15 Eylül 2017 Cuma

İnsanla şeytanı karşı karşıya getiren roman

İyi okurlar bazı kitapları kıskanır, onları hiç değilse bir süreliğine kimseye tavsiye etmezler. Rus yazar Bulgakov’un “Üstat ve Margarita”sı da bu kıskançlıktan nasiplenmiş bir kitaptır. Bir başyapıt olan “Üstat ve Margarita”nın yazılışının üzerinden 75, yayınlanışının üzerinden ise 50 yıl geçti. Yazılışıyla yayınlanmasının arasındaki çeyrek yüzyıllık zaman aralığının sebebi, kitabın Stalin Rusya’sında sansüre uğramasıydı. Kitap ancak 1966 senesinde, ilkin tefrika olarak okuruyla buluşabildi. Bu ilk yayınlanışında da sansürden nasibini almış, pek çok cümle çıkarılarak metin “güvenli” hale getirilmişti. Ancak yazar, bu haliyle bile kitabının yayınlandığını göremeyecekti. Çünkü Bulgakov, “Üstat ve Margarita”yı bitirdikten bir süre sonra ölmüş, yazdıkları Rusya tarihinin ve Rus siyasetinin iyi bir gününe denk gelmesi umulan bir “şans eser” olarak dosyasında uykuya çekilmişti. Roman, dosyasından çıkarılıp okurla buluşunca sadece yazıldığı ülkede değil, bütün dünyada edebiyat beğenisi olan okurlar tarafından başucu kitaplardan biri haline geldi. Sadece siyasal bir yergiden ötürü mü? Hayır. “Üstat ve Margarita” kurgusu, ironisi ve aşk duygusunu yansıtmaktaki başarısıyla da iyi bir kitaptır.

Kitabı anlatabilmek için biraz Stalin dönemi Moskova’sından bahsetmek gerekir. Her devrim gibi “Ekim Devrimi” de kendi düzenini inşa etmiştir. Kendi yazar örgütlerini, kendi tiyatrosunu, yazarlarını, şairlerini ve her türden seçkinlerini. Bütün bu örgütler ve kişiler, yeteneklerinden ötürü değil, propaganda aygıtına malzeme üretmelerinden ötürü kendilerine statü kazandırılmış kişilerdir. Görevlerinin ne olduğunu gayet iyi bilirler. Görevlerini yerine getirdikleri sürece de, sıradan bir işçinin asla oturamayacağı bir sofrada ağırlanırlar. Elbette birer sanatçıdırlar; oyunlar sahnelemekte, şiirler yazmakta, kitaplar çıkarmaktadırlar. Ama bütün bu üretim, bir cilalama faaliyetidir. Onların kalemlerinden ve sahnelerinden Moskova’ya bakan biri, emeğin adaletle dağıtıldığı, sınıfların ortadan kalktığı, yoldaşlığın erdemlerinden geçilmeyen bir halkla karşılaşır. Rüşvetin adı bile geçmez. Devrimin kusurlarından bahsedecek bir aklı evvel ya da hayatından şikâyet eden bir emekçi çıkacak olsa, bütün bu onurlandırılmış sanatçı topluluğu şu devrim düşmanına haddini bildirmek için harekete geçerler. Onlar Moskova’nın onaylanmış dilidir; devrimin kusurlarını örtmek için sanatın bütün imkânlarını kullanır, karşılığını da fazlasıyla alırlar. Devrime gerçekten inanıp inanmadıklarını hiç bilemeyiz; kendilerini siyasetin imkânlarıyla öylesine bağlamışlardır ki devrime gerçekten inanıp inanmadıklarını kendileri de bilmezler.

İşte tam da böyle bir zamanda “Şeytan”, biri kedi olmak üzere, hizmetindeki birkaç adamla birlikte Moskova’ya geliverir. Şöyle de söyleyebiliriz: 1930’ların Moskova’sında yaşayan Bulgakov, şeytanı bir roman kahramanı olarak şehre dâhil eder. Şehirde, eserinin yayınlanmasından hiç umudu olmayan Üstat diye bir yazar vardır. Umutsuzdur, çünkü dinin ve metafiziğin insanı baştan çıkaran karanlık kurmacalar olarak görüldüğü bir zamanda, Hz. İsa’nın yargılandığı ve çarmıha gerildiği günleri anlatan bir roman yazmaktadır. Sevgilisi Margarita dışında yazdığı kitabı bilen ve değer veren kimse de yoktur. Bulgakov’un şeytanı, Üstat’a ve sevgilisine yardım etmek için Moskova’ya gelmiştir. Bir yanda yoldaş yazarlar, yoldaş yazar dernekleri ve yoldaş tiyatro oyuncularının sofraları vardır, öbür yanda umutsuz bir romancı ve onun en az kitabı kadar bahtsız sevgilisi. Şeytan hemen işe koyulur. Elbette en önemli silahı paradır. Çantasındaki deste deste ruble sayesinde, çaldığı bütün kapıları kolaylıkla açar, baştan çıkarmak istediği bütün sanatçıları hiç zorlanmadan baştan çıkarır. Bütün yoldaşlar tel tel dökülmektedirler. Devrim makinesinin “ahlaklı” görevlileri, çantadaki rubleleri görünce önce kuşkuyla çevrelerine bakar, alışverişin güven içinde gerçekleştiğini hissettiklerinde ise ellerini şeytanın adamlarına uzatırlar. “Üstat ve Margarita”da, Moskova entelektüellerinin haysiyeti birkaç yüz rubleliktir…

Üstat ve Margarita”, okuyuculara Goethe’nin Faust’unu da çağrıştırır. Yazarlarının ölmeden biraz önce son noktayı koydukları bu iki kitapta da insan ve şeytan karşı karşıya getirilmiştir. Faust’un şeytanının karşısında, onunla mücadele etme azmi gösteren hür iradeli bir adam vardır. Sonunda bu kavganın galibi de o olur. Bulgakov’un şeytanının karşısına dikilenler ideolojik aygıtın sözcülüğünü yapmakla görevli, değişik biçimlerde ödüllendirilen, çoğu yeteneksiz ve tamamı bir iradeden yoksun insanlardır. Düşünceleri gereği şeytana inanmadıkları için, yazar da şeytanı onların karşısına insan kılığında çıkarır. Ve sonunda, daha iyi bir ücretle ödüllendirildiklerinde, perde arkasında her türden ilişkiye müsait kişiler olduklarını anlarız. “Üstat ve Margarita”da anlatılan sanatçı çevresinin tek kusuru ahlaktan yoksun olmaları değildir. Ondan daha büyük bir kusurları daha vardır: Gerçek acılarla akrabalık kuramayacak bir hale de gelmişlerdir.

Ali Ayçil
twitter.com/AycilAli

Peyami Safa aileyi savunamamıştır

Fatih-Harbiye romanının gelenek-modernleşme gerilimiyle izahını doğru bulmuyorum. “Şark'ın temsilcisiFaiz Bey, gelenekten uzak bir tiplemedir. Fatih semtinin insanı değildir. Fatih semtine zenginliğini kaybetmek nedeniyle ‘sığınmış' yenileşmeci kadro içinde görülmelidir:

Yedi sene evvel, Faiz Bey karısı öldükten sonra, Kuruçeşme'deki yalıda oturmak istemedi. Maarif evrak müdürlüğünden tekaüt edilmişti. Üsküdar'daki büyük evi de yanınca, azalan varidatına göre daha sade bir yaşayış temini düşündü, Gülter'i muhafaza ederek öteki hizmetçilerin kimini savdı, kimini evlendirdi. Fatih'teki bu eve taşındılar. O vakit Neriman on beş yaşında idi ve Süleymaniye'deki kız lisesine girdi. Orada Şinasi'nin kız kardeşi Nezahet'le tanıştı. Faiz Bey biraz ney çalardı. Nezahet'in kardeşinin kemençe çaldığını öğrenince onunla tanışmak istedi. O tarihten sonra Şinasi, Nerimanlara sık sık gelip gidiyordu ve o gün bugün ailenin bir ferdi gibidir.

Peyami Safa bu romanda Türk muhafazakârlığını ve hatta aileyi savunamamıştır. Romanda ‘aile' bulunmamaktadır. Kitabın en büyük zaafı budur. Baba-kız-hizmetçi teslisi, geleneksel Türk ailesi değildir:

1) Ailesizlik: Yaşlı bir baba ve ev işlerini bile yapmaktan aciz entelektüel bir genç kız ile hizmetçiden oluşan bu üçlünün "Türk ailesi" olduğunu iddia ederek bu aile modeliyle modernleşmeye itiraz edilemez.

2) Geleneğin alaturka müzikle sembolize edilmesi: ‘Geleneksel-modern' çatışması ‘alaturka müzik-alafranga müzik' ikileştirilmesiyle verilmektedir. Başka bir gelenek belirtisi yoktur. Neriman Dârü'l Elhân'ın alaturka bölümünde ut (ud) eğitimi almaktadır. Dârü'l Elhân aslında Türk müziğinde gelenekten kopmayı temsil etmektedir. Eserler bu kurumun çalışmalarıyla notalandırılmıştır. Oysa Türk müziğinde hadis isnadında görülen rivayet zincirine benzeyen bir silsile bulunmaktadır. Hoca (bestekâr, muallim) eserini, kendi talebesi yoluyla yaşatacak, geleneği sürdürecek bir taliple (talebe) meşk etmekteyken bu gelenek Dârü'l Elhân ile yıkılmıştır. Neriman karakteri gelenekte talebe kabul edilemeyecek derecede alaturka müzikten nefret etmektedir: “Şu alaturka musikiyi kaldıracaklar mı ne yapacaklar? Babam şark terbiyesi almış (…) Fakat artık sinirime dokunuyor. Dârü'l Elhân'dan da çıkacağım yahut alafranga kısmına gireceğim.

3) Faiz Bey'in Neriman ile Şinasi arasındaki ilişkiye müsamahası da geleneğe aykırıdır: “Faiz Bey bunun için Şinasi ile Neriman arasındaki münasebetin ilerlemesine mani olmadı (…) Azami derecede müsamahakâr davranmıştı. Şinasi ile Neriman, adeta gece gündüz beraber yaşadılar. Bunların içinde uzun ve tatlı kış geceleri vardı. Neriman da ut öğreniyor ve beraber saz yapıyorlardı. Birçok geceler Faiz Bey ve Gülter yatıyor, onları baş başa bırakıyorlardı. Neriman, bu meşru dekor içerisinde Şinasi'ye her manasıyla bağlandı ve ona her şeyini verdi (…) En mutaassıplar bile, onların bu sevişmelerini biraz tabii ve ahenktar buluyorlardı, bu nikâhın gecikmesine rağmen bile hiç kimse aleyhlerinde bir dedikodu yapmadı.

Neriman, Şinasi'yi tanıdığının ikinci senesi, ilk defa bu sokakta, şahnişin altında gözlerini kapayarak ve kızararak dudaklarını ona uzatmıştı.

Müteveffa Büyük Valide'nin kültürü: Romanda Gülter'in dilinden Büyük Hanım da anlatılır: “Meziyetlerini anlatamam ki. Öyle temiz, öyle tertipli, öyle ince bir kadındı ki. Ev temizlenirken, tertip edilirken hizmetçilerin başında durur, en kabasından en incesine kadar bütün ev hizmetlerini bilirdi. Halayıklara, hizmetçilere bir örnek yazmalar verilir, temiz önlükler giydirilirdi (…) Her tarafta kar gibi beyaz örtüler, perdeler, tenteler. İnsanın öpeceği, koklayacağı gelir (…) Sade ev kadını mı? Büyük validenizin elinden kitap düşmezdi (…) Hani meşhur bir tarih vardır (…) Naima Tarihi! Daha böyle neler okurdu. Arapça da bilirdi, Farisice de. Bize okur okurdu da anlatırdı. Adeta bir mektepti o konak.

Romanda halayıklar-hizmetçiler idare eden Büyük Valide'den ve Neriman-Şinasi'nin ilişkilerinden hareketle Osmanlı yenileşme siyasetine bağlı ‘konak hayatı'nın çökmüşlüğünün tasvir edildiği kanaatindeyim. Peyami Safa, ‘Cumhuriyet modernleşmesi'yle ‘Osmanlı yenileşmesi'ni ‘mazi-modern' ikileşmesine uğratarak bizi yanlış bir algıya sürmektedir. Neriman'ın ‘yenileşmenin sürekliliği' peşine düştüğü, Faiz Bey'in ise hayatının son deminde ‘huzur' kaygısı taşıdığını düşünebiliriz. Neriman'ın Şinasi ile evliliği Faiz Bey-Gülter'e evde yer açacaktır. Şinasi de aslında muhafazakâr değerleri temsil etmez. O sınıf değiştirmenin (Fatih'teki evde kira vermeden oturacak, ‘konak kızı' almanın) peşindedir.

Şinasi Neriman'ın gözünde, aileyi, mahalleyi, eskiyi, şarklıyı temsil ediyordu; Macit yeninin, garbın ve bunlarla beraber meçhul ve cazip sergüzeştlerin mümessili ve namzediydi.” (Safa, 1995: 60); “Niçin mi? Çünkü artık ben bir Fatih kızı olmak istemiyorum, anlıyor musun? Böyle yaşamaktan nefret ediyorum, eskilikten nefret ediyorum, yeniyi ve güzeli istiyorum (…) Eski ve yırtık ve pis iğrenç bir elbiseyi üstümden atar gibi bu hayattan ayrılmak, çıkmak istiyorum.

Fakat Neriman'a bu yeni hevesler nereden geliyor? Nereden olacak? Memleketten. Küçük hanım asrileşmeye karar verdi. Açıkça söylüyor: ‘Ben medeni bir kız olmak istiyorum!' diyor (…) Bu hayattan hoşlanmıyormuş. Galiba Fatih'te, Fatih'teki evde oturmak istemiyor (…) Bu kadarla kalsa iyi (…) lüks yaşamak istiyor.

Tir tir titreyerek bağırdı: Siz bir alçaksınız: Sen ve babam ve sizin gibi düşünenlerin hepsi (…) Ve gidiyorum, şimdi gidiyorum, anladınız mı? Şimdi, hemen, karşıya, Beyoğlu'na. Anladınız mı? Ben züppeyim, sahteyim, cahilim, ben sükût etmişim, anlıyorsunuz değil mi?

Peyami Safa, Neriman'ı Şark'a dönmesi konusunda ikna edemez. Bir sentezci olduğundan tezini Şark'ı güçlendirme peşinde değildir. Neriman, Macit'in modernliğin temsilcisi sayılamayacağını fark ederek aşkı uğruna bedbaht olan ‘Rus kızı' hikâyesine inanmış görünür, eve döner. Bekleyecektir: Fatih'in ahşap evleri de yıkılacak Harbiye gibi taş yapılarla inşa edilecektir. Garblılaşma mukadderdir.

Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi

Bahçe kültürünün gelenekle olan bağı

Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden boylardan en büyükleri ve tarih sahnesinde en çok görünenler Selçuklular ve Osmanlılardır. 1071’den 13. yy sonuna kadar süren bir dönem olarak anılan Selçuklular, 19. yy’a kadar süren dönemde de Osmanlılar, Anadolu’ya beraberlerinde kendi doğu kültürlerini de taşımışlardır. Üslup olarak öne çıkan özellikler, klasik bir beğeni ve estetik değerlerin oluşmasına zemin hazırlayarak sokak ve mahallelerden ticarethanelere, bedestenlerden hamamlara, kervansaraylardan camilere pek çok alanda erken dönemin mimarlık ürünlerini vermeye başlamışlardır. Bu mimarlık ürünlerinin başında da ‘Bahçe Kültürü’ gelmektedir.

‘Bahçe Kültürü’, erken dönemden itibaren su ve suyun sağladığı uygarlıkla gündeme gelerek hem Selçuklu ‘da hem Osmanlı kültüründe vücut bulmuş, kent dokusunda özellikle yerini almış, Bursa gibi medeniyet şehirleri inşa edilmesinde önemli öğelerin başında yer almıştır. Hamamlar, çeşmeler, köprüler, konut mimarisi içinde yer alan özel ebeveyn banyoları ve su ögeleri ile su yolları, “bahçeli evler”le beraber anılmıştır. Özellikle İslam kültüründe Osmanlılar döneminde, önceden belirlenmiş katı kurallara uygun bahçeler yaratmak yerine, arazinin koşullarına uygun bahçeler oluşturmak yolunu seçmişler; su kanalları açmak yerine, bahçelerini akarsuların bulunduğu yerlere yapmışlardır. Dolayısıyla İslam geleneğinde bahçe, en başından itibaren coğrafya ve iklimin elverişliliğiyle ilgilidir ve elverişli olduğu kadar da süregelen hayatta yer almıştır. Selçuklularda da bahçe oluşturulmak için çiçekler ve ağaçlar katı bir düzen içine sokulmamış, çeşitli ekler ve müdahaleler yaparak, bahçeye kendiliğinden gelişmiş görüntüsü kazandırmayı tercih etmişlerdir. Örneğin Kâtip Çelebi’ye göre, Selçuklu Sultanı Alaeddin, Konya’da tepelerden inip sulanan bahçelerden geçerek kente doğru akan suyu, kentin kenarında bir su deposuna yönlendirmiş, kentin çevresinde yer alan yemişliklerin (meyve bahçeleri) ve bahçelerin oluşmasını sağlamıştır. Bahçelerin bu kadar gündemde oluşu, bir şehrin ne kadar ilerlediğinin de göstergesi sayılmış, önemli bir imar sistemi olarak o dönem birçok Selçuklu şehri bu bahçelerle imar edilmiştir.

Turgut Cansever’e göre İslam geleneğinde bahçeler, ayetlerde geçen “altından ırmaklar akan bahçeler” niteliğindedir ve evle, kâinatla muhteşem bir uyum içerisindedir. İslamî cennet tasavvurunun unsurları olarak çeşit çeşit meyvelerin ve gölgeli ağaçların bulunduğu, renk renk çiçeklerle şırıldayan suların aktığı bahçeler, hayatın aslî bir unsuru olarak değerlendirilmişlerdir. Nitekim Lale Devri gibi dönemin adının laleden gelişi, güllerle çevrili Güllük (buralarda içilen tütünle zamanla bu ad, küllük adına dönüşmüştür) bahçe yapımının cami avlularında sürekli yapılır hale gelişi bahçelerin hayatın içinde yaşanabilirliğini göstermektedir. 15. asırda İstanbul’da Okmeydanı çayırları başta olmak üzere birçok mesire yerlerinde tırnaklı hayvanların alınmaması gibi dönem dönem konulan kurallar da bahçeye ve bahçe kültürüne verilen önemi göstermektedir. 15. yüzyılda İstanbul’u Osmanlı yapan genç padişah Fatih Sultan Mehmet’in elinde karanfil koklarken resmedildiği yağlıboya tablosu, aslında Osmanlı yönetiminde, Selçuklu yönetimi gibi bahçeye ve çevreye gösterdiği hassasiyeti ve önemi betimler.

Koç Üniversitesi Yayınları etiketiyle raflardaki yerini alan “İslami Bahçeler ve Peyzajlar” adlı kitap, İslam dünyasının bahçelerini incelerken; bu bahçeler etrafında aristokratik zevkin, emperyal ihtişamın ve çok katmanlı bir sembolizmin taşıyıcıları haline gelen bahçelerin varlığını araştırıyor. En başta çevreyi ihtiyaçlara göre düzenleme, doğayı ehlileştirme, toprağın bereketini artırma ve kaynakların dağıtılması için okunaklı bir harita oluşturma gibi daha pratik ve “faydacı” amaçları olan İslami bahçeler, hangi süreçlerden geçerek aristokratik zevkin, emperyal ihtişamın ve çok katmanlı bir sembolizmin taşıyıcıları haline geldiler?

Topkapı sarayından, Dolmabahçe sarayına geçiş, bahçede de doğu kültüründen kopup, batı kültürüne yönelişin bir göstergesi olarak Osmanlı’da tartışılmıştı. Elhamra Sarayı ve Taç Mahal örneklerinde de olduğu üzere İslami bahçeler, dönüştükleri bu evrim karşısında bizlere neler söylemektedir? University of Illinois at Urbana-Champaign’de Peyzaj Tarihi profesörü olan D. Fairchild Ruggles’ın kaleme aldığı kitap, Kurtuba’dan Marakeş’e, Kahire’den İstanbul’a, Tebriz’den Delhi’ye kadar İslam coğrafyasının dört bir tarafından İslam kültüründeki bahçelerin örneklerin yola çıkarak çehar bağ denen dört parçalı plan üzerine yükseldiğini belirtiyor. Özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemini işleyen kitap, bahçelerin ne amaçla kullanıldığını ve dönem dönem bu amaçların nasıl değiştiğini göstermesi açısından kıymetli bir çalışma. Ruggles, ister şehirdeki mütevazı bir eve ait olsun, ister duvarlarla çevrili ihtişamlı bir saraya, bütün İslami bahçelerin temel ortak noktasının tasarım imkânlarını kısıtlayarak bahçelerin hamilerini ve mimarlarını yaratıcılığa sevk ettiğini ifade ediyor. Konu hakkındaki hacimli literatürün yanı sıra şiirlerden, seyahatnamelerden, tarım kılavuzlarından ve minyatürlerdeki bahçe tasvirlerinden de faydalanan İslami Bahçeler ve Peyzajlar, kapsamıyla etkileyici, öğrettikleriyle aynı zamanda şaşırtıcı. Örneğin Safevi ve Babürlü hanedanları döneminde çokça kullanılmış basamaklı taraça içeren bahçeler, çevresindeki tepelerle ve göller arasında bağ kurulmuş halde her seviye değişiminde farklı su yollarıyla birbirlerinden ayrılmıştı. Ruggles’ın bahsettiğine göre Şalemar Bağı gibi, Nişat bahçelerinden söz eden bahçeler de tamamıyla peyzaj hakkında olup, baş döndürücü zirveleri karla kaplı Himalaylar’dan aşağıdaki gümüşi göle kadar uzanan taraçalarla meydana gelmişti. Dağlar, fıskiyeleri, çadarları, geniş havuzları ve şelaleleri içeren kapsamlı bir hidrolik şemayı andırıyordu. Hidrolik şemaları içeren bu bahçeleri bütünsel bir gözle incelediğimizde, ortaya harikulade manzaralar ve bu manzaraları ayrıcalıklı açılardan seyretme imkânları veren yerler ortaya çıkıyor. Ruggles, 7. yy’dan 20. yy’a değin tarihçilerin İslami diye etiketlediği bahçelerin anlamını, mekaniğini ve verimliliğini tek başına ne dinin ne de kültürün açıklayamayacağı fikrinden hareket ederek bahçenin İslam kültüründeki yerini tespit ediyor.

Ruggles, kitap boyunca Güney Asya ve Müslüman İspanya üzerine daha çok yoğunlaşarak, teorik çerçeve kadar pratik olanın esnekliği arasında özgürce dolaşıyor. Kitapta, İslam dininin özellikle suyla kurduğu teknik ilişki, kadim ve günceli birleştirme kapasitesi eşliğinde gelişen ekonomi politiğin bir imgesi olarak bahçeye de yansıması irdeleniyor ve böylece bahçe kültürünün gelenekle olan bağı ortaya çıkarılıyor. Ruggles’ın yaptığı en önemli işlerden biri, bahçenin imgesel olarak sürekliliği ile gerçek olarak yaşanıp görülebilirliğini paralel okuması elbette…

Yunus Emre Tozal
twitter.com/yunusemretozal

12 Eylül 2017 Salı

Susarak anlaşmanın imkânı üzerine

"Mutsuzluk güldürülebilir, mutluluk ağlatılabilir ama çaresizlik çaresizliktir. Hiçbir şeye dönüşemez."
- Ezgi Polat, Martini Etkisi

2017 yılının ilk yarısı gerek kıymetli öykü kitapları gerekse yazarların ilk kitaplarının heyecanıyla geçti, geçiyor. Yeni kitapların hızına yetişmek mümkün olmasa da ben özel olarak “ilk kitap”ları önemsiyorum ve takip ediyorum. Ezgi Polat’ın Temmuz 2017’de Can Yayınları etiketiyle yayımlanan ilk öykü kitabı Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda, bu süreçte karşılaştığım ve okuru olduğum ilk kitaplar arasında.

Ezgi Polat, edebiyat dergilerini takip eden okurların aşina olduğu bir isim. 1987 doğumlu olan genç yazar, Notos, Öykülem, Kitap-lık, Karahindiba, Çevrimdışı İstanbul gibi Türkçe edebiyata önemli katkılar sunan dergilerde öyküleriyle yer aldı, bu süreçte kendi dilini, öykülerine seçeceği konuları ve üslubunu inşa etti. Aynı zamanda Notos Atölye’ye katılarak okurluk ve yazarlık algısına yeni kapılar açar: “…cesaretimi toplayıp Notos Atölye’ye gitmeye karar verdim. Bilinçli bir gelişimin miladı oldu bu karar benim için. Sabretmeyi, metnin üzerinde defalarca kez çalışmayı, onu ince ince işlemeyi, laf kalabalıklarından ve dil yanlışlarından kurtulmayı, anlatıcı sorunlarına daha derinlikli bakmayı öğrendim. Atölyede öğrendiklerimin yazmak, okumak, bir metni çözümlemek, dolayısıyla kendine daha eleştirel bakabilmek adına bana çok katkısı olduğunu düşünüyorum.

Susulacak Ne çok Şey Var Aramızda’da yer alan öyküler, gündelik hayattan kopuk değil, aksine tam da her an karşılaştığımız ve hayatla temasımızı kaybetmemize neden olan şeylerden bahsediyor. Bu anlatım sırasında süslü cümlelere yer yok. Polat’ın dili, doğallığını ve yalınlığını kaybetmeden de okuru rahatsız hissettirmeyi ve satır aralarını doldurmayı başarıyor. Bilindik, uzağımıza düşmeyen meseleleri anlatmasına ve gündelik dilden uzaklaşmamasına rağmen bu öyküler bizi nasıl böylesi sarsıyor? Sorusunun cevabını yazarın kendisinden aktarmak yerinde olacak: “Dili olabildiğince ekonomik kullanmaya, süslememeye, parlatmamaya çalışıyorum. Bana göre afili sözler etmek, metni betimlemelerle donatmak, kelimeleri savruk ve özensiz kullanmak, duyguları dil vasıtasıyla gereksizce yüceltmek ve böylelikle iyi bir şey yaptığını sanmak düşülecek en kötü tuzak. Bunlar metni bulandıran, değerini düşüren, bu niteliksizliğin de üstünü örtmek için yazara sahte bir kapı açan, acilen vazgeçilmesi gereken hatalar. Ve bana göre esas risk ve zorluk daha basit anlatabilmekte.

Kitabı okurken, Ezgi Polat’ın dille ilgili düşüncelerinde hiçbir çelişkiye düşmediğini fark edebilirsiniz: anlaşılan o ki Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda, incelikle planlanmış bir öykü kitabı. Polat’ın öyküleri, edebiyat dergilerinin yazara neler kazandırabileceğinin bir örneğini de oluşturuyor fakat öykülerin, dilin, anlatımın planlanmış olması kimi öykülerde kendini fazla hissettiriyor; yazım tekniği çalışmalarının gölgesi öykülerin üzerine düşse de metnin lezzeti sürüyor.

Kitapta yer alan her öykünün kendine has bir tekinsizliği olsa da “Sıkıntı” isimli öykünün kasveti, diğer öyküler arasından sıyrılıyor. Öykü seçmek ya da parlatmak adetim olmasa da bana kalırsa kitabın en “can sıkıcı” öyküsü bu; bir anne-kızın kısa diyaloglarının arkasına saklanan ve susulmuş onlarca hikâyeyi içinde taşıyan kısa bir öykü. Okuduktan sonra soluklanma ihtiyacı hissedebilir, yaşanan ve yaşanacak tüm anne-kız diyaloglarına başka bir gözle yaklaşabilirsiniz.

Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda, genel olarak öykülerdeki temalarıyla dikkat çekmiş olsa da bence asıl önemli olan Ezgi Polat’ın dille kurduğu yalın ilişki. Okuyanı ve yeni öykülerini bekleyeni çok olsun!

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

5 Eylül 2017 Salı

Fotoğraf için yol gösterici bir kaynak

Sebastião Salgado dünyanın önde gelen fotoğrafçılarından. Kırk yıllık fotoğraf yolculuğunda dünyanın birçok ülkesine uğramış, binlerce insanın hayatına dokunmuş ve hikâyesini anlatmış. Birçok prestijli ödülün sahibi, bu ünlü fotoğrafçının ‘hikâyelerini anlattığı’, Toprağımdan Yeryüzüne adını taşıyan kitap Everest Yayınları'ndan çıktı. Onun başarı hikâyesinin arkasına, bir değil iki kişilik bir emek var aslında. Salgado ve henüz 17 yaşında iken onunla birlikte Brezilya’yı terk eden Lelia Deliuz Wanick Salgado’nun hikâyesi: Toprağımdan Yeryüzüne…

Salgado’ya kitabın hazırlanışında gazeteci Isabelle Francq yardımcı olmuş. Francq önsözde şunları söylüyor: “Bir Sebastião Salgado fotoğrafına bakmak insan onurunu tecrübe etmek, bir kadın, bir erkek, bir çocuk olmanın ne anlama geldiğini kavramak demektir. Salgado, fotoğrafını çektiği insanlara kesinlikle derin bir şefkat besler. Öyle olmasa onları nasıl bu kadar yakın, canlı ve güven dolu hissedebilirdik ki? Onlara bakarken hissettiğimiz kardeşlik duygusunu nasıl açıklayabilirdik?

Kitapta, tecrübelerini içten bir dille paylaşan Salgado, “karar anı” kadar, “sabrın” da iyi bir fotoğraf için ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. Bu bağlamda, hem profesyoneller hem de fotoğrafa kayıtsız kalamayan amatörler için yol gösterici bir kaynak Toprağımdan Yeryüzüne…

Salgado, hikâyesine “Eğer beklemeyi sevmiyorsanız, fotoğrafçı olamazsınız.” diye başlıyor. Fotoğrafları çekerken vur-kaç yapmıyor, gözetleyici durumuna düşmüyor; topluma dahil oluyor, muhatabını anlıyor, güvenini kazanıyor. Galapagos adalarına adını veren dev kaplumbağanın fotoğrafını nasıl çektiğini anlatıyor mesela: “… İnsanları fotoğrafladığımda asla yabancı bir grup arasına gizlice dalmıyorum, her zaman birileri tarafından tanıştırılıyorum. …Benzer şekilde bir kaplumbağayı fotoğraflamanın tek yolunun da onu tanımak, onun dalga boyuna girmek olduğunu fark ettim.

Tek bir kare kaplumbağa fotoğrafı çekmek, böylece bir tam gününü alıyor. Buradan anlıyoruz ki, bir canlının alanına saygı duymadan iyi fotoğraflar çekmek pek mümkün değil.

Fotoğrafçı bir görüntü avcısı mıdır?” sorusunu da sorduruyor bize Salgado. Cevabı ise şöyle veriyor: “Doğru, uzun süre avının ininden çıkmasını bekleyen avcılar gibiyiz. Fotoğraf çekmek de aynı şeydir; sabırlı olmalı ve bir şeyler olmasını beklemelisiniz. Çünkü er ya da geç bir şeyler olacaktır. Bu yüzden sabretmekten keyif almayı öğrenmelisiniz.

Ülkesinde ekonomi eğitimi alan Salgado, siyasi nedenlerle geldiği Fransa’da fotoğrafçılık kariyerine başlar. Kendi ifadesiyle deklanşöre bir kere basmak yeterli olur. Hayatı siyah-beyaz kayda geçer. Acı çeken dünyanın görüntülerini bizlere aktarır. Yolu sık sık da Afrika’ya düşer. Brezilya kökenli olmanın avantajıyla Afrikalılarla daha kolay iletişim kurar.

Henri Cartier-Bresson gibi isimlerin çalıştığı Magnum için dünyanın farklı yerlerine gider Salgado. Bu dönemde kariyerinin farklı bir yere gitmesine neden olan bir gelişme olur. 1981 yılında dönemin ABD Başkanı Reagan’a yönelik Washington’da gündüz saatlerinde düzenlenen suikast girişimine şahit olur. Reagan, arabasından seken bir kurşunla yaralanırken Salgado, o anda deklanşöre basmıştır. Magnum’un mali sıkıntı yaşadığı dönemde bu kareler bütün dünyaya satılır. Salgado, günün ilerleyen saatlerinde Beyaz Saray girişinde Kennedy suikastında olay yerinde bulunan bir fotoğrafçıyla tanışır. Adamın kartvizitinde bu ifade yazılıdır. Salgado, kendisini bekleyen tehlikeyi sezmiştir. “Yıllardır Afrika’yı fotoğraflıyordum, o esnada Latin Amerika üzerine derinlemesine çalışıyordum ama Reagan’a yapılan suikast girişiminin fotoğrafçısı olarak sınıflandırılma riskiyle karşı karşıyaydım.” der. Eşiyle birlikte bir karar alır ve bu fotoğrafların yayınlanmasına bir daha izin vermez.

Dünyanın pek çok yerinde göç etmek zorunda olanları, ağır koşullarda çalışanları fotoğraflayan Salgado, “Acı anlarında ahlak nedir, etik nedir?” sorusuna, “Ölmek üzere olan biriyle karşılaştığında deklanşöre basıp basmamaya karar verdiğim andır.” diye cevap veriyor.

Fotoğrafçılık, kazandırdıkları kadar insandan bir şeyler götüren de bir meslek/ merak. Salgado, “Göçler” kitabını hazırlarken, gördükleri karşısında “İnsan bu kadar acımasız olamaz.” diye düşünür ve bir süre sonra depresyona girer. Ülkesi Brezilya’da eşi Leila ile birlikte başlattıkları bir proje bu durumdan çıkmasına yardımcı olur. Kazandıklarını projeye aktarır. İlk 6 ayda 2.5 milyon ağaç dikilir. Bölge yeniden eski görünümüne kazanınca, birçok hayvan geri döner, ormandaki yiyecek zincirinin en büyük hayvanı jaguarlar bile. O zaman başarılı olduklarına inanır.

Sürekli yeni fotoğraflar çekme arzusuyla yollara düşen 73 yaşındaki Salgado, “Fotoğraf benim için bir aktivizm türü değil, bir uzmanlık bile değil. Fotoğraf benim hayatım.” diyor. Toprağımdan Yeryüzüne, işte bu hayatın izleri…

Kitapta Salgado’nun dijitale geçerken yaşadıkları, Saba Kraliçesi’nin ayak izleri, unutulmazlar arasında giren Serra Pelada altın madeninde çalışan işçileri gösteren fotoğrafların çekim hikâyeleri de yer alıyor.

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt

Çocukları ve öğrencileri anlamaya çalışmak

"Her çocuk, bence zevkle okunmaya değer meraklı bir kitap; karşısında uzun uzun, hayran hayran düşünülecek bir bilinmeyenler alemidir. Yirmi yıldan beri bu kitapları yaprak yaprak, satır satır okumaya ve anlamaya çalışıyorum. Fakat hala “Çocuk” adlı kitapta anlayamadığım, sökemediğim cümlelere rastladığım olur.

İşte bu cümleleri söyleyen Halide Nusret Zorlutuna’nın “Benim Küçük Dostlarım” isimli hatırat türü kitabından bahsedeceğiz biraz. Yazının başlığından anlaşılacağı üzere hemen hemen bütün hocaların okuyup da tavsiye ettiği bir eserdir. Mutlaka okunması gerekir. Esasında çok eski olan bu kitabı (1948) okuduktan sonra diyorsunuz ki bu kitap muhakkak gün yüzüne çıkmalı ve okutulmalı.

Eserde hem doğuda öğretmenlik yaptığı zaman karşılaştığı madenleri yani zeki ve bir o kadar da itaakar öğrencilerini hem de diğer illerde öğretmenlik yaptığı zamanda ki öğrencilerini hayranlıkla anlatıyor. Nadide, İrfan, Osman, Fahrünnisa, Muazzez ve daha nice küçük dostlarını sevgiyle anlatan bir öğretmen için ne denilir bilemiyorum.

Kitabı okurken “Biri de beni öğrenci iken tanımlasa nasıl bir öğrenciyim acaba?” diye merak ettim ve beni yazmasını çok istedim. Keşke dedim, keşke bir hocam böyle yazsaymış. O yüzden gelecekte nasip olur ve öğretmen olursam ilerde öğrencilerim keşke demesin diye böyle bir kitap yazma hayaliyle kitabı okuyup durdum. Kitapta dostum diye tanımladığı öğrencileri zarif kalemiyle anlatan Halide öğretmen onların kendisine şifa olduğunu söylüyor. Nitekim kitabının bir bölümünde hasta olduğu zaman öğrencileri kır çiçekleriyle ziyarete geldiğinde sevincini tarif dahi edemiyor.

Esasında b-ilgi, ilgiden meydana geliyormuş kitabı okuyunca bunu anladım. Çünkü her öğrencisini zengin-fakir, güzel-çirkin demeden onları birbirinden ayırt etmeden hepsiyle tek tek ilgilenen adeta onlarla anaları gibi merhametli davranan, yer yer de kızan bir öğretmen sevgi verdiğinde elbette verdiği bilgilerde öğrenilir. Öyle de olmuş Halide öğretmenin öğrencileri. Kimi doktor kimi mühendis kimi de şair olmuş. Öğretmenlik mesleğinin belki de en güzel kır çiçeklerini toplamış bir bir.

Halide Nusret Zorlutuna için söyleyebileceğim tek şey:
Yaşamak belki de onun öğrencisi olmaktı.

Rümeysa Açıkkar
twitter.com/rumeysacikkr

3 Eylül 2017 Pazar

Şirinleşen topluma dair haklı tespitler

"Müslümanlar dünya ölçüsünde bir hareketin sorumluluğu altıda, kendi kaynaklarına yakışır bir vekar ile insanlar üzerindeki hâkimiyetleri ne kadar büyük olursa olsun diğer düşünce sistemlerine benzemekten, onların değer ölçülerine şirin görünmekten imtina etmelidirler. Müslümana yakışan haklı olduğunu göstermek olmalıdır."
- İsmet Özel, Şirin mi olalım haklı mı?, 17.06.1977, Yeni Devir

Her yanımız şirin kaynıyor. Ancak bu şirinler maalesef bildiğimiz şirinler (The Smurfs) değil. Mesela bir şirin baba var, her şeyin en doğrusunu o biliyor ve en güzelini o yapıyor. Bir şirine var, görseniz nasıl da merhamet ve vicdan metinleri yazıyor, okur ağlarsınız. Sonra güçlü şirin var, sadece yoksulları ve yetimleri yenebiliyor. Gözlüklü şirin çoğu zaman şirin babayı taklit ediyor ve sürekli onu övüyor. Şakacı şirin zerre kadar güldürmüyor çünkü mizahla lakaytlığı birbirine karıştırıyor. Somurtkan şirin var, ciddi olmayı asık suratlı olmakla karıştırıyor. Hayalci şirin rüya görmeyeli seneler olmuş.

Sakar şirinin devirdiği çamlar toplu konutlar için elverişli bir arazi meydana getirdi. Obur şirin televizyon ekranını çok seviyor, iyi alıştı oralara. Aşçı şirin pişmiş aşa su katıyor. Süslü şirin o kadar çok aynanın kırılmasına vesile olmuş ki bastığı yerde diken bitiyor. Usta şirin uzun zamandır çiklet çiğnemenin orucu bozup bozmayacağını tartışıyor. Korkak şirin kendine uygun bir makam buldu, yine de korkuyor. İzci şirin gökdelen dikmenin sevap olduğuna karar vererek tüm çadırlarını yaktı. Ressam şirin uzun yıllardır çizmek için güzel bir şey arıyor, müzisyense ilkokulda blok flütte kalmasına rağmen belediyelerin göz bebeği. Bir de bebek şirin(ler) var, onlar da büyüyecekler inşallah, ağabeyleri gibi olacaklar. Şirin şirin...

Yukarıdaki iki paragrafta biraz gevezelik yapmış gibi görünüyor olabilirim, lakin yapmadım. Bunlar eminim ki sizlerin de içlerini kolayca doldurabileceğiniz karakterler, dedim ya her yanımız şirin kaynıyor. Fakat bir de haklılar var. Üstelik sayıları hiç de az değil. Onlar bir şeyler yolunda gitsin diye kendilerinden vermeye devam ediyorlar. Hep sabır diyorlar ama bu sabrın arkasında suskun kalmak sessiz olmak gibi sevim ve şirinli davetler yok. Haklı olan hem yazar hem konuşur. Şiir de söyler türkü de. Hüseyin Akın işte öyle haklılardan. İsmi gibi konuşup soyadı gibi yazanlardan.

Tespitçi Dükkânı, Akın'ın deneme kitaplığının yeni üyesi. Ülke Edebiyat'tan Haziran 2017'de çıktı. 160 sayfalık kitap, özellikle 2000'li yıllar Türkiye'sini ve insanını en gerçekçi yerden anlatmaya çabalıyor. Bir Hüseyin Akın klasiği olarak sadece yazılarının başlıklarından birkaç tanesini buraya uygun gelecek sanırım: "Mehdi Gelince Nasıl Karşılamalıyız?", "Madem Materyalist Değilsin Bu Kadar Materyal Ne?", "Ödül Niçin Verilir ve Ne İşe Yarar?", "Sahte Bala Hayır, Sahte Dine Evet mi?", "Müzikten Korkmayın O Kimseye Bir Şey Yapmaz", "Gitti Tevatür Geldi Twitter", "Anne Bana Terlik At, Ruhsatlı Olsun!". Herhâlde meramımı anlatabilmişimdir. Aslında gündem, güncel ya da gündelik denilen parkurda ömrü kısa gibi olsa da tartışma alanlarına girmiş ve her birini meşgul etmiş mevzuların, fikir ve düşünce fukaralığımızdan kaynaklandığını çözümlüyor Akın. Bir öğretmen olarak tıpkı Nurettin Topçu'nun maarif davası gibi da kendi davasını, davalarını ortalığa saçıyor. İnanın saçılan her yerden hepimiz için ayrı dava dosyaları çıkabilir. Mesela kendi dosyamı "Ateisti Olmayan Din: Futbol" başlıklı yazıdan aldım, inceliyor. Sizi de kitabın hemen başındaki "Tarafçılar, İyi Tarafçılar ve İtirafçılara" serlevhâlı yazıdan bir paragrafla meşgul ediyorum:

"Hakikatin herkesi kendine çekecek sabit bir mekânı kalmamış. Herkes kalabalığa doğru koşuyor. Herkesin kendini haklı ve kârlı çıkaracak bir kalabalığı var artık. Kalabalığın gücü hakkın ve haklının gücünü bastırmaya yetmiyor. Amigolar, holiganlar, alkışçılar memleketin her tarafını stadyuma çevirmiş. Okuduğunuz köşe yazılarından ıslık sesi işitmiyor musunuz, yoksa benim kulaklarımda mı sorun var?.. Taraf borsasında öne çıkan düşünceler ve kişiler her an el değiştirebiliyor. Kârlı tarafta bulunmak tipik bir muhafazakâr (ne de olsa muhafaza+kâr: Kârı muhafaza edendir) tavrıdır. Haklı olana hakkını teslim etmek hem yürek hem de adalet isteyen bir çabadır." [sf. 22-23]

Günümüzün belki de en çirkin yüzleri, bize kadim mensubiyetlerimizden bahsederken o mensubiyetlerden fersah fersah uzakta yaşayan, bir de üstüne servet sahibi olan yüzleridir. Ahlâk, vicdan, merhamet, asalet, erdem gibi meseleleri yazılarına ve konularına 'malzeme' eden bu çirkin yüzler, esasen bizi akan giden, Zygmunt Bauman'ın deyimiyle "akışkan" modernitenin işgali altında kalmamıza sebep olan iklime sabit tutmanın derdindeler. Kapitalist ahlâk bunu gerektiriyor. Akın da şöyle diyor: "Ekranlardan irfanî gelenek telkini yapmak her şeyden evvel erkâna uygun düşmeyen bir gayrettir. Kem âlâtla kemâlat olmuyor çünkü. Ekrandan erkân öğrenen kimselere rastladınız mı siz hiç? Ekran olsa olsa bir salon aynasıdır. İnsanlar ona bakarak saçlarını tarar, makyajlarını tazeler, kravatlarını takıp üstlerini giyinirler. Yüzsüzdür ekranlar, kim ona bakarsa ondan yüz devşirir. Zamanla insanı da kendisi gibi yüzsüzleştirir. Yüzü olmayan bir bakışa dönüşür insan, "irfani gelenek" sohbet ve muhabbet der, insan sıcaklığından bahseder; ekranlar ise ne gelecek dinler, ne gelenek; insanın bakışlarını âna çivilemeye ikna eder. Şimdi vardır ve o şimdidir." [sf. 42]

Bir gülün açışının kaç sayfa süreceği, bir yetimin gülüşünü yazmak için kaç defter gerektiği, muazzam bir kitap olan tabiatın sesinin kaç notaya sığabileceği gibi meselelerle evet, şairler ilgileniyor daha çok. 'Bu tip' şairlerin denemeleri de şu tip oluyor: Esaslı, düşünceli, hasbi. Bir şey yazmak için kartvizite ihtiyaç duymazsanız, bir şey söylemek için minnet de etmezsiniz. Bu böyledir. Şair de böyledir. Gençliğe hitabesini de şöyle yapar: "Nazım Hikmet'i eleştirsinler, ama korkmasınlar. Kürt-Türk, Alevi-Sünni, Solcu-Sağcı... Bu toprakların muhtelif renkleri ve realitesiyiz. Ait olduğumuz müşterek değerler gölgemizin gövdemizi izlediği gibi bizi takip eder. Yunus da bizim sesimiz, Karacaoğlan da Pir Sultan Abdal da. Şeyh Galip'ten, Sezai Karakoç'a ulaştıracak yol bu gelenekten geçer. Bugünün Türkiye'sini okumak için İsmet Özel'i baştan başlayarak yeniden okumak gerekir. Mustafa Kutlu okunmadan kaybettiğiniz renk, eda ve iklimi bulamazsınız." [sf. 94]

Ara not: Pir Sultan'ın Tevhid ismiyle bilinen-söylenen bir deyişi vardır bilirsiniz. "Arifler dükkanı açmış / ne ararsan var içinde" der. Belki de Hüseyin Akın'ın kitabına isim vermiştir, kim bilir...

Yalnızca aynı cenahın müminleri mi kardeştir? Müminlik telif ya da ücret mi gerektirir? Mümin kardeşliği için kurumsallaşmak, holdingleşmek, şirketleşmek şart mıdır? İşte tüm bu kritik ve acımasız meseleler için sarı çiçeğe "Müminler kardeş midir?" diye sormuş Hüseyin Akın. En büyük parçalamayı evvela bir araya gelenlerin yaptığını anlatarak. Haksızlık/haklılık iktidarının nice zulümlere kapı araladığını anlatarak. Her tabelanın aslında aramıza giren bir şey olduğunu anlatarak. Fitne artık bir raf ürünü gibi oldu. Çok uzaklarda aramaya gerek yok. Üstelik ömrü de çok uzun, serin ve kuru yerde saklayarak kullanabiliyorsunuz. "Hepiniz birden Allah'ın ipine sımsıkı sarılın (Âli İmrân 3/103)" ikâzına karşın ne bir özeleştiri yapan var ne de muktedirlere yönelik bir eleştiri. Mazlumun yanında "görünen" bir zalim mi arıyorsunuz? İşte zulmün tanımı. Akın'ın yorumu şöyle: "Fırkalaşmayı cemaat olmak zannedenlere son sözümüz şudur: Şer bir araya geliyor, küfür cem oluyor, yalancılar ittifak kuruyor, peki ya siz birbirinize selamı sabahı bile çok görecek denli hakikat denilen o mutlak bütünden ayrılarak acaba hangi derde deva, hangi yaraya merhem oluyorsunuz?" [sf. 118]

Hakikatin ikazları eşliğinde akıyor kitap. "Allah, aklını kullanmayanları rezilliğe mahkûm eder (Yunus 10/100)" bir tarafta, "Başınıza gelen her musibet kendi ellerinizle yaptıklarınızdan dolayıdır (Şûrâ 42/30)" diğer tarafta. Elbette ikisi de aynı tarafta. Eğitimin insan değil eleman yetiştirmeye dayalı olduğu, mahallelerin çökertilmesiyle konuşmaya mahal kalmadığı, yüksek yüksek sitelerde kurulan ailelerin terapistlerden çıkamadığı, herkesin din dersinden 5 aldığı ama ne hikmetse arsızın hırsızın hiç eksik olmadığı, herkesin her şeyi herkesten iyi bildiği, bilgiden zehirlenenlerin gıdadan zehirlenenleri geçtiği, bilmeyene bildiren mekanizmada bir tek haddini bildirenin bulunmadığı zamanlardayız. Bu zamanlar uzun sürecek gibi görünüyor, şiddeti daha da artarak. Olan yine garibe, fukaraya olacak. Böyle bitsin bu yazı, tıpkı Tespitçi Dükkânı'nın kapanış satırları gibi:

"Televizyondaki hoca efendi yarım saattir sakız çiğnemek orucu bozar mı sorusunu cevaplamaya çalışıyor. Ya yalan söylemek ya gıybet, iftira ve adaletsizlik yapmak bunlar bir sakız-oruçlu ilişkisi kadar merak edilmiyor. Daha fazla kazanmak için işçisini asgari ücret koşullarında çalıştıran patronun orucunu hiçbir güç bozamıyor nedense. Garibanının orucu yağmur suyuyla bile bozuluyor."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf