21 Ekim 2017 Cumartesi

Hayatının anlamıyla tanıştın mı?

Avusturya'nın tanınmış hukukçularından biri hastaneye kaldırılır. Damarlarından biri tıkanmıştır ve bacağının o bölümünde kangrenleşme görüldüğü için kesilmesine karar verilir. Ameliyattan bir süre sonra tek bacakla adım atma çalışmalarına başlar. Yataktan kalkarken çektiği acılar ve tek bacağının üzerinde hoplamaya çalışmasından sonra kendini tutamaz ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar: "Buna dayanamayacağım! Böyle sakat biri olarak yaşamanın hiçbir anlamı yok!"

Hastanede görevli olan ve söz konusu hukukçuyla da ilgilenmesi gereken Viktor Frankl, kasıtlı bir alaycılıkla ve sesini de yükselterek dünyanın en saygın hukukçularından biri olan bu yaşlı adama şöyle söyler: "Söyleyin bay başkan, kariyer yapabilmek için kısa ya da uzun mesafeli bir yarışa mı katılmaya hazırlanıyordunuz?"

Yaşanan kısa bir sessizlikten sonra Frankl'ın yüzüne şaşkın şaşkın bakan adam, yüzüne doğru koşan yeni cümlelerle iyice sarsılır: "Yani ancak bir koşucu olarak kariyer yapmak istiyorsanız sizi ve şu söylediklerinizi anlamakta zorlanmam. Ama işte bu durumda da hayatınızla kumar oynamış olurdunuz. Çünkü tam da bundan sonraki hayatınızın anlamının yerinde yeller esmeye başlardı. Ne kısa ne de uzun mesafeli bir koşucu olarak kim olduğunuza aldırış eden olurdu. Oysa hayatını olabilecek en mümkün şekilde anlamlı yaşamış olan, çalışmış, belli bir uzmanlık alanında etkili olmuş, isim yapmış sizin gibi birinin hayatı bir bacağını kaybettiğiniz için anlamını da mı kaybedecektir?"

Bu sorudan sonra yaşlı adam ağlamayı bırakıp derhal doğrulur ve yüzüne 'anlamlı' bir gülümseme gelir... Frankl için hiçbir hastalık insanın anlamı kaybetmesine, anlam yitimine sebep açamaz, açmamalıdır. İkinci Dünya Savaşı boyunca toplamda dört toplama kampından 'sağ çıkabilmiş' olan Viktor Frankl, logoterapi adını verdiği psikoterapi modelini de işte bunun için geliştirmiştir. Logoterapiye göre bir insanın özgürlüğünü en küçük oranda dahi olsa kısıtlayacak, koşullandıracak hiçbir şey yoktur. Hayatın anlamı insanın önündeki. Mühim olan o anlama ulaşabilecek keşifler yapmasıdır. Frankl, bu keşiflerin şu üç yolla olabileceğini söylüyor:

1. Bir eser veya iş ortaya koyarak.
2. Bir insanla iletişim kurarak ya da bir şey yaşayarak.
3. Acının kaçınılmazlığına, doğrudan bir tavır geliştirerek.

Nevroz her ne kadar korkutucu ve içinden çıkılamayacak bir durummuş gibi gözükse de Frankl için her çağın ayrı bir nevrozu var. Dolayısıyla her çağ, psikoterapiye ihtiyaç duymakta. Günümüzün iki büyük nevrozu ise şöyle: varoluşsal boşluk duygusu, yani anlam kaybı ve nihilizm.

Say Yayınları etiketiyle ilk baskısını 2014 yılında yapan "Hayatın Anlamı ve Psikoterapi", yaptığı çevirilerle çok sayıda ödül kazanmış Veysel Atayman'ın hüneriyle dilimize kazandırılmıştı. Kitap 2016 yılında ikinci baskısını yaptı. Atayman'ın mevzuya hâkimiyeti, kitabı kolay okunabilir kılıyor. Psikoloji ve psikiyatri konulu kitapların dilimize kazandırılması elbette zor. Ancak Türk okuyucusunun bu tip kitaplarla bir an evvel buluşması gerekiyor.

Kitap, Frankl'ın bir otobiyografi denemesiyle başlıyor. "İnsanın Anlam Arayışı" kitabını okuyanlar bilhassa bu bölümü daha önce okuduklarını düşünebilir ancak bu deneme daha farklı, daha içsel. Freud'un düşüncelerine ne noktalarda karşı çıktığını, Adler'in bireysel psikolojisinden ne türde farklılaştığını ve nihayet kendi ekolünü nasıl kurduğunu açık açık anlatıyor. Biyografisini bitirirken kendi hayatının anlamını nasıl bulduğuna temas ediyor. Who Is Who dergisinin "Hayatın anlamı nedir?" soruşturmasına yazdığı cevabı söylemeden, bu soruyu öğrencilerine yöneltir gibi "Sizce cevap olarak ne yazmış olabilirim?" diye soruyor. Berkeley Üniversitesi'nden bir öğrenci yerinden fırlıyor ve "Siz hayatınızın anlamını başkalarına yardım etmekte, hayatınızda bir anlam görmekte buldunuz." diyor. Frankl, dergi soruşturmasına verdiği cevabın bu neredeyse bu cümlenin aynısı olduğunu söylüyor.

Kitabın en geniş bölümü, 1946'da bir Viyana halk yüksekokulunda verilen üç konferans metnini kapsıyor. Çözüm üretme konusunda dünya edebiyatından ve felsefeden sıkça yararlanan isimlerden biri Frankl. İnsanın dünyayı anlamlandırma noktasında en çok yararlanacağı kaynağın bilinç olduğunu vurgularken Nietzsche'nin "Yaşamak için bir niçini, nedeni olan kişi hemen hemen her nasıla katlanır" cümlesini hatırlatıyor. Ölümün bile anlamlı olabileceğine ilişkin yorumunu yaparken ise Rilke'nin "insanın kendi ölümünü ölmesi" tanımını genişletiyor.

Frankl'ın dinleyicilerine ve okuyucularına yönelttiği en önemli soru(n)lardan biri şudur: Bir insanın bütün sorunlarıyla birlikte ayakta kalabilmesi için gereken biricik şansı, neden ortak bir anlam bulup çıkarmak adına ortak bir irade koymak olmasın? Ve bu sorunun hemen ardından verdiği sarsıcı ve tamamlayıcı cevabı şu olur: Günün birinde, toplama kamplarının bulunmadığı bir dünyada yaşamamız için biricik şansımız da bu değil mi?

Şimdi gelin, bu soru ve cevabın tamamen gerçek bir hikâyesini okuyalım: "Theresienstadt Toplama Kampı'nda bine yakın genç insan başka bir yere götürülmek üzere ötekilerden ayrılmıştı; ertesi sabah trenle Auschwitz Toplama Kampı'na doğru yola çıkartılacaklardı. O sabah kampın kitaplığına gizlice girildiği tespit edildi. Ölüme mahkûm genç adamlardan her biri en sevdiği yazarın kitabını, ayrıca bilimsel kitapları da sırt çantasına sokmuştu. Bilinmeyen bir yere yolculuğun öncesinde (iyi ki bilmiyorlardı) yolculuk için yanlarına aldıkları kitaplardı kısacası. Şimdi kimse çıkıp bana "önce gırtla sonra ahlak gelir" demesin." [sf. 155]

İnsanın hangi durumda olursa daima anlam peşinde koştuğunu, bunu çoğu zaman fark etmediğini söylüyor Frankl. Anlamın izlerini bulmak yolundaki en büyük aracın ise vicdan olduğunu belirtiyor. Böylece vicdan, anlamın içine 'yerleştirilmiş' bir 'organ' görevi görüyor: anlam organı. Gerçekliğin arkasındaki anlam imkânlarını aydınlatan bir organ. Gerçekliği anlam imkânı içinde saydamlaştıran bir organ.

Yukarıda, bir eser veya iş ortaya koymanın, logoterapi modelinin bir yöntemi olduğunu yazmıştık. Frankl, 'hayatın anlamla dolması'na dair bazen bir işin veya bir yapıtın ne kadar değerli olabileceğini şöyle anlatıyor: "Georg Moser bundan birkaç yıl evvel devlet üstün hizmet ödülüne layık görülen bir temizlik işçisinden söz etmişti. "Sorumlusu olduğu çöp atıklarının içinden oyuncakları bulup ayıklıyor, akşamları evde onları tamir ediyor, derleyip toparlıyor ve ihtiyacı olan çocuklara armağan ediyordu bunları. Tamir etme, parçaları yerli yerine koyma yeteneği olan bu adam, düzene sokma uğraşının zaten anlamlı olan özelliğine ikinci, bu kez çok daha bir anlam yerleştirmiş oluyordu." [sf. 177]

87 yaşına giren bir insanı düşünelim. Her günün bir armağan olduğunu bilerek gökyüzüne ve parka bakabilmekten haz duyduğunu, ağaçlarla konuşmaktan ve beş çayı için arkadaşlarını ağırlamaktan büyük keyif aldığını. Ama aynı zamanda bu insanın duyma engelli olduğunu da düşünelim. 87 yılın verdiği ağırlıkla yürüyemese de konuşamasa da duyamasa da "olsun, düşünebiliyorum, buna hakikaten çok ama çok müteşekkirim" diyebilen bir insanı. Hayatın(ın) anlamıyla ne kadar muhteşem bir buluşma öyle değil mi? Yaşanan her âna müteşekkir olmak, adeta zamanın her salisesine bir şükür...

18 yaşındayken bir markete alışveriş yapmak için giden bir kadın. Yolda ateşli bir silahla vuruluyor, C4 servikal segment denen hayati bölge hasara uğruyor, dolayısıyla artık kollarını kullanamıyor. 22 yaşına dek tedavi görüyor. Hayatta aradığı anlama nasıl kavuşmuş biliyor musunuz? Dişlerinin arasına sıkıştırdığı bir çubuğun yardımıyla. Herhangi bir insanın sorunlarına, dertlerine ilişkin okuduğu gazete sayfalarını, TV haberlerini not edip, bu insanlara mektuplar yazarak, teselli ve cesaret aşılayarak...

Şunu çok duyarız: geçirdiğim kazadan sonra hayatım değişti, hayatımı değiştirdim... İşte bir vaka: 31 yaşındaki bir işçi geçirdiği yüksek voltaj çarpması sonucu çok özel bir tedavi sonrasında hayatta kalabilmiş. Ancak kangrenden ötürü kolları ve bacakları kesilmiş. Büyük acılar, büyük ağlayışlar, ölmek istemelerle geçmiş tedavisi. Frankl'ın anlattığına göre bu hastayla ilgilenen bir kız psikiyatr, logoterapi uygular ve ona kendi hayatının anlamını buldurabilecek bir kıvılcım arar. Nihayet bir süre sonra kendisine özel donanımlı bir araç temin edilir ve arabayla ailesine Amerika'yı gezdirebileceği söylenir. İşçinin yorumu şöyle: "Başıma gelen kazadan önce ruhum bomboştu. Hep sarhoştum ve can sıkıntısından ölüyordum. İşte artık şimdi gerçekten mutlu olmanın ne demek olduğunu biliyorum."

Hayatın Anlamı ve Psikoterapi'de, Viktor Frankl'ın 10 Mart 1988 tarihinde aldığı Avusturya Bilim ve Sanat Onur Nişanı vesilesiyle Viyana'da verdiği konferansın da metni var. Frankl konferansın sonunda, dünya çapında tanınan ilk psikiyatri profesörlerinden Ernst von Feuchtersleben'in bir sözünü söyler ve bırakır. Naçizane, orada bırakmak isterim: "Sahici düşünür düşüncenin sınırlarını bulmaktan memnundur. Bu sınırı çeken şey, bilgece bir öngörüdür; çünkü insanın, düşüncesinin sınıra dayandığı yerde eyleme başlaması gerekir; çünkü bu amaçla vardır."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

19 Ekim 2017 Perşembe

Bir ailenin iki dönemi ve dünya hâlleri

"Kuşlar gibi cıvıldar
Tattırdığın acılar."

- Cemal Süreya

Bazı yazarlar vardır, yeni bir kitap yazdığında bizlere çocukça bir mutluluk verir. Mustafa Kutlu benim için o yazarlardan biri. Elimin altında bir Kutlu kitabı olunca, kendimi sığınabilecek bir limana sahipmişim gibi hissediyorum. Yazarla bazı fikirlerimizin uyuşmaması buna engel olmuyor. Kütüphanemde okunmayı bekleyen bir Mustafa Kutlu kitabı, hem kitap okuma şevkimi tazeliyor hem de kitap okuma cesareti veriyor. Fakat tüm kitaplarını okuduğum için, artık bu durumu sadece yazarın yeni bir kitabı çıktığında yaşıyorum. “Tarla Kuşunun Sesi”nde de böyle hissettim; fakat çıktığı gibi almama rağmen daha fazla rafta durmasına gönlüm razı olmadı. Hemen okudum.

Kutlu’nun her kitabı gibi, Dergâh Yayınları’ndan neşredilen “Tarla Kuşunun Sesi”, yazarın en hacimli kitaplarından biri. 224 sayfadan oluşuyor. Kutlu’nun daha önceki kitaplarında karşımıza çok az çıkan, -Ya Tahammül Ya Sefer, Huzursuz Bacak gibi- yazarın dünya görüşünü ve siyasi fikirlerini açıkça yansıtmasına bu kitapta bolca şahit oluyoruz. Aslında yazar her kitabında ne düşündüğünü okura anlatıyor fakat yukarıda adını andığım eserlerde ve “Tarla Kuşunun Sesi”nde bu durumu çok daha fazla görebiliyoruz.

Eser iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde yaşlı, huysuz, sürekli didişen ama birbirini de seven iki ihtiyarın, Molla Murat ve Mustafendi’nin kahvede etrafını çevreleyen kişilere bir destan anlatır gibi, halk hikâyesi anlatır gibi, Molla Murat’ın geçmişini, o anda artık yaşlı bir adam olan Molla’nın çocukluk, gençlik, yetişkinlik zamanlarını anlatışlarına, kısacası Molla’nın hikâyesine tanıklık ediyoruz. Güçlü, kuvvetli, biraz kaba saba, tam bir yörük delikanlısı olan Murat’ın askerlikten sonra nasıl ‘Molla’ olduğunu dinliyoruz. Dinliyoruz diyorum; çünkü yazarın en büyük özelliklerinden biri olan, okuru hikâyenin geçtiği zamana götürme özelliği bu kitapta da karşımıza çıkıyor. Sanki, bu iki ihtiyar konuşurken o kahvede bir köşede, elimizde kahveci Şerafettin’in yaptığı bol köpüklü kahveyle olaya dâhil oluyoruz.

Molla Murat’ın çocukluğu ve gençliği –yani kitabın ilk bölümü- Sultan Abdülhamit devrinde geçiyor. Siyasi ve sosyal olarak Osmanlı’nın, belki de dünyanın en karışık zamanlarından biri olan İkinci Abdülhamit devrinde birçok olaya tanıklık ediyoruz. Kutlu buralarda Molla’nın hikâyesini anlatırken veya kahramanlarına anlattırırken, kurgusunun içine İkinci Meşrutiyet, Jön Türkler, İttihat ve Terakki gibi kişiler, oluşumlar ve olaylar hakkında da fikirlerini açıklıyor. Bunları zaman zaman günümüzdeki durumla da kıyaslamayı ihmal etmiyor. Özellikle kitabın ilk bölümünde, şimdiki zamanla çok tanıdık sahnelere şahit oluyoruz:

Vali gönül rahatlığı ile sedire dönüp bir az şekerli kahve söylemiş. ‘Arkadaş bizim valiliğin sonu geldi galiba. Amaan, inceldiği yerden kopsun’ deyivermiş. Bakın o günlerde bir fukara vali dahi devletin temellerine kibrit suyu döküldüğünü seziyor ama harekete geçemiyor. Bu bizde yaygın bir şeydir. Bugün bile böyledir.

Mustafa Kutlu’nun görüşlerini onu takip edenler bilecektir. Yazar, daima toprağın önemine dikkat çeker ve radikal bir şekilde tarım toplumuna dönersek kurtuluşumuzun başlayacağını söyler. Bu kitapta toprağa daha da önem veriyor. Savaş zamanı zorluklarını anlatırken Molla Murat’ın ne olursa olsun topraklarını satmamasını, çözümü başka yerlerde aramasını yüceltiyor ve toprağın hayat demek olduğunu, asla satılmaması gerektiğini ve topraktan geldiğimizi sık sık vurguluyor. Bunları gerek kurgunun içinde Molla’nın ağzından, gerek kitaplarında sık sık başvurduğu şekilde araya girip direkt kendi fikrini söyleyerek gerçekleştiriyor.

Arka planda bir Murat ile Saliha aşkı görüyoruz. Mustafa Kutlu aşkı öyle ince; bağlılığı, yarım kalmışlığı kadere teslimiyetle harmanlayarak öyle güzel anlatıyor ki, insan bugünlerin birçok ilişkisine baktığında ne diyeceğini bilemiyor:

Saliha:
-Mutlu musun?
Murat ona kederle baktı:
-Mutluluk ne demek?
-Anlarsın.
--Bilmiyorum, ama çok şükür.
Kız üzerine gitti.
-Mutlu musun Murat?
Murat onun gözlerinin içine baktı. Artık beni anla diyen bir sesle:
-Huzurluyum, dedi.
-Yani.
-Yani yara kanıyor. Varsın kanasın. Ne demiş ulu bir zat: ‘Derdim bana derman imiş’. Yaramızı yalayarak yaşayacağız Saliha. Şikâyete lüzum yok.

Bu bölümde, Molla Murat ve Mustafendi konuşurken konu ara ara Cumhuriyet devrine, Medine fatihi, çöl kaplanı lakaplı Fahrettin Paşa’ya, Sultan Vahdettin’e, Yunan işgaline, inkılaplara geliyor. Kutlu fikirlerini aralara sırıtmayacak bir şekilde yerleştiriyor ve eleştirilerini de incelikle kitabına aktarıyor. Özellikle harf değişikliği konusundaki kısmın dikkate değer olduğunu düşünüyorum:

Şöyle: Madem Latin alfabesi isteniyor, tamam. O da gelsin. Ama Arap alfabesi devam etsin. Her iki alfabe ile yazılmış tüm eserler milletin emrine verilsin. Nasıl büyük bir zenginliktir bu.

Kitabın ikinci bölümü ‘Kayıp Tarih’ adını taşıyor ve bu kısımda Molla’nın torununun çocuklarının hayatı, tek tek, kimisi derinlemesine kimisi daha yüzeysel anlatılıyor. Kutlu burada daha başında bu devrin adını ‘kayıp’ olarak koyuyor ve Molla’nın torunu Hamit’in her oğlunun yaptıklarını, yaşadıklarını dönemin eleştirisiyle birlikte okura sunuyor. Burada bir kuşak karşılaştırmasına, dönem karşılaştırmasına ve değişen dünyayla ilgili fikirlere rastlıyoruz.

Nispeten daha kısa olan bu bölümde Mustafa Kutlu, para hırsının ve iktidar arzusunun kişiyi nasıl insanlıktan çıkardığını, aile ilişkilerinin nasıl kopmayla sonuçlandığını iyice inceliyor ve satır aralarında okurlara ders vermeyi ihmal etmiyor. Bir hikâye kitabı olan “Tarla Kuşunun Sesi” aslında birçok kitaptan daha öğretici bir okumayı okura sunuyor.

Eser, Kutlu’nun en iyi eseri diyemem; fakat yazarın daha az kullandığı bir tarzda olduğu için kıymetli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bir dönemi hikâye şeklinde okumak da –çok derinlemesine olmasa da- okuru bilgilendirebiliyor. Belki de bu kitapta yarım kalan hayatlar, yazarın ileriki kitaplarında karşımıza çıkacaktır.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

17 Ekim 2017 Salı

Kendi sesinin gücüne inanmaya çağrı

Sessiz Kalma’nın açılışı hızlı ve çarpıcı: Genç insanlar, akşamın ilerleyen saatlerinde birlikte eğlenmek ve dans etmek için bir partide buluşuyor. Birbiriyle flört edenler, kendini müziğin ritmine bırakanlar, sohbet edenler, ‘Ben neden buradayım?’ diye soranlar; kısacası partide herkes var. Gecenin ilerleyen saatlerinde partide kavga çıkıyor ve silahlar konuşuyor. Parti, siyahilerin yaşadığı, beyazlar tarafından getto olarak adlandırılan mahallelerden birinde. Çete hesaplaşmaları yine geceye damgasını vuruyor.

Starr ve partide karşılaştığı çocukluk arkadaşı Khalil, silahların ortaya çıkmasıyla birlikte partiden ayrılmaya karar veriyorlar. Eski günlerden söz ederek yolda giderlerken, iki beyaz polis aracı tarafından durduruluyorlar ve kısa süre sonra polislerden biri Khalil’i öldürüyor. Starr, arkadaşını öldüren polisin yaka numarasını ezberliyor: Bir-on-beş. Aslında bu, otomatik bir tepki. Siyahi çocuklar, polisle karşı karşıya gelebilecekleri durumlarda ne yapmaları gerektiğiyle ilgili aileleri tarafından eğitiliyorlar.

"Sana söylenen neyse onu yap. Ellerini görünür bir yerde tut. Ani hareketlerde bulunma. Sadece onlar seninle konuştuğunda konuş."

Kurallar basit ancak Khalil’i hayatta tutmaya yetmiyorlar. İronik bir şekilde, Khalil’in sona eren hayatıyla aynı anda Starr için yeni bir hikaye başlıyor. Starr, uzun haftalara yayılan bir içsel sorgulamaya giriyor, bu sorgulama sırasında ona adalet, hak, haksızlık, azınlık, siyahi olmak gibi birçok kavram eşlik ediyor. Khalil’in öldürülmesi sonrası açılan soruşturma sırasındaki gelişmeler, Khalil’e yüklenmeye çalışılan suçlar, Khalil’in ölmeyi hak edecek biri olduğunun düşünülmesi için yayılan yalan haberler; kısaca, çoğunluğun sesi baskın çıkıyor, Starr ise tanıklık ettiği ölümlerden doğan korkuyla sessizliğini koruyor: "Sorun buydu. İnsanların bir şeyler söylemelerine izin veriyorduk ve sonra da o kadar sık söylüyorlardı ki bunları söylemek onlar için sıkıntı yaratmıyor ve bizim için de normal hale geliyordu. Sessiz kalmaman gereken durumlarda sesini çıkarmayacaksan sesinin olmasının faydası ne?"

Gücü elinde bulunduran çoğunluk, gücünün sınırsızlığını, azınlıkta kalmış olanlar üzerinden her fırsatta yeniden meşrulaştırıyor.

Sessiz Kalma’da hikayeye dahil olan tüm karakterler, okura bir şey anlatma sorumluluğunu üstlenmiş durumda. Starr, polis şiddeti karşısındaki korkusu ile öldürülen arkadaşları için bir şey yapma isteği arasında bocalıyor ve bir seçim yapıyor. Starr’ın babası, uzun yıllar siyahi olmanın getirdiği tüm olumsuzluklarını yaşamış, yılmamış ve hem kendisi hem de ailesi için huzurlu bir hayat kurmayı başarmış. Ancak mahallesi için hâlâ bir şeyler yapması gerektiğinin farkında. Starr’ın dayısı, siyahi bir polis. Azınlık arasındaki seçkin çoğunluk taraftarlarından değil, iki tarafa da ait olamamanın izlerini taşıyor. Oprah bir aktivist ve avukat; Starr ile ailesine yol gösteriyor ve cesaret veriyor. Starr’ın arkadaşı Hailey, medyadan duyduklarına ve insanlar tarafından çıkarılan söylentilere inanmayı seçiyor. Karakterlerden ve onların hikayedeki konumlandırmalarından bahsetmemin elbette bir nedeni var: Yazar, okura, yaşananların, çete savaşlarının, haksız ölümlerin, toplumdaki ayrışmanın ve tüm bunların yarattığı her türlü etkinin tüm karakterlere yansımalarını takip etme fırsatı sunuyor. Yaşananlar, gerçek hayatta da olduğu gibi, herkesin aynasına farkı açıyla yansıyor ve olaylar da bu farklı açı nedeniyle birbirinden bambaşka şekillerde yorumlanabiliyor.

Sessiz Kalma’yı okurken, kendi sessiz kaldıklarınız üzerine düşünmek zorunda kalabilirsiniz. Bu hikayede anlatılan tüm detaylar bir yanıyla oldukça gerçekçi; siyahilerin 2017 yılında bile polis şiddetine maruz kaldıklarını biliyoruz. Peki, bizim siyahilerimiz kim? İçinde yaşadığımız dünyanın ve toplumun siyahi ilan ettiklerinin sayısını günden güne artırıyor. Sessiz Kalma, herkesi, kendi sesinin gücüne yeniden inanmaya çağırıyor.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal
* Bu yazı daha evvel sabitfikir.com'da yayınlanmıştır.

12 Ekim 2017 Perşembe

Sanal ortamın aşkı/ıstırabı ne kadar gerçek?

Ne onunla ne onsuz dediğimiz kavramlar arasında çabucak yerini alan çağın buluşu tanımı ve çağın vebası benzetmesi arasında gidip geldiğimiz “internet” gerçeği üzerine ortaya konulmuş bir eser Sanal Aşk.

Kemal Sayar psikiyatri ilminin şahsına münhasır bir uzmanı. Mesleki kariyerinde ki yeterliliklerin yanı sıra, sanata yakın duruşu, şiire özel ilgisiyle hepimizin güvenini ve sevgisini kazanmış bir uzman. İnternet çağının getirilerini ve götürülerini bizlere bir kitap altında toplamış. Konferanslarından birinde “Sanal Aşk, gözlemlerimden ve bana gelen soru-sorunlardan yola çıkarak yazılmıştır” şeklinde özetlemişti eserin var oluş serüvenini anlatırken.

Herkesin önündeki ekrana baktığı bir dünyada kimse kimsenin yüzüne bakmıyor demektir.

Ailedeki herkesin elinde bir iletişim aracı ve bu aracın sanal mutluluğundaki görünmez pranganın iletişimimizi negatif etkilemesine işaret ediyor.

Yalnız ve sevilmeye aç ruhların ‘beni sev!’ diye haykırdığı bir ruhlar panayırına dönüyor sosyal medya ağları” diyor ve ekliyor Sn. Kemal Sayar:

Twitter, Facebook, İnstangram, Whatsapp gibi sayıları her gün artan birçok uygulamaya bizi sanal âlemde daha fazla vakit harcamaya yönlendiriyor. Caddede bir caddeden bir sokaktan diğerine geçer gibi farklı uygulamalara girip çıkıyoruz. Hangi uygulamanın daha çok kullanıldığı hem dönemsel hem de bireysel tercihlere bağlı olarak değişebiliyor. Öyle büyük bir çeşitlilik var ki paylaşımlarda, bir genelleme yapmak neredeyse imkânsız. Ama iki temel motivasyon çok dikkat çekiyor. Birincisi görülme ve beğenilme isteği, diğeri de bir kimlik yaratma çabası.

Sosyal ağlarda yüz yüze görmediğimiz birine hakiki manada âşık olunabilir mi? Bunun sakıncaları nelerdir? Bu soruların cevabına uzun uzun değiniyor. Sanal aldatma konusunda önemli uyarıları olan uzman, genelde erkekler için bilinen tek eşliliğe sadık olmama rolünün sanal gerçeklikte kadına da geçiş yaptığını aktarıyor.

İnsanların gerçeklik dışı her türlü abartıya ve kendini olduğundan farklı göstermeye müsait olduğu sanal dünyada kişilerin aldatmaya ve aldanmaya açık ve savunmasız olduğunu belirtiyor bize. Kendini ön plana çıkarma doyumunun yanı sıra sosyal yapıdaki insanlar için de bir sığınak olan sanal iletişim tedavi olunması gereken durumların bu ortamda tatmini ve iyileştirmeye yönelik değil derinleşen bir sorun olduğunu belirtiyor. Gittiğimiz her yerde herkese her şeye hâkim olmanın getirdiği kolaylığın herkes tarafından kolayca ulaşılabilme kısmıyla özgürlüğümüzün sınırlandırmasını iki tarafı keskin bıçak olarak nitelendiriyor.

Mahremiyetin kaybolduğu neredeyse kimlik bilgilerine bile bir tuşla ulaşıldığı gerçeğini, bilgisayar oyunlarının vakit hırsızlığının ötesinde kurgulu ve insanı yönlendirmeye dair bir planın parçası olması ve bağımlı haline getirmesinin daha başka sebep-sonuç ilişkilerinden örneklemeler ile bizlere yansıtıyor Sanal Aşk kitabı.

Flörtleşmenin uygun bulunmadığı örf ve dini anlayışta bir seçenek olarak karşımıza çıkan sanal birlikteliklerin toplum ahlakını nasıl yerle bir ettiğini ve beğenilme arzusunun narsizm kokan hastalıklara davetiye çıkardığını vurguluyor ve ekliyor Sn. Sayar: “Teknoloji özel yaşantımızı elimizden aldığı gibi, yalnız kalma yeteneğimizi de elimizden almaktadır… Televizyon can sıkıntısı üretimini nasıl elimizden alıyorsa internet de yalnız kalma üretimini baltalamak açısından o denli güçlüdür. Toplumsal bağlantılar kurma açısından avantajlar sunsa da Facebook sanal arkadaşlıkların bağını gerçek sanılması için arkadaşların ile hatıralarına göz at diye mesajlar gönderiyor zaman zaman.

Sanal gerçekliğin bizimle yakın ilişki kurmasının altında güven telkin etme -daha çok paylaş daha fazla benimle vakit geçir- komutuyla bağımlılığımızı arttırmayı mı hedefliyor? Gerçekte kim ne kadar beğenmiş kim yorum yapmış derdinde olmanın bile arkadaşlık kavramından uzak bir alışveriş mantığı mı güdüyor? Tatil fotoğraflarının ruh haline göre seçilen profillerin kişiliğimizi elverdiğine dair bir gerçek var mı? Bu soruların yanıtlarını detaylıca veren Sayar, Sosyal ağların bağımlılığını modern kölelik olarak tanımlıyor.

Akışkan tüketim başlığı altında; tüketim hızının ihtiyaçlardan çıkıp müsrifliğe dönüşmesinin, komşuluk akrabalık ilişkilerinin zayıflamasının nedenlerini sosyal ağlar açısından ele alınmış eserde. Özellikle orta yaş üstü olanların aşina olduğu bakkal kültürünün -çeşit yok ürün pahalı- mantığı ile süpermarketlere yönlendirilmesinin gerçek sebep ve sonuçları nedir? Devasa alışveriş merkezlerine asli ihtiyaçlar için gidildiği ve gözümüzün gördüğü hemen her şeyin bir anda nasıl ihtiyaca dönüştüğünün farkında mıyız? Kredi kartı kullanımı neden bu kadar yaygın? Lüksün ihtiyaca dâhil edilmesiyle kadının çalışma ortamına çekilmesi ve ailede ki kimlik bunalımı yaşanıyor mu ailelerde? Kapitalizm zincirindeki halkaları oluşturan bu soruların yanıtlarını faydamıza sunmuş Sn. Kemal Sayar.

Ailede olması gereken paylaşımın karşılıklı güç gösterisine dönüşmesinden en çok da çocukların zararlı çıktığı gerçeği de yine bu anne ve baba rol modelinde ki karmaşaların evliliklerin yapısında ki bozulmaların nedenlerini oluşturabileceğine dair yapılan araştırmaların detaylı aktarımlarına da ulaşabiliriz kitabı edindiğimizde.

İçselleşmeye olan özlemi ve içsel yolculuğun kendini tanımaktan yola çıkarak birlikte yaşamak durumunda olduğumuz insanlar ile kaynaşmaya ve anlaşmaya doğru bir gelişmedir. Tefekküre dalan ve düş kuran bir ruhta uçsuz bucaksız bir içsellik gelişir. Bu uçsuz bucaksızlık içselliğin fethidir ve içsellik ne kadar derinleşirse büyüklük de o ölçüde gelişir dünyada. Ne kadar paradoksal gelirse gelsin gözlerimizin önüne serilen dünyaya ilişkin bazı ifadelere gerçek anlamını veren işte bu uçsuz bucaksızlıktır.

İnternet bağımlılığının beynimizin olumsuz yöndeki etkilerini, yapılan araştırmalar ile bize aktaran Kemal Sayar, aynı zamanda dikkat dağınıklığı sebebiyle trafik kazalarında bile olumsuz faktör olarak önümüze çıkması konusunda uyarıyor bizleri. Bağımlılığın bizi kontrol etmesine izin verdiğimiz takdirde doğru hüküm verebilme mantıklı kararlar alabilme yetimizin körelmesi olasılığının varlığından haberdar ediyor okurlarını. Görünen o ki teknolojinin bütün olumsuzluklarına rağmen uzak kalamıyoruz ve kalmayacağız da. Uzmanlarımızın tavsiyelerinden yola çıkarak; eğer ki bu yeniliğin hüsrana ve yıkımlara sebep olmasını istemiyorsak, kontrolü elimizden bırakmamalıyız.

Bu kitabın önemi de burada daha net ortaya çıkıyor. "Bizleri olası faydalar içinde birçok zarar bekliyor bunu bilelim ve tedbir alalım. İnternet ve sosyal ağları ruh ve kişilik sorunlarımıza derman aradığımız bir yer olarak değil, bilgi-haberleşme aracı olarak kullanırken bile temkini elden bırakmayalım!" şeklinde uyarıyor.

Sanal Aşk kitabının incelemesini Kemal Sayar hocanın şu soru cümlesiyle bitirelim:

Kullanan mı yoksa kullanılan mıyız?

Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_

11 Ekim 2017 Çarşamba

Felsefe ölüm hakkında neler söyler?

"Hiçbir insana ölümünden sonrasına dek mutlu demeyin."
- Epikuros

"Ölüm yaşamın içindeki bir olay değildir. Ölüm yaşanmaz."
- Ludwig Wittgenstein

"Sadece, gerçekleştiğinde orada olmak istemiyorum, hepsi bu."
- Woody Allen

Ölümü ve felsefeyi buluşturan bir şiir var mı diye düşündüğümde aklıma en önce İsmet Özel'in Üç Firenk Havası geliyor. Bu havanın ilk bölümü Capriccio Alum ismindedir, şöyle der şair: "Bize ne başkasının ölümünden demeyiz / çünkü başka insanların ölümü / en gizli mesleğidir hepimizin / başka ölümler çeker bizi / ve bazen başkaları / ölümü çeker bizim için."

Ölüm; edebiyat, sinema, mimarî gibi birçok sanatı kendine çekmiş, kendi felsefesini oluşturmuş bir vaka. Kimine göre yaşamın anlamı ölmek. Kimine göreyse insan ölümle buluşmadan yaşamış olmuyor. Editörleri Robert C. Solomon ve Jeff Malpas olan Ölüm ve Felsefe, bizi sarsılmaya davet ediyor: "Yaşamdaki tüm savaşlar ölümledir."

Mart 2006'da çıktıktan sonra çok uzun bir süre yeni baskısı yapılmayan kitap yeni bir yüzle karşıladı okuyucu. İthaki Yayınları'nın Ağustos 2017'de Nur Küçük çevirisiyle yeniden okuyucuya sunduğu Ölüm ve Felsefe, okuyana sorular soran, kimi zaman yoran, kimi zamansa düşüncenin dinlendiriciliği içinde yoğuran bir kitap. 14 bölümden oluşuyor, 344 sayfa. Bazı bölümler, başlıklarıyla bile dikkat çekici: Ölümüm, ölüme karşı, ölümün sözümona önemsizliği üzerine, klasik Taoculukta dönüşüm olarak ölüm, ölüm ve aydınlanma, ölüm ve ayrılma, ölüm ve metafizik...

13 unvan sahibi düşünür, 'Yeni Zelanda'da, Auckland'ın kuzeyindeki Adalar Körfezi'nde 'denize, kumsala, huzur veren yeşil tepelere hakim' bir yerde toplanıyor. Hepsi ölüm ve felsefe üzerine farklı bir konuda akademik tabirle düşündüklerini 'sunuyor' ve ortaya bu güzel kitap çıkıyor. "Henüz yaşamı anlamıyorsan, ölümü nasıl anlayabilirsin?" diye soranı da var, "Niçin hep var olan var da Yokluk yok?" diye düşündüreni de. Kitabın sayfaları ilerledikçe biz 'doğu insanları' olarak şaşırtıcı metinlerle karşılaşmamız mümkün. Mesela şu cümlelere dikkat: "Ölümlüler insandır. Onlara ölümlü denir, çünkü ölebilirler. Ölmek demek ölüme yetenekli olmak demektir. Yalnızca insan ölür. Hayvan yok olur. Ne önünde ne arkasında ölüm yoktur."

Tüm bu cümleleri Âşık Yunus tek bir dizesiyle, "Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez" diyerek özetlemiş bize çağlar evvelinden. Biz elbette ne kendimize ait ne de dışarıya ait bu tip metinleri düşünce dünyamızda bir araya getirmekten kaçtığımız için hâlâ bu sorularla meşgul olmuyoruz, olamıyoruz. Felsefeden korkuyoruz. Zaten bizde makbul olan işlerin sonunda hep felsefe yapmamak, edebiyat yapmamak var. Bu yüzden dizilerden mahalle kahvehanelerine kadar çok düşünüp konuşana daima "Bana felsefe yapma" denir, edebiyat yapmak bir alay konusudur. "Şair misin be?" bizim düşünce dünyamızın son yüz yılının geldiği noktayı ortaya koyan soru cümlelerinden sadece biridir. Bu konuyu daha fazla deşmeyip, kitaba dönelim.

Ölüm ve yaşam söz konusu olduğunda -özellikle de ölüm- doğu inançlarının ve düşünce sistemlerinin yorumlarından bahsetmemek mümkün değil hiç şüphe yok ki. Zen, Tao, Budizm; hem kökenleriyle hem de geleceği tasavvur ediş şekilleriyle yazarlara ölümü kavrama noktasında birer 'yeni düşünce' imkânı sunmuş.  Bir Zen ustası olan Hakuin Ekaku (1689-1769) ayrılış  ve geri dönüş üzerinden ölümü yorumlamış yazılarında. Okurlarına, egoların ve bencilliklerin aldatıcı dünyasından uzak durabilmek için onların gerçek doğalarıyla buluşmaları gerektiğini tembihlemiş daima. Bunu yaparken de diğer zen ustaları gibi hikâyeler kurmuş, düş gücünü kullanmış:

"Gerçekten de kendi doğasını görmüş bir kahraman değilsen, o kadar kolayca bilinebilecek bir şey olduğunu düşünme... sarp bir uçurumda asılıyken tutunduğun yeri bırakmaya hazır olmalısın, ölmek ve yaşama tekrar dönmek için... Bir insanın kendini daha önce kimsenin yürümemiş olduğu ıssız bir bölgede bulduğunu varsay. Aşağısında dipsiz bir yarığın duvarları var. Ayakları kaygan yosunla kaplı bir alanda tehlikeli biçimde kıpırtısız hâlde ve üzerinde sabit durabileceği en ufak toprak parçası yok. Ne ilerleyebiliyor ne geri gidebiliyor; karşısında yalnız ölüm var." [sf. 178]

Kitap vasıtasıyla birçok filozofun, düşünürün ve şairin ölüm hakkındaki düşüncelerini öğrenmek mümkün. Bu, okuyucuyu için oldukça besleyici. Bir toplu okuma imkânı da diyebiliriz. Montaigne, bu yolda sık başvurulan bir isim. 'Ölümü iyice tanımanın' gerekliliğini şöyle anlatmış:

"Ölümü yabancılığından kurtaralım, onu bilmeye başlayalım, ona alışalım. Zihinlerimizde en sıklıkla ölüm olsun. Her an, onu tüm cepheleriyle imgelemimizde resmedelim... Ölümün bizi nerede beklediği belirsizdir; onu her yerde bekleyelim. Ölümü önceden düşünmek, özgürlüğü önceden tasarlamaktır... Öleceğini öğrenmiş olan, nasıl köle olacağını zihninden isteyerek silmiştir. Öleceğini bilmek bizi her tür bağımlılık ve kısıtlamadan kurtarır." [sf. 181]

Ölüm ve Felsefe'nin en etkileyici bölümlerinden biri Ölüm ve Metafizik başlığını taşıyor. Bu bölümde Martin Heidegger'in düşünce dünyası üzerinden hiçlik ve varlığın anlamı irdeleniyor. "Ancak yokluğun kökten açığa serilmesi temelindedir ki insan varoluşu varlıklara yaklaşabilir ve içlerine işleyebilir" diyen Heidegger, bilhassa "Metafizik Nedir?" eseriyle bu kitapta genişçe bir yer alıyor. Yine, Kaan H. Ökten çevirisiyle (Agora Kitaplığı) dilimize kazandırılan "Varlık ve Zaman"dan çok kritik alıntılar mevcut. Hatta belki bu bölümü, Heidegger okumak istemeyen ama cesaret edemeyen okurlar için şevk verici olabilir. Heidegger, metafiziğin bütününü kapsayan en önemli soruların varlık ve yokluk üzerine olduğunu belirtmiştir. Ex nihilo nihil fit (yokluktan yokluk gelir) önermesinin aslında başka bir anlam içerdiğini söyler ve en uygun anlam olarak çıkarılması gerekenin şu olduğunu detaylıca anlatır: Ex nihilo omne qua ens fit. Yokluktan tüm varlıklar olarak varlıklar ortaya çıkar.

"Yokluk ne kendisi için ne de varlıklara yapışıkmışçasına onlara bitişik hâlde ortaya çıkar. Yokluk, varlıklar olarak varlıkların açığa çıkmasını insan varoluşu için ['onun yoluyla' değil!] olanaklı kılar... Yokluk varlıkların belirsiz karşıtı olarak kalmaz, ama kendini varlıkların Varlığına ait olarak açığa serer." [sf. 206]

Sahici ölüm bahsi de oldukça ilginç. Burada yine Heidegger'in görüşlerinden yararlanılmış. Ölümü cesaretle kabullenmeyi iki türlü tanımlıyor Heidegger: Bekleyiş ve sahici ölüme-doğru-varlık. Bu bölümün yazarı Julian Young, ölüm ile sahicilik arasındaki ilişki sorusunun yanıtını iki türlü veriyor:

"1. Eğer kişi ölümü tam anlamıyla cesaretle kabullenirse o zaman (psikolojik bir sonuç olarak) yaşamı sahici hale gelir.
2. Eğer kişi ölümü cesaretle kabullenmeyi başaramazsa, o zaman (psikolojik bir zorunluluktur ki) gayri-sahici kalır.
" [sf. 218]

Ölümden korkulur mu sorusu, hem soru olarak hem de cevap olarak düşünürlerin 'çatıştığı' konuların başında geliyor. Burada bir 'öte dünya'nın varlığı sorunsalının yanı sıra ölümsüzlük sancısı da yaşamdan ayrı ya da yaşama bütün olarak düşünülüyor. Dolayısıyla nihayete varamayan cevaplar olduğu kadar tekrar tekrar üzerine düşünülmesi gereken cevaplar da ortaya çıkıyor. Mesela Sokrates'in "nasıl yaşamalıyız?" sorusu ve cevabı dine 'yanaşırken' Spinoza'nın yorumu ise şöyle:

"Özgür bir insan, daha açık olarak, yalnızca aklın buyruklarına göre yaşayan bir insan, ölüm korkusu yüzünden iyiye sürüklenmez, ama iyiyi doğrudan doğruya arzular; yani kendi yararını arama ilkesi uyarında davranmayı, yaşamayı ve varlığını korumayı arzu eder. O halde, ölümü zerre kadar düşünmez ve bilgeliği yaşam üzerine bir tefekkürdür." [sf. 327]

Bir de yaşadığı süreç boyunca, yani bir insanın yaşamı boyunca mutluluğa ulaşmasının mümkün olmadığı düşünenler var ki bunların başında Aristoteles geliyor. Ölümdür ona göre mutluluk bahsinin açılacağı kapı. Bir insan ya öldükten sonra mutludur ya da ölümden sonra sadece mutluluk vardır. Kitabın Robert C. Solomon meseleyi şöyle bir sonuca bağlamış, biz de bu bağda bitirelim yazımızı:

"Hıristiyanlıkta nihai hedef cennete girmek olabilir, ama dürüst bir insan olarak, "kurtarılmış" biri olarak kişinin statüsü bağımsız ve her şeyden önemli bir mesele olarak kalır. İster Yahudi, Hıristiyan, Müslüman isterse Hindu olsun, ötedünya soruları yaşama ilişkin sorulara göre, ontolojik açıdan değillerse de etik açıdan ikincildirler. Saint Thomas'ın Hıristiyan davranışı için nihai modeli pagan Aristoteles'te bulması ya da "Peripatetik" Perslerin İslam'ı her şeyden önce, bir "teslimiyet" yaşamı ve ancak sonradan cennet çerçevesinde görmeleri tarihin bir acayipliği değildir. Böylece ölüm bizi ötedünyaya değil yaşama gönderir ve yaşam bizi ölüme değil ölümden uzağa gönderir. Yaşayıp ölmek her şeyin doğasında vardır. Ölüm için yaşamak -ölüm fetişizmi- yaşamın bir yadsınmasıdır ve ölümün yadsınmasından çok daha ciddidir." [sf. 327-328]

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

8 Ekim 2017 Pazar

Türkiye'de tasavvuf eserleri yayıncılığı ve Türkçede Mevlânâ Ya’kub-ı Çerhî

Gerek geçirdiğimiz kültür değişimi gerek inkılaplar neticesinde meydana gelen faaliyetler ve bu faaliyetlerin tevlit ettiği durumlar, sadece halkın değil, entelektüel zümrenin de eski kültürümüzle, eski kültürümüzün merkezî sahası olan tasavvuf ile alakasının kesilmesine neden oldu. Dine dair, tasavvuf kültürüne ait maddî ve manevî, elle tutulur gözle görülür her ne varsa unutuş ve yok-oluş kuyusuna atıldı.

Himmet sahibi kimi âşıklar bu alakanın yeniden tesisi için ya da en azından alakanın inkıtaya uğramaması için ömürlerini vakfettiler. Hat konusunda Hamid Aytaç merhumun yapageldiklerini bu cümledendir. O günden bugüne hâlâ istenen ilgi ve alakaya erişemeyen hat sanatıyla ilgili en azından geçmiş literatür yavaş yavaş gün yüzüne çıkarılıyor. Emeği olanlardan Allah razı olsun.

Tasavvufi eser yayıncılığını dinî yayıncılık içinde değerlendirmek mümkün mü, açıkçası bilemiyoruz. Ama biz, genel ve kaba bir çerçeve çizmesi için İsmail Kara’nın söylediklerini aktarmak durumundayız. Kara ülkemizdeki dinî yayıncılığı dönemlere ayırarak değerlendiriyor. Buna göre ilk dönem 1920-1925 arası. Bu dönem, henüz köklerden tam bir kopuş gerçekleşmediği için epey canlı. Kara, bu dönemi, II. Abdülhamid döneminde başlayıp II. Meşrutiyet dönemiyle yükseliş gösteren dinî yayıncılığın hem seviye hem de muhteva itibariyle bir devamı olarak niteliyor. İkinci dönem, 1925-1947 arası dönem. Dinî yayıncılığın en problemli ve en alt düzeye indiği dönem olarak niteleniyor bu süre. Bu dönemde dinî neşriyat devletin resmî kurumları tarafından yapılıyor. Bu da yok denecek kadar az. Kara, bu dönemde, bir vakıa olarak dini yayıncılıktan bahsetmenin mümkün olmadığını belirtiyor. 1947 ile 1960 arasındaki dinî yayıncılık için, “çekimser, sesi kısık ve fakat olabildiğince geriye dönmeye, açıkları kapatmaya, halka inmeye çalışan” bir yapıya sahip olduğunu söylüyor. Bu dönemde hem kitap hem dergi olarak bir yeniden canlanma yaşanıyor. Bilinenin tersine ihtilallerin dini yayıncılığı süratlendirip arttırdığını üstüne basarak vurguluyor. 1960 ihtilali, 1980 ihtilali ve 28 Şubat… Sadece nicelik değil nitelik açısından da süratlenme ve artmanın gerçekleştiğini ifade ediyor.

Tasavvuf sahasında tarikat pirleri, can ve baş pahasına gizli-saklı da olsa yürüyüşlerini sürdürdüler. Tek parti sonrası nisbî özgürlüklerin geldiği zamanda tasavvufa dair eski-mez eserler de himmet sahibi ehl-i dil tarafından gün yüzüne çıkarılmaya başlandı. Abdulkadir Akçiçek, Abdülbaki Gölpınarlı, Muzaffer Ozak, Yaman Arıkan, Sıtkı Gülle, Ali Arslan, Selahaddin Alpay gibi zatlar karanlıkta kuyu kazarcasına Türkiye’de tasavvuf yayıncılığı konusunda çalışmalar ürettiler.

Genel olarak düşünce/siyaset ve edebiyat merkezli bir yayını hedeflemesine rağmen tasavvuf yayıncılığı konusunda anmamız gereken bir dergi var önümüzde: Diriliş Dergisi. Dergide Arapça, Farsça ve Türkçeden gerek matbu gerek yazma eserlerden birçok tasavvufî risaleden bölümler yayınlanmıştır. İbn Arabî, Mevlânâ, Niyazi-i Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî, Üftade, Aziz Mahmud Hüdayî, Sofyalı Bâlî, La’lî Mehmed Fenaî, Dede Ömer Rûşenî, Şah-ı Nakşibend, Attar, Kuşeyrî, Lamiî Çelebi, Mehmed Emin Tokadî, Mehmed Es’ad Erbilî, Tahirü’l-Mevlevî gibi birçok zatın eserlerinden tadımlık da olsa bölümler yayınlayarak ülke insanının tasavvuf bahçesine girmesine aracılık etmiştir.

Bugün artık bu yayıncılık, aralarında farklı tasavvufî meşreplerin kurduğu yayınevlerinin de bulunduğu bir ortamda sürüyor. Her birinin birbirinden farkı yayın anlayışı olmakla birlikte, işte Akçağ, Ataç, Büyüyen Ay, Dergâh, Erkam, Gelenek, H, Hayy, İnsan, İz, Kitabevi, Kırkambar, Kurtuba, Litera, Mavi, Nefes, Rumî, Sahaflar Kitap Sarayı, Semerkand, Sufi, Uludağ, Vefa gerek telif gerek Osmanlı Türkçesinden günümüz Türkçesine aktarım, gerek tercüme tasavvufî eserlerin gün yüzüne çıkmasına aracılık eden yayınevleri… Daha eskilerden Akabe, Bahar, Bedir, Hisar, Rahmet, Seha gibi yayınevlerini de bu listenin ön sıralarına koymak gerekir. Tercüman Gazetesi'ni 1001 Eser serisi içindeki tasavvufî eserler bağlamında, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları'nı da Şark-İslam Klasikleri bağlamında hatırlamak gerekir.

***

Bu yazıda, Şah-ı Nakşibend’in öğrencilerinden ve Nakşibendî yolunun çeşmelerinden olan Mevlânâ Yakub-ı Çerhî hazretlerinin Türkçe’de basılmış eserlerinden bahsedeceğiz.

Hazretin eserlerini basan yayınevlerinden biri, Semerkand Yayınları… Karınca kararınca tasavvuf kültürüne dair eski-memiş eserleri yayınlamayı sürdüren yayınevi, Nakşî geleneğin sultanları olarak nitelenebilecek mürşitlerin eserlerini de dilimize aktarıyor. Ya’kub-ı Çerhî’nin eserlerini bu minvalde değerlendirmek mümkün.

Diğer yayınevi ise Erkam Yayınları… Erkam Yayınları da Nakşî geleneğin önemli eserlerini gün yüzüne çıkarma, Türkçe’ye tercüme etme, tasavvuf kültürüne dair telif eserler basma gibi çeşitli faaliyet sahalarıyla tasavvufa olan ilgisini öteden beri sürdüren değerli bir yayınevi. İşin ilginç tarafı ilki Menzil, ikincisi Hüdaî adlarıyla bilinen her iki yayınevinin de aynı geleneğin izini sürmesi: Nakşî-Halidî gelenek/meşrep. Dolayısıyla iki yayınevinin kataloğunda birçok ortak kitaba rastlamak mümkün.

Ya’kub-ı Çerhî kimdir? 15. yüzyılda yaşayan Ya’kub-ı Çerhî, tasavvufî terbiyesini Şah-ı Nakşibend’den almış, onun tarafından halife tayin edilmiş fakat irşad ile Şah-ı Nakşibend’in müritlerinden Alaeddin Attar tarafından görevlendirilmiştir. Uzun yıllar halkı Nakşî gelenek üzere irşat eden hazret 1447 yılında vefat etmiştir. Çoğunluğu Farsça, bir kısmı Arapça on risalesi vardır. Bunlardan şimdilik Risâle-i Ünsiyye, Risâle-i Abdâliyye, Risâle-i Nâiyye (Neynâme), Şerh-i Esmâü’l-Hüsnâ olmak üzere Türkçemize, dördü tercüme edilmiştir.

Risâle-i Ünsiyye, Ya’kub-ı Çerhî’nin, Hz. Peygamber’in hayatını en güzel şekilde hayatına aksettiren kişilerden biri olarak gördüğü Şah-ı Nakşibend’in yaşantısından kesitler sunarak kaleme aldığı; abdestin, nafile namazın, zikr-i hafinin, vukuf-ı kalbînin önemini ayet ve hadislerle anlatan bir eser. Bir âdâb kitabı olarak değerlendirmek mümkün bu risaleyi.

Neynâme, Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin ilk on sekiz beyti ile Mesnevî’de geçen Padişah ve Cariye, Şeyh Dekûkî, Şeyh Muhammed Serrezî gibi bazı hikâyeleri şerh etmektedir. Eser, Mesnevî şerhlerinin en eski örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir. Çerhî’nin şair kimliğini bütün incelikleriyle gördüğümüz bir eser.

Risâle-i Abdâliyye, Çerhî’nin evliyâullahın vasıflarını açıklamak için kaleme aldığı bir eser. Kutub, abdal, nükabâ, ahyar gibi gayb erenlerinin vasıflarının anlatıldığı eserde, Hz. Hızır (as) ve Hz. İlyas (as.) hakkında da bilgi bulmak mümkün.

Şerh-i Esmâü’l-Hüsnâ’da, Çerhî, Allah’ın doksan dokuz ismini şerh eder. Risalenin başında genel hatlarıyla Esmâü’l-Hüsnâ konusuna değinir. Allah’ın isimlerinin birçok tarikat uleması tarafından Farsça ve Arapça şerh edildiğini, böylece avam ve havassa çok fayda sağlandığını belirtir. Kendisinin de aynı gaye ile eserini kaleme aldığını söyler.

Yakub-ı Çerhî’nin risalelerini ilk kitaplaştıran yayınevi Erkam Yayınları'dır. Erkam, hazretin üç risalesini tek ciltte bir araya getirmiş. Neynâme adıyla basılan eserde sırasıyla Risâle-i Ünsiyye, Neynâme ve Risâle-i Abdâliyye bulunuyor. Risaleler Ahmet Cahit Haksever tarafından tercüme edilmiş. Haksever’in tercüme ettiği eserde bir giriş bulunmakla beraber hazretin hayatı detaylı bir şekilde ele alınmamış. Belki bunda Haksever’in daha önce İnsan Yayınları tarafından basılan "Ya’kub-ı Çerhî: Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Anlayışı" adlı çalışmasının bir etkisi olabilir. İlgili çalışma, Haksever’in Ethem Cebecioğlu’nun danışmanlığında tamamladığı doktora çalışmasından kitaplaştırılmış. Haksever’in tercümesiyle okurlara sunulan Neynâme, Erkam Yayınlarının 333., tasavvuf klasikleri dizisinin de ilk kitabı olarak 2009 yılında basılmış. Semerkand Yayınları ise Yakub-ı Çerhî’nin risaleleri teker teker basmayı tercih ediyor. İlk bastığı eser, Risale-i Ünsiyye. Yayınevinin 211., Hâcegân Klasikleri dizisinin de 10. kitabı olarak 2013 yılında basılan eser, Mehmet Ali Özkan tarafından tercüme edilmiş. Özkan’ın çalışmasında, Ya’kub-ı Çerhî hazretlerinin hayatı, ilmi hayatı, tasavvufa intisabı, eserleri ve halifeleri hakkında detaylı bilgiler içeren bir giriş bulunuyor. Bu bilgiler, okurlar için elbette önemli. Okura eserin anlaşılması için ön bilgiler veriyor, eğitim camiasının tabiriyle söylersek hazır bulunuş seviyesini arttırıyor.

Yayınevinin Ya’kub-ı Çerhî’den bastığı ikinci kitap Neynâme. Bu risale de Mehmet Ali Özkan tarafından çevrilmiş ve 2015’te basılmış. Özkan bu çalışmasına Ya’kub-ı Çerhî’nin yanında, eserin Mesnevî odaklı olması nedeniyle Mevlânâ’nın da hayatını anlatan bir giriş bölümü eklemiş. Semerkand’ın son eseri ise, Şerh-i Esmâü’l-Hüsna. Eser, Semerkand yayın grubu üyesi Şadırvan Yayınlarının 83., Osmanlı Tasavvuf Kitaplığı serisinin yedinci kitabı olarak 2016 yılında, Mehmet Ali Özkan çevirisiyle basılmış. Özkan, çalışmasına esmâü’l-hüsnânın önemini ve Ya’kub-ı Çerhî’nin hayatını anlatan bir girişle başlamış.

Hazret ile ilgili biri makale diğeri bildiri olmak üzere iki çalışmayı da zikredelim. Tasavvuf dergisinde yayınlanmış olan makaleyi Gülnaz Saidova yazmış. Saidova, Ya’kub-ı Çerhî’nin henüz Türkçeye çevrilmemiş tefsirinin Orta Asya Türkçesine yapılan çevirilerini konu edinmiş. Bildirinin sahibi ise Emek Üşenmez. Bildiri de Ya’kub-ı Çerhî’nin tefsiriyle ilgili. Bildiri Ya’kub-ı Çerhî’nin tefsrinin on altıncı yüzyılda yapılmış bir tercümesini konu edinmiş. Bu iki çalışma Türkçede Ya’kub-ı Çerhî üzerine yeterli ilgi ve alakanın oluşmadığını gösteriyor. Bunda Hazretin eserlerinin Farsça olmasının etkili olduğunu söyleyebiliriz.

Bütün bunlardan sonra bize düşen bir temennidir. Dileğimiz odur ki, yayınevleri Mevlânâ Ya’kub-ı Çerhî’nin özellikle, Fatiha suresi ile Kur’an-ı Kerim’in son iki cüzünde bulunan surelerin tefsirini içeren kitabını, Tefsir-i Ya’kub-ı Çerhî’yi Türkçemize kazandırırlar.

İsmail Demirel
ismayilhakkidemirel@hotmail.com

7 Ekim 2017 Cumartesi

Posttan koltuğa: dava adamlarının değişimi

Okuyucuları, Mustafa Kutlu’nun “Sır” adını verdiği hikâye kitabına ayrı bir ilgi gösterdi. Kitap 1980’lerin koşullarında kaleme alınmış bir dizi salkım hikâyeden oluşuyor. 80’li yıllara özellikle vurgu yapıyorum, çünkü o yıllar Müslümanların mütevazılıkla övündüğü, “dava delileri”nin hiçbir menfaat beklemeden memleketin her bir yerine gözü kapalı gittiği, eşyaya karşı mesafenin telkin edildiği, sedirlerde oturulup sohbetlerin yapıldığı, sıkıntıların göğüs genişliği ve duayla hafifletildiği, şöhretin afet sayıldığı, koltuğun bedeni yükseltip ruhu küçülteceğine inanıldığı, siyasetin mefkûreden ayrı düşünülmediği yıllardı. Taşradan şehirlere gelip yerleşmeye başlamış, bazıları üniversiteye giden, bazıları esnaflık yapan, bazıları da serbest meslek sahibi orta sınıftan insanların “Müslümanca yaşamak” konusundaki dikkatleri ve hassasiyetleri henüz eşya tarafından sınanmış da değildi. Bir başka söyleyişle, şimdilik sahip olmadıkları bir mülkü ellerinin tersiyle itme mahareti gösteriyorlardı. Acaba tavırları inançlarından mı yoksa mağduriyetlerinden mi kaynaklanıyordu? Bunun sağlamasını yapabilecek deneyimden yoksundular…

Edebiyatın ve edebiyat adamının sezgici bir tarafı hep vardır. Sanatçı, “olmakta olanın” içinde kıpırdayıp duran “olacak olanın” işaretlerini önceden görür. Sır kitabındaki hikâyeler, seksenli yılların o coşkulu dava adamlarının zamanla nasıl bir değişim geçireceklerini öylesine isabetle anlatmıştır ki şu birkaç on yıllık kısa tarih bu kurgu metinleri fazlasıyla doğrulamıştır. Kutlu’nun Sır kitabının her yerinde değil ama başında ve bitiminde bir Efendi Hazretleri vardır; eseri o açar, sonra ortadan kaybolur ve sonunda esere yine noktayı o koyar. Bir anlamda bu çok odalı hikâyelerin giriş ve çıkış kapısıdır. Efendi, Efendi olmadan önce Anadolu köylerinden birinde şeyhine bağlı, emeğiyle kıt kanaat geçinen, alnı terli, dizi yamalı, elleri nasırlı biri mürittir. Efendisi, ölümü kendisine ayan olunca uzaklardan müridi ziyarete gelir; baş başa kalırlar ve emaneti ona teslim eder. Bu hiç beklenmedik yük müride ağır gelir, onca civanmert içinde kala kala ona mı kalmıştır Efendi’lik! Ama öyle takdir edilmiştir. Köyünden şeyhliğini yürütmeye, tarlasına gitmeye, nasırlı elleriyle ekmeğini müridanına dilimlemeye devam eder. Fakat “yeni düzen”i sezmekte olan müritleri, onu tarikatın geleceği için büyük şehre yerleşmeye ikna ederler. Gelir, posta oturur, işleri ahvalince sürdürmeye gayret gösterir. Bir süre sonra müritleri mütevazı mekânı bürokrat, bakan vb. konuklar için değiştirmeye başlar; post gitmiş yerine koltuk takımları gelmiştir. Şeyh efendi günlerden bir gün aynanın karşısına geçer ve bir zaman nasırlı olan şimdi tombullaşmış, yumuşacık ellerine bakar. Düzen değişmiştir. O gece tekkeyi terk edip sırra kadem basar. Efendi sırroldu derler…

Efendi sırra kadem bastıktan sonra sahneye başka kahramanlar çıkar, hepsi de bir biçimde tekkeyle münasebeti olan insanlardır. Hikâyeci, tombul ellerine bakıp gelecekteki düzenden dehşetle kaçan Efendi’nin ardından, o düzenin içinde kaybolmaya başlayan kahramanları anlatır. Elbette çoğunun çabası ve kazançları Müslümanlığın, Müslümanların istikbali içindir. Ama bu süreçte eşya da onları sınamaya başlamıştır; bir mağduriyetten dolayı mı yoksa bir inanmışın tenezzülsüzlüğünden dolayı mı bir vakitler kendisine sırt çevrildiğini adeta test eder. Dönem aynı zamanda “politik vizyon” dönemidir. Ve elbette tekkede “post”un yerini “koltuk”un almasının bu yeni politik ve ekonomik vizyonla yakından alakası vardır. Koltukla beraber tekke, siyasetçinin belini bükmeden içeriye girebileceği, dizini kırmadan oturacağı ara bir zemin hazırlar. Bu koltuklu yeni zeminde siyasetin tekkeye, tekkenin de siyasete teklifleri olacaktır. Elbette tekke ilk kez siyasete karışıyor değildir. Yeni olan, tekkenin ve siyasetin “dünya işleri” için zamana uygun bir seki bulmakta fazla zorluk çekmemeleridir. Sır kitabında müridan, efendiyi posttan koltuğa razı etmekle, tekkeyi de “koltuk”lu düzenle ilişkiye elverişli hale getirir. Ama “post” ve “koltuk” sıradan nesneler değillerdir; bu karar, pek çok cepheden insanın dünyayla, eşyayla, siyasetle, gündelik hayatla ilişkisini etkileyebilecek bir karardır…

Bir bedenin nerede, nasıl, ne şekilde görüldüğü önemlidir. “Post” ve “koltuk” sadece tekke-siyaset ya da tekke-iktisat ilişkisinin değil, beden-dünya ilişkisinin de göstergeleridir. Bu tür “gösterge”leri “gösteren” ve “gösterilen”inden bağımsız okuyamayız. Postun hangi hayvana, koltuğun hangi firmaya ait olduğuna dair bilgilerin de “gösterge”nin mahiyetiyle ilişkisi yok denecek kadar azdır. İnsan bir posta oturduğunda biz, “kültürel” müktesabatımızla onun dünyadan, her türden büyüklenmeden uzak durma mesajı verdiğini anlarız. Oysa koltukta bu mesaj yerini başka mesajlara bırakır. Tekke bağlamında “post” ve “koltuk” tarihin değişimiyle birlikte ifadelendirilecek nesneler değillerdir. Bu iki eşya, tekkenin dünyevi tarihin karşısında mı yoksa yanında mı durduğunun “gösterge”leridir…

Ali Ayçil
twitter.com/AycilAli