çok çeşitli yönleri yayılma imkânı buldu. Tasavvufî faaliyetlerin, ayin-i şeriflerin harikulade fotoğrafları ya da önde gelen mürşidlerin portreleri, İslam dünyasının çeşitli bölgelerindeki hayatı gösteren sanatsal filmler ve internetteki fotoğraflar bir zamanlar gizemli ve saklı olan tasavvufu artık herkes için ulaşılabilir kıldı. Ama bu durum, sufiler arasında en büyük günahlardan olan ifşâü's-sır yani, sırrın ifşası demek olmuyor mu? En son sırrı telaffuz dahi edemiyorken, medya tarafından ifşa edilen bu sırrın olumsuz bir şekilde yorumlanmayacağının ya da insanlık için tehlikeli olmayacağının garantisini kim verebilir? Büyük Hintli şeyh, Şah Veliyullah 18. yüzyılda şöyle yazıyordu: "Mutasavvıfların kitap ve risaleleri havass ehlinin kimyasına mükemmel bir şekilde uygundur ancak onlar, avam için öldürücü bir zehirdir."

Hz. Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, kendisine "tasavvuf nedir?" diye sorulduğunda, "kederli vakitler geldiğinde kalpte bulunan sürurdur" demiş. Bugün bu düşünceden, bu yaşayıştan çok uzağız. Ortada belirgin bir taklit var. Tasavvuf şov dünyasının bir ürününe dönüşmüş durumda. Doğum günü kutlamalarında ve hatta kına gecelerinde bile birileri 'dönüyor', Mesnevi'den şiirler okutuluyor. Her yönüyle güzel olan ve her yönüyle güzelliği telkin eden bu asırlık hazine, sanki bir şeylere kurban gidiyor. Oysa Hâce Abdullah el-Ensârî el-Herevî dokuz yüzyıl önceki sufilerin hâllerini şöyle tanımlamıştı: "O kimseler ki, hiçbir zaman ayakları kıskançlığın çalılarına dolaşmaz, teslimiyet kıyafetleri nefis tozuyla kirlenmez, gözleri hiçbir zaman benlik aşkıyla buğulanmaz. Onlar fakirlik yolunun hükümdarları, insan görünümündeki meleklerdir ve ağırbaşlılıkla yürürler."

Tasavvuf Notları, tasavvufa dair okumalar yapmaya yeni başlamış kimseler için iştah açıcı bir başlangıç kitabı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

18 Ekim 2018 Perşembe

İran’a tarihi bir yolculuk

Kısa süre önce ebediyete uğurladığımız Fuad Sezgin (1924-2018), Buhari’nin Kaynakları adlı eserinde, "sanıldığı gibi İslami literatürün az olmadığını ve fakat araştırılarak istifadeye sunulmadığını" söylüyor. Müslümanların bu konuda yetersiz kaldığını belirtiyor. Konuya her ne kadar Hadis külliyatı özelinde yaklaşmış olsa da genel eğilimimizi gösteriyor Fuad Sezgin.

İhsan Fazlıoğlu bir konuşmasında, "konuşmaktan başka bir şey yapmadığımızı, okuyup araştırmadığımızı" yaşadığı bir örnekle şöyle somutlaştırıyor: “İbn-i Sina (980-1036) ile ilgili bir panel yaptık. İbn-i Sina’nın felsefi tarafını konuşacak adam var. Batı’ya etkisini konuşacak adam da bulduk. Tıbbını konuşacak bir tane uzman aradık Türkiye’de... Tıp tarihçimiz var ama tıp bilmiyoruz. Bir tane bulamadık. Dedim ki, yurt dışından getirtelim. Sadece Tel Aviv Üniversitesi’nde dört tane İbn-i Sina tıp uzmanı var. Dünyadaki İbn-i Sina tıbbı çalışanların yüzde doksan beşi Yahudi. Çünkü İbranice’ye yüz on kez tercüme edilmiş ‘el-Kanun Fi’t Tıbb’. Türkçe’de var mı? Hayır!”. İhsan Fazlıoğlu konuşmasına “e ne konuşuyorsun” diye sorarak ahvalimizin cevabını veriyor. Bin yılda yüz on kere tercüme demek her asırda on bir yeni çalışma anlamına gelir. Yani kabaca her on yıla yeni bir çalışma düşüyor. Entelektüelite ve bilimsellik açısından korkunç bir rakam.

Mehmed Said Hatiboğlu yeniden basılan eserlerinin ‘Önsöz’ yazılarında yazmak yerine okumayı tercih edişini, “Okumayı yayın hayatına tercih ediyor oluşumu lütfen fazla görmeyiniz. Benim inancım, devrimiz müslümanlarındaki kültürün İslam’la ne kadar kabîl-i telif olduğunu tesbit edebilmek için, on küsur asırdır kitabla haşir neşir olmuş bir İslam dünyasını bütün mezheb ve fırkalarıyla tanıma zaruretinin bulunduğudur. Devirler boyu müslüman âlimlerin yazıp bizlere bıraktıkları eserler, yok edilmişleri dışında, maalesef aydınlarımızı aydınlatmaktan uzak kalmış, bunlardan bazıları daha yenilerde istifadeye sunulabilmiş hâldedir. Müslüman kültürü ile meşgul olanların bunları okuma vazifeleri vardır. Abd-i âcizleri de bu zaruretin şuurunda olarak, yazmaktan ziyade okumayı tercih etmişimdir” diyerek açıklıyor. Mehmed Said Hatiboğlu’nun ilmi vukufiyetini bilenler keşke daha fazla yazsa de istifade etsek der. Yalnız burada daha dikkat kesilmemiz gereken şey, eserlerinin yetkinliğinin yanında hocanın verdiği ilkesel ders olsa gerek.

Alanlarında uzmanlıkları tartışılmaz bu üç hocanın söyledikleri hâl-i pürmelalimizi açıkça gösteriyor. Çalışmıyor, okumuyor, düşünmüyor, üretmiyoruz ama konuşmaktan da geri durmuyoruz. Diğer yandan yukarıdaki örnekler hatırı sayılır bir İslami literatür olduğu noktasında kesişiyor. Şahsen meselenin buradan başladığını düşünüyorum. Evet, belirli bir literatür bulunuyordur muhakkak ve evet ne yazık ki tembelliğimizden dolayı bu birikimi kullanamıyoruz. Fakat İslami ya da Müslüman kültürüne ait literatürün çokluğundan (-ki tartışılabilir) ziyade ortaya konulan çalışmaların nitelik ve süreklik meselesini nasıl hâlledeceğiz? Bu eserlerin bir kısmı yazıldıkları günün şartlarında evrensel ölçülerde olsa ve/veya o günün toplumuna yarar sağlasa bile devamlılık sağlanamadığından kadük (hatta absürt) kaldığı görülüyor. Asıl mesele söz konusu literatürün güncellenerek bugünün dünyasında bir karşılığı bulunup bulunmadığı ve kullanılabilirliği olan bir bilgiye dönüştürülüp dönüştürülemediğidir diye düşünüyorum. Yoksa mevzu "benim oğlum bina okur, döner döner yine okur"dan öteye gidemeyecektir. Gidemiyor da. Daha acısı, çoğunluğumuzun o kerteye bile gelemediği başka bir gerçek olarak karşımızda duruyor.

Benzer konularda yukarıda adı geçen hocalar kadar iyimser olamasam da akıntıya karşı kürek çeken kişi ve kurumları takdir ediyorum. Kronik Kitap küçük de olsa bu çabanın ucundan tutanlardan. Kültür dünyamıza kazandırdığı seyahat üçlemesinden biri olan İran Seyahatnamesi söz konusu çabanın ürünlerinden. Şimdilik üçleme olan bu serinin diğerleri Doğu Seyahatnamesi ve Moğolistan Seyahatnamesi. Benzer çalışmaların üslubu bugünün dili yanında sığ kalsa da tarihsel perspektif açısından bir gediği kapattığını söylemek gerekiyor. O yüzden dikkate almakta fayda olduğunu düşünüyorum.

10. Yüzyılda Kafkasya’dan Fars Körfezi’ne Yolculuk” alt başlığıyla sunulan İran Seyahatnamesi Arap şair ve yazar Ebu Dülef’e (X. yüzyıl) ait. Yüz kırk dört sayfalık çalışmanın tercümesi Serdar Gündoğdu tarafından yapılmış. Dönemin İran coğrafyasını konu alan çalışma akademik yöntemle ele alınmış. Eserin hikâyesi biraz tuhaf biraz da karışık diyebiliriz. Zaman içinde Ebu Dülef’in seyahatnamesine refere edilerek yapılan çalışmalardaki farklılıklar, çelişkiler ve tahmin edilen eklemeler sorunlu bir durum oluşturmuş. Zeki Velidi Togan’ın (1890-1970) 1922 yılında Horasan’a yaptığı bir seyahat sırasında Meşhed’de bulduğu nüsha bu konuda belirleyici olmuş. Serdar Gündoğdu bu nüshayı baz alarak yaptığı çalışmada Ebu Dülef’in seyahatnamesine atıfta bulunan farklı eserleri, farklı dillere yapılan çevirileri ve aynı güzergahla ligili başka seyyah/yazarların eserlerini karşılaştırarak daha net bir görüntü ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bu yönüyle dipnot açısından oldukça zengin bir metin kotarıldığı görülüyor. Ayrıca bu yöntem Ebu Dülef’in eserindeki tutarsızlıklara dikkat çekerek daha gerçekçi sonuçlar elde etmeye de yardımcı oluyor.

Onuncu yüzyılda oldukça önemli olan ve devlet büyüklerine ithaf edilen ‘seyahatname’ veya ‘sefername’ olarak adlandırılan bu eserler konu ettikleri bölgelere dair ekonomik, siyasi, toplumsal, tarihi, coğrafi ve kültürel bilgilere yer vermektedir. Bu bağlamda İran Seyahatnamesi de o bölgedeki toplulukların durumuna dair bir kesit sunuyor. Bu bölgeler, demografik yapı, madenler, ormanlar, su kaynakları, iklim, yeryüzü şekilleri, üretilen ürünler, mimari durum gibi konular üzerinden değerlendirilmiş. Ebu Dülef’in seyahati Gürcistan’dan başlayarak başlayarak Basra Körfezi’ne doğru bir çizgide gerçekleşiyor. Metin dikkatli okunduğunda bölge halklarının yaşam biçimi ve dünyaya bakış açısının Pers kültüründen, Hint felsefesine, Zerdüştlük’ten İsrailiyyat’a kadar bir çok faktörden etkilendiği görülüyor. Yalnız yazar seyahat güzergahında yaşayanların karakteristik özellikleri anlatırken ya da o bölgenin tarihinden bahsederken abartılı söylemlerde bulunuyor. Yer yer gerçeklikten kopan masalsı/fantastik bir anlatım göze çarpıyor. Bu gerçeküstü üslup mitoloji-inanç arasında gidip geliyor. Serdar Gündoğdu farklı seyyahların notlarından faydalanarak Ebu Dülef’in çelişkili ve abartılı gözlem ve yorumlarını dengelemeye çalışmış diyebiliriz.

Eserde çok çarpıcı bilgiler yok lakin önemini bin yıl önceki bir dönemle bugünü birbirine bağlayan bir metin olmasından alıyor. İran Seyahatnamesi tarihi su katılmamış kahramanlık ve öz eleştirisiz hamaset üzerinden okumayı yeğleyenler için pek bir şey vaat etmiyor. Asırlardır etkileşim içinde olduğumuz ama bir türlü iletişime geçemediğimiz İran’a dair bilgiler içeren eser, akademik tarih okuyucularının ve kültür tarihi sevenlerin ilgisini çekecektir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Köy-kent ikilemi hakkında realist bir roman

Kemal Tahir konu ve tema olarak skalası geniş bir yazardır. Milli Mücadele döneminden Osmanlı’nın kuruluşuna, oradan hapishane romanlarına kadar birçok türde romanı ve hikâyesi mevcuttur. Yazdığı kitaplardan bazıları da köy romanı diyebileceğimiz pastoral özellikler taşır. Sağırdere de bu tür romanlardan biridir. Kemal Tahir külliyatına baktığımızda daha az sayfadan oluşur ve 280 sayfayı ihtiva eder Sağırdere.

Nâzım Hikmet, cezaevinden Kemal Tahir’e yazdığı mektuplarda yer yer Sağırdere’yi eleştirir ve hem bu roman özelinde hem de diğer bazı hikâyeleriyle ilgili yazara tavsiyeler verir. Nâzım Hikmet’e göre Sağırdere ilk haliyle roman değil bir köy hikâyesidir. Çünkü bel kemiği denebilecek olayları yoktur, sadece bir olay vardır kitabı sürükleyen. Nâzım da bu durumda kitap isterse 300 sayfa olsun buna hikâye diyeceğini söyler. Zaman zaman, olayları tek tek irdeler Hikmet. Yani Sağırdere’de Nâzım Hikmet’in payının büyük olduğunu söylemek mümkün. Fakat eleştirilerine rağmen hakkını da verir Sağırdere’nin. O zamanlar Refik Halit’in Sürgün romanını da okuyan şair, bitmiş bir romanla henüz tamamlanmamış Sağırdere’yi şöyle mukayese eder: (Ki Refik Halit birçok kişilerce büyük romancı kabul edilir ve Türkçeyi en iyi kullanan yazar olarak tanımlanır).

… Sürgün ‘romanını!!’ okuduktan sonra gözümde ve gönlümde bir kat daha sevgili bir yazıcı oldun. Aman Kemal gayret. Senin Sağırdere’nin bir pasajına bütün Sürgün’ü değişmem. Sabahattin Ali hatta Said Faik mi ne, o oğlan bile, Refik Halit’ten çok iyi bir hikâyeci ve romancıdırlar.

Evet, bu toprakların en büyük romancısıdır Kemal Tahir.

Sağırdere iki ana bölümden oluşur. Bunların birincisi "Düğün", ikincisi "Gurbet". İkisi de direkt olarak isimleriyle bağlantılı bölümlerdir. Çankırı’nın Yamören Köyü’nde, 1939 yıllarında geçer roman. Yamören Köyü’nde bir ramazan ayında başlayan hikâyede karşımıza ilk olarak çıkan karakterler, aynı zamanda romanın ana karakterlerinden Kulaksızın Mustafa ve Pelvan Vahit’tir.

Okur bu iki karakterin de özelliklerini roman ilerledikçe öğrenir. Bunlardan asıl kahramanımız da Kulaksızın Mustafa’dır. 15 yaşlarında, bir işi olmayan, tüm işi bütün gün köydeki sevdiği Ayşe’nin peşinde koşmak olan; fakat bir türlü Ayşe’nin gönlüne giremeyen bir karakterdir. Yeri gelir bu sebepten dolayı okumuş yazmış diye tanımladıkları ağabeyine kızar yeri gelir Ayşe’ye. Fakat Ayşe’yi, evli ve kırk yaşlarında olan Hakkı’ya kaptırır ve gurbetin, Ankara’nın yolunu tutar. İlk bölümün tüm mekânları da, üç mahalleden oluşan Çankırı’nın Yamören Köyü’dür. Sağırdere’nin kenarında yer alan bu köydeki hayatı Kemal Tahir başarılı bir şekilde yansıtır okura. Zaten Çankırı cezaevindeyken yazar romanı Tahir. Bu sebepten Çankırı ve köylerine ait birçok yerel unsura hâkim olabilmiştir. Köydeki adaletin nasıl sağlandığından dine bakışa kadar tam bir köylü bakış açısını ve İç Anadolu insanını görebiliriz bu kısımda.

Bölümün adı "Düğün" demiştik. Sadece bir düğün görmüyoruz ilk bölümde. Mustafa’nın Ayşe’si evlenir, ağabeyi Murat evlenir vs. Düğünlerin geniş yer tuttuğu bu bölümde, okur düğünün her aşamasına şahit olur. Adetlere, gelenek ve göreneklere detaylıca yer verir Tahir. Yazarın yerel unsurlarla ilgili bu kadar çok detaylı bilgiye sahip olması okuru da şaşırtıyor bir yerden sonra. Belli ki cezaevinde yörenin insanını iyi dinleyip gözlemlemiş yazar.

Mustafa; karakterler arasında uçarı, kız peşinde koşan, batıl inanışları olan birini karakterize ederken arkadaşı Pelvan Vahit Mustafa’nın tamamlayıcı rolünde karşımıza çıkar. Daha itidalli fakat Mustafa gibi özellikleri de var. O da Mustafa gibi hayatı çok önemsemeyen ama Mustafa kadar da uçarı değil. Genelde bu ikilinin yanında gördüğümüz Topal İsmail’i ise duruma göre hareket eden, bazen iyi tarafı öne çıkan bazense üçkâğıtçı bir konumda görürüz. Bu üç karakter bize köy gerçeğini gerek konuşmalarıyla gerekse yaptıklarıyla gösterir. Ömrünün belli kısmını köyde geçirenlere bu roman hiç yabancı gelmeyecektir.

Kemal Tahir’in romanlarında, toplumun muktedirlere nasıl baktığı, bazen genişçe bazen olaylar arasındaki kısa bir diyalogla işlenir. Bu romanda da bunu görmek mümkündür. Devir, tek parti devridir ve şöyle der Mustafa’nın babası Kulaksız:

… ‘Geçen yıl eşekleri sakladık mı? Saklamadık.’
‘İyi bildin, saklamadık. Bu yıl da sayıma girdikleri şüpheli… Kimi, ‘Alınacakmış aman!’ dedi. Kimi, ‘Yok canım!’ dedi.’ Yakup Ağa başını salladı. ‘Allah, Allah. Bakalım gelecek yıl daha neler göreceğiz! Kendi hayvanımı ben hükümetten ne diye kaçırayım yahu? ‘Sayımcı geliyor!’ diye köylü malını önüne kattı, dağa saklandı. Eşkıyalık dediğin budur, ötesi yok! Rahmetli Eğri Ahmet’e ‘Eşkıya!’ derler. Biz Eğri Ahmet’ten davar saklamazdık.

Burada aklıma gelen Şükrü Erbaş’ın ünlü şiiri "Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz" oldu. Diyor ya şair "Devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar" diye. Bu olayı da bu çerçevede mi değerlendirmeli yoksa hayvanları sayımdan kaçıran, devlete karşı eşkıyaya hak verecek kadar devletten bıkmış köylüye mi hak vermeli? Ona okur karar verecektir.

Kendi içinde basit asayiş olaylarını muhtar çözer köyde. Genelde dayaktır bu çözüm. Her ne kadar muhtar ‘yüreksiz’ görülse de ondan korkulur. Devlet ise, yukarıdaki pasajda geçen olay gibi durumlar dışında uğramaz köye.

İkinci bölüm de adıyla birebir örtüşen bir bölümdür: Gurbet. Başkarakter Yamörenli Mustafa’nın istediği kız başkasıyla evlenince çalışmak için gittiği Ankara’yı, oradaki çalışma koşullarını, kısmen sosyal hayatı, Mustafa’nın inatla hayata tutunmaya çalışmasını konu eder. Mustafa, gurbete, yani Ankara’ya Hocaların Hasan ve Vahit’le gider. Trene biniş kısmından itibaren başlayan hikâye Mustafa’nın işlerinin işlenmesiyle devam eder.

Mustafa’nın köyden gurbete gitmesi aslında sadece Vahit’in söylediği sözlerden dolayı değildir. Evlenememesi de bu durumda etkindir.

Mustafa, köydeyken çalışmayan, üretmeyen -Kemal Tahir’in sevmediği tipte- biridir ancak üretime katılmaya karar vermesinin de etkisi vardır bu gurbette. Köydeki Mustafa ile Ankara’daki Mustafa tamamen farklı iki karakterdir. Tembel Mustafa’dan tırnaklarını hayata geçiren Mustafa’ya geçiş yapmıştır karakter. Fakat bu geçişi Kemal Tahir daha çok işleseydi, daha başarılı olabilirdi. Biraz hızlı bir geçiş olmuş.

Bu bölüm ekonomik ilişkilerin, yaşam savaşının ağır bastığı bir bölümdür. Çıkarlar; arkadaşlıkların, hemşehriliklerin önüne geçer ve Mustafa’nın deyim yerindeyse gözü açılır. İlk işinden kovulduktan sonra ikinci işinde dikiş tutturur, ustasının gözüne girer ve taş ustası olma yolunda ilerler. Ustası Cemal Usta dürüst bir karakterdir. İnsanların çıkarcılığını ve para için kardeşin kardeşten çalmasını hoş görmez. Bu, Sağırdere özelinde görülen nadir davranışlardandır. Çünkü karakterler bir yönüyle iyidir fakat herkeste karşısındakini kandırma veya dolandırma potansiyeli vardır:

…Kalemi parmağı gibi salladı. ‘Sen de bir daha, bunun bordrosuna parmak basmayacaksın! Ben böyle pis işleri sevmem. Kardeş kardeşi soyarken araya girmek olmaz!

Sağırdere aslında bitmemiş bir romandır. Devamı niteliğinde, bu romandan iki yıl sonra, yani 1957’de Kemal Tahir Körduman romanını yazmıştır. Köy-kent ikilemini, karakterlerin davranış farklılıklarını bu iki kavram üzerine kuran Tahir pastoral romanın başarılı bir örneğini vermiştir. Türk Edebiyatı’ndaki diğer örneklerine baktığımızda da (Fakir Baykurt’un, Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in kitapları) özellikle realistliği sayesinde öne çıkan bir eserdir Sağırdere.

Sağırdere’deki olay örgüsü okurda bir merak duygusu uyandırır fakat bir Esir Şehir üçlemesindeki kadar da değildir bu merak unsuru. Mustafa’nın Yamören’den Ankara’ya geldikten sonra, köy hakkında hiç bilgi almamamızı ise açıklığa kavuşmamış kısımlara örnek verebiliriz. Fakat bu da Kemal Tahir romanının özelliklerindendir. Roman hakkında en geniş yorumu Körduman’la ele alarak yapmak daha sağlıklı olacaktır. Yarım kalmış gibi görünse de bu haliyle de Nâzım’ın dediğini onaylayabiliriz.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

17 Ekim 2018 Çarşamba

İnsanla kalbi arasındaki yol

"Fırtına ve yol yorgunluğu
Adımlarımda yankılanıyor."


Türkçeye çevrilen her kitabında ayrı heyecan yaşatan isimlerden biridir Hermann Hesse. Dünyaya bakışındaki endişesini üslubuna olduğu gibi yerleştirmiş, bunu yaparken de düşünürlüğünden ve şairaneliğinden ödün vermemiştir hiçbir zaman. Geçtiğimiz dönemde romanlarının ve denemelerinin dışında özellikle seyahat, gezi, keşif, yolculuk türü kitapları okumayı sevenler için çok özel bir kitabı Everest Yayınları tarafından dilimize kazandırılmıştı: Görkemli Dünya.

Hesse'nin tüm özelliklerinin toplandığı bir kitap Görkemli Dünya. Her ne kadar küçük gibi görünse de içinde bir şairin, düşünürün ve roman yazarının 'gezgin' tarafını görüyoruz. Onunla adımlıyoruz zamanı ve mekanı. Evinden ayrılışı, doğada tek başına dolaşması ve bu esnada aldığı notları, yazdığı şiirler, çizdiği desenlerle patikaları yollara, yolları coğrafyalara bağlıyor Hesse. "Ben yaşamı içimde titrerken, dilimde, ayak tabanlarımda, arzularımda ve acı çekişimde hissediyorum. Ben ruhumun yüzlerce şekilde hareket edebilen, arayan bir şey olmasını istiyorum." diyen bir adam var karşımızada. Bu adam yaşayıp gördüklerini yazarken Görkemli Dünya'da bazen bir rahip oluyor, bazen bir keşiş. Çocuklar, kadınlar, bitkiler, aşçılar, katiller ve hayvanlar da Hesse'nin diliyle yeniden ruh buluyor.

Kitabın orijinal ismi Wanderung, yani yürüyüş. Gönül isterdi ki Türkçeye de bu isimle geçsin ama Görkemli Dünya da hiç fena bir isim değil. Sadece kapaktaki renklilik sebebiyle yazarı hiç tanımayanlar ya da az tanıyanlar için sanki bir çocuk kitabı gibi durabilir. Elbette tüm çocukların bu kitabı ilgili yaşa geldiklerinde okuması önerilmelidir. Kitabın harikulade çevirisi Esen Akyel tarafından yapılmış. Kendisi uzun yıllar elektronik sanayinde baskı devre üretiminde çalışıp emekli olduktan sonra çocukluğundan beri çok sevdiği edebiyat, şiir ve çeviri çalışmalarına ağırlık vermiş. Bu güzel kitabı da hem Hesse'yi hem de bu tarzda kitaplar okumayı sevenlere armağan etmiş.

Hesse'nin kitap boyunca izlediği güzergâhlar şöyle: Çiftlik evi, dağ geçidi, küçük asaba, köprü, papaz evi, çiftlik, ağaçlar, yağmurlu hava, küçük kilise, öğle dinlenmesi, göl-ağaç-dağ, bulutlu gökyüzü, kırmızı ev. Okurken neden Hesse'nin romanlarında da sıklıkla ev-tabiat-insan üçgenini kullandığını anlamak mümkün. Bu üçgen onu mutlu ediyor. Buradaki mutluluk yaşamın ağırlığını alıp bir kenara koymak değil, aksine o ağırlığın içinde yavaş bir biçimde yaşamak, varoluşu doya doya hissetmek, her şeyiyle. Bozkırkurdu da Boncuk Oyunu da Görkemli Dünya'dan sonra yeniden okunmalı diye düşünüyorum. Böylece "Dünya üzerinde hiçbir şey sınırlardan daha tiksinti verici, daha aşağılık olamaz." diyen Hesse'nin bu cümlesindeki hedef olarak tek başına siyasetin söylenemeyeceği ortaya çıkacaktır. Onun dünya tasavvurunda da belirgin çizgiler var fakat bu çizgiler insanların daha sade ve dünyevi zevklerden hırslardan uzak yaşamalarını sağlamaya yönelik. Amaç daha anlamlı yaşamak, yaşanılan zamanı hem tek başına hem de topluluk olarak kıymetli kılmak: "Sessizlik, barış ve bir orta sınıf yaşamı istiyorum. Güzel yatakların, bir bahçe kanepesinin, iyi bir mutfağın kokusunun, çalışmak için tütünün ve eski kitapların özlemini çekiyorum."

Doğayla buluşmak her insana iyi gelir. "İçim açıldı" deriz bir yeşilliğin ortasında kalınca. Uzun zaman spor yapmayıp bir anda spor yapmaya başlayan ve sonrasında çeşitli kas ağrıları yaşayan insanlar gibi, bedenimizde zihnimizde daha önce 'yaşam belirtisi' gör(e)mediğimiz yerlerin harekete geçtiğini hissederiz. Ardından kuvvetli bir ruh değişimi yaşanabilir, belki iyi belki de kötü yönde. Ama muhakkak bir şeyler açılır. Önemli olan o açılanların üzerinde sahiden durabilmek, düşünebilmek. İşte bu ruh değişimleri, özellikle de ani değişimler Hermann Hesse'nin yürüyüşlerinde de ortaya çıkabiliyor. Bir anda "Sen benim dünyayı sevmemi mümkün kılıyorsun." diyen umutlu bir adam çıkıyor karşımıza, başka bir andaysa "Hiçbir şey doğru değil. Hiçbir şey insanı mutlu etmiyor ve ısıtmıyor. Her şey ıssız, hüzünlü ve bulanık. Tüm notaların akordu bozuk. Tüm renkler soluk." diyen umutsuz bir adam. Kim bilir neler oluyor o arada, yazar-şair neler düşünüyor...

Görkemli Dünya, dünyanın ağırlığından uzaklaştıran bir kitap. İnsanla kalbi arasındaki yola dair bir kitap, çünkü kurtuluşa giden yolun sağda solda değil kalpte olduğunu söylüyor Hesse, "Tanrı yalnız oradadır" diyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf