Ağustos Melâli. İlk başta yadırgatıcı bir isim gibi görünebilir. Ancak yazın bu son ayının ve hüzünle birlikte adı en çok anılan ay olan eylülün eşiğinin de ağustosta bulunduğu düşünülürse zamanın, yitip gidenlerin “Tapu Sicil Muhafızı” Hüsrev Hatemi’nin toplu şiirlerine niçin bu ismi verdiği daha net bir şekilde anlaşılabilir.
Şiir isimleri üzerinden konuşabiliriz Hüsrev Hatemi’yi… “Zamanın Sesleri”ni şiirleştirir Hatemi. Kimi zaman “Yedikule Saz Semaisi” olur bu ses kimi zaman “Edinburgh Şarkısı”. “Aşık Garip Coğrafyası”nda da geçer onun şiiri “Ave Praha”da da. Hatemi’nin şiirinde selam verdikleri arasında Ingmar Bergman da bulunur, Cahit Zarifoğlu da… Bütün bunları kalabalık olsun diye şiirine yerleştirmez elbette. O kendi zihin ve gönül dünyasının haritasını pafta pafta çizerken kimseyi açıkta bırakmamaya çalışır hepsi bu.
Hüsrev Hatemi’nin şiirleri bir zihinde yer alan malumatların şiir formunda sunumunun çok ötesinde evvela “muhabbet” yüklüdür. Hüsrev Hatemi okuru, hiç tanımadığı kişiyi, coğrafyayı yahut eseri onun şiirine yüklediği muhabbetle sevmeye başlayabilir. Her ne kadar o meşhur Tapu Sicil Muhafızı şiiri, “Benim şiirim tüfeğidir kavgamın”/Diye kükreyerek/Zehir zemberek/Bir şiire başlamanın özlemiyle öleceğim” mısralarıyla başlasa da, Hatemi’nin böyle bir özlemi olmadığı, o mısralarında ironi yaptığı aşikârdır. “1943 Ablaları” adlı şiiri de bu muhabbete şahittir zaten. Nitekim Hatemi kendisiyle yapılan bir söyleşide kendi şiirine ilişkin şunları söyler: “Şiir, bilgi satmamalı diye düşünüyorum. Bazen vazgeçemediğim sızıntı olursa da onun gösterişinden süsünden arındırıp sızdırmayı seçiyorum. Bunu isteyerek yapıyorum. Gösteriş şiirinden üşendiğim usandığım için.”
Hüsrev Hatemi’nin şiirini onun hayatından ayırmak zordur. Yine de şiiri otobiyografik de değildir. Burada temel ölçü “biyografi” değil “muhabbettir” esasen. Nitekim Hatemi’nin tapu sicil muhafızlığı zihin coğrafyamızın sınır tanımadan, red politikası gütmeden çizilen paftalarıyla doludur. “Berlin 1969” adlı şiirinde Berlin’de medfun Giritli Aziz Efendi’yi yad eder mesela. “Yedikule Hafif Zaman Metrosu”nun güzergâhı sürprizlere açıktır nihayetinde.
Hüsrev Hatemi’nin yarım yüzyılı aşan şiir macerasında küçük bir gezinti yapınca şiirinin bir yönüyle parmak izi gibi hep aynı kaldığını, büyük savrulmalar yaşamadığını görüyoruz; bir yanıyla da her dem taze kalmayı başardığına şahit oluyoruz. Hep kendi kalıp hem de kendini tekrar etmemek çok az şairin sahip olduğu bir meziyet ve o şairlerden biri de Hüsrev Hatemi.
Onun şiirinin ayırıcı vasıflarından biri de zengin bir kelime dağarcığına sahip olması. “Dil varlığın evidir” diyen Heiddeger’e kulak verirsek Hatemi şiirinin bu evin pek çok odasına emek verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu noktada şiir yazmaya ilk başladığım, bazı kelimelerin şiire uygun olduğunu, çoğunun şiirsel olmadığını zannettiğim yıllarda beni o zan hapishanesinden azat eden şairlerden birinin de Hüsrev Hatemi olduğunu anmadan geçmek istemem.
Hüsrev Hatemi şiiriyle ile ilgili en anlamlı yazılardan biri de İbrahim Tenekeci’ye ait: “Tanpınar, ‘Edebiyatta benzememek esastır’ der. Hatemi şiirinin en belirgin yönü, yalnızca kendisine benzemesidir. Şu sözü, aslında her şeyi özetler: ‘Kendim kalmaya özen gösterdim’. Bana göre, meziyet ve şahsiyet bir bütündür, ayrı ayrı düşünülemez. Yazdıklarımız ile yaptıklarımızın çelişmemesi gerekir. Bu konuyla ilgili, verebileceğim en iyi örneklerden biri, hiç kuşkusuz, Hüsrev Hatemi Hocamızdır.”
Kitapta Hatemi’nin ilk kitabına dâhil etmediği 1955-1962 yılları arasında yazdığı şiirlerle 2011’de yayınlanan Kişver’de yer almayan son dönem şiirleri de yer alıyor. Buna kitapta yer alan 12 Hüsrev Hatemi şiir kitabını da eklerseniz Ağustos Melâli’ni bir şiiri retrospektifi olarak tanımlamak mümkün.
Kitabın son bölümü ise Attila İlhan’ın pek çok kitabının son bölümünde yer alan “Meraklısı İçin Notlar”ı hatırlatıyor bize. Bu “Notlar/Açıklamalar” bölümü şiirlerin arkaplanlarını, içlerinde yer alan kimi kişi, kavram ve olayların didaktik ve kuru bir anlatımla değil Hüsrev Hatemi’nin o keyifli üslubuyla açıklanmasından meydana geliyor. Kesinlikle okumadan geçemeyeceğinizi rahatlıkla söyleyebilirim.
Hüsrev Hatemi şiirini bir araya getiren Ağustos Melâli bir hazine sandığı gibi okumamızı bekliyor.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
29 Temmuz 2018 Pazar
27 Temmuz 2018 Cuma
Bir varmış bir yokmuş dünya bir masal imiş
Onlarca, hatta yüzlerce kitap yığılır bazen hayatınıza. Kimi yan yana durur kimi alt alta kimi dağınık… Ah! Kitapların dili olsa da konuşsa. Sonra, bir kitapla karşılaşırsınız ve o kitabı çekip çıkarırsınız yığınların içinden. Yeni bir filizdir -ışkın derler bizim orada- daha çiçek açmamıştır. Göğünüzü genişletmemiştir henüz kelimeleri. Yoldaş olmamıştır dingin bir ikindinize. “Saksılara ektiği çiçekler tutmadı” diye başlar. Çok tanıdık/aşina bir duygu kaplar içinizi. Acaba yazar nereli, dersiniz? Bakarsınız ki, doğup büyüdüğünüz topraklardanmış. Asi Nehri’nin ikiye böldüğü kadim bir şehrin diliyle büyümüş meğer.
Şükrü Keleş’in “İmiş”i Satı ve Ahmet’ten oluşan üç kişilik bir roman. Upuzun bir hikâye mi desem yoksa bilemedim. Fonda bir gösteri grubu. Olaylar belli belirsiz. Duygular üzerinden ilerleyen bir kitap karşılıyor bizi. İnsanlara, eşyalara ve yaşantılara dair ayrıntılar tel tel işlenmiş. Kelimelerle örülen o geniş ağda fazlalıklara yer yok. Durultulmuş, dinlendirilmiş, sonra yerin yüzüne salınmış kelimeler/cümleler bunlar. “İnsan, nasıl bir şeyle sınar kendini? Bir başkasında sınar mı kendini? Ya da bir kitapta mesela?”. Sen söyle sevgili okur!
“Çiçek, Ahmet’in avuçları arasında geldiğinde günlerden Salı, aylardan marttı.”. Yazar, anlatırken güzel bir günü imliyor cümlesiyle. İmlerken geçmişin geçmişte kaldığını da ima ediyor. “Gece, koyu lacivert ve yağmurlu. Uzakta, çok uzakta çakan şimşekler bir an şehri aydınlatıyor, gök gürültüsünün sesi yağmur damlalarının sesini bastırıyor. Işıkları söndürdüğünde gecenin bir yarısı. Karanlık. Ahmet, içinin bir yarısı artık; geçmişin bir parçası.”
Hastane koridorları, bir anda dökülen saçlar, kel kalan genç bir kadın, aksayan ayağı ve içinde yaşattığı cehennemin o yenilmez yutulmaz karanlığı… Bazı kitaplar boşuna çıkmaz karşınıza, bazı isimler de. “İmiş hangi anlamda kullanılmış acaba?” diye sordum kitabı ilk gördüğümde. (İsmin kader olduğuna inanarak biraz da…) İmiş, meğer kahramanın adıymış.
Yalnız bir genç kadın. İmiş. Kel. Aksak. Hüzünlü. Dostlukla sınanıyor, aşkla ve daha birçok insani duyguyla… Bunu bize anlatan, öyle doğal anlatıyor ki sanki oradaymışız ve onunla beraber aynı şeyleri biz de yaşıyormuşuz gibi hissediyoruz. Yazarın başarısı da burada; hem seyirci olabiliyoruz hem oyuncu o sahnede. (Katarsis duygusu sadece sinemada mı olurmuş canım!)
“Bir sevdanın kıyısında yürüyor, provaya gidiyordu”, “İnanayım, diyordu. İnanayım, onun suyuna karışayım. Dalgalarına çarpayım, dalgalarıyla boğuşayım, yeniden, yeniden”, “Her büyülü an gibi, o bir an da kısacık sürüyor. Gelmesiyle gitmesi bir oluyor”. Kitabın kalbi bu cümlelerde atıyor benim için.
“Bir varmış bir yokmuş dünya bir masal imiş” diyerek okumaya başlamıştım kitabı. “O sırada İmiş, hikâyemizin başladığı yere gidiyoruz, diye fısıldadı Satı’nın kulağına. Satı, hepimizin hikâyesinin başladığı yere, diyerek çoğalttı sözü.”
Söz, şimdi sevgili okura emanet!..
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
Şükrü Keleş’in “İmiş”i Satı ve Ahmet’ten oluşan üç kişilik bir roman. Upuzun bir hikâye mi desem yoksa bilemedim. Fonda bir gösteri grubu. Olaylar belli belirsiz. Duygular üzerinden ilerleyen bir kitap karşılıyor bizi. İnsanlara, eşyalara ve yaşantılara dair ayrıntılar tel tel işlenmiş. Kelimelerle örülen o geniş ağda fazlalıklara yer yok. Durultulmuş, dinlendirilmiş, sonra yerin yüzüne salınmış kelimeler/cümleler bunlar. “İnsan, nasıl bir şeyle sınar kendini? Bir başkasında sınar mı kendini? Ya da bir kitapta mesela?”. Sen söyle sevgili okur!
“Çiçek, Ahmet’in avuçları arasında geldiğinde günlerden Salı, aylardan marttı.”. Yazar, anlatırken güzel bir günü imliyor cümlesiyle. İmlerken geçmişin geçmişte kaldığını da ima ediyor. “Gece, koyu lacivert ve yağmurlu. Uzakta, çok uzakta çakan şimşekler bir an şehri aydınlatıyor, gök gürültüsünün sesi yağmur damlalarının sesini bastırıyor. Işıkları söndürdüğünde gecenin bir yarısı. Karanlık. Ahmet, içinin bir yarısı artık; geçmişin bir parçası.”
Hastane koridorları, bir anda dökülen saçlar, kel kalan genç bir kadın, aksayan ayağı ve içinde yaşattığı cehennemin o yenilmez yutulmaz karanlığı… Bazı kitaplar boşuna çıkmaz karşınıza, bazı isimler de. “İmiş hangi anlamda kullanılmış acaba?” diye sordum kitabı ilk gördüğümde. (İsmin kader olduğuna inanarak biraz da…) İmiş, meğer kahramanın adıymış.
Yalnız bir genç kadın. İmiş. Kel. Aksak. Hüzünlü. Dostlukla sınanıyor, aşkla ve daha birçok insani duyguyla… Bunu bize anlatan, öyle doğal anlatıyor ki sanki oradaymışız ve onunla beraber aynı şeyleri biz de yaşıyormuşuz gibi hissediyoruz. Yazarın başarısı da burada; hem seyirci olabiliyoruz hem oyuncu o sahnede. (Katarsis duygusu sadece sinemada mı olurmuş canım!)
“Bir sevdanın kıyısında yürüyor, provaya gidiyordu”, “İnanayım, diyordu. İnanayım, onun suyuna karışayım. Dalgalarına çarpayım, dalgalarıyla boğuşayım, yeniden, yeniden”, “Her büyülü an gibi, o bir an da kısacık sürüyor. Gelmesiyle gitmesi bir oluyor”. Kitabın kalbi bu cümlelerde atıyor benim için.
“Bir varmış bir yokmuş dünya bir masal imiş” diyerek okumaya başlamıştım kitabı. “O sırada İmiş, hikâyemizin başladığı yere gidiyoruz, diye fısıldadı Satı’nın kulağına. Satı, hepimizin hikâyesinin başladığı yere, diyerek çoğalttı sözü.”
Söz, şimdi sevgili okura emanet!..
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
Yenilgiler çağının tarihçesi
"Ben tek kişiyimdir ama içimde biri daha vardır. Bu gizemli "o" sık sık mırıldanır, bazen ağlar, içinden çıkıp uzak bir yere gitmek ister, canı sıkılır, korkar..."
- Andrey Platonov, Birbirimiz İçin Yaşayacağız: Mektuplar 1920-1950
Cümle kurmanın har vurup harman savurmakla eş olduğu zamanlardayız. Oysa söz tohumdur, nereye bırakılırsa bırakılsın tohumdur. Kâğıda, mekâna, zamana, hatta sosyal medyaya. Elbette her sözün de bir dönüşü vardır.
Ekilen tohum ya meyve verir ya da tutmaz. Cümle kurmak, bir söz söylemek, aslında farkında olmadan bizi bir dertliye derman edebilir yahut en azından, derdini paylaşmaya imkân tanır. Hiç tanış olmadan hemhâl olabilmek gibi.
Nihayet, böyle kitaplar da vardır, yazarının okuyucusuna türlü ferahlık zamanları sunduğu. O kitapların yazarları cümle kurmanın kutsiyetini bilir. Bir marifettir bu. Zira bazı ârifler için bütün güzel huylar cennetin, bütün kötü huylar da cehennemin kapılarıdır. Güzel huyların başında ise marifet yer alır, yani bilgi. Cümle, bir bilgiyi yüklenirken yanına tevazuyu, rızayı, emniyeti, teslimiyeti, tasfiyeyi (gönül arınmışlığı), affı ve tevhidi de alırsa cennetin kapılarını tamamlamış olur. Bir cümle için bu kapıları yüklenmek zor gibi görünse de, belki on, belki yüz cümle bize bir şey söyleyebilir cennete dair. Kütüphaneler bu sebeple cennettir kimilerine.
Yenilgiden Dönerken, ismiyle ve rengiyle sonbaharın rayihasını yüklenmiş bir kitap. Tevafuk bu ya, Kasım 2011'de neşredilmiştir ilk baskısı. Sonbaharın son ve en yüklü ayında. Bu rayihada Ali Ayçil'in anıları, öyküleri, denemeleri bir arada tütüyor. Bölümlerinin isimleri de yukarıda bahsettiğimiz tanış olmadan hemhal olabilmeye bir misal sanki: Benden Önce, Ben, Sen, O, Keyur ve Diğerleri, Benden Sonra. İlk bölüm tek bir metinden oluşuyor ve bir telkinde bulunuyor. Çıktığın yol, aradığın kapı ne olursa, nerede olursa olsun: "önce göğsünü arala."
Bir yola çıktığımızda, geçmişin izlerini de yakamıza bir rozet gibi takıp öyle ilerleriz yönümüzde. Bazen bu izler çok katılaşır. Öyle katılaşır ki yakamızdan ayaklarımıza kadar iner ve yol biter. Yolun bittiğini, arayışın son bulduğunu anlayan yolcu kendine yeni bir geçmiş yükü inşa etmeye kalkar. Aslında bu bir inşa değil daha çok hatırlayıştır ve her hatırlayış gibi de tehlikelidir. Ayçil şöyle diyor: "Pek çokları, bu telafi edilmez yenilginin ağırlığından kurtulmak için, kendilerine bir müze kurmaya girişir: Çocukluk ve gençlik müzesi. Bu kötü girişim, katı olanı daha da katılaştırır ve geçmişimizi kötü bir çeviriye dönüştürür."
Cioran, "Meçhul olmayı sev" diye yazmış, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine'de. Ayçil'in yazdıkları da sanki kendi tecrübelerinin dışında birçoğumuzun gerilimini, sancısını, keşfini, yolculuğunu barındırıyor. Bu anlamda bazen bir çocukluk anısı, bazen de yetişkin umutları hepimizin yaşadığı yahut yaşamakta olduğu günlere işaret ediyor. "Kendimi kendi üzerime atılmış bir suç gibi hissediyorum" derken yazar, okuyucularının belki de yarısına bu yükü dağıtıyor. "Kederlendim, sustum, açıkta kalmayayım diye en güvenli yere, kendi dilimin altına saklamdım" derken de diğer yarısına yük aktarıyor. Her insanın bir macera olduğunu hatırlatırken susmanın da bu maceraya dâhil olduğunu hatırlatıyor.
Ayçil'in kendi kendine konuşmalarında bir başka düğümler var. Gençlik arızalarımız yüzümüze çarpıyor bu konuşmalarda. Üstelik bir resim sergisinde: "Sergide, kırmızı ve yeşil ışıklı vitrin tabelalarının yerleştirildiği duvara bakarken, "senin olgunlaşmış, kararlı bir bakışın yok," diye geçiriyorum içimden. 'Sayısız bakışın var. Sayısız bakışın olduğu için, bir yolcuya değil, bir kavşak yerine benziyorsun..."
Ustalığa değil çıraklığa talip olanlara koca koca binalardansa duvardaki taşları görebilmenin, onlarla konuşabilmenin değerini anlatıyor Ayçil. İnsan bazen kendini sayısız sorunla boğuşurken bulur. Çok kısa bir süre sonra da bir ağaçla konuşurken. Derken ölümü hatırından çıkarmadan yaşadığını anımsar ve her şeyde ölümü gördüğünü, ölümle konuştuğunu, ölümle hissettiğini.
Yenilgiden Dönerken'de Sevgili Tütün ve Ekmeğin Güzelliği gibi yıllar sonra, tekrar tekrar okunabilecek yazılar da var. Uzun Samsun'u hayatında çok ayrı bir yere koyduğu belli olan Ayçil "seni kanunlara karşı aşkla savunacağız" diyor. Türk evlerini ayakta tutan bir gaye, bir kutsiyet olan ekmeğe içten iki cümleyle veda ediyor: "Bizim kıyametimiz, eve ekmek götüremediğimiz gün başlıyor. Bu yüzden en mahrem utancımız sensin."
Metin yazmanın, kitap okumanın üzerine eğilen çok değerli denemeler de var bu kitapta. Büyük Yapıt başlıklı deneme Don Quijote üzerinden bizi hem yeni bir kitap hazırlayan yazarın heyecanına, sancılarına ortak ediyor hem de bir romanda kahramanın ne denli önemli olduğuna. Sadece Don Quijote değil, Oblomov ve Raskolnikov da 'nasıl kahraman olunur'a birer misal teşkil ediyor. Bir Şairin Çantasında, özellikle dünya edebiyatı ve felsefe okumaları yapmaya yeni başlayan, bilhassa genç okurlar için lezzetli bir yazı. Bol bol not alabilirler, okuma listesi çıkarabilirler. Ayçil'in bu denemesinde andığı edebiyatçılardan yabancı olanları şöyle sıralayabiliriz: Georges Perec, Gabriel Garcia Marquez, Dino Buzzati, Andre Malraux, Thomas Bernhard, Nick Hornby, Louis-Ferdinand Celine, Anton Çehov, Guy de Maupassant, Edgar Allan Poe, Jorge Luis Borges, Marguerite Yourcenar... Yerlilerden de şu isimler geçiyor: Halide Edip, Safiye Erol, Sadık Hidayet, Yusuf Atılgan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Refik Halit Karay, Orhan Pamuk, Hasan Ali Toptaş, Mustafa Kutlu... Madem isimlerin hepsine değindik, düşünürleri de yazmak lâzım: Karl Popper, Ortega y Gasset, Ali Şeriati, Daryush Shayegan, Anthony Giddens, Michel Foucault, Emil Cioran. Şairler? Çok güzel bir üçlü var burada da: Ezra Pound, Turgut Uyar, Yunus...
Bir yazarın eski kitaplarını yıllar sonra yeniden okumayı, kurcalamayı, yeniden 'kendime notlar' çıkarmayı seviyorum. Bu, evi ikinci kez temizlemek gibi bir şey.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Andrey Platonov, Birbirimiz İçin Yaşayacağız: Mektuplar 1920-1950
Cümle kurmanın har vurup harman savurmakla eş olduğu zamanlardayız. Oysa söz tohumdur, nereye bırakılırsa bırakılsın tohumdur. Kâğıda, mekâna, zamana, hatta sosyal medyaya. Elbette her sözün de bir dönüşü vardır.
Ekilen tohum ya meyve verir ya da tutmaz. Cümle kurmak, bir söz söylemek, aslında farkında olmadan bizi bir dertliye derman edebilir yahut en azından, derdini paylaşmaya imkân tanır. Hiç tanış olmadan hemhâl olabilmek gibi.
Nihayet, böyle kitaplar da vardır, yazarının okuyucusuna türlü ferahlık zamanları sunduğu. O kitapların yazarları cümle kurmanın kutsiyetini bilir. Bir marifettir bu. Zira bazı ârifler için bütün güzel huylar cennetin, bütün kötü huylar da cehennemin kapılarıdır. Güzel huyların başında ise marifet yer alır, yani bilgi. Cümle, bir bilgiyi yüklenirken yanına tevazuyu, rızayı, emniyeti, teslimiyeti, tasfiyeyi (gönül arınmışlığı), affı ve tevhidi de alırsa cennetin kapılarını tamamlamış olur. Bir cümle için bu kapıları yüklenmek zor gibi görünse de, belki on, belki yüz cümle bize bir şey söyleyebilir cennete dair. Kütüphaneler bu sebeple cennettir kimilerine.
Yenilgiden Dönerken, ismiyle ve rengiyle sonbaharın rayihasını yüklenmiş bir kitap. Tevafuk bu ya, Kasım 2011'de neşredilmiştir ilk baskısı. Sonbaharın son ve en yüklü ayında. Bu rayihada Ali Ayçil'in anıları, öyküleri, denemeleri bir arada tütüyor. Bölümlerinin isimleri de yukarıda bahsettiğimiz tanış olmadan hemhal olabilmeye bir misal sanki: Benden Önce, Ben, Sen, O, Keyur ve Diğerleri, Benden Sonra. İlk bölüm tek bir metinden oluşuyor ve bir telkinde bulunuyor. Çıktığın yol, aradığın kapı ne olursa, nerede olursa olsun: "önce göğsünü arala."
Bir yola çıktığımızda, geçmişin izlerini de yakamıza bir rozet gibi takıp öyle ilerleriz yönümüzde. Bazen bu izler çok katılaşır. Öyle katılaşır ki yakamızdan ayaklarımıza kadar iner ve yol biter. Yolun bittiğini, arayışın son bulduğunu anlayan yolcu kendine yeni bir geçmiş yükü inşa etmeye kalkar. Aslında bu bir inşa değil daha çok hatırlayıştır ve her hatırlayış gibi de tehlikelidir. Ayçil şöyle diyor: "Pek çokları, bu telafi edilmez yenilginin ağırlığından kurtulmak için, kendilerine bir müze kurmaya girişir: Çocukluk ve gençlik müzesi. Bu kötü girişim, katı olanı daha da katılaştırır ve geçmişimizi kötü bir çeviriye dönüştürür."
Cioran, "Meçhul olmayı sev" diye yazmış, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine'de. Ayçil'in yazdıkları da sanki kendi tecrübelerinin dışında birçoğumuzun gerilimini, sancısını, keşfini, yolculuğunu barındırıyor. Bu anlamda bazen bir çocukluk anısı, bazen de yetişkin umutları hepimizin yaşadığı yahut yaşamakta olduğu günlere işaret ediyor. "Kendimi kendi üzerime atılmış bir suç gibi hissediyorum" derken yazar, okuyucularının belki de yarısına bu yükü dağıtıyor. "Kederlendim, sustum, açıkta kalmayayım diye en güvenli yere, kendi dilimin altına saklamdım" derken de diğer yarısına yük aktarıyor. Her insanın bir macera olduğunu hatırlatırken susmanın da bu maceraya dâhil olduğunu hatırlatıyor.
Ayçil'in kendi kendine konuşmalarında bir başka düğümler var. Gençlik arızalarımız yüzümüze çarpıyor bu konuşmalarda. Üstelik bir resim sergisinde: "Sergide, kırmızı ve yeşil ışıklı vitrin tabelalarının yerleştirildiği duvara bakarken, "senin olgunlaşmış, kararlı bir bakışın yok," diye geçiriyorum içimden. 'Sayısız bakışın var. Sayısız bakışın olduğu için, bir yolcuya değil, bir kavşak yerine benziyorsun..."
Ustalığa değil çıraklığa talip olanlara koca koca binalardansa duvardaki taşları görebilmenin, onlarla konuşabilmenin değerini anlatıyor Ayçil. İnsan bazen kendini sayısız sorunla boğuşurken bulur. Çok kısa bir süre sonra da bir ağaçla konuşurken. Derken ölümü hatırından çıkarmadan yaşadığını anımsar ve her şeyde ölümü gördüğünü, ölümle konuştuğunu, ölümle hissettiğini.
Yenilgiden Dönerken'de Sevgili Tütün ve Ekmeğin Güzelliği gibi yıllar sonra, tekrar tekrar okunabilecek yazılar da var. Uzun Samsun'u hayatında çok ayrı bir yere koyduğu belli olan Ayçil "seni kanunlara karşı aşkla savunacağız" diyor. Türk evlerini ayakta tutan bir gaye, bir kutsiyet olan ekmeğe içten iki cümleyle veda ediyor: "Bizim kıyametimiz, eve ekmek götüremediğimiz gün başlıyor. Bu yüzden en mahrem utancımız sensin."
Metin yazmanın, kitap okumanın üzerine eğilen çok değerli denemeler de var bu kitapta. Büyük Yapıt başlıklı deneme Don Quijote üzerinden bizi hem yeni bir kitap hazırlayan yazarın heyecanına, sancılarına ortak ediyor hem de bir romanda kahramanın ne denli önemli olduğuna. Sadece Don Quijote değil, Oblomov ve Raskolnikov da 'nasıl kahraman olunur'a birer misal teşkil ediyor. Bir Şairin Çantasında, özellikle dünya edebiyatı ve felsefe okumaları yapmaya yeni başlayan, bilhassa genç okurlar için lezzetli bir yazı. Bol bol not alabilirler, okuma listesi çıkarabilirler. Ayçil'in bu denemesinde andığı edebiyatçılardan yabancı olanları şöyle sıralayabiliriz: Georges Perec, Gabriel Garcia Marquez, Dino Buzzati, Andre Malraux, Thomas Bernhard, Nick Hornby, Louis-Ferdinand Celine, Anton Çehov, Guy de Maupassant, Edgar Allan Poe, Jorge Luis Borges, Marguerite Yourcenar... Yerlilerden de şu isimler geçiyor: Halide Edip, Safiye Erol, Sadık Hidayet, Yusuf Atılgan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Refik Halit Karay, Orhan Pamuk, Hasan Ali Toptaş, Mustafa Kutlu... Madem isimlerin hepsine değindik, düşünürleri de yazmak lâzım: Karl Popper, Ortega y Gasset, Ali Şeriati, Daryush Shayegan, Anthony Giddens, Michel Foucault, Emil Cioran. Şairler? Çok güzel bir üçlü var burada da: Ezra Pound, Turgut Uyar, Yunus...
Bir yazarın eski kitaplarını yıllar sonra yeniden okumayı, kurcalamayı, yeniden 'kendime notlar' çıkarmayı seviyorum. Bu, evi ikinci kez temizlemek gibi bir şey.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
17 Temmuz 2018 Salı
Her şey çocuklar için
"Bu elini sımsıkı tutan babadır
Hayata tümsekleri sarsmadan geçmesini tenbihler
Çocuk bu yumuşak sesin üzerine boylu boyunca uzanır
Hafifçe kısılmış sesi
Dikkatli ve kaçırmamaya çalışmaktadır."
- Cahit Zarifoğlu, Anlaşılması Güç Bir İnsanlık
"...o serin bereket gölgeleri çocuklar
yani çocuk o güzel tüccar
yorgunluklar alıp kargılar dağıtan
geceye karanlıktan önce gelen çocuklar..."
- İsmet Özel, Yorgun
Ruh bilimciler açısından insan denilen karmaşık varlığın en önemli dönemi çocukluk evresidir. Hatta çocukluktan da öte bunu bebekliğe, 0-3 yaşa, 0-2 yaşa kadar götürenler de vardır. Hâl böyle olunca anne babaların bu dönemler için çocuklarına nasıl davranması gerektiğiyle ilgili sorular da çok önemli olmuştur, olmaya da devam edecektir. Şunu belirtmem gerekir ki, genel bir ifadeyle, maalesef ki çocuk yetiştirme konusunda milletçe çok eksiklerimiz var. ‘Ne var kardeşim, annemiz babamız bizi çok iyi yetiştirdi’ veya ‘Batılı psikiyatrların, psikolojik danışmanların normlarıyla bizim kültürümüz bir değil, dolayısıyla da çocuk yetiştirme şeklimiz bir olamaz’ gibi ifadelerle savunulamayacak bir durumdur bu. Tabiî ki çoğunluğun annesi babası çocuklarının üstüne titremiştir ve kendilerince olabilecek en iyi şekilde çocuklarını yetiştirmeye çalışmıştır. Fakat mesleğin içinden biri olarak söyleyebilirim ki, şu andaki çocukların bir kısmı ya aşırı serbest ve kuralsız yetiştirilmekten dolayı içi boş bir özgüven patlaması yaşamaktadır ya da ailesi tarafından aşırı baskıyla büyütüldüğü için içine kapanık, kocaman insan olduğu halde kendi işini kendi halledemeyen kişiler olmuşlardır. Bu da yanlış giden bir şeylerin varlığına en büyük delildir.
Türkiye’de çocuk ruh sağlığı, anne baba tutumları, çocuk yetiştirmeyle ilgili yayınların sayısı veya niteliği -bence- gayet iyi. Özellikle nitelik olarak ‘çocuk’ konusundaki uzmanlarımız gayet yeterli. İş okuma kısmında. Bazı kitaplar akademik bir dile sahip olduğu için ağır bir şekilde okunsa da, dili oldukça sade ve akıcı kitaplar da mevcut. Bunlardan biri de, ‘çocuk’ denilen deryayla ilgilenen ve bu konudaki yazılarını geçtiğimiz mart ayında kitaplaştıran şair ve yazar Yağız Gönüler’dir. Karakum Yayınevi etiketiyle neşredilen kitap, “Unuttun Ama Çocuktun: Bir Babanın Endişeleri” başlığını taşıyor ve ebeveynlere biraz sağlı sollu darbeler indireceğini daha başlığından belli ediyor.
‘Çocuk’ konusuna girdiğimizde ülkemizde karşımız çıkacak en önemli kişilerin başında gelen Mustafa Ruhi Şirin, hayatını bu alana adamış isimlerinden biri. Kitabın da takdim yazısını neşreden Şirin’in ismini ben, bundan birkaç yıl önceye kadar İtibar dergisinde düzenli olarak yayımladığı ‘Çocuk Anayasası’ konusunda yaptığı çalışmaları anlatan yazılarıyla tanımıştım ve dikkatimi çekmişti. Hatta kendi kendime ‘Türkiye’de böyle çalışmalar yapan insanlar da mı var?’ diye sormuştum. Kendi kendime oldukça sevinsem de Şirin’in de yazılarında yakındığı pek çok şey gibi bu konuya da çok itibar gösterilmemişti. Fakat bu tür çalışmaların, hem bu konu hakkındaki kitapların hem de başka başka çalışmaların bir gün etkisinin çok yüksek olacağına eminim. Hayırlısı.
Önsöz ve sonsöz dışında beş ana bölümden kitabını oluşturan yazar onlara sırasıyla şu isimleri vermiş: Dil, Mekân, Zaman, Teknoloji, Bir Soruşturma. Bölümlerin isimleri bile aslında sadece çocuklar için değil, bu hayatta daha iyi yaşayabilmek için bizlerin de nelere dikkat edeceğimizin ipuçlarını veriyor.
Gönüler kitabının önsözünde çocukluğuna gidiyor ve bir modern dünya eleştirisiyle beraber konuya giriş yapıyor. Çocukluğunun elinden alınmasını anılarına değinerek anlatıyor yazar. Burada kendi çocukluğumu hatırladım. Köyde büyümeme rağmen, sokakta oynayan son nesildik biz. Bizden sonrakiler sokağı bil(e)medi. Bu sebeple olacak yazarla sağlam ve bir o kadar hüzünlü bir empati kurduğumu söyleyebilirim. Gönüler de zaten kitabını yazış amacını şöyle açıklıyor: “Hem çocukluğunu doğru düzgün yaşayamayan kuşağıma hem de annelere babalara seslenmek için yazdım bu kitabı.”
Kitabın ilk bölümünde üzerinde durulan şey dil bahsi. Konuşmak. Bu aslında çocuk yetiştirmedeki en önemli ve en masrafsız şeydir. Kitap da dönüp dolaşıp bu bahse dayanıyor zaten. Yazar da masallarla birlikte anlatımın ve sözlü geleneğin çocuk üzerindeki olumlu etkisine değiniyor. Bununla birlikte, televizyonun zararlarının otizme kadar dayanmasını aktarıyor ve bu bahiste muhabbet kavramının önemini hatırlatıyor. Yine çocuğun rol model olarak aldığı anne babanın davranışlarının çocuk üzerindeki etkisini de yazısına konu eden yazar, çocuğun ilk kelimelerinde dahi bu durumun gözlemlenebileceğini şöyle açıklıyor: “Günümüzde, bebeğin ilk kullandığı sözcüklerden birinin ‘lan’, ‘vurdum’, ‘kestim’, ‘kan’ olması yeterince korkutucu değil mi? Hikâyesi olan bir evde bu mümkün olabilir mi?”
İkinci bölümde mekân açısından çocukluğun izlendiğini görüyoruz. Burada hangi mekân sorusu aklıma düştü. Şehirdeki mekân mı, kırsal mekân mı? Bu konuyu aslında kitabın dördüncü bölümü olan teknoloji konusuyla birleştirebiliriz. Teknolojik aletlerin çocukların eline geçtiği anda mekânın öneminin azaldığına hatta bittiğine inanıyorum. Çünkü artık köylerdeki çocukların da elinde tablet var. Dışarıda oynayacak bir arsa olsa da çocuk için cazip olan elindeki kutucuk.
Yazar, mekân konusunda beklendiği gibi yanlış kentleşme konusunu göz ardı etmiyor. Oyun alanı kalmayan çocukların yaşamına değiniyor. Özellikle şehirlerde çocuk açısından tamamen paraya endeksli bir eğlence anlayışı olmasına ve bu tür birçok şeye değiniyor ve bölümünü hitama erdiriyor: “Kentleşme stratejisinde çocuklara yer verilmemesi ve çocukların düşünülmemesi geleceğimi karartmıştır. Maalesef bu vaziyetiyle yöneticiler yeni yeni yüzleşmektedir. Belediyelerin son derece sunî düzenlenmiş parkları ve AVM’lerin en alt katındaki oyun alanları dışında çocukların gidebileceği hiçbir yer kalmamıştır. Hayvanlarla bir tanışıklık kurabilmeleri için ailelerin arabalarının olması ve hafta sonları kilometrelerce yol gidip ciddi bir ücret vermeleri gerekiyor artık. Çünkü şehrin şarkısı bitti, sokaklar şiir söylemiyor.”
Kitapta ilk bölümden sonra, Gönüler’in, konu özelinde hem kendi yazıları hem de bu konularla ilgili yazılmış Türk veya yabancı yazarların kitap incelemeleri yer alıyor. Fakat başka yazarların kitaplarını incelese de aralarda kendi fikirlerini, kendi okumalarını okura yansıtıyor. Bu hem yazarın fikirleri doğrultusunda bir okuma imkânı sunuyor hem de çok farklı yazarlardan konu hakkında pasajlar okumamızı sağlıyor.
Her bölümü tek tek özetlemek istemiyorum fakat son bölüm de kitabın ilgi çekici kısımlarından biri. Yazar burada çeşitli ruh bilimcilere “Çocuk Gelişiminde Ebeveynlerin Hataları ve Çözüm Önerileri” başlığı altında iki soru yönlendiriyor ve onların cevaplarını bize aktarıyor. Bu bölüm kitabın değerine değer katmış diyebilirim. Direkt işin içindeki kişilerden, hem de farklı farklı yedi kişiden bu önerileri okumak bir anne babanın nasıl davranması gerektiğini başka gözlerden de görmesi açısından oldukça doyurucu.
Tabiî ki Yağız Gönüler deyince aklıma ‘kitap’ geliyor. Kitabın sonundaki okuma önerisi ‘nereden başlamalı’ diyen anne babalara veya anne baba adaylarına hazine gibi bir kaynak sunuyor. Her şey çocuklar için.
Zor bir şey çocuk yetiştirmek. Dengesini sağlayıp, hem fizyolojik hem de psikolojik bir varlığın yetişmesini, büyümesini, gelişmesini sağlamak çok kolay değil. Anne babalardan çok büyük özveri istiyor. Bunun yolunu anlatıyor kitap. Tabiî ki bilimsel bilgilerle beraber. Uğraştığımız kişiler birer makine değil, insan. Bir yerini bozduğumuzda yedek parçasını takıp düzeltebileceğimiz varlıklar değil. Bu yüzden çok dikkatli olmak gerekiyor çocuğu yetiştirirken. Çünkü hiç farkında olmadığımız bir davranışımız çocuk için büyük hasar bırakabilir. Bunun önüne geçmeli. Tabii ki önce bu kitabı temel alarak.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Hayata tümsekleri sarsmadan geçmesini tenbihler
Çocuk bu yumuşak sesin üzerine boylu boyunca uzanır
Hafifçe kısılmış sesi
Dikkatli ve kaçırmamaya çalışmaktadır."
- Cahit Zarifoğlu, Anlaşılması Güç Bir İnsanlık
"...o serin bereket gölgeleri çocuklar
yani çocuk o güzel tüccar
yorgunluklar alıp kargılar dağıtan
geceye karanlıktan önce gelen çocuklar..."
- İsmet Özel, Yorgun
Ruh bilimciler açısından insan denilen karmaşık varlığın en önemli dönemi çocukluk evresidir. Hatta çocukluktan da öte bunu bebekliğe, 0-3 yaşa, 0-2 yaşa kadar götürenler de vardır. Hâl böyle olunca anne babaların bu dönemler için çocuklarına nasıl davranması gerektiğiyle ilgili sorular da çok önemli olmuştur, olmaya da devam edecektir. Şunu belirtmem gerekir ki, genel bir ifadeyle, maalesef ki çocuk yetiştirme konusunda milletçe çok eksiklerimiz var. ‘Ne var kardeşim, annemiz babamız bizi çok iyi yetiştirdi’ veya ‘Batılı psikiyatrların, psikolojik danışmanların normlarıyla bizim kültürümüz bir değil, dolayısıyla da çocuk yetiştirme şeklimiz bir olamaz’ gibi ifadelerle savunulamayacak bir durumdur bu. Tabiî ki çoğunluğun annesi babası çocuklarının üstüne titremiştir ve kendilerince olabilecek en iyi şekilde çocuklarını yetiştirmeye çalışmıştır. Fakat mesleğin içinden biri olarak söyleyebilirim ki, şu andaki çocukların bir kısmı ya aşırı serbest ve kuralsız yetiştirilmekten dolayı içi boş bir özgüven patlaması yaşamaktadır ya da ailesi tarafından aşırı baskıyla büyütüldüğü için içine kapanık, kocaman insan olduğu halde kendi işini kendi halledemeyen kişiler olmuşlardır. Bu da yanlış giden bir şeylerin varlığına en büyük delildir.
Türkiye’de çocuk ruh sağlığı, anne baba tutumları, çocuk yetiştirmeyle ilgili yayınların sayısı veya niteliği -bence- gayet iyi. Özellikle nitelik olarak ‘çocuk’ konusundaki uzmanlarımız gayet yeterli. İş okuma kısmında. Bazı kitaplar akademik bir dile sahip olduğu için ağır bir şekilde okunsa da, dili oldukça sade ve akıcı kitaplar da mevcut. Bunlardan biri de, ‘çocuk’ denilen deryayla ilgilenen ve bu konudaki yazılarını geçtiğimiz mart ayında kitaplaştıran şair ve yazar Yağız Gönüler’dir. Karakum Yayınevi etiketiyle neşredilen kitap, “Unuttun Ama Çocuktun: Bir Babanın Endişeleri” başlığını taşıyor ve ebeveynlere biraz sağlı sollu darbeler indireceğini daha başlığından belli ediyor.
‘Çocuk’ konusuna girdiğimizde ülkemizde karşımız çıkacak en önemli kişilerin başında gelen Mustafa Ruhi Şirin, hayatını bu alana adamış isimlerinden biri. Kitabın da takdim yazısını neşreden Şirin’in ismini ben, bundan birkaç yıl önceye kadar İtibar dergisinde düzenli olarak yayımladığı ‘Çocuk Anayasası’ konusunda yaptığı çalışmaları anlatan yazılarıyla tanımıştım ve dikkatimi çekmişti. Hatta kendi kendime ‘Türkiye’de böyle çalışmalar yapan insanlar da mı var?’ diye sormuştum. Kendi kendime oldukça sevinsem de Şirin’in de yazılarında yakındığı pek çok şey gibi bu konuya da çok itibar gösterilmemişti. Fakat bu tür çalışmaların, hem bu konu hakkındaki kitapların hem de başka başka çalışmaların bir gün etkisinin çok yüksek olacağına eminim. Hayırlısı.
Önsöz ve sonsöz dışında beş ana bölümden kitabını oluşturan yazar onlara sırasıyla şu isimleri vermiş: Dil, Mekân, Zaman, Teknoloji, Bir Soruşturma. Bölümlerin isimleri bile aslında sadece çocuklar için değil, bu hayatta daha iyi yaşayabilmek için bizlerin de nelere dikkat edeceğimizin ipuçlarını veriyor.
Gönüler kitabının önsözünde çocukluğuna gidiyor ve bir modern dünya eleştirisiyle beraber konuya giriş yapıyor. Çocukluğunun elinden alınmasını anılarına değinerek anlatıyor yazar. Burada kendi çocukluğumu hatırladım. Köyde büyümeme rağmen, sokakta oynayan son nesildik biz. Bizden sonrakiler sokağı bil(e)medi. Bu sebeple olacak yazarla sağlam ve bir o kadar hüzünlü bir empati kurduğumu söyleyebilirim. Gönüler de zaten kitabını yazış amacını şöyle açıklıyor: “Hem çocukluğunu doğru düzgün yaşayamayan kuşağıma hem de annelere babalara seslenmek için yazdım bu kitabı.”
Kitabın ilk bölümünde üzerinde durulan şey dil bahsi. Konuşmak. Bu aslında çocuk yetiştirmedeki en önemli ve en masrafsız şeydir. Kitap da dönüp dolaşıp bu bahse dayanıyor zaten. Yazar da masallarla birlikte anlatımın ve sözlü geleneğin çocuk üzerindeki olumlu etkisine değiniyor. Bununla birlikte, televizyonun zararlarının otizme kadar dayanmasını aktarıyor ve bu bahiste muhabbet kavramının önemini hatırlatıyor. Yine çocuğun rol model olarak aldığı anne babanın davranışlarının çocuk üzerindeki etkisini de yazısına konu eden yazar, çocuğun ilk kelimelerinde dahi bu durumun gözlemlenebileceğini şöyle açıklıyor: “Günümüzde, bebeğin ilk kullandığı sözcüklerden birinin ‘lan’, ‘vurdum’, ‘kestim’, ‘kan’ olması yeterince korkutucu değil mi? Hikâyesi olan bir evde bu mümkün olabilir mi?”
İkinci bölümde mekân açısından çocukluğun izlendiğini görüyoruz. Burada hangi mekân sorusu aklıma düştü. Şehirdeki mekân mı, kırsal mekân mı? Bu konuyu aslında kitabın dördüncü bölümü olan teknoloji konusuyla birleştirebiliriz. Teknolojik aletlerin çocukların eline geçtiği anda mekânın öneminin azaldığına hatta bittiğine inanıyorum. Çünkü artık köylerdeki çocukların da elinde tablet var. Dışarıda oynayacak bir arsa olsa da çocuk için cazip olan elindeki kutucuk.
Yazar, mekân konusunda beklendiği gibi yanlış kentleşme konusunu göz ardı etmiyor. Oyun alanı kalmayan çocukların yaşamına değiniyor. Özellikle şehirlerde çocuk açısından tamamen paraya endeksli bir eğlence anlayışı olmasına ve bu tür birçok şeye değiniyor ve bölümünü hitama erdiriyor: “Kentleşme stratejisinde çocuklara yer verilmemesi ve çocukların düşünülmemesi geleceğimi karartmıştır. Maalesef bu vaziyetiyle yöneticiler yeni yeni yüzleşmektedir. Belediyelerin son derece sunî düzenlenmiş parkları ve AVM’lerin en alt katındaki oyun alanları dışında çocukların gidebileceği hiçbir yer kalmamıştır. Hayvanlarla bir tanışıklık kurabilmeleri için ailelerin arabalarının olması ve hafta sonları kilometrelerce yol gidip ciddi bir ücret vermeleri gerekiyor artık. Çünkü şehrin şarkısı bitti, sokaklar şiir söylemiyor.”
Kitapta ilk bölümden sonra, Gönüler’in, konu özelinde hem kendi yazıları hem de bu konularla ilgili yazılmış Türk veya yabancı yazarların kitap incelemeleri yer alıyor. Fakat başka yazarların kitaplarını incelese de aralarda kendi fikirlerini, kendi okumalarını okura yansıtıyor. Bu hem yazarın fikirleri doğrultusunda bir okuma imkânı sunuyor hem de çok farklı yazarlardan konu hakkında pasajlar okumamızı sağlıyor.
Her bölümü tek tek özetlemek istemiyorum fakat son bölüm de kitabın ilgi çekici kısımlarından biri. Yazar burada çeşitli ruh bilimcilere “Çocuk Gelişiminde Ebeveynlerin Hataları ve Çözüm Önerileri” başlığı altında iki soru yönlendiriyor ve onların cevaplarını bize aktarıyor. Bu bölüm kitabın değerine değer katmış diyebilirim. Direkt işin içindeki kişilerden, hem de farklı farklı yedi kişiden bu önerileri okumak bir anne babanın nasıl davranması gerektiğini başka gözlerden de görmesi açısından oldukça doyurucu.
Tabiî ki Yağız Gönüler deyince aklıma ‘kitap’ geliyor. Kitabın sonundaki okuma önerisi ‘nereden başlamalı’ diyen anne babalara veya anne baba adaylarına hazine gibi bir kaynak sunuyor. Her şey çocuklar için.
Zor bir şey çocuk yetiştirmek. Dengesini sağlayıp, hem fizyolojik hem de psikolojik bir varlığın yetişmesini, büyümesini, gelişmesini sağlamak çok kolay değil. Anne babalardan çok büyük özveri istiyor. Bunun yolunu anlatıyor kitap. Tabiî ki bilimsel bilgilerle beraber. Uğraştığımız kişiler birer makine değil, insan. Bir yerini bozduğumuzda yedek parçasını takıp düzeltebileceğimiz varlıklar değil. Bu yüzden çok dikkatli olmak gerekiyor çocuğu yetiştirirken. Çünkü hiç farkında olmadığımız bir davranışımız çocuk için büyük hasar bırakabilir. Bunun önüne geçmeli. Tabii ki önce bu kitabı temel alarak.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
16 Temmuz 2018 Pazartesi
Anadolu’nun ıssızlığı ve iki roman
Hasan Ali Toptaş ile ilk tanışmam Gölgesizler romanıyla oldu. Yalnız bu tanışma iyi mi oldu kötü mü oldu tam emin değilim. Çünkü Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler romanını okurken kitaptan başımı kaldırdığım zaman “acaba gerçek dünyaya mı döndüm?” dercesine Inception filminde yer alan totemlerden birine ihtiyaç duymadım değil.
Hepimizin bazen “ben bunu daha önce yaşamıştım”, dediği anlar veya “ben sizi bir yerden tanıyorum”, dediği kişiler olmuştur. Hasan Ali Toptaş’ın zamanı ve karakterleri de bu anlardan veya bu kişilerden meydana geliyor. Tek farklı yönü ise karakterlerin bu “dejavu” durumundan haberlerinin olmaması. Eserde kahramanların bir varoluş sancısı çektiğini her bölümde, sayfada, kelimede hissediyoruz. O antik çağlardan beri gelen “acaba bu dünya başka bir dünyanın yansıması mı?” sorusuna da cevap bulmaya çalışıyoruz. Hatta bu öyle bir duruma dönüyor ki kitabı okurken eser içinde canlı, cansız her şeyin varlığını sorgulamaya başlıyoruz.
Aynı zamanda kitabı okurken aklıma hemen Yaşar Kemal’in Tek Kanatlı Bir Kuş adlı romanı geldi. Tek Kanatlı Bir Kuş adlı roman oldukça canlı anlatımlar aktarır okuyucuya. İki romanda da yer alan o fantastik, o masalsı anlatım okuyucuyu içine çekmektedir. Tek Kanatlı Bir Kuş romanında halkının neden terk ettiği bilinmeyen bir kasaba vardır. Buraya yeni atanan bir posta müdürü, karısı ve yurtdışına göç edip tekrar izine gelen karakterler yer alır eserde. Onlar kasabaya uzak bir noktaya kadar gidebilmiş yalnız oradan ötesine geçememişlerdir. Çünkü hiçbir otobüs şoförü kasabanın içine girmeyi bırakın yakınından dahi geçmeyi kabul etmezler. Gölgesizler’i okurken aklıma bu kitabın gelmesi de şöyle oldu: Acaba, dedim posta müdürünün giremediği kasaba, Gölgesizler’de bulunan köy müdür? Yalnızca Gölgesizler adlı romandaki kahramanlar mı çıkıp girebilmektedir köye?
Gölgesizler adlı romanda çocukların bir an başlarını kaldırıp çınarın üstünde, ardında uzun bir duman bırakarak giden uçak; köye girmek için bekleyen posta müdürü ve yanında bulunanların gördüğü uçakla aynı mıdır? Bu uçak her iki kitapta da bir özgürlük, kaçış timsali olarak mı yer almaktadır? Tek Kanatlı Bir Kuş romanında kasabanın üstüne yıkılıp gelen dağ, dağlarda dolaşıp çaresizce tekrar köye “bir dağ gibi yıkılıp gelen” bekçi midir? Tek Kanatlı Bir Kuş’ta o bekçiden mi korkarlar bir dağa benzeterek? Bir felaket habercisidir heybetiyle bu dağlar. Gölgesizler adlı romanda varlık sancısıyla boğuşan köylüler sanki birdenbire boşaltmıştır köyü de sonra kimsenin girmeye cesaret edemeyeceği bir kasabaya dönmüştür orası. Posta müdürü ve yanındakiler bu yüzden girememektedirler oraya. Köy bir kasabaya dönüşmüştür zaman içinde ve kasaba da durdukça korku üretmektedir. Bu korku köyün meydanında başlamıştır ilk olarak büsbütün. Zaten köyün temaşa alanı, kalbi de orasıdır. O köylülerin nedenini, nereden geldiğini anlayamadıkları pis kokuyla anlamışlardır artık orada yaşanılmayacağını da terk edip gitmişlerdir köyü. Köy bu ağırlığı atınca üstünden büyümeye başlamıştır ve bir kasaba olmuştur. Korku da bir set gibi çekilmiştir köy meydanından çıkıp, yayılarak kasabanın sınırlarına. Dikenli teller nasıl çekilirse sınıra, korku da öyle korumaktadır kasabayı dışarıdan.
İki romanın da kesiştikleri nokta bu korku gibi görülür. Yaşar Kemal de Hasan Ali Toptaş da Anadolu’nun o ıssızlığını göstermişlerdir kitaplarında. Hatta bu duruma sadece edebiyat alanından bakmayalım, Nuri Bilge Ceylan da aynı şekilde işlemektedir filmlerinde bir bakıma Anadolu’yu. Anadolu’dur, beşiktir birçok medeniyete, efsaneye, hikâyeye. Anadolu’dan böyle iki fantastik romanın çıkması da tesadüf değildir bu yüzden.
Tugay Özdemir
twitter.com/TugayOzdmr
Hepimizin bazen “ben bunu daha önce yaşamıştım”, dediği anlar veya “ben sizi bir yerden tanıyorum”, dediği kişiler olmuştur. Hasan Ali Toptaş’ın zamanı ve karakterleri de bu anlardan veya bu kişilerden meydana geliyor. Tek farklı yönü ise karakterlerin bu “dejavu” durumundan haberlerinin olmaması. Eserde kahramanların bir varoluş sancısı çektiğini her bölümde, sayfada, kelimede hissediyoruz. O antik çağlardan beri gelen “acaba bu dünya başka bir dünyanın yansıması mı?” sorusuna da cevap bulmaya çalışıyoruz. Hatta bu öyle bir duruma dönüyor ki kitabı okurken eser içinde canlı, cansız her şeyin varlığını sorgulamaya başlıyoruz.
Aynı zamanda kitabı okurken aklıma hemen Yaşar Kemal’in Tek Kanatlı Bir Kuş adlı romanı geldi. Tek Kanatlı Bir Kuş adlı roman oldukça canlı anlatımlar aktarır okuyucuya. İki romanda da yer alan o fantastik, o masalsı anlatım okuyucuyu içine çekmektedir. Tek Kanatlı Bir Kuş romanında halkının neden terk ettiği bilinmeyen bir kasaba vardır. Buraya yeni atanan bir posta müdürü, karısı ve yurtdışına göç edip tekrar izine gelen karakterler yer alır eserde. Onlar kasabaya uzak bir noktaya kadar gidebilmiş yalnız oradan ötesine geçememişlerdir. Çünkü hiçbir otobüs şoförü kasabanın içine girmeyi bırakın yakınından dahi geçmeyi kabul etmezler. Gölgesizler’i okurken aklıma bu kitabın gelmesi de şöyle oldu: Acaba, dedim posta müdürünün giremediği kasaba, Gölgesizler’de bulunan köy müdür? Yalnızca Gölgesizler adlı romandaki kahramanlar mı çıkıp girebilmektedir köye?
Gölgesizler adlı romanda çocukların bir an başlarını kaldırıp çınarın üstünde, ardında uzun bir duman bırakarak giden uçak; köye girmek için bekleyen posta müdürü ve yanında bulunanların gördüğü uçakla aynı mıdır? Bu uçak her iki kitapta da bir özgürlük, kaçış timsali olarak mı yer almaktadır? Tek Kanatlı Bir Kuş romanında kasabanın üstüne yıkılıp gelen dağ, dağlarda dolaşıp çaresizce tekrar köye “bir dağ gibi yıkılıp gelen” bekçi midir? Tek Kanatlı Bir Kuş’ta o bekçiden mi korkarlar bir dağa benzeterek? Bir felaket habercisidir heybetiyle bu dağlar. Gölgesizler adlı romanda varlık sancısıyla boğuşan köylüler sanki birdenbire boşaltmıştır köyü de sonra kimsenin girmeye cesaret edemeyeceği bir kasabaya dönmüştür orası. Posta müdürü ve yanındakiler bu yüzden girememektedirler oraya. Köy bir kasabaya dönüşmüştür zaman içinde ve kasaba da durdukça korku üretmektedir. Bu korku köyün meydanında başlamıştır ilk olarak büsbütün. Zaten köyün temaşa alanı, kalbi de orasıdır. O köylülerin nedenini, nereden geldiğini anlayamadıkları pis kokuyla anlamışlardır artık orada yaşanılmayacağını da terk edip gitmişlerdir köyü. Köy bu ağırlığı atınca üstünden büyümeye başlamıştır ve bir kasaba olmuştur. Korku da bir set gibi çekilmiştir köy meydanından çıkıp, yayılarak kasabanın sınırlarına. Dikenli teller nasıl çekilirse sınıra, korku da öyle korumaktadır kasabayı dışarıdan.
İki romanın da kesiştikleri nokta bu korku gibi görülür. Yaşar Kemal de Hasan Ali Toptaş da Anadolu’nun o ıssızlığını göstermişlerdir kitaplarında. Hatta bu duruma sadece edebiyat alanından bakmayalım, Nuri Bilge Ceylan da aynı şekilde işlemektedir filmlerinde bir bakıma Anadolu’yu. Anadolu’dur, beşiktir birçok medeniyete, efsaneye, hikâyeye. Anadolu’dan böyle iki fantastik romanın çıkması da tesadüf değildir bu yüzden.
Tugay Özdemir
twitter.com/TugayOzdmr
13 Temmuz 2018 Cuma
Tanrısız insanlık!
Sineklerin Tanrısı’nı ilk okuduğumda modernizm eleştirisinin yanı sıra (dinsel-mitolojik göndermeler nedeniyle) Hıristiyan teolojisi bağlamında çözümlemeye gayret etmiştim. Dini değinilerle birlikte metaforlarla bezeli metin büyük oranda Batı medeniyeti eleştirisi içeriyordu. Sineklerin Tanrısı üzerine temel kanı, insanın çocuk da olsa ne kadar zalimleşebileceğini gösterdiği üzerinedir. Bu durum insanın doğuştan sahip olduğu ‘ilkelliğin’ bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Batı felsefesi ve Hıristiyan teolojisi açısından düşünüldüğünde insanda var olan ilkel dürtüler ve ilk günah teorisi arasında ilginç bir örtüşme bulunuyor. Konuyu dağıtmadan yazıya dönecek olursak, Sineklerin Tanrısı için en önemli değerlendirme Batı’nın medeniyet anlayışının niteliğine yönelik katı eleştiri içerdiğidir. Medeniyet -ya da ilerleme- diye tanımlanan şeyin gerçek yüzü hiç de öyle anlatıldığı gibi değildir. Bu süreç insanlığa acı, ıstırap ve kötülük getirmiştir. Yazarın konuyu ele alışını anlamak açısından kitabın yayınlandığı dönemin II. Dünya Savaşı sonrası (1954) olmasının önemli bir detay olduğunu düşünüyorum. Zira kurguda Nazi Almanya’sı ve Avrupa’nın diğer toplumlarında yaşananların etkisini görmek mümkün. Savaş bilindiği üzere dünyaya bakışı tümüyle değiştirmiş, modernist anlayışı günah keçisi ilan etmiştir.
Sineklerin Tanrısı’nda savaş nedeniyle yaşadıkları yerden uzaklaştırılmak istenen bir grup çocuğun kaza sonucu ıssız bir adada mahsur kalmasından sonraki süreçte birbirlerine karşı acımasızca davranışları ele alınıyor. Medeniyete dair hiçbir şeyin olmadığı adaya dağınık halde düşen çocuklar bir araya gelerek birlikte yaşamaya başlıyor. Yazar bu yolla modern insanın medeniyet üreterek ilkel hayattan gelişmiş (toplumsal) hayata geçiş serüvenine göndermede bulunuyor. İlk başta iş bölümü yapan çocuklar yönetim, yiyecek, güvenlik gibi konularda kararlar alıyor fakat alınan kararları uygulama aşamasında çekişme ve mücadeleler ortaya çıkıyor. Farklı yaş ve karakterlere sahip çocuklar toplumun farklı katmanlarını simgeliyor diyebiliriz. Yönetim konusunda etkin olmak isteyen kişi ve/veya gruplar karşı tarafa üstünlük sağlamak için her yola başvuruyor. Sonuç itibariyle savaştan kaçırılmak ya da kurtarılmak istenen ‘masum’ çocuklar ‘canavarlaşarak’ başlattıkları bir savaşın içinde buluyor kendini. Bu haliyle yetişkin insanları aratmayan bir görüntü çıkıyor ortaya. Günümüz dünyasını anlamak açısından önemli bir metin olduğunu düşündüğüm Sineklerin Tanrısı’nı sadece insan psikolojisi bağlamında değil sosyal psikoloji açısından da dikkate almakta fayda var.
Kurgu ve üslupları çok örtüşmese de Jaguar Yayınları’ndan çıkan Tanrısız Gençlik de benzer bir konuyu ele alıyor. Macar asıllı Ödön von Horváth (1901-1939) imzalı yüz doksan iki sayfalık eser Oktay Değirmenci tarafından Türkçeye çevrilmiş. Arada önemli farklar bulunuyor elbette. Örneğin Tanrısız Gençlik II. Dünya Savaşı öncesinde (1937) kaleme alınmış. Savaşın henüz yaşanmamış olması Sineklerin Tanrısı’ndaki hırçınlığın ortaya çıkarmadığı şeklinde değerlendirilebilir fakat metnin sakinliğini yaşananlardan ziyade yazarın karakterine bağlı olduğunu düşünüyorum. Yazarın bu özelliği bir başka farklılığı; akıcı, nahif ve kırılgan üslubu ortaya çıkarıyor. Metnin bu özelliği Tanrısız Gençlik’i çok daha doğal kılıyor.
Kitabı zaman ve mekân üzerinden değerlendirdiğimizde II. Dünya Savaşı öncesi Almanya ve çevresindeki toplumların ele alındığını görüyoruz. Metin her ne kadar tarihsel bir kesiti ele alsa da psikolojik ve sosyolojik yönleriyle zaman ve mekânı aşıyor. Yazarın ele aldığı konuyu kabaca modernizmin etkisiyle sekülerleşen dünya anlayışı ve insani -ya da hümanist- değerlerden uzaklaşan yaşam biçimi şeklinde özetleyebiliriz. Eserin yazıldığı dönemin siyasi anlayışı ve toplumsal karşılıkları açıkça görülebiliyor. Yazar konuyu bir öğretmen ve öğrencileri üzerinden işliyor. Öğrencilerin belirli kazanımları elde etmesi için okul hayatı dışında kamplara götürüldüğü bir eğitim sistemi oluşturulmuştur. Kız ve erkeklerin ayrı olarak götürüldüğü bu etkinlikler öğretmenlerin gözetiminde gerçekleşmektedir. Romanın başkarakteri olan öğretmen okulundaki bir grup öğrenciyle kampa gider ve kamp sırasında kaybolan bir çocuk ölü olarak bulunur. Kamptaki bir başka çocuk cinayeti işlediğini söyleyerek suçu üstlenir. Mahkemeye çıkarılan çocuğun bazı konularda takındığı tutum öğretmeni şüphelendirir. Görünüşe göre cinayetin sebebi katil zanlısının günlüğünün okunmasıdır fakat günlüğü öğretmen okumuştur ve bunu kimse bilmemektedir. Cinayetin kendisi yüzünden olduğu düşüncesi öğretmenin içten içe suçluluk duymasına neden olur ve olayı aydınlatmak ister. Kitabın başından beri öğretmenin yaptığı karakter analizlerinin burada işe yaradığını görüyoruz. Bu yanıyla eser psikanalitik açıdan da değerlendirilebilir.
Metnin genel çerçevesi ırkçılık, emperyalizm, sömürgecilik, evrensellik, hümanizm ve din kavramları etrafında oluşturulmuş. Henüz II. Dünya Savaşı başlamamış olsa da Nazizm’in etkilerini (özellikle propaganda ile fanatizm ilişkisinin meydana getirdiği anlayışı) baskın şekilde görebiliyoruz. Dini ve ahlaki değinilerin yanı sıra felsefi ve psikolojik değerlendirmeler eseri zenginleştiriyor. Yazar bu kavramları idealize etmek yerine siyasi ve toplumsal yozlaşmayı anlatmak için kullanıyor. Kitabın bu özelliği gerçeklikle kurgu arasındaki makası daraltarak metni doğallaştırıyor. Okuma listesine ekleyenler için uyarmadan geçmeyelim; edebi açıdan oldukça keyifli olan metin boyunca uğrayacağınız metafor yağmuru için gerekli önlemleri almadan yola çıkmayın.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Sineklerin Tanrısı’nda savaş nedeniyle yaşadıkları yerden uzaklaştırılmak istenen bir grup çocuğun kaza sonucu ıssız bir adada mahsur kalmasından sonraki süreçte birbirlerine karşı acımasızca davranışları ele alınıyor. Medeniyete dair hiçbir şeyin olmadığı adaya dağınık halde düşen çocuklar bir araya gelerek birlikte yaşamaya başlıyor. Yazar bu yolla modern insanın medeniyet üreterek ilkel hayattan gelişmiş (toplumsal) hayata geçiş serüvenine göndermede bulunuyor. İlk başta iş bölümü yapan çocuklar yönetim, yiyecek, güvenlik gibi konularda kararlar alıyor fakat alınan kararları uygulama aşamasında çekişme ve mücadeleler ortaya çıkıyor. Farklı yaş ve karakterlere sahip çocuklar toplumun farklı katmanlarını simgeliyor diyebiliriz. Yönetim konusunda etkin olmak isteyen kişi ve/veya gruplar karşı tarafa üstünlük sağlamak için her yola başvuruyor. Sonuç itibariyle savaştan kaçırılmak ya da kurtarılmak istenen ‘masum’ çocuklar ‘canavarlaşarak’ başlattıkları bir savaşın içinde buluyor kendini. Bu haliyle yetişkin insanları aratmayan bir görüntü çıkıyor ortaya. Günümüz dünyasını anlamak açısından önemli bir metin olduğunu düşündüğüm Sineklerin Tanrısı’nı sadece insan psikolojisi bağlamında değil sosyal psikoloji açısından da dikkate almakta fayda var.
Kurgu ve üslupları çok örtüşmese de Jaguar Yayınları’ndan çıkan Tanrısız Gençlik de benzer bir konuyu ele alıyor. Macar asıllı Ödön von Horváth (1901-1939) imzalı yüz doksan iki sayfalık eser Oktay Değirmenci tarafından Türkçeye çevrilmiş. Arada önemli farklar bulunuyor elbette. Örneğin Tanrısız Gençlik II. Dünya Savaşı öncesinde (1937) kaleme alınmış. Savaşın henüz yaşanmamış olması Sineklerin Tanrısı’ndaki hırçınlığın ortaya çıkarmadığı şeklinde değerlendirilebilir fakat metnin sakinliğini yaşananlardan ziyade yazarın karakterine bağlı olduğunu düşünüyorum. Yazarın bu özelliği bir başka farklılığı; akıcı, nahif ve kırılgan üslubu ortaya çıkarıyor. Metnin bu özelliği Tanrısız Gençlik’i çok daha doğal kılıyor.
Kitabı zaman ve mekân üzerinden değerlendirdiğimizde II. Dünya Savaşı öncesi Almanya ve çevresindeki toplumların ele alındığını görüyoruz. Metin her ne kadar tarihsel bir kesiti ele alsa da psikolojik ve sosyolojik yönleriyle zaman ve mekânı aşıyor. Yazarın ele aldığı konuyu kabaca modernizmin etkisiyle sekülerleşen dünya anlayışı ve insani -ya da hümanist- değerlerden uzaklaşan yaşam biçimi şeklinde özetleyebiliriz. Eserin yazıldığı dönemin siyasi anlayışı ve toplumsal karşılıkları açıkça görülebiliyor. Yazar konuyu bir öğretmen ve öğrencileri üzerinden işliyor. Öğrencilerin belirli kazanımları elde etmesi için okul hayatı dışında kamplara götürüldüğü bir eğitim sistemi oluşturulmuştur. Kız ve erkeklerin ayrı olarak götürüldüğü bu etkinlikler öğretmenlerin gözetiminde gerçekleşmektedir. Romanın başkarakteri olan öğretmen okulundaki bir grup öğrenciyle kampa gider ve kamp sırasında kaybolan bir çocuk ölü olarak bulunur. Kamptaki bir başka çocuk cinayeti işlediğini söyleyerek suçu üstlenir. Mahkemeye çıkarılan çocuğun bazı konularda takındığı tutum öğretmeni şüphelendirir. Görünüşe göre cinayetin sebebi katil zanlısının günlüğünün okunmasıdır fakat günlüğü öğretmen okumuştur ve bunu kimse bilmemektedir. Cinayetin kendisi yüzünden olduğu düşüncesi öğretmenin içten içe suçluluk duymasına neden olur ve olayı aydınlatmak ister. Kitabın başından beri öğretmenin yaptığı karakter analizlerinin burada işe yaradığını görüyoruz. Bu yanıyla eser psikanalitik açıdan da değerlendirilebilir.
Metnin genel çerçevesi ırkçılık, emperyalizm, sömürgecilik, evrensellik, hümanizm ve din kavramları etrafında oluşturulmuş. Henüz II. Dünya Savaşı başlamamış olsa da Nazizm’in etkilerini (özellikle propaganda ile fanatizm ilişkisinin meydana getirdiği anlayışı) baskın şekilde görebiliyoruz. Dini ve ahlaki değinilerin yanı sıra felsefi ve psikolojik değerlendirmeler eseri zenginleştiriyor. Yazar bu kavramları idealize etmek yerine siyasi ve toplumsal yozlaşmayı anlatmak için kullanıyor. Kitabın bu özelliği gerçeklikle kurgu arasındaki makası daraltarak metni doğallaştırıyor. Okuma listesine ekleyenler için uyarmadan geçmeyelim; edebi açıdan oldukça keyifli olan metin boyunca uğrayacağınız metafor yağmuru için gerekli önlemleri almadan yola çıkmayın.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
12 Temmuz 2018 Perşembe
Vampir üzerine bir kitap arıyorsanız bu o kitap!
Vampirlerle ilgili hatırladığım ilk şey büyük kanallardan birinde, ana haber bülteninde çıkan “vampir özel programı”ydı. Sunucu köhne bir yerde vampirlerle ilgili onlarca korkutucu şeyi ballandıra ballandıra anlatıyordu. O küçük yaşımda ilgiyle izlemiş, sonra da tüm gece uyuyamamıştım. Muhayyel vampir tiplemelerimin kanımı emeceğini, açık pencereden birden üstüme atlamak suretiyle beni öldüreceklerini düşünerek sabahı zor etmiştim. O programın etkisini bir daha hiçbir kitap ya da filmde bulamayacağımı düşünüyordum. Oysa Türk Kültüründe Vampirler: Oburlar, Yalmavuzlar ve Diğerleri çocukluğumun korkulu rüyasını gençliğimde bana katbekat yaşattı. Hem de akademik bir dil ve kanıtlarla…
Kitabın büyüsü hala üzerimdeyken önce yazarlara değinmek istiyorum.
Mehmet Berk Yaltırık’ı Kayıp Rıhtım’ın müdavimleri iyi bilir; gerek Öykü Seçkisi’ndeki hikâyeleri gerekse de dosyalarıyla yazarlarımız arasında olup kendisi aynı zamanda ödüllü bir yazar ve araştırmacıdır. Seçkin Sarpkaya’nın ismine de Türklerin Şeytani Masalları kitabından aşinayız. Kendisinin Gates of Eternity adlı metal grubunun solisti olmasına ve internette küçük bir arama sonucunda çıkacak ilgi çekici makalelerine hafif bir kıskançlıkla hayran kaldığımı söylemeliyim. Bu iki yetenekli ve üretken yazarın bir araya gelmesini coşkuyla karşılıyor ve hemencecik kitaba geliyoruz.
Önsöz okumaktan çekinen, hatta sıkıcı bulan biriyseniz bu kitap fikrinizi tamamen değiştirecek. “İnsanoğlunun tarihi, aynı zamanda canavarların tarihidir,” cümlesiyle başlayan ve günümüz insanının eskiye dair inançlarını hala nasıl devam ettirdiğiyle devam eden yazı öyle keyifli ki önsöz böyleyse kitap nasıldır kim bilir dedirtiyor. Anlayacağınız Doğu Yücel’in cümlelerinin de kitaptan geri kalır yanı yok.
Kitap iki ana bölümden oluşuyor. Bunlardan ilki akademik kariyerini Türk Dili ve Edebiyatı alanında sürdüren Seçkin Sarpkaya’nın makalesi. Bu bölüm Sarpkaya’nın çalışmanın genel çerçevesini açıklamasıyla başlıyor ve ardından vampirin tanımıyla devam ediyor. Hiç vampir deyip geçmeyin, hele de aman kan emip sarımsakla kaçan yaratıklar hiç demeyin. Yerli ve yabancı kaynaklardan derlenmiş onlarca bilgi ışığında vampirler tamamen farklı bir yüze bürünüyor. Ölen şamanların bazen vampir olarak uyanacağını, vampirlerin farklı türlerinin olduğunu, hatta güllerin de vampirlerin korktuğu nesneler arasında olduğunu biliyor muydunuz? Ayrıca benim çok şaşırdığım bir bilgi olarak vampir kelimesinin etimolojik olarak Türk diline ait olduğu bilgisine vakıf mıydınız? Peki bazı Türk boylarında vampirlerin bulutları yutarak kuraklığa yol açtığına inanıldığı hiç aklınıza gelir miydi? Aslında bu incelememi daha fazla sürpriz bozanla süslemek istesem de kendimi durduruyorum, hoş durdurmasam da zaten eseri edinecekler hayret nidalarıyla kitabı okuyacaklar.
Sarpkaya’nın çizdiği vampir profili bizim bildiklerimizden çok farklı; bu yaratığı kendi halk masallarımızdaki canavarlarla özdeşleştirmiş ve detaylıca anlatmış. Okudukça vampir kültlerine mi hayran kalacaksınız yoksa Sarpkaya’nın detaycılığına ve özenine mi, varın buna siz karar verin. Lafı daha uzatmadan ikinci bölüme geçelim.
Bu bölümün ilk sayfalarında Evliya Çelebi’nin seyahatnamelerinden ve Şemseddin Sami’nin Kamus-i Turki eserinden vampirlerle ilgili alıntılar bizi karşılıyor. Osmanlı Tarihi’nde yazılmış, vampirlerle ilgili onlarca metinle çalışma devam ediyor. Bazı satırlar öyle hayret verici ki; mesela Bram Stoker’ın Drakula (1897) adlı romanını yazarken ünlü Türkolog Arminius Vambery’den edindiği bilgilerden yararlandığından ya da Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin vampir fetvalarından benim haberim yoktu. Ayrıca Yaltırık’ın sosyal medya aracılığıyla yaptığı derlemeler de hem yapılış yöntemi açısından hem gelen derlemeler itibariyle oldukça ilgi çekici. Yaltırık özellikle Balkan ve Osmanlı çevresinden o kadar fazla yazılı belge sunmuş ki kitaba inanmak istemiyorsunuz. Tüm tarih ve kültürlerde vampirlerin ne kadar yer kapladığına tekrar ve tekrar şaşırıyorsunuz. Yazar çalışmasının sonunda Türk Edebiyatı’ndaki vampirlere odaklanıp makalesini sonlandırıyor. Size de elde kalem, satın alınacak kitaplar listesi oluşturmak kalıyor.
Her iki bölüm için de bir genelleme yapmak gerekirse evet eser genel itibariyle Türk kültüründeki vampirleri inceliyor ama bambaşka coğrafyalardaki vampir ve canavar inanışlarını, yazılı belgeleri içinde topluyor. Yani elinizdeki kitap vampirler hakkında ilk kaynağınız olmaya aday.
Ömer Ünal’ın editörlüğünü yaptığı ve Haydar Barış Aybakır’ın yayına hazırladığı eserde küçük hatalar dahi görmedim. Ayrıca yayınevinin diğer kitaplarına göz attığımda da Türk Mitolojisi hakkında çeşitli kaynaklara ev sahipliğini yaptığını gördüm.
Hilal Arslan’ın tasarladığı kapaktaki fontların çeşitliliğini çok beğendim. Keza Güven Erkin Erkal’ın arka kapak yazısıyla çok uyumlu bir arka kapak da var. Fakat ön kapaktaki figürü o kadar benimseyemedim, yine de eğer cadı ve vampir mitlerinin karşılaştırıldığı bir anlatımı varsa (kitapta bu mesele üzerine çok duruluyor) ön kapak da çok başarılı oluyor o zaman. Geriye tek bir sorun kalıyor, o da yayınevinin kocaman kullanılan logosu… Sanki biraz daha minimal kalsa bu kadar göz yormazdı.
Eser içerik olarak çok etkili ve konsantre. Otuz beşinci sayfalarda çok uzun zaman okuduğumu düşünüp sayfa numarasına bakmıştım ve daha başlarda olduğumu fark etmiştim. Bunun kesinlikle akıcı olmamasıyla alakası yok; yazarların, alışageldiğimiz akademik metinlerin bir türlü bitmeyen giriş yazılarından ve dolaylı anlatım yollarından uzak durmalarıyla ilgili. Böyle olunca saf bilgi kalıyor ve mitleri öğrenmekten keyif alıyorsunuz. Yukarıda da değindiğim gibi eğer vampir üzerine bir kitap arıyorsanız bu o kitap!
Uygar Özdemir
* Bu yazı daha evvel Kayıp Rıhtım'da yayınlanmıştır.
Kitabın büyüsü hala üzerimdeyken önce yazarlara değinmek istiyorum.
Mehmet Berk Yaltırık’ı Kayıp Rıhtım’ın müdavimleri iyi bilir; gerek Öykü Seçkisi’ndeki hikâyeleri gerekse de dosyalarıyla yazarlarımız arasında olup kendisi aynı zamanda ödüllü bir yazar ve araştırmacıdır. Seçkin Sarpkaya’nın ismine de Türklerin Şeytani Masalları kitabından aşinayız. Kendisinin Gates of Eternity adlı metal grubunun solisti olmasına ve internette küçük bir arama sonucunda çıkacak ilgi çekici makalelerine hafif bir kıskançlıkla hayran kaldığımı söylemeliyim. Bu iki yetenekli ve üretken yazarın bir araya gelmesini coşkuyla karşılıyor ve hemencecik kitaba geliyoruz.
Önsöz okumaktan çekinen, hatta sıkıcı bulan biriyseniz bu kitap fikrinizi tamamen değiştirecek. “İnsanoğlunun tarihi, aynı zamanda canavarların tarihidir,” cümlesiyle başlayan ve günümüz insanının eskiye dair inançlarını hala nasıl devam ettirdiğiyle devam eden yazı öyle keyifli ki önsöz böyleyse kitap nasıldır kim bilir dedirtiyor. Anlayacağınız Doğu Yücel’in cümlelerinin de kitaptan geri kalır yanı yok.
Kitap iki ana bölümden oluşuyor. Bunlardan ilki akademik kariyerini Türk Dili ve Edebiyatı alanında sürdüren Seçkin Sarpkaya’nın makalesi. Bu bölüm Sarpkaya’nın çalışmanın genel çerçevesini açıklamasıyla başlıyor ve ardından vampirin tanımıyla devam ediyor. Hiç vampir deyip geçmeyin, hele de aman kan emip sarımsakla kaçan yaratıklar hiç demeyin. Yerli ve yabancı kaynaklardan derlenmiş onlarca bilgi ışığında vampirler tamamen farklı bir yüze bürünüyor. Ölen şamanların bazen vampir olarak uyanacağını, vampirlerin farklı türlerinin olduğunu, hatta güllerin de vampirlerin korktuğu nesneler arasında olduğunu biliyor muydunuz? Ayrıca benim çok şaşırdığım bir bilgi olarak vampir kelimesinin etimolojik olarak Türk diline ait olduğu bilgisine vakıf mıydınız? Peki bazı Türk boylarında vampirlerin bulutları yutarak kuraklığa yol açtığına inanıldığı hiç aklınıza gelir miydi? Aslında bu incelememi daha fazla sürpriz bozanla süslemek istesem de kendimi durduruyorum, hoş durdurmasam da zaten eseri edinecekler hayret nidalarıyla kitabı okuyacaklar.
Sarpkaya’nın çizdiği vampir profili bizim bildiklerimizden çok farklı; bu yaratığı kendi halk masallarımızdaki canavarlarla özdeşleştirmiş ve detaylıca anlatmış. Okudukça vampir kültlerine mi hayran kalacaksınız yoksa Sarpkaya’nın detaycılığına ve özenine mi, varın buna siz karar verin. Lafı daha uzatmadan ikinci bölüme geçelim.
Bu bölümün ilk sayfalarında Evliya Çelebi’nin seyahatnamelerinden ve Şemseddin Sami’nin Kamus-i Turki eserinden vampirlerle ilgili alıntılar bizi karşılıyor. Osmanlı Tarihi’nde yazılmış, vampirlerle ilgili onlarca metinle çalışma devam ediyor. Bazı satırlar öyle hayret verici ki; mesela Bram Stoker’ın Drakula (1897) adlı romanını yazarken ünlü Türkolog Arminius Vambery’den edindiği bilgilerden yararlandığından ya da Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin vampir fetvalarından benim haberim yoktu. Ayrıca Yaltırık’ın sosyal medya aracılığıyla yaptığı derlemeler de hem yapılış yöntemi açısından hem gelen derlemeler itibariyle oldukça ilgi çekici. Yaltırık özellikle Balkan ve Osmanlı çevresinden o kadar fazla yazılı belge sunmuş ki kitaba inanmak istemiyorsunuz. Tüm tarih ve kültürlerde vampirlerin ne kadar yer kapladığına tekrar ve tekrar şaşırıyorsunuz. Yazar çalışmasının sonunda Türk Edebiyatı’ndaki vampirlere odaklanıp makalesini sonlandırıyor. Size de elde kalem, satın alınacak kitaplar listesi oluşturmak kalıyor.
Her iki bölüm için de bir genelleme yapmak gerekirse evet eser genel itibariyle Türk kültüründeki vampirleri inceliyor ama bambaşka coğrafyalardaki vampir ve canavar inanışlarını, yazılı belgeleri içinde topluyor. Yani elinizdeki kitap vampirler hakkında ilk kaynağınız olmaya aday.
Ömer Ünal’ın editörlüğünü yaptığı ve Haydar Barış Aybakır’ın yayına hazırladığı eserde küçük hatalar dahi görmedim. Ayrıca yayınevinin diğer kitaplarına göz attığımda da Türk Mitolojisi hakkında çeşitli kaynaklara ev sahipliğini yaptığını gördüm.
Hilal Arslan’ın tasarladığı kapaktaki fontların çeşitliliğini çok beğendim. Keza Güven Erkin Erkal’ın arka kapak yazısıyla çok uyumlu bir arka kapak da var. Fakat ön kapaktaki figürü o kadar benimseyemedim, yine de eğer cadı ve vampir mitlerinin karşılaştırıldığı bir anlatımı varsa (kitapta bu mesele üzerine çok duruluyor) ön kapak da çok başarılı oluyor o zaman. Geriye tek bir sorun kalıyor, o da yayınevinin kocaman kullanılan logosu… Sanki biraz daha minimal kalsa bu kadar göz yormazdı.
Eser içerik olarak çok etkili ve konsantre. Otuz beşinci sayfalarda çok uzun zaman okuduğumu düşünüp sayfa numarasına bakmıştım ve daha başlarda olduğumu fark etmiştim. Bunun kesinlikle akıcı olmamasıyla alakası yok; yazarların, alışageldiğimiz akademik metinlerin bir türlü bitmeyen giriş yazılarından ve dolaylı anlatım yollarından uzak durmalarıyla ilgili. Böyle olunca saf bilgi kalıyor ve mitleri öğrenmekten keyif alıyorsunuz. Yukarıda da değindiğim gibi eğer vampir üzerine bir kitap arıyorsanız bu o kitap!
Uygar Özdemir
* Bu yazı daha evvel Kayıp Rıhtım'da yayınlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)