"Gönül ehli gitti de aşk şehri boş kaldı deme.
Cihân Şems-i Tebrîzî ile dolu,
Mevlânâ gibi mürid nerede?"
- Kâsım-ı Envâr
Hayatını tasavvuf araştırmalarına adamış, dünyanın en ücra köşelerinde inananların O'na ulaşma yöntemlerini keşfetmiş bir isim Annemarie Schimmel. Onun şevkini, merakını ve hayretini Türkçeye kazandırılan her eserinde görmek mümkün. Ancak Kasım 2017'de Sufi Kitap tarafından neşredilen Doğuda Batıya adlı kitap, Schimmel'in hayatını daha yakından öğrenmeye vesile olmuştu. En önemlisi de 2002'de dünyayı terk eylemiş bu önemli tasavvuf araştırmacısının neden mezarlığındaki kitabede "İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar" sözünün yazdığına dair epey işaret gösteriyordu. Kuşkusuz bu işaretlerin her biri, birçok batılı araştırmacının ilgisini çeken o mistik, gizemli hâller ve çoktan bu dünyadan göçmüş büyüklerin O'nunla olan irtibatlarına dair meraklardan oluşuyordu. Basit gibi görünse de Schimmel, ariflerin ölmeyeceğini gayet iyi biliyordu. Türkçenin o büyük şairinin "Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez" dizelerinden de haberdardı.
Ekim 2018 itibariyle Schimmel'in yeni bir eseri daha yine Sufi Kitap tarafından dilimize kazandırıldı. 112 sayfadan oluşan ve temel kavramlar etrafında gayet güzel bir çerçeve çizen bu kitabın adı, Tasavvuf Notları. Eser, özellikle tasavvufa dair okumalar yapmaya başlamış 'yeni' kimselere büyük meraklar kazandıracaktır. Zira Schimmel hızla geçtiği konuları her ne kadar özetlemiş gibi görünse de aslında konu biter bitmez okuyucu kendini başka araştırmalara yelken açarken yakalayabilir. Uzun yıllar evvel Mustafa Kara okumaları yaparak kazandığım -Allah hocanın ömrünü bereketli kılsın- tasavvuf tarihi okuma ve araştırma merakına başkaları da Schimmel vesilesiyle kapılabilir. Bu, bir okuyucu için çok kıymetli bir şeydir çünkü samimi olursa yaşamını bütünüyle etkileyebilir. (Buraya not olarak ekleyelim: Mustafa Kara, Schimmel için "Elli yıl hiç yoruldum demedi" ifadesini kullanmıştır.)
Bu okuduğum kaçıncı Schimmel kitabı bilmiyorum, ancak şunu samimiyetle söyleyebilirim: Bizler genellikle yabancıların kendi değerlerimizle, inancımızla, geleneklerimizle ve hatta tarihimizle ilgili yazdıklarını, söylediklerini önemsemeyiz. Hatta mümkünse yazmamalarını, söylememelerini isteriz. Açık ararız, fırsat kollarız, hata bulduk mu üstüne çullanırız. Ancak Schimmel böyle bir isim değil, aslında onun bir diğer ismi de Cemile Kıratlı. Mustafa Kara'nın bir röportajından okuyalım: "Bu ismi/lakabı Türkiye’ye gelmeden önce almış. Memur olarak çalışırken onu Şimele diye çağıran arkadaşı, bir gün de Cemile deyivermiş… Bunun Arapça “güzel” anlamına geldiğini bildiği için çok hoşuna gitmiş. Kıratlı ise Schimmel kelimesinin Türkçesi. 50’li yıllarda ülkemize gelince bu ismi bazı mektuplarında kullanmaya devam etti. Bazı dostları ona Cemile Bacı demeyi tercih etti. O da bu isimlendirmeden mutlu oldu."
Tasavvuf Notları, kısa ve etkileyici bir giriş ile önsözden sonra, evvela tasavvufun teşekkülünü sunuyor okuyucuya. Burada tasavvufî kavramlar, sufilerin âdâbı, bir mürşide intisabın nasıl olduğu, seyr u sülûk mertebelerinin ne olduğu konusunda Schimmel bir taslak çiziyor. Kitaptan şu ifade, tam da bu bölümü anlatıyor: "Tasavvuf, ilahî güzelliğin ve ruhun özleminin sembolü haline gelen mis kokulu güllerin ve feryad eden bülbüllerin olduğu çiçekli bir bahçe, seyr u sülûkun başındaki derviş için anlaması neredeyse imkânsız olan Arapçanın nazarî çölleri ve çok az kişinin ulaşabileceği en yüksek hikemi bilginin uzaklarda ışıldayan karlı dorukları gibidir."
İlahi aşk bölümünde Schimmel, batılı şairlerle doğulu şairleri harmanlayıp yorumlarını da katarak bu aşkın söze nasıl döküldüğünü anlatıyor. Burada Goethe'nin, Mutluluk Veren Hasret şiirinde geçen "Kimseye değil, yalnız ehline anlat" dizesi üzerinden tasavvufta hakikata ulaşmış bir kimsenin sırrı ifşa etmemesi gerektiğine dair kısa fakat önemli bir anlatım da mevcut. Bilindiği üzere birçok büyük zât, sırrı ifşa ettiği gerekçesiyle yahut bu ifşanın hiç anlaşılmaması sebebiyle ya sürgün edilmiş ya da öldürülmüştür. Hallâc-ı Mansûr'un "Ene'l-Hakk" mevzusu gibi. O, "Ben Hakk'ım" derken, "Ben Hakk'tan gayrı, ayrı değilim" demek istiyordu duyana, duyabilene. Çünkü: "İlahî aşk konusunda Kur’ân-ı Kerîm’den delil getirilir. Maide Suresi’nin 54. ayetinde, Allah onları sever ve onlar da Allah’ı severler, denmektedir. Dünyadaki her şey gibi bu aşkın da esas kaynağı Allah’tır, insanın yaptığı sadece bu aşka karşılık vermektir. Ve bu aşkın, Zünnun el-Mısrî’nin de söylediği gibi, haddi hududu yoktur."
Birbirini takip eden teozofik tasavvuf ile sufi ve edebiyat bölümleri, Arapça'nın tasavvufla birlikte nasıl bir ivme kazandığını açık ediyor. Özellikle sufi şairlerin yazıp söyledikleri, mûsıkîyle birleşince ortaya kıyamete dek sürecek bir medeniyet çıkıyor. Bir inşa bu. Kademe kademe, silsile silsile gelişmiş, asırlar boyunca bugünlere dek uzanmış bir mimarî. Her şeyin başı ise dil, yani söz: "Tasavvuf, hâlihazırda zaten çok zengin olan Arapçaya yeni bir veçhe daha kazandırmıştır: Takva ehlinin sahih deneyimi. Tasavvuf, günümüzde dahi diğer dillerin linguistik gelişimlerinde önemli bir rol oynamaktadır."
Tasavvuftaki tarikatlar bölümü, Schimmel'in gitmek istediği her şehre gitmesiyle ortaya çıkmış araştırmaların bir özeti. Dünyanın neresinden hangi yollar doğmuş, ne şekilde bugünlere gelmiş ve hassas noktaları neler, bu bölüm oldukça iyi bir başlangıç makalesi. Bu bölümü okurken Schimmel'in Mevlânâ, Yunus Emre, Ataullah İskenderî ve Muhammed İkbâl gibi isimlere ne kadar meraklı olduğu rahatlıkla görülebilir. Zira kendisi bu isimlere dair çok ciddi çalışmalar yapmış ve müstakil eserler de ortaya çıkarmıştır. ABD ve Avrupa ülkelerinin yanı sıra ömrü boyunca gezdiği şu topraklar, zaten tasavvufun tarih boyunca serpilip geliştiği topraklardır: Pakistan, İran, Hindistan, Mısır, Sudan, Fas, Tunus, Afganistan, Suriye, Ürdün, Körfez ülkeleri, Yemen, Endonezya, Türki cumhuriyetler.
Halkın tasavvufu bölümü; abdallıktan kalenderîliğe, mevlevîlikten nakşibendîliğe dek belirli bir yola girmiş insanların kimleri takip ettiğini ve tasavvufun bilhassa hangi damarlarından beslendiğini göstermesi açısından önemli. Burada yine şiir başı çekiyor. Çünkü mistik aşk şiirlerinin anlaşılması kimi zaman güçleştikçe ortaya onları şerh eden birileri çıkıyor. Bu da halkın o şiirle, o sözle olan irtibatını kuvvetlendiriyor. Dilden dillere, gönülden gönüllere uzanan bir köprü: "Kendi memleketlerinin kırsal bölgelerine göçen mürşidler, sıradan insanların sadece çok az Arapça bildiğini, edebiyat ve yönetim kadrosunun dili olan Farsçadan ise hiçbir şey anlamadığını biliyorlardı. Bu yüzden insanlara düşüncelerini aktarmak için bölgede konuşulan dili kullanmışlardır. Ev kadınının, balıkçının ya da yoksul bir gündelikçinin rahatlıkla anlayabileceği yalınlıkta dizelerini söyleyen, muhabbetullahın esrarından dem vurup Allah'a bağlılıklarını tasvir eden bu hatipler, yerel dillerin gelişmesinde önemli rol oynamışlardır."
Kitabın son bölümü modern dönemde tasavvufun durumunu özetliyor. Henüz 10. yüzyılda yazdığı Kitabu'l-Lumâ fi't-Tasavvuf kitabında Serrâc, gerçek mutasavvıfların kalmadığından ve tasavvufun hakikatten uzaklaştığından söz ediyordu. "Eskiden tasavvufun adı yoktu içi vardı, şimdi içi yok adı var" sözü de yine o yüzyıllarda söylenmiştir. Anadolu türkülerine baktığımızda da kamil mürşidin kalmadığı, yolların kapandığı, devrin sahte mürşit (zamane şeyhi) devri olduğuna dair sözleri görmek de mümkündür. Unutulmamalı ki bu sözleri yazanların çoğunluğu da büyük birer sufi idi. Schimmel bu güncel konuya temas ederken okunması gereken bazı isimleri de zikrediyor; Rene Guenon, Frithjof Schuon, Seyyid Hüseyin Nasr, Titus Burckhardt, Martin Lings gibi. Ben buraya William Chittick adını da eklemezsem rahatsız olurum. Günümüz tasavvufuna dair o yıllardan şöyle bir bakış atmış Schimmel ki ne kadar haklı olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım: "Medya sayesinde tasavvufun çok çeşitli yönleri yayılma imkânı buldu. Tasavvufî faaliyetlerin, ayin-i şeriflerin harikulade fotoğrafları ya da önde gelen mürşidlerin portreleri, İslam dünyasının çeşitli bölgelerindeki hayatı gösteren sanatsal filmler ve internetteki fotoğraflar bir zamanlar gizemli ve saklı olan tasavvufu artık herkes için ulaşılabilir kıldı. Ama bu durum, sufiler arasında en büyük günahlardan olan ifşâü's-sır yani, sırrın ifşası demek olmuyor mu? En son sırrı telaffuz dahi edemiyorken, medya tarafından ifşa edilen bu sırrın olumsuz bir şekilde yorumlanmayacağının ya da insanlık için tehlikeli olmayacağının garantisini kim verebilir? Büyük Hintli şeyh, Şah Veliyullah 18. yüzyılda şöyle yazıyordu: "Mutasavvıfların kitap ve risaleleri havass ehlinin kimyasına mükemmel bir şekilde uygundur ancak onlar, avam için öldürücü bir zehirdir."
Hz. Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, kendisine "tasavvuf nedir?" diye sorulduğunda, "kederli vakitler geldiğinde kalpte bulunan sürurdur" demiş. Bugün bu düşünceden, bu yaşayıştan çok uzağız. Ortada belirgin bir taklit var. Tasavvuf şov dünyasının bir ürününe dönüşmüş durumda. Doğum günü kutlamalarında ve hatta kına gecelerinde bile birileri 'dönüyor', Mesnevi'den şiirler okutuluyor. Her yönüyle güzel olan ve her yönüyle güzelliği telkin eden bu asırlık hazine, sanki bir şeylere kurban gidiyor. Oysa Hâce Abdullah el-Ensârî el-Herevî dokuz yüzyıl önceki sufilerin hâllerini şöyle tanımlamıştı: "O kimseler ki, hiçbir zaman ayakları kıskançlığın çalılarına dolaşmaz, teslimiyet kıyafetleri nefis tozuyla kirlenmez, gözleri hiçbir zaman benlik aşkıyla buğulanmaz. Onlar fakirlik yolunun hükümdarları, insan görünümündeki meleklerdir ve ağırbaşlılıkla yürürler."
Tasavvuf Notları, tasavvufa dair okumalar yapmaya yeni başlamış kimseler için iştah açıcı bir başlangıç kitabı.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
22 Ekim 2018 Pazartesi
18 Ekim 2018 Perşembe
İran’a tarihi bir yolculuk
Kısa süre önce ebediyete uğurladığımız Fuad Sezgin (1924-2018), Buhari’nin Kaynakları adlı eserinde, "sanıldığı gibi İslami literatürün az olmadığını ve fakat araştırılarak istifadeye sunulmadığını" söylüyor. Müslümanların bu konuda yetersiz kaldığını belirtiyor. Konuya her ne kadar Hadis külliyatı özelinde yaklaşmış olsa da genel eğilimimizi gösteriyor Fuad Sezgin.
İhsan Fazlıoğlu bir konuşmasında, "konuşmaktan başka bir şey yapmadığımızı, okuyup araştırmadığımızı" yaşadığı bir örnekle şöyle somutlaştırıyor: “İbn-i Sina (980-1036) ile ilgili bir panel yaptık. İbn-i Sina’nın felsefi tarafını konuşacak adam var. Batı’ya etkisini konuşacak adam da bulduk. Tıbbını konuşacak bir tane uzman aradık Türkiye’de... Tıp tarihçimiz var ama tıp bilmiyoruz. Bir tane bulamadık. Dedim ki, yurt dışından getirtelim. Sadece Tel Aviv Üniversitesi’nde dört tane İbn-i Sina tıp uzmanı var. Dünyadaki İbn-i Sina tıbbı çalışanların yüzde doksan beşi Yahudi. Çünkü İbranice’ye yüz on kez tercüme edilmiş ‘el-Kanun Fi’t Tıbb’. Türkçe’de var mı? Hayır!”. İhsan Fazlıoğlu konuşmasına “e ne konuşuyorsun” diye sorarak ahvalimizin cevabını veriyor. Bin yılda yüz on kere tercüme demek her asırda on bir yeni çalışma anlamına gelir. Yani kabaca her on yıla yeni bir çalışma düşüyor. Entelektüelite ve bilimsellik açısından korkunç bir rakam.
Mehmed Said Hatiboğlu yeniden basılan eserlerinin ‘Önsöz’ yazılarında yazmak yerine okumayı tercih edişini, “Okumayı yayın hayatına tercih ediyor oluşumu lütfen fazla görmeyiniz. Benim inancım, devrimiz müslümanlarındaki kültürün İslam’la ne kadar kabîl-i telif olduğunu tesbit edebilmek için, on küsur asırdır kitabla haşir neşir olmuş bir İslam dünyasını bütün mezheb ve fırkalarıyla tanıma zaruretinin bulunduğudur. Devirler boyu müslüman âlimlerin yazıp bizlere bıraktıkları eserler, yok edilmişleri dışında, maalesef aydınlarımızı aydınlatmaktan uzak kalmış, bunlardan bazıları daha yenilerde istifadeye sunulabilmiş hâldedir. Müslüman kültürü ile meşgul olanların bunları okuma vazifeleri vardır. Abd-i âcizleri de bu zaruretin şuurunda olarak, yazmaktan ziyade okumayı tercih etmişimdir” diyerek açıklıyor. Mehmed Said Hatiboğlu’nun ilmi vukufiyetini bilenler keşke daha fazla yazsa de istifade etsek der. Yalnız burada daha dikkat kesilmemiz gereken şey, eserlerinin yetkinliğinin yanında hocanın verdiği ilkesel ders olsa gerek.
Alanlarında uzmanlıkları tartışılmaz bu üç hocanın söyledikleri hâl-i pürmelalimizi açıkça gösteriyor. Çalışmıyor, okumuyor, düşünmüyor, üretmiyoruz ama konuşmaktan da geri durmuyoruz. Diğer yandan yukarıdaki örnekler hatırı sayılır bir İslami literatür olduğu noktasında kesişiyor. Şahsen meselenin buradan başladığını düşünüyorum. Evet, belirli bir literatür bulunuyordur muhakkak ve evet ne yazık ki tembelliğimizden dolayı bu birikimi kullanamıyoruz. Fakat İslami ya da Müslüman kültürüne ait literatürün çokluğundan (-ki tartışılabilir) ziyade ortaya konulan çalışmaların nitelik ve süreklik meselesini nasıl hâlledeceğiz? Bu eserlerin bir kısmı yazıldıkları günün şartlarında evrensel ölçülerde olsa ve/veya o günün toplumuna yarar sağlasa bile devamlılık sağlanamadığından kadük (hatta absürt) kaldığı görülüyor. Asıl mesele söz konusu literatürün güncellenerek bugünün dünyasında bir karşılığı bulunup bulunmadığı ve kullanılabilirliği olan bir bilgiye dönüştürülüp dönüştürülemediğidir diye düşünüyorum. Yoksa mevzu "benim oğlum bina okur, döner döner yine okur"dan öteye gidemeyecektir. Gidemiyor da. Daha acısı, çoğunluğumuzun o kerteye bile gelemediği başka bir gerçek olarak karşımızda duruyor.
Benzer konularda yukarıda adı geçen hocalar kadar iyimser olamasam da akıntıya karşı kürek çeken kişi ve kurumları takdir ediyorum. Kronik Kitap küçük de olsa bu çabanın ucundan tutanlardan. Kültür dünyamıza kazandırdığı seyahat üçlemesinden biri olan İran Seyahatnamesi söz konusu çabanın ürünlerinden. Şimdilik üçleme olan bu serinin diğerleri Doğu Seyahatnamesi ve Moğolistan Seyahatnamesi. Benzer çalışmaların üslubu bugünün dili yanında sığ kalsa da tarihsel perspektif açısından bir gediği kapattığını söylemek gerekiyor. O yüzden dikkate almakta fayda olduğunu düşünüyorum.
“10. Yüzyılda Kafkasya’dan Fars Körfezi’ne Yolculuk” alt başlığıyla sunulan İran Seyahatnamesi Arap şair ve yazar Ebu Dülef’e (X. yüzyıl) ait. Yüz kırk dört sayfalık çalışmanın tercümesi Serdar Gündoğdu tarafından yapılmış. Dönemin İran coğrafyasını konu alan çalışma akademik yöntemle ele alınmış. Eserin hikâyesi biraz tuhaf biraz da karışık diyebiliriz. Zaman içinde Ebu Dülef’in seyahatnamesine refere edilerek yapılan çalışmalardaki farklılıklar, çelişkiler ve tahmin edilen eklemeler sorunlu bir durum oluşturmuş. Zeki Velidi Togan’ın (1890-1970) 1922 yılında Horasan’a yaptığı bir seyahat sırasında Meşhed’de bulduğu nüsha bu konuda belirleyici olmuş. Serdar Gündoğdu bu nüshayı baz alarak yaptığı çalışmada Ebu Dülef’in seyahatnamesine atıfta bulunan farklı eserleri, farklı dillere yapılan çevirileri ve aynı güzergahla ligili başka seyyah/yazarların eserlerini karşılaştırarak daha net bir görüntü ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bu yönüyle dipnot açısından oldukça zengin bir metin kotarıldığı görülüyor. Ayrıca bu yöntem Ebu Dülef’in eserindeki tutarsızlıklara dikkat çekerek daha gerçekçi sonuçlar elde etmeye de yardımcı oluyor.
Onuncu yüzyılda oldukça önemli olan ve devlet büyüklerine ithaf edilen ‘seyahatname’ veya ‘sefername’ olarak adlandırılan bu eserler konu ettikleri bölgelere dair ekonomik, siyasi, toplumsal, tarihi, coğrafi ve kültürel bilgilere yer vermektedir. Bu bağlamda İran Seyahatnamesi de o bölgedeki toplulukların durumuna dair bir kesit sunuyor. Bu bölgeler, demografik yapı, madenler, ormanlar, su kaynakları, iklim, yeryüzü şekilleri, üretilen ürünler, mimari durum gibi konular üzerinden değerlendirilmiş. Ebu Dülef’in seyahati Gürcistan’dan başlayarak başlayarak Basra Körfezi’ne doğru bir çizgide gerçekleşiyor. Metin dikkatli okunduğunda bölge halklarının yaşam biçimi ve dünyaya bakış açısının Pers kültüründen, Hint felsefesine, Zerdüştlük’ten İsrailiyyat’a kadar bir çok faktörden etkilendiği görülüyor. Yalnız yazar seyahat güzergahında yaşayanların karakteristik özellikleri anlatırken ya da o bölgenin tarihinden bahsederken abartılı söylemlerde bulunuyor. Yer yer gerçeklikten kopan masalsı/fantastik bir anlatım göze çarpıyor. Bu gerçeküstü üslup mitoloji-inanç arasında gidip geliyor. Serdar Gündoğdu farklı seyyahların notlarından faydalanarak Ebu Dülef’in çelişkili ve abartılı gözlem ve yorumlarını dengelemeye çalışmış diyebiliriz.
Eserde çok çarpıcı bilgiler yok lakin önemini bin yıl önceki bir dönemle bugünü birbirine bağlayan bir metin olmasından alıyor. İran Seyahatnamesi tarihi su katılmamış kahramanlık ve öz eleştirisiz hamaset üzerinden okumayı yeğleyenler için pek bir şey vaat etmiyor. Asırlardır etkileşim içinde olduğumuz ama bir türlü iletişime geçemediğimiz İran’a dair bilgiler içeren eser, akademik tarih okuyucularının ve kültür tarihi sevenlerin ilgisini çekecektir.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
İhsan Fazlıoğlu bir konuşmasında, "konuşmaktan başka bir şey yapmadığımızı, okuyup araştırmadığımızı" yaşadığı bir örnekle şöyle somutlaştırıyor: “İbn-i Sina (980-1036) ile ilgili bir panel yaptık. İbn-i Sina’nın felsefi tarafını konuşacak adam var. Batı’ya etkisini konuşacak adam da bulduk. Tıbbını konuşacak bir tane uzman aradık Türkiye’de... Tıp tarihçimiz var ama tıp bilmiyoruz. Bir tane bulamadık. Dedim ki, yurt dışından getirtelim. Sadece Tel Aviv Üniversitesi’nde dört tane İbn-i Sina tıp uzmanı var. Dünyadaki İbn-i Sina tıbbı çalışanların yüzde doksan beşi Yahudi. Çünkü İbranice’ye yüz on kez tercüme edilmiş ‘el-Kanun Fi’t Tıbb’. Türkçe’de var mı? Hayır!”. İhsan Fazlıoğlu konuşmasına “e ne konuşuyorsun” diye sorarak ahvalimizin cevabını veriyor. Bin yılda yüz on kere tercüme demek her asırda on bir yeni çalışma anlamına gelir. Yani kabaca her on yıla yeni bir çalışma düşüyor. Entelektüelite ve bilimsellik açısından korkunç bir rakam.
Mehmed Said Hatiboğlu yeniden basılan eserlerinin ‘Önsöz’ yazılarında yazmak yerine okumayı tercih edişini, “Okumayı yayın hayatına tercih ediyor oluşumu lütfen fazla görmeyiniz. Benim inancım, devrimiz müslümanlarındaki kültürün İslam’la ne kadar kabîl-i telif olduğunu tesbit edebilmek için, on küsur asırdır kitabla haşir neşir olmuş bir İslam dünyasını bütün mezheb ve fırkalarıyla tanıma zaruretinin bulunduğudur. Devirler boyu müslüman âlimlerin yazıp bizlere bıraktıkları eserler, yok edilmişleri dışında, maalesef aydınlarımızı aydınlatmaktan uzak kalmış, bunlardan bazıları daha yenilerde istifadeye sunulabilmiş hâldedir. Müslüman kültürü ile meşgul olanların bunları okuma vazifeleri vardır. Abd-i âcizleri de bu zaruretin şuurunda olarak, yazmaktan ziyade okumayı tercih etmişimdir” diyerek açıklıyor. Mehmed Said Hatiboğlu’nun ilmi vukufiyetini bilenler keşke daha fazla yazsa de istifade etsek der. Yalnız burada daha dikkat kesilmemiz gereken şey, eserlerinin yetkinliğinin yanında hocanın verdiği ilkesel ders olsa gerek.
Alanlarında uzmanlıkları tartışılmaz bu üç hocanın söyledikleri hâl-i pürmelalimizi açıkça gösteriyor. Çalışmıyor, okumuyor, düşünmüyor, üretmiyoruz ama konuşmaktan da geri durmuyoruz. Diğer yandan yukarıdaki örnekler hatırı sayılır bir İslami literatür olduğu noktasında kesişiyor. Şahsen meselenin buradan başladığını düşünüyorum. Evet, belirli bir literatür bulunuyordur muhakkak ve evet ne yazık ki tembelliğimizden dolayı bu birikimi kullanamıyoruz. Fakat İslami ya da Müslüman kültürüne ait literatürün çokluğundan (-ki tartışılabilir) ziyade ortaya konulan çalışmaların nitelik ve süreklik meselesini nasıl hâlledeceğiz? Bu eserlerin bir kısmı yazıldıkları günün şartlarında evrensel ölçülerde olsa ve/veya o günün toplumuna yarar sağlasa bile devamlılık sağlanamadığından kadük (hatta absürt) kaldığı görülüyor. Asıl mesele söz konusu literatürün güncellenerek bugünün dünyasında bir karşılığı bulunup bulunmadığı ve kullanılabilirliği olan bir bilgiye dönüştürülüp dönüştürülemediğidir diye düşünüyorum. Yoksa mevzu "benim oğlum bina okur, döner döner yine okur"dan öteye gidemeyecektir. Gidemiyor da. Daha acısı, çoğunluğumuzun o kerteye bile gelemediği başka bir gerçek olarak karşımızda duruyor.
Benzer konularda yukarıda adı geçen hocalar kadar iyimser olamasam da akıntıya karşı kürek çeken kişi ve kurumları takdir ediyorum. Kronik Kitap küçük de olsa bu çabanın ucundan tutanlardan. Kültür dünyamıza kazandırdığı seyahat üçlemesinden biri olan İran Seyahatnamesi söz konusu çabanın ürünlerinden. Şimdilik üçleme olan bu serinin diğerleri Doğu Seyahatnamesi ve Moğolistan Seyahatnamesi. Benzer çalışmaların üslubu bugünün dili yanında sığ kalsa da tarihsel perspektif açısından bir gediği kapattığını söylemek gerekiyor. O yüzden dikkate almakta fayda olduğunu düşünüyorum.
“10. Yüzyılda Kafkasya’dan Fars Körfezi’ne Yolculuk” alt başlığıyla sunulan İran Seyahatnamesi Arap şair ve yazar Ebu Dülef’e (X. yüzyıl) ait. Yüz kırk dört sayfalık çalışmanın tercümesi Serdar Gündoğdu tarafından yapılmış. Dönemin İran coğrafyasını konu alan çalışma akademik yöntemle ele alınmış. Eserin hikâyesi biraz tuhaf biraz da karışık diyebiliriz. Zaman içinde Ebu Dülef’in seyahatnamesine refere edilerek yapılan çalışmalardaki farklılıklar, çelişkiler ve tahmin edilen eklemeler sorunlu bir durum oluşturmuş. Zeki Velidi Togan’ın (1890-1970) 1922 yılında Horasan’a yaptığı bir seyahat sırasında Meşhed’de bulduğu nüsha bu konuda belirleyici olmuş. Serdar Gündoğdu bu nüshayı baz alarak yaptığı çalışmada Ebu Dülef’in seyahatnamesine atıfta bulunan farklı eserleri, farklı dillere yapılan çevirileri ve aynı güzergahla ligili başka seyyah/yazarların eserlerini karşılaştırarak daha net bir görüntü ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bu yönüyle dipnot açısından oldukça zengin bir metin kotarıldığı görülüyor. Ayrıca bu yöntem Ebu Dülef’in eserindeki tutarsızlıklara dikkat çekerek daha gerçekçi sonuçlar elde etmeye de yardımcı oluyor.
Onuncu yüzyılda oldukça önemli olan ve devlet büyüklerine ithaf edilen ‘seyahatname’ veya ‘sefername’ olarak adlandırılan bu eserler konu ettikleri bölgelere dair ekonomik, siyasi, toplumsal, tarihi, coğrafi ve kültürel bilgilere yer vermektedir. Bu bağlamda İran Seyahatnamesi de o bölgedeki toplulukların durumuna dair bir kesit sunuyor. Bu bölgeler, demografik yapı, madenler, ormanlar, su kaynakları, iklim, yeryüzü şekilleri, üretilen ürünler, mimari durum gibi konular üzerinden değerlendirilmiş. Ebu Dülef’in seyahati Gürcistan’dan başlayarak başlayarak Basra Körfezi’ne doğru bir çizgide gerçekleşiyor. Metin dikkatli okunduğunda bölge halklarının yaşam biçimi ve dünyaya bakış açısının Pers kültüründen, Hint felsefesine, Zerdüştlük’ten İsrailiyyat’a kadar bir çok faktörden etkilendiği görülüyor. Yalnız yazar seyahat güzergahında yaşayanların karakteristik özellikleri anlatırken ya da o bölgenin tarihinden bahsederken abartılı söylemlerde bulunuyor. Yer yer gerçeklikten kopan masalsı/fantastik bir anlatım göze çarpıyor. Bu gerçeküstü üslup mitoloji-inanç arasında gidip geliyor. Serdar Gündoğdu farklı seyyahların notlarından faydalanarak Ebu Dülef’in çelişkili ve abartılı gözlem ve yorumlarını dengelemeye çalışmış diyebiliriz.
Eserde çok çarpıcı bilgiler yok lakin önemini bin yıl önceki bir dönemle bugünü birbirine bağlayan bir metin olmasından alıyor. İran Seyahatnamesi tarihi su katılmamış kahramanlık ve öz eleştirisiz hamaset üzerinden okumayı yeğleyenler için pek bir şey vaat etmiyor. Asırlardır etkileşim içinde olduğumuz ama bir türlü iletişime geçemediğimiz İran’a dair bilgiler içeren eser, akademik tarih okuyucularının ve kültür tarihi sevenlerin ilgisini çekecektir.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Köy-kent ikilemi hakkında realist bir roman
Kemal Tahir konu ve tema olarak skalası geniş bir yazardır. Milli Mücadele döneminden Osmanlı’nın kuruluşuna, oradan hapishane romanlarına kadar birçok türde romanı ve hikâyesi mevcuttur. Yazdığı kitaplardan bazıları da köy romanı diyebileceğimiz pastoral özellikler taşır. Sağırdere de bu tür romanlardan biridir. Kemal Tahir külliyatına baktığımızda daha az sayfadan oluşur ve 280 sayfayı ihtiva eder Sağırdere.
Nâzım Hikmet, cezaevinden Kemal Tahir’e yazdığı mektuplarda yer yer Sağırdere’yi eleştirir ve hem bu roman özelinde hem de diğer bazı hikâyeleriyle ilgili yazara tavsiyeler verir. Nâzım Hikmet’e göre Sağırdere ilk haliyle roman değil bir köy hikâyesidir. Çünkü bel kemiği denebilecek olayları yoktur, sadece bir olay vardır kitabı sürükleyen. Nâzım da bu durumda kitap isterse 300 sayfa olsun buna hikâye diyeceğini söyler. Zaman zaman, olayları tek tek irdeler Hikmet. Yani Sağırdere’de Nâzım Hikmet’in payının büyük olduğunu söylemek mümkün. Fakat eleştirilerine rağmen hakkını da verir Sağırdere’nin. O zamanlar Refik Halit’in Sürgün romanını da okuyan şair, bitmiş bir romanla henüz tamamlanmamış Sağırdere’yi şöyle mukayese eder: (Ki Refik Halit birçok kişilerce büyük romancı kabul edilir ve Türkçeyi en iyi kullanan yazar olarak tanımlanır).
“… Sürgün ‘romanını!!’ okuduktan sonra gözümde ve gönlümde bir kat daha sevgili bir yazıcı oldun. Aman Kemal gayret. Senin Sağırdere’nin bir pasajına bütün Sürgün’ü değişmem. Sabahattin Ali hatta Said Faik mi ne, o oğlan bile, Refik Halit’ten çok iyi bir hikâyeci ve romancıdırlar.”
Evet, bu toprakların en büyük romancısıdır Kemal Tahir.
Sağırdere iki ana bölümden oluşur. Bunların birincisi "Düğün", ikincisi "Gurbet". İkisi de direkt olarak isimleriyle bağlantılı bölümlerdir. Çankırı’nın Yamören Köyü’nde, 1939 yıllarında geçer roman. Yamören Köyü’nde bir ramazan ayında başlayan hikâyede karşımıza ilk olarak çıkan karakterler, aynı zamanda romanın ana karakterlerinden Kulaksızın Mustafa ve Pelvan Vahit’tir.
Okur bu iki karakterin de özelliklerini roman ilerledikçe öğrenir. Bunlardan asıl kahramanımız da Kulaksızın Mustafa’dır. 15 yaşlarında, bir işi olmayan, tüm işi bütün gün köydeki sevdiği Ayşe’nin peşinde koşmak olan; fakat bir türlü Ayşe’nin gönlüne giremeyen bir karakterdir. Yeri gelir bu sebepten dolayı okumuş yazmış diye tanımladıkları ağabeyine kızar yeri gelir Ayşe’ye. Fakat Ayşe’yi, evli ve kırk yaşlarında olan Hakkı’ya kaptırır ve gurbetin, Ankara’nın yolunu tutar. İlk bölümün tüm mekânları da, üç mahalleden oluşan Çankırı’nın Yamören Köyü’dür. Sağırdere’nin kenarında yer alan bu köydeki hayatı Kemal Tahir başarılı bir şekilde yansıtır okura. Zaten Çankırı cezaevindeyken yazar romanı Tahir. Bu sebepten Çankırı ve köylerine ait birçok yerel unsura hâkim olabilmiştir. Köydeki adaletin nasıl sağlandığından dine bakışa kadar tam bir köylü bakış açısını ve İç Anadolu insanını görebiliriz bu kısımda.
Bölümün adı "Düğün" demiştik. Sadece bir düğün görmüyoruz ilk bölümde. Mustafa’nın Ayşe’si evlenir, ağabeyi Murat evlenir vs. Düğünlerin geniş yer tuttuğu bu bölümde, okur düğünün her aşamasına şahit olur. Adetlere, gelenek ve göreneklere detaylıca yer verir Tahir. Yazarın yerel unsurlarla ilgili bu kadar çok detaylı bilgiye sahip olması okuru da şaşırtıyor bir yerden sonra. Belli ki cezaevinde yörenin insanını iyi dinleyip gözlemlemiş yazar.
Mustafa; karakterler arasında uçarı, kız peşinde koşan, batıl inanışları olan birini karakterize ederken arkadaşı Pelvan Vahit Mustafa’nın tamamlayıcı rolünde karşımıza çıkar. Daha itidalli fakat Mustafa gibi özellikleri de var. O da Mustafa gibi hayatı çok önemsemeyen ama Mustafa kadar da uçarı değil. Genelde bu ikilinin yanında gördüğümüz Topal İsmail’i ise duruma göre hareket eden, bazen iyi tarafı öne çıkan bazense üçkâğıtçı bir konumda görürüz. Bu üç karakter bize köy gerçeğini gerek konuşmalarıyla gerekse yaptıklarıyla gösterir. Ömrünün belli kısmını köyde geçirenlere bu roman hiç yabancı gelmeyecektir.
Kemal Tahir’in romanlarında, toplumun muktedirlere nasıl baktığı, bazen genişçe bazen olaylar arasındaki kısa bir diyalogla işlenir. Bu romanda da bunu görmek mümkündür. Devir, tek parti devridir ve şöyle der Mustafa’nın babası Kulaksız:
“… ‘Geçen yıl eşekleri sakladık mı? Saklamadık.’
‘İyi bildin, saklamadık. Bu yıl da sayıma girdikleri şüpheli… Kimi, ‘Alınacakmış aman!’ dedi. Kimi, ‘Yok canım!’ dedi.’ Yakup Ağa başını salladı. ‘Allah, Allah. Bakalım gelecek yıl daha neler göreceğiz! Kendi hayvanımı ben hükümetten ne diye kaçırayım yahu? ‘Sayımcı geliyor!’ diye köylü malını önüne kattı, dağa saklandı. Eşkıyalık dediğin budur, ötesi yok! Rahmetli Eğri Ahmet’e ‘Eşkıya!’ derler. Biz Eğri Ahmet’ten davar saklamazdık.”
Burada aklıma gelen Şükrü Erbaş’ın ünlü şiiri "Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz" oldu. Diyor ya şair "Devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar" diye. Bu olayı da bu çerçevede mi değerlendirmeli yoksa hayvanları sayımdan kaçıran, devlete karşı eşkıyaya hak verecek kadar devletten bıkmış köylüye mi hak vermeli? Ona okur karar verecektir.
Kendi içinde basit asayiş olaylarını muhtar çözer köyde. Genelde dayaktır bu çözüm. Her ne kadar muhtar ‘yüreksiz’ görülse de ondan korkulur. Devlet ise, yukarıdaki pasajda geçen olay gibi durumlar dışında uğramaz köye.
İkinci bölüm de adıyla birebir örtüşen bir bölümdür: Gurbet. Başkarakter Yamörenli Mustafa’nın istediği kız başkasıyla evlenince çalışmak için gittiği Ankara’yı, oradaki çalışma koşullarını, kısmen sosyal hayatı, Mustafa’nın inatla hayata tutunmaya çalışmasını konu eder. Mustafa, gurbete, yani Ankara’ya Hocaların Hasan ve Vahit’le gider. Trene biniş kısmından itibaren başlayan hikâye Mustafa’nın işlerinin işlenmesiyle devam eder.
Mustafa’nın köyden gurbete gitmesi aslında sadece Vahit’in söylediği sözlerden dolayı değildir. Evlenememesi de bu durumda etkindir.
Mustafa, köydeyken çalışmayan, üretmeyen -Kemal Tahir’in sevmediği tipte- biridir ancak üretime katılmaya karar vermesinin de etkisi vardır bu gurbette. Köydeki Mustafa ile Ankara’daki Mustafa tamamen farklı iki karakterdir. Tembel Mustafa’dan tırnaklarını hayata geçiren Mustafa’ya geçiş yapmıştır karakter. Fakat bu geçişi Kemal Tahir daha çok işleseydi, daha başarılı olabilirdi. Biraz hızlı bir geçiş olmuş.
Bu bölüm ekonomik ilişkilerin, yaşam savaşının ağır bastığı bir bölümdür. Çıkarlar; arkadaşlıkların, hemşehriliklerin önüne geçer ve Mustafa’nın deyim yerindeyse gözü açılır. İlk işinden kovulduktan sonra ikinci işinde dikiş tutturur, ustasının gözüne girer ve taş ustası olma yolunda ilerler. Ustası Cemal Usta dürüst bir karakterdir. İnsanların çıkarcılığını ve para için kardeşin kardeşten çalmasını hoş görmez. Bu, Sağırdere özelinde görülen nadir davranışlardandır. Çünkü karakterler bir yönüyle iyidir fakat herkeste karşısındakini kandırma veya dolandırma potansiyeli vardır:
“…Kalemi parmağı gibi salladı. ‘Sen de bir daha, bunun bordrosuna parmak basmayacaksın! Ben böyle pis işleri sevmem. Kardeş kardeşi soyarken araya girmek olmaz!”
Sağırdere aslında bitmemiş bir romandır. Devamı niteliğinde, bu romandan iki yıl sonra, yani 1957’de Kemal Tahir Körduman romanını yazmıştır. Köy-kent ikilemini, karakterlerin davranış farklılıklarını bu iki kavram üzerine kuran Tahir pastoral romanın başarılı bir örneğini vermiştir. Türk Edebiyatı’ndaki diğer örneklerine baktığımızda da (Fakir Baykurt’un, Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in kitapları) özellikle realistliği sayesinde öne çıkan bir eserdir Sağırdere.
Sağırdere’deki olay örgüsü okurda bir merak duygusu uyandırır fakat bir Esir Şehir üçlemesindeki kadar da değildir bu merak unsuru. Mustafa’nın Yamören’den Ankara’ya geldikten sonra, köy hakkında hiç bilgi almamamızı ise açıklığa kavuşmamış kısımlara örnek verebiliriz. Fakat bu da Kemal Tahir romanının özelliklerindendir. Roman hakkında en geniş yorumu Körduman’la ele alarak yapmak daha sağlıklı olacaktır. Yarım kalmış gibi görünse de bu haliyle de Nâzım’ın dediğini onaylayabiliriz.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Nâzım Hikmet, cezaevinden Kemal Tahir’e yazdığı mektuplarda yer yer Sağırdere’yi eleştirir ve hem bu roman özelinde hem de diğer bazı hikâyeleriyle ilgili yazara tavsiyeler verir. Nâzım Hikmet’e göre Sağırdere ilk haliyle roman değil bir köy hikâyesidir. Çünkü bel kemiği denebilecek olayları yoktur, sadece bir olay vardır kitabı sürükleyen. Nâzım da bu durumda kitap isterse 300 sayfa olsun buna hikâye diyeceğini söyler. Zaman zaman, olayları tek tek irdeler Hikmet. Yani Sağırdere’de Nâzım Hikmet’in payının büyük olduğunu söylemek mümkün. Fakat eleştirilerine rağmen hakkını da verir Sağırdere’nin. O zamanlar Refik Halit’in Sürgün romanını da okuyan şair, bitmiş bir romanla henüz tamamlanmamış Sağırdere’yi şöyle mukayese eder: (Ki Refik Halit birçok kişilerce büyük romancı kabul edilir ve Türkçeyi en iyi kullanan yazar olarak tanımlanır).
“… Sürgün ‘romanını!!’ okuduktan sonra gözümde ve gönlümde bir kat daha sevgili bir yazıcı oldun. Aman Kemal gayret. Senin Sağırdere’nin bir pasajına bütün Sürgün’ü değişmem. Sabahattin Ali hatta Said Faik mi ne, o oğlan bile, Refik Halit’ten çok iyi bir hikâyeci ve romancıdırlar.”
Evet, bu toprakların en büyük romancısıdır Kemal Tahir.
Sağırdere iki ana bölümden oluşur. Bunların birincisi "Düğün", ikincisi "Gurbet". İkisi de direkt olarak isimleriyle bağlantılı bölümlerdir. Çankırı’nın Yamören Köyü’nde, 1939 yıllarında geçer roman. Yamören Köyü’nde bir ramazan ayında başlayan hikâyede karşımıza ilk olarak çıkan karakterler, aynı zamanda romanın ana karakterlerinden Kulaksızın Mustafa ve Pelvan Vahit’tir.
Okur bu iki karakterin de özelliklerini roman ilerledikçe öğrenir. Bunlardan asıl kahramanımız da Kulaksızın Mustafa’dır. 15 yaşlarında, bir işi olmayan, tüm işi bütün gün köydeki sevdiği Ayşe’nin peşinde koşmak olan; fakat bir türlü Ayşe’nin gönlüne giremeyen bir karakterdir. Yeri gelir bu sebepten dolayı okumuş yazmış diye tanımladıkları ağabeyine kızar yeri gelir Ayşe’ye. Fakat Ayşe’yi, evli ve kırk yaşlarında olan Hakkı’ya kaptırır ve gurbetin, Ankara’nın yolunu tutar. İlk bölümün tüm mekânları da, üç mahalleden oluşan Çankırı’nın Yamören Köyü’dür. Sağırdere’nin kenarında yer alan bu köydeki hayatı Kemal Tahir başarılı bir şekilde yansıtır okura. Zaten Çankırı cezaevindeyken yazar romanı Tahir. Bu sebepten Çankırı ve köylerine ait birçok yerel unsura hâkim olabilmiştir. Köydeki adaletin nasıl sağlandığından dine bakışa kadar tam bir köylü bakış açısını ve İç Anadolu insanını görebiliriz bu kısımda.
Bölümün adı "Düğün" demiştik. Sadece bir düğün görmüyoruz ilk bölümde. Mustafa’nın Ayşe’si evlenir, ağabeyi Murat evlenir vs. Düğünlerin geniş yer tuttuğu bu bölümde, okur düğünün her aşamasına şahit olur. Adetlere, gelenek ve göreneklere detaylıca yer verir Tahir. Yazarın yerel unsurlarla ilgili bu kadar çok detaylı bilgiye sahip olması okuru da şaşırtıyor bir yerden sonra. Belli ki cezaevinde yörenin insanını iyi dinleyip gözlemlemiş yazar.
Mustafa; karakterler arasında uçarı, kız peşinde koşan, batıl inanışları olan birini karakterize ederken arkadaşı Pelvan Vahit Mustafa’nın tamamlayıcı rolünde karşımıza çıkar. Daha itidalli fakat Mustafa gibi özellikleri de var. O da Mustafa gibi hayatı çok önemsemeyen ama Mustafa kadar da uçarı değil. Genelde bu ikilinin yanında gördüğümüz Topal İsmail’i ise duruma göre hareket eden, bazen iyi tarafı öne çıkan bazense üçkâğıtçı bir konumda görürüz. Bu üç karakter bize köy gerçeğini gerek konuşmalarıyla gerekse yaptıklarıyla gösterir. Ömrünün belli kısmını köyde geçirenlere bu roman hiç yabancı gelmeyecektir.
Kemal Tahir’in romanlarında, toplumun muktedirlere nasıl baktığı, bazen genişçe bazen olaylar arasındaki kısa bir diyalogla işlenir. Bu romanda da bunu görmek mümkündür. Devir, tek parti devridir ve şöyle der Mustafa’nın babası Kulaksız:
“… ‘Geçen yıl eşekleri sakladık mı? Saklamadık.’
‘İyi bildin, saklamadık. Bu yıl da sayıma girdikleri şüpheli… Kimi, ‘Alınacakmış aman!’ dedi. Kimi, ‘Yok canım!’ dedi.’ Yakup Ağa başını salladı. ‘Allah, Allah. Bakalım gelecek yıl daha neler göreceğiz! Kendi hayvanımı ben hükümetten ne diye kaçırayım yahu? ‘Sayımcı geliyor!’ diye köylü malını önüne kattı, dağa saklandı. Eşkıyalık dediğin budur, ötesi yok! Rahmetli Eğri Ahmet’e ‘Eşkıya!’ derler. Biz Eğri Ahmet’ten davar saklamazdık.”
Burada aklıma gelen Şükrü Erbaş’ın ünlü şiiri "Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz" oldu. Diyor ya şair "Devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar" diye. Bu olayı da bu çerçevede mi değerlendirmeli yoksa hayvanları sayımdan kaçıran, devlete karşı eşkıyaya hak verecek kadar devletten bıkmış köylüye mi hak vermeli? Ona okur karar verecektir.
Kendi içinde basit asayiş olaylarını muhtar çözer köyde. Genelde dayaktır bu çözüm. Her ne kadar muhtar ‘yüreksiz’ görülse de ondan korkulur. Devlet ise, yukarıdaki pasajda geçen olay gibi durumlar dışında uğramaz köye.
İkinci bölüm de adıyla birebir örtüşen bir bölümdür: Gurbet. Başkarakter Yamörenli Mustafa’nın istediği kız başkasıyla evlenince çalışmak için gittiği Ankara’yı, oradaki çalışma koşullarını, kısmen sosyal hayatı, Mustafa’nın inatla hayata tutunmaya çalışmasını konu eder. Mustafa, gurbete, yani Ankara’ya Hocaların Hasan ve Vahit’le gider. Trene biniş kısmından itibaren başlayan hikâye Mustafa’nın işlerinin işlenmesiyle devam eder.
Mustafa’nın köyden gurbete gitmesi aslında sadece Vahit’in söylediği sözlerden dolayı değildir. Evlenememesi de bu durumda etkindir.
Mustafa, köydeyken çalışmayan, üretmeyen -Kemal Tahir’in sevmediği tipte- biridir ancak üretime katılmaya karar vermesinin de etkisi vardır bu gurbette. Köydeki Mustafa ile Ankara’daki Mustafa tamamen farklı iki karakterdir. Tembel Mustafa’dan tırnaklarını hayata geçiren Mustafa’ya geçiş yapmıştır karakter. Fakat bu geçişi Kemal Tahir daha çok işleseydi, daha başarılı olabilirdi. Biraz hızlı bir geçiş olmuş.
Bu bölüm ekonomik ilişkilerin, yaşam savaşının ağır bastığı bir bölümdür. Çıkarlar; arkadaşlıkların, hemşehriliklerin önüne geçer ve Mustafa’nın deyim yerindeyse gözü açılır. İlk işinden kovulduktan sonra ikinci işinde dikiş tutturur, ustasının gözüne girer ve taş ustası olma yolunda ilerler. Ustası Cemal Usta dürüst bir karakterdir. İnsanların çıkarcılığını ve para için kardeşin kardeşten çalmasını hoş görmez. Bu, Sağırdere özelinde görülen nadir davranışlardandır. Çünkü karakterler bir yönüyle iyidir fakat herkeste karşısındakini kandırma veya dolandırma potansiyeli vardır:
“…Kalemi parmağı gibi salladı. ‘Sen de bir daha, bunun bordrosuna parmak basmayacaksın! Ben böyle pis işleri sevmem. Kardeş kardeşi soyarken araya girmek olmaz!”
Sağırdere aslında bitmemiş bir romandır. Devamı niteliğinde, bu romandan iki yıl sonra, yani 1957’de Kemal Tahir Körduman romanını yazmıştır. Köy-kent ikilemini, karakterlerin davranış farklılıklarını bu iki kavram üzerine kuran Tahir pastoral romanın başarılı bir örneğini vermiştir. Türk Edebiyatı’ndaki diğer örneklerine baktığımızda da (Fakir Baykurt’un, Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in kitapları) özellikle realistliği sayesinde öne çıkan bir eserdir Sağırdere.
Sağırdere’deki olay örgüsü okurda bir merak duygusu uyandırır fakat bir Esir Şehir üçlemesindeki kadar da değildir bu merak unsuru. Mustafa’nın Yamören’den Ankara’ya geldikten sonra, köy hakkında hiç bilgi almamamızı ise açıklığa kavuşmamış kısımlara örnek verebiliriz. Fakat bu da Kemal Tahir romanının özelliklerindendir. Roman hakkında en geniş yorumu Körduman’la ele alarak yapmak daha sağlıklı olacaktır. Yarım kalmış gibi görünse de bu haliyle de Nâzım’ın dediğini onaylayabiliriz.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
17 Ekim 2018 Çarşamba
İnsanla kalbi arasındaki yol
"Fırtına ve yol yorgunluğu
Adımlarımda yankılanıyor."
Türkçeye çevrilen her kitabında ayrı heyecan yaşatan isimlerden biridir Hermann Hesse. Dünyaya bakışındaki endişesini üslubuna olduğu gibi yerleştirmiş, bunu yaparken de düşünürlüğünden ve şairaneliğinden ödün vermemiştir hiçbir zaman. Geçtiğimiz dönemde romanlarının ve denemelerinin dışında özellikle seyahat, gezi, keşif, yolculuk türü kitapları okumayı sevenler için çok özel bir kitabı Everest Yayınları tarafından dilimize kazandırılmıştı: Görkemli Dünya.
Hesse'nin tüm özelliklerinin toplandığı bir kitap Görkemli Dünya. Her ne kadar küçük gibi görünse de içinde bir şairin, düşünürün ve roman yazarının 'gezgin' tarafını görüyoruz. Onunla adımlıyoruz zamanı ve mekanı. Evinden ayrılışı, doğada tek başına dolaşması ve bu esnada aldığı notları, yazdığı şiirler, çizdiği desenlerle patikaları yollara, yolları coğrafyalara bağlıyor Hesse. "Ben yaşamı içimde titrerken, dilimde, ayak tabanlarımda, arzularımda ve acı çekişimde hissediyorum. Ben ruhumun yüzlerce şekilde hareket edebilen, arayan bir şey olmasını istiyorum." diyen bir adam var karşımızada. Bu adam yaşayıp gördüklerini yazarken Görkemli Dünya'da bazen bir rahip oluyor, bazen bir keşiş. Çocuklar, kadınlar, bitkiler, aşçılar, katiller ve hayvanlar da Hesse'nin diliyle yeniden ruh buluyor.
Kitabın orijinal ismi Wanderung, yani yürüyüş. Gönül isterdi ki Türkçeye de bu isimle geçsin ama Görkemli Dünya da hiç fena bir isim değil. Sadece kapaktaki renklilik sebebiyle yazarı hiç tanımayanlar ya da az tanıyanlar için sanki bir çocuk kitabı gibi durabilir. Elbette tüm çocukların bu kitabı ilgili yaşa geldiklerinde okuması önerilmelidir. Kitabın harikulade çevirisi Esen Akyel tarafından yapılmış. Kendisi uzun yıllar elektronik sanayinde baskı devre üretiminde çalışıp emekli olduktan sonra çocukluğundan beri çok sevdiği edebiyat, şiir ve çeviri çalışmalarına ağırlık vermiş. Bu güzel kitabı da hem Hesse'yi hem de bu tarzda kitaplar okumayı sevenlere armağan etmiş.
Hesse'nin kitap boyunca izlediği güzergâhlar şöyle: Çiftlik evi, dağ geçidi, küçük asaba, köprü, papaz evi, çiftlik, ağaçlar, yağmurlu hava, küçük kilise, öğle dinlenmesi, göl-ağaç-dağ, bulutlu gökyüzü, kırmızı ev. Okurken neden Hesse'nin romanlarında da sıklıkla ev-tabiat-insan üçgenini kullandığını anlamak mümkün. Bu üçgen onu mutlu ediyor. Buradaki mutluluk yaşamın ağırlığını alıp bir kenara koymak değil, aksine o ağırlığın içinde yavaş bir biçimde yaşamak, varoluşu doya doya hissetmek, her şeyiyle. Bozkırkurdu da Boncuk Oyunu da Görkemli Dünya'dan sonra yeniden okunmalı diye düşünüyorum. Böylece "Dünya üzerinde hiçbir şey sınırlardan daha tiksinti verici, daha aşağılık olamaz." diyen Hesse'nin bu cümlesindeki hedef olarak tek başına siyasetin söylenemeyeceği ortaya çıkacaktır. Onun dünya tasavvurunda da belirgin çizgiler var fakat bu çizgiler insanların daha sade ve dünyevi zevklerden hırslardan uzak yaşamalarını sağlamaya yönelik. Amaç daha anlamlı yaşamak, yaşanılan zamanı hem tek başına hem de topluluk olarak kıymetli kılmak: "Sessizlik, barış ve bir orta sınıf yaşamı istiyorum. Güzel yatakların, bir bahçe kanepesinin, iyi bir mutfağın kokusunun, çalışmak için tütünün ve eski kitapların özlemini çekiyorum."
Doğayla buluşmak her insana iyi gelir. "İçim açıldı" deriz bir yeşilliğin ortasında kalınca. Uzun zaman spor yapmayıp bir anda spor yapmaya başlayan ve sonrasında çeşitli kas ağrıları yaşayan insanlar gibi, bedenimizde zihnimizde daha önce 'yaşam belirtisi' gör(e)mediğimiz yerlerin harekete geçtiğini hissederiz. Ardından kuvvetli bir ruh değişimi yaşanabilir, belki iyi belki de kötü yönde. Ama muhakkak bir şeyler açılır. Önemli olan o açılanların üzerinde sahiden durabilmek, düşünebilmek. İşte bu ruh değişimleri, özellikle de ani değişimler Hermann Hesse'nin yürüyüşlerinde de ortaya çıkabiliyor. Bir anda "Sen benim dünyayı sevmemi mümkün kılıyorsun." diyen umutlu bir adam çıkıyor karşımıza, başka bir andaysa "Hiçbir şey doğru değil. Hiçbir şey insanı mutlu etmiyor ve ısıtmıyor. Her şey ıssız, hüzünlü ve bulanık. Tüm notaların akordu bozuk. Tüm renkler soluk." diyen umutsuz bir adam. Kim bilir neler oluyor o arada, yazar-şair neler düşünüyor...
Görkemli Dünya, dünyanın ağırlığından uzaklaştıran bir kitap. İnsanla kalbi arasındaki yola dair bir kitap, çünkü kurtuluşa giden yolun sağda solda değil kalpte olduğunu söylüyor Hesse, "Tanrı yalnız oradadır" diyor...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Adımlarımda yankılanıyor."
Türkçeye çevrilen her kitabında ayrı heyecan yaşatan isimlerden biridir Hermann Hesse. Dünyaya bakışındaki endişesini üslubuna olduğu gibi yerleştirmiş, bunu yaparken de düşünürlüğünden ve şairaneliğinden ödün vermemiştir hiçbir zaman. Geçtiğimiz dönemde romanlarının ve denemelerinin dışında özellikle seyahat, gezi, keşif, yolculuk türü kitapları okumayı sevenler için çok özel bir kitabı Everest Yayınları tarafından dilimize kazandırılmıştı: Görkemli Dünya.
Hesse'nin tüm özelliklerinin toplandığı bir kitap Görkemli Dünya. Her ne kadar küçük gibi görünse de içinde bir şairin, düşünürün ve roman yazarının 'gezgin' tarafını görüyoruz. Onunla adımlıyoruz zamanı ve mekanı. Evinden ayrılışı, doğada tek başına dolaşması ve bu esnada aldığı notları, yazdığı şiirler, çizdiği desenlerle patikaları yollara, yolları coğrafyalara bağlıyor Hesse. "Ben yaşamı içimde titrerken, dilimde, ayak tabanlarımda, arzularımda ve acı çekişimde hissediyorum. Ben ruhumun yüzlerce şekilde hareket edebilen, arayan bir şey olmasını istiyorum." diyen bir adam var karşımızada. Bu adam yaşayıp gördüklerini yazarken Görkemli Dünya'da bazen bir rahip oluyor, bazen bir keşiş. Çocuklar, kadınlar, bitkiler, aşçılar, katiller ve hayvanlar da Hesse'nin diliyle yeniden ruh buluyor.
Kitabın orijinal ismi Wanderung, yani yürüyüş. Gönül isterdi ki Türkçeye de bu isimle geçsin ama Görkemli Dünya da hiç fena bir isim değil. Sadece kapaktaki renklilik sebebiyle yazarı hiç tanımayanlar ya da az tanıyanlar için sanki bir çocuk kitabı gibi durabilir. Elbette tüm çocukların bu kitabı ilgili yaşa geldiklerinde okuması önerilmelidir. Kitabın harikulade çevirisi Esen Akyel tarafından yapılmış. Kendisi uzun yıllar elektronik sanayinde baskı devre üretiminde çalışıp emekli olduktan sonra çocukluğundan beri çok sevdiği edebiyat, şiir ve çeviri çalışmalarına ağırlık vermiş. Bu güzel kitabı da hem Hesse'yi hem de bu tarzda kitaplar okumayı sevenlere armağan etmiş.
Hesse'nin kitap boyunca izlediği güzergâhlar şöyle: Çiftlik evi, dağ geçidi, küçük asaba, köprü, papaz evi, çiftlik, ağaçlar, yağmurlu hava, küçük kilise, öğle dinlenmesi, göl-ağaç-dağ, bulutlu gökyüzü, kırmızı ev. Okurken neden Hesse'nin romanlarında da sıklıkla ev-tabiat-insan üçgenini kullandığını anlamak mümkün. Bu üçgen onu mutlu ediyor. Buradaki mutluluk yaşamın ağırlığını alıp bir kenara koymak değil, aksine o ağırlığın içinde yavaş bir biçimde yaşamak, varoluşu doya doya hissetmek, her şeyiyle. Bozkırkurdu da Boncuk Oyunu da Görkemli Dünya'dan sonra yeniden okunmalı diye düşünüyorum. Böylece "Dünya üzerinde hiçbir şey sınırlardan daha tiksinti verici, daha aşağılık olamaz." diyen Hesse'nin bu cümlesindeki hedef olarak tek başına siyasetin söylenemeyeceği ortaya çıkacaktır. Onun dünya tasavvurunda da belirgin çizgiler var fakat bu çizgiler insanların daha sade ve dünyevi zevklerden hırslardan uzak yaşamalarını sağlamaya yönelik. Amaç daha anlamlı yaşamak, yaşanılan zamanı hem tek başına hem de topluluk olarak kıymetli kılmak: "Sessizlik, barış ve bir orta sınıf yaşamı istiyorum. Güzel yatakların, bir bahçe kanepesinin, iyi bir mutfağın kokusunun, çalışmak için tütünün ve eski kitapların özlemini çekiyorum."
Doğayla buluşmak her insana iyi gelir. "İçim açıldı" deriz bir yeşilliğin ortasında kalınca. Uzun zaman spor yapmayıp bir anda spor yapmaya başlayan ve sonrasında çeşitli kas ağrıları yaşayan insanlar gibi, bedenimizde zihnimizde daha önce 'yaşam belirtisi' gör(e)mediğimiz yerlerin harekete geçtiğini hissederiz. Ardından kuvvetli bir ruh değişimi yaşanabilir, belki iyi belki de kötü yönde. Ama muhakkak bir şeyler açılır. Önemli olan o açılanların üzerinde sahiden durabilmek, düşünebilmek. İşte bu ruh değişimleri, özellikle de ani değişimler Hermann Hesse'nin yürüyüşlerinde de ortaya çıkabiliyor. Bir anda "Sen benim dünyayı sevmemi mümkün kılıyorsun." diyen umutlu bir adam çıkıyor karşımıza, başka bir andaysa "Hiçbir şey doğru değil. Hiçbir şey insanı mutlu etmiyor ve ısıtmıyor. Her şey ıssız, hüzünlü ve bulanık. Tüm notaların akordu bozuk. Tüm renkler soluk." diyen umutsuz bir adam. Kim bilir neler oluyor o arada, yazar-şair neler düşünüyor...
Görkemli Dünya, dünyanın ağırlığından uzaklaştıran bir kitap. İnsanla kalbi arasındaki yola dair bir kitap, çünkü kurtuluşa giden yolun sağda solda değil kalpte olduğunu söylüyor Hesse, "Tanrı yalnız oradadır" diyor...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Modern dünyaya başkaldıran bir çocuk: Momo
Bazı kitaplar bir çocuk kitabından çok daha fazlasıdır, tıpkı Saint-Exupery’nin Küçük Prens’i gibi. Michael Ende’nin Momo’su da onlardan biri. Son derece samimi ve önemli mesajlar içeren harika bir roman.
Hikayemiz küçük bir kız çocuğu olan Momo’nun yaşadığı kentte başından geçen maceraları ele alıyor. Gayet akıcı diliyle biz okuyucularına lezzetli bir anlatım sunan Ende, aynı zamanda ciddi bir modern dünya eleştirisini de dile getiriyor. Romanda bahsi geçen zaman tasarruf şirketi adeta bir kapitalizm tasavvuru olup, modern ve gelişmiş insanın içine düşmüş olduğu buhranı temsil ediyor.
Kentteki insanlara daha çok kazanç ve mülk sahibi olmaları için zamanlarından tasarruf etmeleri gerektiğini savunan şirket çalışanları, adeta insanları içi boş hayallerle kuşatıp onları büyüleyen zaman avcılarına dönüşüyorlar. "Vakit nakittir" düsturuyla yola çıkan bu duman adamlar, gün geçtikçe tek tip evler, tek tip insanlar ve tekdüze yaşamlar oluşturmayı başarıyorlar. Bu noktada yazardan önemli bir tespit ortaya atılıyor: "Oysa zaman yaşamın kendisiydi. Ve yaşamın yeri yürekti. İnsanlar zamandan tasarruf ettikçe, zaman azalıyordu."
Romandaki bir diğer önemli nokta, çocuk saflığının ve masumiyetinin insanın özüne ne kadar yakın olduğu gerçeğini başarılı bir şekilde ortaya koyması. Öyle ki, zaman tasarruf şirketinin duman adamları bunu açık bir şekilde dillendiyorlardı: "...çocuklar bizim doğal düşmanlarımızdır.’’. Bu nedenle kurulan 'çocuk depoları', çocukların sadece bakıcıları tarafından uygun görülen oyunları oynayabilmelerini uygun görüyordu ve bu oyunların hep yararlı bir hizmet sunmalarını öngörüyordu. Böylece kaçınılmaz bir ruh ölümüne zemin hazırlanıyordu: "Sevinmeyi, hayal kurmayı ve heyecanlanmayı unuttular."
Michael Ende, bir çocuk romanı aracılığıyla son derece ciddi bir meseleye değinip önemli bir sistem ve modern dünya eleştirisi ortaya koyuyor ve bütün bunları yaparken de dilinin akıcılığı ve sadeliğinden de hiç ödün vermiyor. Yazıma Ende’nin kitaptaki önemli bir saptamasıyla son veriyorum: "Başkasıyla paylaşılmayan zenginlikler insanı mahvediyordu."
Koray Bağdatlı
twitter.com/KorayBgdtl
Hikayemiz küçük bir kız çocuğu olan Momo’nun yaşadığı kentte başından geçen maceraları ele alıyor. Gayet akıcı diliyle biz okuyucularına lezzetli bir anlatım sunan Ende, aynı zamanda ciddi bir modern dünya eleştirisini de dile getiriyor. Romanda bahsi geçen zaman tasarruf şirketi adeta bir kapitalizm tasavvuru olup, modern ve gelişmiş insanın içine düşmüş olduğu buhranı temsil ediyor.
Kentteki insanlara daha çok kazanç ve mülk sahibi olmaları için zamanlarından tasarruf etmeleri gerektiğini savunan şirket çalışanları, adeta insanları içi boş hayallerle kuşatıp onları büyüleyen zaman avcılarına dönüşüyorlar. "Vakit nakittir" düsturuyla yola çıkan bu duman adamlar, gün geçtikçe tek tip evler, tek tip insanlar ve tekdüze yaşamlar oluşturmayı başarıyorlar. Bu noktada yazardan önemli bir tespit ortaya atılıyor: "Oysa zaman yaşamın kendisiydi. Ve yaşamın yeri yürekti. İnsanlar zamandan tasarruf ettikçe, zaman azalıyordu."
Romandaki bir diğer önemli nokta, çocuk saflığının ve masumiyetinin insanın özüne ne kadar yakın olduğu gerçeğini başarılı bir şekilde ortaya koyması. Öyle ki, zaman tasarruf şirketinin duman adamları bunu açık bir şekilde dillendiyorlardı: "...çocuklar bizim doğal düşmanlarımızdır.’’. Bu nedenle kurulan 'çocuk depoları', çocukların sadece bakıcıları tarafından uygun görülen oyunları oynayabilmelerini uygun görüyordu ve bu oyunların hep yararlı bir hizmet sunmalarını öngörüyordu. Böylece kaçınılmaz bir ruh ölümüne zemin hazırlanıyordu: "Sevinmeyi, hayal kurmayı ve heyecanlanmayı unuttular."
Michael Ende, bir çocuk romanı aracılığıyla son derece ciddi bir meseleye değinip önemli bir sistem ve modern dünya eleştirisi ortaya koyuyor ve bütün bunları yaparken de dilinin akıcılığı ve sadeliğinden de hiç ödün vermiyor. Yazıma Ende’nin kitaptaki önemli bir saptamasıyla son veriyorum: "Başkasıyla paylaşılmayan zenginlikler insanı mahvediyordu."
Koray Bağdatlı
twitter.com/KorayBgdtl
11 Ekim 2018 Perşembe
Sakıncasız felsefe
Günümüz şartları insanı farklı arayışlara, pratik çözümlere yönlendiriyor. Eski usüller, eski yöntemler bir bir terk ediliyor. Bunun getirileri gibi götürdükleri de oluyor muhakkak. Bu konuda pek iyimser değilim ama hangisinin ağır bastığını zaman gösterecektir.
Her okurun bir hevesle aldığı ama umduğunu bulamadığı kitaplar olmuştur. Belki de bunu engellemenin yolu kitapevleri, sahaf ya da kırtasiyelerden geçiyordur. Yani kitaba fiziki temas ve içeriğine göz atmak bir çözüm sunabilir. Yalnız hem temin zorluğu hem de fiyat yüksekliği açısından bu seçenek benim için önceliğini yitirdi diyebilirim. Uzun zamandır kitaplarımı internet üzerinden temin ediyorum. Hâl böyle olunca online kitap satış siteleri çok daha özen göstermeyi gerektiriyor. Dolayısıyla sepete eklediğim kitapların içeriğine, yazarına, tanıtım yazısına ve yayınevine azami derecede dikkat ediyorum. Ayrıca okur yorumlarına ve varsa iç sayfalara göz gezdirmeyi ihmal etmiyor, farklı siteleri karşılaştırıyorum. Bir çok insanın eziyet dediği bu işi yüksünmüyorum. Aksine, bir kitap sever için zevkli bir uğraş olarak görüyorum. Sözün kısası okuyacağım kitabı (ortam sanal da olsa) şöyle bir yoklamayı adet hâline getirmiş bulunuyorum. Lakin bazen insanın basireti bağlanıyor. Tıpkı bu yazıya konu olan deneyimimde olduğu gibi. Belki yayınevine aşırı güvendiğimden veya bu güvenle birlikte kitap isminin cazibesine kapıldığımdan, bilemiyorum. Elbette varsa bir hata benim, kimseye kusur bulmuyorum fakat bir okur olarak bazı şeyler beklediğimi de söylemek isterim. Kendisi bir yerlerde mahfuz kalsın.
Yazıyı buraya kadar okuyanlar kitabı merak etmiştir herhâlde. Vadi Yayınları’ndan çıkan Sakıncalı Medrese isimli kitaptan bahsediyorum. Müderris Sırrı imzalı kitap iki yüz sekiz sayfadan oluşuyor. “Felsefe Tarihinden Seçmeler” alt başlığını taşıyan çalışma filozoflardan alıntılanan sözlerin derlenmesiyle meydana getirilmiş. Ayrıca sözlerin hangi eserde yer aldığı da not düşülmüş. Filozoflar dönemselleştirilerek farklı bir bakış açısı kazandırılmış denilebilir belki veya belki bu tür aforizma derlemelerinin hatırı sayılır bir meraklısı vardır. Ya da aforizmaları ansiklopedik bir dizin içinde sunmak kolaylık sağlıyordur. Bilemiyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse filozofların rahatlıkla ulaşılabilecek sözlerini böyle bir konseptle bir araya getirmenin benim açımdan bir esprisi yok. Ayrıca öncül ve ardıl gibi bir ilişki bulunmuyor. Yani seçilen sözlerde tematik herhangi bir bağ yok. Tamamen öznel bir çalışma. Unutmadan belirteyim; ‘aforizmalar’ ilgili filozoflara dair görsellerle desteklenmiş. Aklıma ergenlik dönemimde Ömer Sevinçgül kitaplarına merak sarışım geldi. Felsefeyle ilgili benzer bir çalışması vardı diye hatırlıyorum. Ama o daha çok filozofları ve temsil ettikleri akımları tanıtıyordu yanlış hatırlamıyorsam.
Sakıncalı Medrese’yi dil açısından değerlendiremiyorum ama üzgün olduğumu da söylemek isterim. Çalışmanın tamamına denk diyebileceğim “Bu Bir Önsöz Değildir” başlıklı giriş yazısını çıkaran bir zihinden mahrum bırakılmış okuyucu. Giriş yazısında felsefenin ne olduğu, bilgi, filozof, bilgelik gibi kavramlara değinen yazar toplum olarak felsefeye bakışımız üzerinde duruyor. Felsefeyle haşır neşir olanların bile içeriksiz söylemlerde bulunduğunu iddia ediyor. Tam burada kitabın amacını, seçilen yöntemin sebebini kendince sıralıyor. Yazara göre “felsefe bilmeden felsefe yapmaya kalkışılmaktadır”. Bu hazin kalkışma sadece felsefeyi bilmemeye değil “ülkenin durumunu da anlamamaya sebep olmaktadır”. Bu yüzden “en baştan işi ehline vermek gerekmektedir”. Felsefe “filozoflara bırakılmalı ve öğrenmeye çalışılmalıdır”. Belki bu sayede “anlamsız lakırdılardan” kurtulmak mümkün olabilir. Yazarın felsefe konusunda söylediklerine katılmamak mümkün değil fakat yukarıda da değindiğim gibi bu değerli ‘çıkış’ bir kaç sayfayla sınırlı kalmış. Kitaptaki filozoflar ve alıntılar çok şey ifade ediyor muhakkak lakin böyle bir seçkinin ne derece sadra şifa olacağı da ayrı muamma. Açıkçası giriş yazısı haricindeki kısımlar ulusal bir gazetede köşe yazısı parçalayan ‘yazarı’ anımsattı. Hani şu kısa ve basit cümlelerini satır atlayarak yazan ‘gazeteci’. Gerçi kısma, kesme derdi olmadığından editörlere kolaylık oluyordur.
Kitabın isimlendirmesi konusunda da bir şeyler söylemezsem içim rahat etmeyecek. Bazı reklamlar vardır; ürünü anlatmada yetersiz kalır. Ürün çok daha yetkindir. Reklam güdük kalmıştır. Bazı reklamlar da vardır ki üründen bir kaç gömlek üstündür. Ürün yetersizdir. Reklam ürüne fazladır. Bu bağlamda isim-içerik değerlendirmesi yaptığımızda Sakıncalı Medrese ikinci sınıflandırmaya giriyor. İçerik isimlendirmeye yetersiz geliyor. Diğer yandan burada seçilen ‘medrese’ ve ‘sakınca’ kelimeleri hem anlam derinliği hem de sembolizm açısından önemli çağrışımlar sunuyor fakat aynı etki içerikte yankı bulmuyor. Zaman geçirmeye, kafa dağıtmaya yönelik eser derin okuma için uygun değil. Bunun dışında kitaptan bağımsız olarak her bir alıntı söz doğal olarak felsefi derinliğe sahip lakin bana göre her söz kendi bağlamında anlamlıdır.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Her okurun bir hevesle aldığı ama umduğunu bulamadığı kitaplar olmuştur. Belki de bunu engellemenin yolu kitapevleri, sahaf ya da kırtasiyelerden geçiyordur. Yani kitaba fiziki temas ve içeriğine göz atmak bir çözüm sunabilir. Yalnız hem temin zorluğu hem de fiyat yüksekliği açısından bu seçenek benim için önceliğini yitirdi diyebilirim. Uzun zamandır kitaplarımı internet üzerinden temin ediyorum. Hâl böyle olunca online kitap satış siteleri çok daha özen göstermeyi gerektiriyor. Dolayısıyla sepete eklediğim kitapların içeriğine, yazarına, tanıtım yazısına ve yayınevine azami derecede dikkat ediyorum. Ayrıca okur yorumlarına ve varsa iç sayfalara göz gezdirmeyi ihmal etmiyor, farklı siteleri karşılaştırıyorum. Bir çok insanın eziyet dediği bu işi yüksünmüyorum. Aksine, bir kitap sever için zevkli bir uğraş olarak görüyorum. Sözün kısası okuyacağım kitabı (ortam sanal da olsa) şöyle bir yoklamayı adet hâline getirmiş bulunuyorum. Lakin bazen insanın basireti bağlanıyor. Tıpkı bu yazıya konu olan deneyimimde olduğu gibi. Belki yayınevine aşırı güvendiğimden veya bu güvenle birlikte kitap isminin cazibesine kapıldığımdan, bilemiyorum. Elbette varsa bir hata benim, kimseye kusur bulmuyorum fakat bir okur olarak bazı şeyler beklediğimi de söylemek isterim. Kendisi bir yerlerde mahfuz kalsın.
Yazıyı buraya kadar okuyanlar kitabı merak etmiştir herhâlde. Vadi Yayınları’ndan çıkan Sakıncalı Medrese isimli kitaptan bahsediyorum. Müderris Sırrı imzalı kitap iki yüz sekiz sayfadan oluşuyor. “Felsefe Tarihinden Seçmeler” alt başlığını taşıyan çalışma filozoflardan alıntılanan sözlerin derlenmesiyle meydana getirilmiş. Ayrıca sözlerin hangi eserde yer aldığı da not düşülmüş. Filozoflar dönemselleştirilerek farklı bir bakış açısı kazandırılmış denilebilir belki veya belki bu tür aforizma derlemelerinin hatırı sayılır bir meraklısı vardır. Ya da aforizmaları ansiklopedik bir dizin içinde sunmak kolaylık sağlıyordur. Bilemiyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse filozofların rahatlıkla ulaşılabilecek sözlerini böyle bir konseptle bir araya getirmenin benim açımdan bir esprisi yok. Ayrıca öncül ve ardıl gibi bir ilişki bulunmuyor. Yani seçilen sözlerde tematik herhangi bir bağ yok. Tamamen öznel bir çalışma. Unutmadan belirteyim; ‘aforizmalar’ ilgili filozoflara dair görsellerle desteklenmiş. Aklıma ergenlik dönemimde Ömer Sevinçgül kitaplarına merak sarışım geldi. Felsefeyle ilgili benzer bir çalışması vardı diye hatırlıyorum. Ama o daha çok filozofları ve temsil ettikleri akımları tanıtıyordu yanlış hatırlamıyorsam.
Sakıncalı Medrese’yi dil açısından değerlendiremiyorum ama üzgün olduğumu da söylemek isterim. Çalışmanın tamamına denk diyebileceğim “Bu Bir Önsöz Değildir” başlıklı giriş yazısını çıkaran bir zihinden mahrum bırakılmış okuyucu. Giriş yazısında felsefenin ne olduğu, bilgi, filozof, bilgelik gibi kavramlara değinen yazar toplum olarak felsefeye bakışımız üzerinde duruyor. Felsefeyle haşır neşir olanların bile içeriksiz söylemlerde bulunduğunu iddia ediyor. Tam burada kitabın amacını, seçilen yöntemin sebebini kendince sıralıyor. Yazara göre “felsefe bilmeden felsefe yapmaya kalkışılmaktadır”. Bu hazin kalkışma sadece felsefeyi bilmemeye değil “ülkenin durumunu da anlamamaya sebep olmaktadır”. Bu yüzden “en baştan işi ehline vermek gerekmektedir”. Felsefe “filozoflara bırakılmalı ve öğrenmeye çalışılmalıdır”. Belki bu sayede “anlamsız lakırdılardan” kurtulmak mümkün olabilir. Yazarın felsefe konusunda söylediklerine katılmamak mümkün değil fakat yukarıda da değindiğim gibi bu değerli ‘çıkış’ bir kaç sayfayla sınırlı kalmış. Kitaptaki filozoflar ve alıntılar çok şey ifade ediyor muhakkak lakin böyle bir seçkinin ne derece sadra şifa olacağı da ayrı muamma. Açıkçası giriş yazısı haricindeki kısımlar ulusal bir gazetede köşe yazısı parçalayan ‘yazarı’ anımsattı. Hani şu kısa ve basit cümlelerini satır atlayarak yazan ‘gazeteci’. Gerçi kısma, kesme derdi olmadığından editörlere kolaylık oluyordur.
Kitabın isimlendirmesi konusunda da bir şeyler söylemezsem içim rahat etmeyecek. Bazı reklamlar vardır; ürünü anlatmada yetersiz kalır. Ürün çok daha yetkindir. Reklam güdük kalmıştır. Bazı reklamlar da vardır ki üründen bir kaç gömlek üstündür. Ürün yetersizdir. Reklam ürüne fazladır. Bu bağlamda isim-içerik değerlendirmesi yaptığımızda Sakıncalı Medrese ikinci sınıflandırmaya giriyor. İçerik isimlendirmeye yetersiz geliyor. Diğer yandan burada seçilen ‘medrese’ ve ‘sakınca’ kelimeleri hem anlam derinliği hem de sembolizm açısından önemli çağrışımlar sunuyor fakat aynı etki içerikte yankı bulmuyor. Zaman geçirmeye, kafa dağıtmaya yönelik eser derin okuma için uygun değil. Bunun dışında kitaptan bağımsız olarak her bir alıntı söz doğal olarak felsefi derinliğe sahip lakin bana göre her söz kendi bağlamında anlamlıdır.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Geçmişi gölgeye teslim edip ondan kabuk yapanlar
"Benim bu dünyada bir yerim olmadı,
Kuytu gövdemi saymazsak eğer.
Gövdem ki varla yok arası,
Hem varlığa, hem yokluğa değer.
Ama yüreğim hiç solmadı."
- Metin Altıok, İzin Verin De
Ocak 2014'te şimdiye kadar okuduğum romanlar ve hikâyeler arasında ismini en beğendiğim ve elbette kıskandığım bir kitaba rastlamıştım: Atları Bağlayın, Geceyi Burada Geçireceğiz. Bir kitabın hem ismiyle hem de cismiyle -kapağı, içeriği, dili ve kurgusu- yazarının önüne geçip geçemeyeceğini düşünmüştüm. Melisa Kesmez'i bu kendi yarattığım endişeyle baş başa bırakıp kitabına uzanmıştım, keyifle okumuş ve sevmiştim. Bunu uzun yıllar evvel Sagopa Kajmer'in Bir Pesimistin Gözyaşları albümü çıktığında da yaşamıştım, eser sahibini de tanıdığım için. Nitekim Sagopa bu albümünü kanaatimce aşamadı. O albüm hep bir kenarda durdu ki beni de bu yazıyı bir an evvel yazmaya teşvik eden şarkıyı hanım tam karşımdan fırlattı: Geçmişi Gölgeye Teslim Ettim.
Ne hikmettir bilinmez, Kesmez'in Nisan 2015'te çıkan ikinci kitabı Bazen Bahar'ın yine ismi güzeldi fakat cismi beni çekememişti içine. Belki biraz da benim o vakitler göğsüme çöken yorgunluğumla ilgilidir, bazen yorgunluk... Ve Eylül 2018'te çıktı geldi Nohut Oda. Evirip çevirmeden söyleyeyim, bu kitabın da ismini görür görmez sevmiştim. Bir günde okudum, şimdi de bu yazıyı yazıyorum. Demek ki cismini de sevmiştim. Nohut, oda, ev, yuva, kabuk, yurt, gurbet, sevgi, hasret, öfke, sükûnet... Aradığım, yani bir romanda ya da hikâyede en çok sevdiğim konular, duygular, hisler vardı bu 125 sayfalık kitapta. Kesmez'in çekirdek bir okuyucu kitlesi olduğuna inanıyorum ve her kitabıyla bunu aştığına. Zira Nohut Oda'yı çıktıktan bir ay sonra 3. baskısını yapmış olarak görüyoruz. Bu kadar isim ve cisim demişken Sel Yayıncılık'ı da tebrik etmek lâzım. Mütevazı ve anlamlı çabaları için.
Nohut Oda bir yanıyla kendimize nasıl bir mekân kurarsak kuralım orada kiracı olduğumuzu anlatıyor gibi. Bunu ille de hayat-ölüm arasında düşünmek gerekmiyor. Yeni bir ev kadar yeni bir iş, yeni bir araba kadar yeni bir arkadaş da bir gün ansızın çıkabiliyor hayatımızdan. Ama yazarın üzerinde durduğu, kitabın bir diğer yanı da şu: bir kabuğun var ve bu kabuk sana birileri tarafından doğar doğmaz yerleştiriliyor. Nereye gidersen git, ne yaparsan yap o kabuk senin sırtında, çenende, göğsünde, avuçlarında, ensende, tabanlarında. Bunu bil ve öyle git. Çünkü bunu bilmeden gittiğinde, her seferinde hayal kırıklığına uğramak, üzülüp yorulmak esas bağlantıyı yapabilmen için bir engel, hem de büyük ve büyülü bir engel. Nedir esas bağlantı? Şudur belki: Kendine sürekli "tutunacak dal" arayan insan, bir yere varmayan yollar boyunca yorulmaya mahkumdur. Ne yolu biter ne yorgunluğu. Kalbine ulaşabilmek isteyen önce "bir ağaç gibi tek ve hür" olabilme yoluna çıkmalı. (Kendi kendime söylenmek istemiyorum o yüzden: Tek çocuklar "bir ağaç gibi tek ve hür" olmak zorundadır. Ol/mak zor/unda.)
İşte bu iki yanıyla da Nohut Oda bir çocukluk-ergenlik ve ergenlik-yetişkinlik geçişleri kitabı benim gözümde. Yalnız geçiş demişken, geç(e)meyenler daha bir ağır sanki sayfalarda. Öyle sürüsüyle karakter falan yok, zaten buna gerek de yok. Çünkü kitaptaki bir karakter, şu an yaşadığımız topraklarda milyonlara tekabül ediyor, buna eminim. Eğer öyle olmasaydı en yakınımızdaki arkadaşlarımızın en sık söylediği söz şu olmazdı: Kendimi havada asılı hissediyorum, dev bir boşlukta gibiyim.
Öyle geldin çünkü dünyaya. Ebeveynlerin de muhakkak havada asılı kalmışlardı bir dönem, dev bir boşlukta gittiler geldiler, onların ebeveynleri de. Ama sorun şu, kimse bunun üzerine gitmeyi, o kabuğunun farkına varmayı tercih etmedi. Yüzleşmedi, daima kaçtı. ("Sabahın beşinde koşmaya giden insanların yüzde doksanı hayatlarında mutlaka bir şeylerden kaçıyordur" diyen Yüce Zerey'e selam olsun). Eh, kaçanların hesabı da sana kaldı. Nakit mi ödersin kartla mı? Üçüncü bir yol olarak mutfak var: bulaşıklar. Ev biraz da insan kalbinin mutfağı değil midir. Ne ararsan orada ve hatta nelerden kaçıyorsan orada. Dolayısıyla dön dolaş, kabuk sırtında...
Melisa Kesmez, bir röportajında "Evde kendi küçük cennetini yaratmak dışarıdaki gerçekliği değiştirmiyor" diyor. Çok haklı. Bu yüzden 'kendine ait bir oda' kurmanın da bir anlamı kalmadı. Ne zaman geçeceksin o odaya? Sabah gitmek zorunda olduğun bir iş, ödemek zorunda olduğun kiralar ve faturalar -araya sıkışan borçlar ve krediler-, üstlendiğin sorumluluklar, binmek zorunda olduğun metrobüs. Hep zorundasın. O yüzden zorunda olduklarımızdan biraz uzaklaşıp, kabuğumuzla barışık yaşamanın da bir formülünü üretmek gerekiyor: "Sonuçta her şeyin değil ama pek çok şeyin gerçekliği senin kendini neye inandırdığınla ilgiliydi."
Nohut Oda'nın en hain -evet en hain!- tarafı, tam bir şeylerin değişeceğine dair bir umuda, inanca yaklaştırırken hislerimizi ansızın her şeyin olduğu yere dönmesi. Kurgu anlamında söylemiyorum bunu, daha çok his, duygu. Bana İsmet Özel'in "her sevinç nöbetimde kusmak sunuldu bana" dizelerini hatırlatan şu cümlelere bir bakın, belki hak verirsiniz: "Gülüyorum kendime. Peki, diyorum, peki hayatcığım, anladım, daha bitmedi, daha doldurmam lazım gelen çile var, peki. Özgürlük erken bir hayaldi demek. Tamam, isyan etmiyorum. Sakinim. Ne zaman kendimi biraz güçlü, biraz haklı hissetsem, ivedilikle haddimin bildirilmesine alışkınım ben..."
Kitabın içindeki hikâyelerin isimleri çok şey söylüyor Nohut Oda'ya dair. Bizi nasıl insanların, nasıl hayatlarına beklediğine dair: Kalanlar, Son Bir Çay, Annemin Çadırı, Görüşürüz, Kız Kardeşim Handan. Burada son hikâyenin ciddi bir sarsıcı boyutu olduğunu da söylemem lâzım. Yani ne bileyim, bir kısa filmi mi olsaydı bu hikâyenin. Sanki bir romanın, hem de baya kuvvetli bir romanın hain bir editör -ne çok hain var!- tarafından kesilmiş, biçilmiş, kan revan içinde bırakılmış hâli gibi. Şu cümleler gibi:
"Aradığım bir şey vardı, beklediğim bir kurtuluş ânı, bir "her şey yoluna girecek" duygusu... Başta varmayı umduğum yer neresiydi, artık pek emin değildim ama oraya varamadığım kesindi."
O zaman bu yazı da bu cümlelerle bitsin be. Çünkü öyle bitiyor Nohut Oda. Acı bir iç çekişle. O biricik kabuğunun içine çekilmeyle...
Kuytu gövdemi saymazsak eğer.
Gövdem ki varla yok arası,
Hem varlığa, hem yokluğa değer.
Ama yüreğim hiç solmadı."
- Metin Altıok, İzin Verin De
Ocak 2014'te şimdiye kadar okuduğum romanlar ve hikâyeler arasında ismini en beğendiğim ve elbette kıskandığım bir kitaba rastlamıştım: Atları Bağlayın, Geceyi Burada Geçireceğiz. Bir kitabın hem ismiyle hem de cismiyle -kapağı, içeriği, dili ve kurgusu- yazarının önüne geçip geçemeyeceğini düşünmüştüm. Melisa Kesmez'i bu kendi yarattığım endişeyle baş başa bırakıp kitabına uzanmıştım, keyifle okumuş ve sevmiştim. Bunu uzun yıllar evvel Sagopa Kajmer'in Bir Pesimistin Gözyaşları albümü çıktığında da yaşamıştım, eser sahibini de tanıdığım için. Nitekim Sagopa bu albümünü kanaatimce aşamadı. O albüm hep bir kenarda durdu ki beni de bu yazıyı bir an evvel yazmaya teşvik eden şarkıyı hanım tam karşımdan fırlattı: Geçmişi Gölgeye Teslim Ettim.
Ne hikmettir bilinmez, Kesmez'in Nisan 2015'te çıkan ikinci kitabı Bazen Bahar'ın yine ismi güzeldi fakat cismi beni çekememişti içine. Belki biraz da benim o vakitler göğsüme çöken yorgunluğumla ilgilidir, bazen yorgunluk... Ve Eylül 2018'te çıktı geldi Nohut Oda. Evirip çevirmeden söyleyeyim, bu kitabın da ismini görür görmez sevmiştim. Bir günde okudum, şimdi de bu yazıyı yazıyorum. Demek ki cismini de sevmiştim. Nohut, oda, ev, yuva, kabuk, yurt, gurbet, sevgi, hasret, öfke, sükûnet... Aradığım, yani bir romanda ya da hikâyede en çok sevdiğim konular, duygular, hisler vardı bu 125 sayfalık kitapta. Kesmez'in çekirdek bir okuyucu kitlesi olduğuna inanıyorum ve her kitabıyla bunu aştığına. Zira Nohut Oda'yı çıktıktan bir ay sonra 3. baskısını yapmış olarak görüyoruz. Bu kadar isim ve cisim demişken Sel Yayıncılık'ı da tebrik etmek lâzım. Mütevazı ve anlamlı çabaları için.
Nohut Oda bir yanıyla kendimize nasıl bir mekân kurarsak kuralım orada kiracı olduğumuzu anlatıyor gibi. Bunu ille de hayat-ölüm arasında düşünmek gerekmiyor. Yeni bir ev kadar yeni bir iş, yeni bir araba kadar yeni bir arkadaş da bir gün ansızın çıkabiliyor hayatımızdan. Ama yazarın üzerinde durduğu, kitabın bir diğer yanı da şu: bir kabuğun var ve bu kabuk sana birileri tarafından doğar doğmaz yerleştiriliyor. Nereye gidersen git, ne yaparsan yap o kabuk senin sırtında, çenende, göğsünde, avuçlarında, ensende, tabanlarında. Bunu bil ve öyle git. Çünkü bunu bilmeden gittiğinde, her seferinde hayal kırıklığına uğramak, üzülüp yorulmak esas bağlantıyı yapabilmen için bir engel, hem de büyük ve büyülü bir engel. Nedir esas bağlantı? Şudur belki: Kendine sürekli "tutunacak dal" arayan insan, bir yere varmayan yollar boyunca yorulmaya mahkumdur. Ne yolu biter ne yorgunluğu. Kalbine ulaşabilmek isteyen önce "bir ağaç gibi tek ve hür" olabilme yoluna çıkmalı. (Kendi kendime söylenmek istemiyorum o yüzden: Tek çocuklar "bir ağaç gibi tek ve hür" olmak zorundadır. Ol/mak zor/unda.)
İşte bu iki yanıyla da Nohut Oda bir çocukluk-ergenlik ve ergenlik-yetişkinlik geçişleri kitabı benim gözümde. Yalnız geçiş demişken, geç(e)meyenler daha bir ağır sanki sayfalarda. Öyle sürüsüyle karakter falan yok, zaten buna gerek de yok. Çünkü kitaptaki bir karakter, şu an yaşadığımız topraklarda milyonlara tekabül ediyor, buna eminim. Eğer öyle olmasaydı en yakınımızdaki arkadaşlarımızın en sık söylediği söz şu olmazdı: Kendimi havada asılı hissediyorum, dev bir boşlukta gibiyim.
Öyle geldin çünkü dünyaya. Ebeveynlerin de muhakkak havada asılı kalmışlardı bir dönem, dev bir boşlukta gittiler geldiler, onların ebeveynleri de. Ama sorun şu, kimse bunun üzerine gitmeyi, o kabuğunun farkına varmayı tercih etmedi. Yüzleşmedi, daima kaçtı. ("Sabahın beşinde koşmaya giden insanların yüzde doksanı hayatlarında mutlaka bir şeylerden kaçıyordur" diyen Yüce Zerey'e selam olsun). Eh, kaçanların hesabı da sana kaldı. Nakit mi ödersin kartla mı? Üçüncü bir yol olarak mutfak var: bulaşıklar. Ev biraz da insan kalbinin mutfağı değil midir. Ne ararsan orada ve hatta nelerden kaçıyorsan orada. Dolayısıyla dön dolaş, kabuk sırtında...
Melisa Kesmez, bir röportajında "Evde kendi küçük cennetini yaratmak dışarıdaki gerçekliği değiştirmiyor" diyor. Çok haklı. Bu yüzden 'kendine ait bir oda' kurmanın da bir anlamı kalmadı. Ne zaman geçeceksin o odaya? Sabah gitmek zorunda olduğun bir iş, ödemek zorunda olduğun kiralar ve faturalar -araya sıkışan borçlar ve krediler-, üstlendiğin sorumluluklar, binmek zorunda olduğun metrobüs. Hep zorundasın. O yüzden zorunda olduklarımızdan biraz uzaklaşıp, kabuğumuzla barışık yaşamanın da bir formülünü üretmek gerekiyor: "Sonuçta her şeyin değil ama pek çok şeyin gerçekliği senin kendini neye inandırdığınla ilgiliydi."
Nohut Oda'nın en hain -evet en hain!- tarafı, tam bir şeylerin değişeceğine dair bir umuda, inanca yaklaştırırken hislerimizi ansızın her şeyin olduğu yere dönmesi. Kurgu anlamında söylemiyorum bunu, daha çok his, duygu. Bana İsmet Özel'in "her sevinç nöbetimde kusmak sunuldu bana" dizelerini hatırlatan şu cümlelere bir bakın, belki hak verirsiniz: "Gülüyorum kendime. Peki, diyorum, peki hayatcığım, anladım, daha bitmedi, daha doldurmam lazım gelen çile var, peki. Özgürlük erken bir hayaldi demek. Tamam, isyan etmiyorum. Sakinim. Ne zaman kendimi biraz güçlü, biraz haklı hissetsem, ivedilikle haddimin bildirilmesine alışkınım ben..."
Kitabın içindeki hikâyelerin isimleri çok şey söylüyor Nohut Oda'ya dair. Bizi nasıl insanların, nasıl hayatlarına beklediğine dair: Kalanlar, Son Bir Çay, Annemin Çadırı, Görüşürüz, Kız Kardeşim Handan. Burada son hikâyenin ciddi bir sarsıcı boyutu olduğunu da söylemem lâzım. Yani ne bileyim, bir kısa filmi mi olsaydı bu hikâyenin. Sanki bir romanın, hem de baya kuvvetli bir romanın hain bir editör -ne çok hain var!- tarafından kesilmiş, biçilmiş, kan revan içinde bırakılmış hâli gibi. Şu cümleler gibi:
"Aradığım bir şey vardı, beklediğim bir kurtuluş ânı, bir "her şey yoluna girecek" duygusu... Başta varmayı umduğum yer neresiydi, artık pek emin değildim ama oraya varamadığım kesindi."
O zaman bu yazı da bu cümlelerle bitsin be. Çünkü öyle bitiyor Nohut Oda. Acı bir iç çekişle. O biricik kabuğunun içine çekilmeyle...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)