12 Şubat 2017 Pazar

Doğayla girilen her mücadeleyi insan, kaybetmeye mahkumdur

“Çağdaş ve gelişmiş denilen batı toplumu, yaşadığımız yüzyılı bir dünya savaşları dönemi yapmakla yetinmemiş, kendi içinde sürekli mutsuzluklar yaratarak kendi bireylerini kendisine yabancılaştırıp umutsuzluğun götüreceği en son iskeleye, ölüme sürüklemiştir.”
- Attila İlhan

“Batı her zaman senin bildiğin gibi barış ve adalet diyarı değildi, kadın ve erkek haklarının, doğanın üstüne titrenmiyordu. Senden bir önceki kuşaktan olan ben, bambaşka bir Batı tanıdım.”
- Amin Maalouf

‘Medeniyet’ denince herkesin aklına olumlu şeyler geliyor. Refah bir yaşam, ilkellikten uzak bir hayat, daha iyi işlerde kazanılan paralar, teknolojinin üst düzeyde kullanılabilmesi vs. Örneğin köylerde yaşayanlara, (özellikle dağ köylerinde) medeniyetten uzak diyor bazı insanlar. Ya da cep telefonu kullanmayanlara, ‘bu çağda, bu medeniyette telefonsuz durulur mu’ diyerek alayla karışık bir tepki gösteriyor insanlar. Dünya binlerce yıldır var, insanlar binlerce yıldır yaşıyorlar ve ölüyorlar yer küre üzerinde. Fakat medeniyet adına sayılan şeyler ne kadar süredir var deseler ne diyebiliriz: iki yüz yıldır, üç yüz yıldır. Daha ilerisi değil. Dikkat edersek medeniyet demedim, medeniyet adına sayılan şeyler dedim. Hal böyleyken etrafımızı ‘medeniyet’ kelimesiyle kendini bağdaştırarak bizi sarıp sarmalayan ve onlarsız yaşayamayacağımız noktaya, daha da kötüsü onlarsız bir hayatı düşünemeyeceğimiz noktaya getiren nedir? Kimdir? Bu sorular herkesin malumu. Cevabı da belli aslında: Batı ‘medeniyeti’. İtiraz edenler, karşı çıkanlar olacak olsa da benim bu konuda cevabım nettir. ‘Batı’nın tekniğini alalım, kültürünü değil’ diyenlere karşılık da, bu konuda bulunduğum yer İkbal’in, Akif’in çizgisi değil, İsmet Özel’in çizgisidir. Batı medeniyeti diyerek ülkemizi ayırıyorum gibi bir şey anlaşılmasın. Maalesef, özellikle tanzimattan itibaren başlayan süreç şu anda bizi batıdan tamamen farksız bir noktaya getirdi. Batı’dan daha çok batıcı olduk. Batı’dan daha çok batıyı savunur olduk. Batı’dan daha çok kapitalist olduk. Batı’dan daha çok seküler bir hayat yaşamaya başladık. Bu durumu yıllardır ayarlamaya çalışanlar bile bu kadarını beklemiyordur diye düşünüyorum. İşin kötüsü bu şekilde, freni boşalmış kamyon gibi yokuş aşağı daha da hızlanarak gidiyoruz. Sonumuz hayırlı olsun.

"Göğü Delen Adam", ilk kez 1920 yılında yayımlanmış ve yayımlandığı zaman büyük etki oluşturmuş bir kitaptır. Batı medeniyetini, Avrupa’daki insanların yaşayışını yerden yere vuran, Avrupa’daki yaşamla dalga geçen ve okura, Avrupa’daki hayatla ilgili büyük farkındalıklar kazandıran bu eser Erich Scheurmann tarafından bize kazandırılmıştır. Türkiye’de ilk kez 1988 yılında Ayrıntı Yayınları’ndan neşredilmiştir. Bendeki baskısı da 2016 baskılıdır ve yine Ayrıntı Yayınları etiketiyledir. 103 sayfa eser ve 7 sayfa da Erich Sceurmann’ın biyografisiyle birlikte toplam 110 sayfalık, incecik bu kitap, Batı medeniyetini ciltlerce anlatan birçok kitaptan daha kıymetlidir benim gözümde. Bu kitapta yazan şeylerin gerçek değil de hayal ürünü olduğunu söyleyenler de vardır; ancak kitabın sonunda Erich Scheurmann’ın biyografisini okuduğumuzda bunun gerçek olmasının daha ihtimal dahilinde olduğunu anlıyoruz. Kitap kapağıyla, rengiyle oldukça başarılı; ancak arka kapağa konulan yazılar kitaba ‘American bestseller’ havası vermiş. Gazetelerdeki bazı kişilerin kitap hakkındaki fikirlerinin yer verilmesi hatasına maalesef Ayrıntı Yayınları da düşmüş. Arka kapakta her zaman kitaptan ufak bir pasaj dışında hiçbir şey olmaması taraftarıyım.

Kitap, yazarın ön açıklaması ve kabile reisi Tuiavii’nin on bir farklı konudaki düşüncesinden oluşuyor. Tuiavii, bir Samoa yerlisi. Belli bir süre Avrupa’da yaşamış, oradaki hayatı gözlemlemiş, kendi kabile hayatıyla kıyaslamış ve daha sonra görüşlerini kendi kabilesine bir konuşmayla bildirmiştir. (Kitapta bu bir konuşma şeklinde geçiyor ancak Tuiavii bu düşüncelerini kendi dilinde sadece yazmış, konuşma olarak halkına iletmemiştir. Bu konuşma daha sonra Almanca’ya çevrilmiştir.) İşte bu konuşma, ‘Göğü Delen Adam’ kitabını oluşturmuştur. Tuiavii’nin amacı, yaşadıkları yere gelen ve ‘size medeniyet getireceğiz’ diyen ‘Papalagi’ye karşı, ilk misyonere karşı halkını bilinçlendirmektir. İlk gelen bu misyonere Tuiavii, Papalagi demiştir. Kelimenin anlamı ‘beyazlar’ ya da ‘yabancılar’ demek olsa da birebir çevrildiğinde ‘göğü delen adam’ şeklindedir. Kitabın orijinal ismi de zaten ‘der Papalagi’dir.

Bu konuşmayı yayımlamasının sebebini Erich Scheurmann kitabın başındaki ön açıklamasında “Bu konuşmayı Avrupa’da yayımlamak ya a bastırmak gibi bir niyeti kesinlikle yoktu Tuiavii’nin. Bunlar sadece kendi Polinezyalı halkı için düşünülmüştü. Ben onun bilgisi dışında ve kuşkusuz ona rağmen bu yerlinin konuşmalarını Avrupa’nın okur çevresine yine de aktarıyorsam bunun elbette bir nedeni var: Doğayla henüz iç içe bir insanın bizim kültürümüze hangi gözlerle baktığını öğrenmek biz beyazlar ve akıl insanları için bir değer taşıyor olsa gerek. Kendimiz, artık yitirdiğimiz bir bakış açısıyla görme imkanı buluyoruz, onun gözüyle baktığımızda. Kimi uygarlık tutkunları Tuiavii’nin bakışını çocuksu, çocukça, hatta budalaca bulacaktır mutlaka; ama sağduyulu ve daha alçak gönüllü olan kimileri ise Tuaivii’nin sözlerine katılacak ve kendilerini yeniden gözden geçirmeye mecbur hissedecektir. Çünkü onun bilgeliği herhangi bir eğitime değil, doğal bir yalınlığa dayanmaktadır.” şeklinde açıklıyor.

Tuiavii, halkını çeşitli konular karşısında Papalagi’ye karşı bilinçlendirmeye çalışırken, Avrupalı’nın kıyafetlerindeki dengesizliği, evlerindeki farklılığı, paraya verdiği önemi hatta paraya tapmasını, zaman kavramına yüklediği anlamı, mülkiyet kavramına bakış açısını, sinema, gazete, kitap hakkındaki düşüncelerini, Tanrı konusundaki çıkmazını ve çelişkilerini insanın suratına bir bir vuruyor. Tuiavii muhtemelen 1900’lerin başlarında Avrupa’da bulundu. O zamandan bu zamana kadar dünya inanılmaz bir şekilde değişti. Tuiavii eğer şu anda Avrupa’da bulunsaydı, neler yazardı tahmin bile edemiyorum. Sinema veya kitabı bile eleştirebilen, daha doğrusu bunların insanlar üzerindeki etkisini eleştiren kabile reisi, televizyona neler derdi tahmin etmesi güç. Gazete için “Gazete aynı zamanda bir tür makinedir. Her gün yeni düşünceler üretir. Tek bir kafanın üretebileceğinden çok daha fazlasını. Ama bu düşüncelerin çoğu gururdan ve güçten yoksun zayıf düşüncelerdir. Kafamızı bol besinle doldurur, ama güçlendirmez. Kafamızı aynı şekilde kumla da doldurabilirdik. Papalagi de kafasını böyle işe yaramaz kağıt besinleriyle yükler. Daha birini boşaltmadan bir yenisini yükler. Onun kafası kendi balçığına boğulan Mangrove bataklığı gibidir. İğrenç dumanların yükseldiği, sokucu sineklerin uğuldadığı, hiçbir yeşilin bitmediği, bereketin uzak durduğu bir bataklık.” diyen Tuiavii, şimdiki medya ve televizyon hakkında neler konuşurdu acaba?

Tanrı birine fazla meyve vermişse, o kişi meyveler elinde çürümemesi için ondan kardeşlerine vermelidir” diyen kabile reisi, Avrupalının mülkiyet kavramını da “Doğru düşünseydi, elimizle sıkı sıkıya tutamadığımız hiçbir şeyin bizim olmadığını bilmesi gerekirdi. Aslında hiçbir şeyi sıkı sıkıya tutamadığımızı da. Sonra, Tanrı’nın bu büyük evini herkes içinde kendine bir yer bulsun ve mutlu bir yaşam sürsün diye verdiğini de görebilirdi. Bu evin yeterince büyük olduğunu, herkesin payına bir lekecik de olsa güneş ışığı, bir tutam mutluluk düşeceğini; herkes için hiç yoksa küçük bir palmiye gövdesi ve tabii ayaklarını basabileceği bir yer olduğunu görebilirdi. Tanrı’nın istediği ve belirlediği şekilde. Tanrı nasıl olur da çocuklarından birini unutur? Ama yine de birçokları, Tanrı’nın onlara bahşettiği topraktan küçük bir parça edinmek için didinip durur” şeklinde eleştiriyor. “Beyaz adamı gerçek tanrısı, kendisinin ‘para’ adını taktığı yuvarlak metal ve ağır kağıttan başka bir şey değildir” şeklinde belirten kabile reisi, Avrupalının Tanrı kavramına bakışının nasıl da ‘sakat’ olduğunu, Tanrı’nın onlar için sadece teorikte olduğunu, yaşamın içinde hiç yer bulmadığını, yalnızca başlarına bir felaket geldiğinde Tanrı’yı hatırladıklarını söylüyor. Haksız olduğunu söyleyemem. İşin daha da endişe verici kısmı bu durumun ülkemizde de bu hale gelmeye başlaması. Allah’ı bilmeyen, umursamayan, hiç ibadet etmeyen (az-çok, arada ibadet eden değil, hiç) ama Müslüman olduğunu iddia eden, İslam’ı sosyal hayattan ayırıp, dinin yaşamın içinde olmaması gereken bir şey olduğunu düşünen bir nesil meydana geliyor. Buna etken olarak iktidarları, eğitim sistemini, kurumları sayıp kimseyi masum ilan edemeyiz. Bireysel olarak bir yozlaşmadan bahsediyorum. Maalesef. İnsanlar Avrupalı hayat tarzının etkisine kendini öyle kaptırdı ki bize rızık verenin şirketler olduğunu söylemeye başladı.

Kitapta, yukarıda verdiğim örnekler gibi birçok can alıcı tespit var. Erich Scheurmann’ın ön açıklamada bahsettiği gibi bu konuşma, Avrupalı insanlara budalaca gelebilir. Benim de katılmadığım kısımlar yok değil, özellikle kıyafet konusu. Ama Tuiavii bu eleştirileri kendi kabilesi üzerinden gerçekleştiriyor ve böyle olunca da insan ister istemez hak veriyor kabile reisine. Üstelik bu kitaptaki eleştiriler, dayanaksız sözler veya eleştiri olsun diye eleştirilmiş şeyler de değil. Tuiavii, Avrupa medeniyetini eleştirip, kendi yaşamlarının bu medeniyet karşısındaki üstünlüğünü de insanlarına anlatıyor. Böyle yaptığı için de havada kalan şeyler olmuyor.

Yıllarca okullarımızda, sokakta, iş yerlerinde duyduğumuz ‘insan doğayla bir mücadele halinde, insan doğaya karşı olan mücadelesini kazandı’ teraneleri edenler de keşke bu kitabı okusa. Doğayla girilen her mücadeleyi insan, kaybetmeye mahkumdur.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Edebin, faniliğin kovulduğu günümüzde fabrika ayarlarımıza dönmek

Yaşadığımız hayat dalgalı denizler misali. Kimileyin dalgalar sert rüzgârların etkisiyle kıyılarımızı döver durur. Kimileyin derin bir sessizliğe gömülür her şey. Kimileyin de kopkoyu bir boşluk olur her ne varsa. Kimi insan yitip gider dalgalı denizlerde, derin boşluklarda... Kimi de dimdik durur bütün darbelere, en soylu savaşlardan çıkıp gelir, vakur… Arifler, bilgeler, dervişler, Hakk’a hakkıyla teslim olmuşlar her türlü yalpalamaya, yitip gitmeye, savrulmaya karşı kale gibidirler. Sıradan insanların yitip gittiği denizlerden en güzel incileri, hayattan en büyük dersleri çıkarırlar. Yüksek ahlakın, edebin, hakikatin yanında yer almanın kaviliğiyle örerler kozalarını. Ve çağırırlar bütün yolunu yitirmişleri, garipleri, kaybolmuşları…

Hazreti Türkistan”, “Arapların Kutbu”, “Acemlerin Pîri”, “Türklerin ŞeyhiHoca Ahmet Yesevi, yukarıda anlatmaya gayret ettiğimiz kalelerden biri. Yüzyıllardır insanları savrulmaktan, insanlıktan kopmaktan koruyan ve kollayan öğretilerin sahibi. Yaşamıyla, sözleriyle, Divan-ı Hikmet'iyle dalgalı denizlerden çıkardığı incileri insanlığın hizmetine sunmuş bir ulu. Hem medrese eğitimi görmüş hem de tasavvufu layıkıyla öğrenmiş. Hiç ayak basmamasına rağmen Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında katkısı büyük. Müridi olan Horasan erenleri, gittikleri her yere iyiliğin denizinden çıkardıkları incileri saçmışlar. Hoca Ahmet Yesevi çok mütevazı. Bildiğini yerli ve göçebe insanlarla paylaşmaktan, insanları irşad etmekten geri durmamış. Tam bir teslimiyet içinde. Korkusuz… Şükretmek bahsinde söyledikleri şaşırtıcı. Şöyle diyor: “Karnı tokken Horasan’ın köpekleri bile şükreder, aslolan açken bile şükredebilmek.

Yakın zamanlarda Büyüyenay Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturulan Cevâhirü’l-Ebrâr Min Emvâc-ı Bihâr & İyilerin Dalgalı Denizlerden Çıkardığı İnciler kitabı, Yesevilik âdâbı ve menâkıbnâmelerden oluşuyor. Kitabın müellifi Yesevi yolunun takipçilerinden bir derviş olan Hazînî. Hazînî, hayatı ve doktrinleri konusunda çok fazla kaynak olmayan Yesevi’yi anlama konusunda büyük önem arzediyor. İyilerin Dalgalı Denizlerden Çıkardığı İnciler, Yeseviliği anlama ve tanıma hususunda kaleme alınmış en yetkin eserlerden. Kitabı Prof. Dr. Cihan Okuyucu ve Doç Dr. Mücahit Kaçar yayına hazırlamış. Kitabın metinleri, akademik çevreler dışında da anlaşılsın diye Doç. Dr. Mücahit Kaçar tarafından günümüz Türkçesiyle sadeleştirilmiş. Cevâhirü’l Ebrâr, 162 yapraktan ibaret. Metnin 111 yaprağı Türkçe, geri kalan kısımlar ise Farsça ve Arapça. Kitapta orijinal metinlerle tercümeler karşılıklı sayfalarda verilmiş. Tercümede asıl metne sadık kalmaya azami önem verilmiş.

Hazînî, Tacikistan’ın Hisar bölgesinde doğmuş. Sultan II. Selim döneminde Anadolu’ya gelir ve ömrünün büyük bir bölümünü İstanbul’da geçirir. Çocukluk döneminde, 12 yaşlarında Ahmet Yesevi’ye intisap eder. Hazînî, Cevâhirü’l-Ebrâr’ı Yesevi silsilesine ait adabı tanıtmak, tarikatları ihyâ gayesine hizmet etmek, Yesevilik hakkındaki şifahi kaynaklardaki ve telif edilmiş eserlerdeki bilgileri bir araya getirmek ve Ahmet Yesevi’nin şefaatini ummak gibi gayelerle yazdığını belirtiyor.

Kitabın konusu kabaca iki temel etrafında şekilleniyor: Yesevîlik âdâbı ve Yesevîlik yolunun büyüklerinin mekıbeleri. Ahmet Yesevi ve Seyyid Mansur’un menkıbeleri ilk başta yer alıyor. Kitaba mesnevi tarzı bir metinle başlanıyor. İlerleyen bölümlerde müridlik âdabı işleniyor. Ahmet Yesevi’nin sözleri ve halleri önderliğinde tarikatın adap ve erkânı anlatılıyor. Batın ilmi yorumlanıyor. Halvetin anlamı ve gereği hakkında bilgi veriliyor. Halvet kelimesini oluşturan harflerde birçok gizli hikmetin bulunduğu ve bu hikmetler sayesinde manevi makamlara ulaşılacağı söyleniyor. Gerçek bilgiye sahip olanlar halvet kelimesindeki Hâ'yı yalnız olmaktan, Lâm harfini leyl (gece)den, vâv harfini vuslattan ve hâ harfini hidayetten alarak halvet kelimesini tarikatın amacına işaret kılarlar. Ahmet Yesevi, uzletin ve halvetin en mükemmelinin kırk gün sürdüğünü söylüyor. Hazînî, eşyanın ekserisinin kırk günde olgunluğa erdiğini, çile ve halvetin de insanı kırk günde olgunlaştırdığını, maneviyatını nurlandırdığını, beşeri kusurları temizlediğini ve kederleri yok ettiğini belirtiyor.

Yesevi öğretisinde cömertliğin altı çokça çiziliyor. İç ve dış temizliğe dikkat edilmesi ve Hz. İbrahim gibi cömert olunması… Azalara ve vücut organlarına abdest aldırılarak tertemiz olunması ayrıca tembihleniyor. Beş tür abdestten bahsediliyor. Ruh abdesti deniyor. Ruhun abdesti hayvanlık cehaletinden, Allah’tan başkasını görmekten ve bedenin kötülüklerinden arınmak manasında kullanılıyor. Sır abdesti ise iki yüzlülük, kendini beğenme, makam sahibi olma gibi dünyaperestlikten korunma manasında. Kalp ve gönül abdesti münafıklık, azgınlık ve kötü ahlaktan arınma. Dilin abdesti yalan, gıybet, iftira ve boş lakırdıdan korunmak. Zahir abdesti ise şeriatın emrine göre azaların temizlenmesi olan abdest.

Zikir türleri ve zikir âdâbı babında Yesevî’nin tavsiyeleri dillendiriliyor. Yesevî şunu söylüyor: “Cenab-ı Hakk’ın güzel isimlerinden olan 'Allah' ism-i şerifi, bütün sıfatları kendinde toplar. Allah ismini seçtik ve böylece Allah’ın yardımıyla 'Hû' atına binerek 'Hû' makamına erişiriz. Bu zikir kişiyi velilik derecesine çıkarır.”. Yesevilikteki zikrü’l-âdet, zikrü’l-heybe, zikrü’l-müşahede hakkında da gerekli bilgiler veriliyor.

Yesevilikte edebin önemi büyük. Hatta büyükler tarikat bütünüyle edepten ibaret diyerek bunun altını çiziyorlar. Edep olmadan vuslat olmazmış. Yesevî, “Edep, ilâhi nurdan bir taçtır.” diyor. Gizlilik de çok önemli olgulardan. Fakirliği gizlemek, cömertliği gizlemek, öfkeyi gizlemek, sıkıntıyı ve zorluğu gizlemek, hastalığı gizlemek, iyi amelleri gizlemek… Bu saydığımız olgular insanın hem diğer insanlar tarafından yanlış tanınmasını, hem de insanın savrulmasını engeller.

Hazînî, Yesevi tarikatını çok ince bir yol ve derin bir deniz olarak betimliyor. Burada gizli ve açık zikirlerin yapıldığı, fakirlik ve fâni olma yolunun öğretildiği gönül açıcı bir iklimin var olduğu dile getiriliyor. Evet, etkisi yüzlerce yıldır azalmayan, daima gönüllerde kendine yer eden, dünyanın değişik bölgelerindeki Müslümanların gönül coğrafyasında müstesna bir yeri olan Hoca Ahmet Yesevi’yi tanımak ve anlamak için Hazînî ve yazdıkları gerçekten önemli. Cevâhirü’l Ebrâr, Yesevilik alanında en önemli kaynaklardan. Suyu pınarın gözünden içmek isteyenler için kaçırılmayacak bir kitap.

Edebin, mütevazılığın, yoksulluğun, faniliğin kovulduğu günümüzde fabrika ayarlarımıza dönmek gerçekten gerekli. Yeryüzünün geçiciliğinin farkında olmak elzem. Dünyaya kazık çakacakmış gibi bir psikoloji içinde yaşayan insanlığa kadim çığlığın yeniden haykırılması icap ediyor. Sahici bir çığlık ise geçmişteki sahici çığlıklara kulak vermekle olacak.

Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.

7 Şubat 2017 Salı

Tasavvufun on esası

Büyük İslâm âlimi Şeyh Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’nin kaleme aldığı ve Celvetî şeyhi, Rûhu’l Beyân yazarı İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri tarafından tercüme edilen “Şerhü’l-Usûli’l-‘Aşere” eseri, Bedir Yayınları tarafından “Tasavvufun On Esası” adıyla basılmış. Bu kısacık ve fakat kallavi eserinde Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri, tasavvufun on esası olan tövbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, devamlı zikir, teveccüh, sabır, murakabe ve rızayı anlatıyor.

Tövbe
Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tövbe “kulun kendi iradesiyle Allah’a dönmesidir ki bu dönüş ‘Sen Rabb’inden, Rabb’in senden razı olduğu hâlde O’na dön’ emrinde olduğu gibi ölünün kendi iradesi olmadan Allah’a dönmesi” gibi olmalıdır. Şeriatte tövbe günahlar için edilir. Tasavvuf perspektifinde ise günah sadece “şer’i kâidelerle yasaklanan şeyler değildir. Günah: Kalbin ve nefsin meylettiği her şeydir. Nitekim yüce Kur’an’da ‘Rabbim, beni ve neslimi puta tapmaktan koru’ denir. Bu ayette geçen ‘esnam’ yani putlar kelimesini İmam Gazali, dünyalık ve para olarak tasvir eder.”. Dolayısı tasavvuf perspektifinde günah, insanın eşyaya bağlanmasıdır.

Zühd
Zühd, Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun ikinci esasıdır. Zühd, dünyada mal, şehvet ve her türlü maddi istek ve arzularımızdan -az olsun çok olsun- tıpkı bir ölünün uzaklaştığı gibi uzaklaşmaktır. Bu hususta Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri, “tasavvuf hayatına adım attığım yıllarda Şeyh-i Ekber Muhyiddin b. Arabi Hazretleri beni üç şeyden men etti” buyurmuştur. Bunlar: “Alaca kıyafet giymek. Asâya yani bastona dayanmak ve aşırı cinsel ilişkide bulunmaktır.”. Bu üç hususu Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri şöyle açıklar: “Alaca kıyafet giymek, vahdeti arzulayan kişinin elbisesinin renginde de bir vahdet olmalıdır. Mâna ve suret birliği gereklidir. Asâya yani bastona dayanmak ise mâsivaâya dayanmak demektir oysa dayanılacak tek şey Allah’tır. Aşırı cinsel ilişkiden sakınmak gerektir. Hz. Üftade de Aziz Mahmud Hüdai’ye sülûkunun ilk yıllarında evine ancak haftada bir gitmesine izin veriyordu.”. Dolayısı ile zühd başka bir deyişle “dünyayı zihnen terk etmek” demek anlamına gelir.

Tevekkül
Tevekkül, Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun üçüncü esasıdır. Tevekkül, “bir ölünün dünyadan kopması gibi kulun Allah’a güvenip bütün sebep ve tedbirlerden uzak kalması” demektir.

Kanaat
Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun dördüncü esası kanaattir. Kanaat ise “insanın zaruri ihtiyaçlarının dışında tıpkı bir ölü gibi nefsani ve hayvani istek ve arzularından arınmasıdır.” Kelime manası olarak kanaat, insanın kısmetine düşenlere razı olmasıdır. Ehl-i tasavvufun yüklediği ıstılâhi anlam ise “bolluk veya darlık söz konusu olmaksızın her hal ü kârda kalbin temiz olmasıdır.

Uzlet
Bir insanın tıpkı bir ölü gibi inziva ve ayrılık suretiyle insanlardan ayrı yaşaması anlamına gelen uzlet, Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun beşinci esasıdır. Tasavvufta ise uzlet “sâlik gaybu’l – guyûb’a yönelen kişilerin hâlleridir.”. Bunun için uzlete giren kişi dünyanın mal ve mülkünden kendini arındırıp sadece Allah’ı düşünmelidir. Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri bu hususta “kişi yâr için ağyarın sohbetini bırakmalıdır” buyurur çünkü kişi dünya hâliyle hâlâ ağyar âlemindedir. Tasavvufta “müridin kendisini terbiye eden şeyhine yaptığı hizmet de uzlet hayatına dâhildir.” Uzletin aslı ise halvet yoluyla beş duyu organlarını bazı tasarruflardan uzak tutmaktır.

Devamlı zikir
Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun altıncı esası devamlı zikirdir. Zikir her şeyi unutarak sadece Allah’ı zikretmektir. Kuran-ı Kerim’de “unuttuğun zaman Allah’ı zikret” denmiştir. Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri buradaki “unutmak” kelimesinin “Allah’tan başkasını unutmak” anlamına geldiğinin altını çizer. Hazrete göre devamlı zikirden maksat ehl-i zikrin dil ile yaptığı zikirdir. “Sesli zikrin çok faydası vardır. Zikr-i cehrinin gayesi Allah’ı nefse duyurmaktır çünkü nefis sağırdır ve bağırmaya muhtaçtır. Yoksa bunun amacı Allah’a duyurmak değildir. Sesli zikre müdahale eden, onu iyi görmeyen, aksine onu gereksiz görenler tasavvufun makamlarından ve sırlarından habersizdirler.

Teveccüh
Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun yedinci esası tamamen Allah’a yöneliş olan teveccühtür. Tamamen Allah’a yönelmek, O’nun dışındakilere çağıran her şeyi tıpkı bir ölü gibi terk etmektir. Burada salik sadece Allah’ı ister. Onun dışında ne bir mahbub ne matlub ve ne de bir maksadı vardır.

Sabır
Nefsin isteklerinden tıpkı bir ölü gibi uzak durmak anlamına gelen sabır, Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun sekizinci esasıdır. Sabır mücâhede ile yapılmalıdır. Nitekim Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri “cennetin etrafı sıkıntı ve güçlüklerle, cehennemin etrafı ise istek ve hazlarla doludur” hadis-i şerifini hatırlatarak, kişinin sıkıntı ve güçlüklere sabretmesi ve böylece cenneti hak etmesi gerektiğini vurgulamıştır.

Murâkebe
Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun on esasından dokuzuncusu murakabedir. “Murâkabe müridin her türlü havl (değişim) ve kuvvetten bir ölü gibi kendini tecrid etmesidir.”. Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri murakabenin bir mevhibe-i İlâhiye olduğunun altını çizer. Ona göre murakabe hâlinde olanların şu vasıfları taşıması gerekir: Mâsivâdan yüz çevirmek, O’nun aşkının deryasına dalmak, O’na kavuşma özlemi duymak, sadece O’na güvenmek, sadece O’ndan yardım dilemektir.

Rıza
Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun on esasından sonuncusu rızadır. “Rıza nefsin isteklerinden tıpkı bir ölü gibi kendini tecrid ederek hiçbir itiraz ve münakaşada bulunmadan Allah’ın ezeli tedbirlerine teslim olmaktır.

Metin Erol
twitter.com/metinerol_

3 Şubat 2017 Cuma

Dostlarının hatıralarındaki Yahya Kemal

"Ne zaman ki biz Itrî'yi gerçek manada tanırız, içselleştiririz, temellük ederiz, ciddi manada yani, Itrî'yle düşüp kalkmaya başlarız, o zaman Yahya Kemal'i anlayacağız. Ve bunu yapmadan da biz bir yere varamayacağız."
- Sadettin Ökten, Türk Düşüncesi: 1, 2012

Doğup büyüdüğüm semtten mütevellit Yahya Kemal ile ilk tanışıklığım Koca Mustâpaşa şiirini okuduğum yıllara dayanır ki takriben ilkokulun son sınıfına rast gelmesi lâzım. Akabinde lise yıllarıyla birlikte pederim vesilesiyle temas kurduğum Türk sanat mûsıkîsi ve bilhassa Münir Nurettin Selçuk besteleri, şüphe yok ki Yahya Kemal isminin gönlüme iyice yerleşmesine imkân sağladı. Fakat bu ismin fikrî dünyasının kavrama çabalarımda, şiirlerine daha fazla hassasiyetle yaklaşmamda Sadettin Ökten hocanın yerini (bkz: Yahya Kemal'in Rüzgarıyla Düşünceler ve Duyuşlar, Ötüken Neşriyat) ayrıca zikretmem gerekiyor. Bundan bahtiyarım zira İstanbul sevgimin, 'eski' şiirimize olan merakımın temelinde Yahya Kemal etkisi yatar. Onun rüzgârıyla İstanbul daha güzel okunur, daha anlamlı yaşanır gibi geliyor bana her zaman. Günümüzde hâlâ eserlerinin vazgeçilmez oluşu, fikirleri üzerindeki düşünme gayreti dahi bu ince ruhlu, nevi şahsına münhasır şairimizi tanımaya kafi gelmemiştir. Hâlâ onun geçmişinde sır gibi kalmış meseleler, yaşayışlar olduğunu düşünüyorum.

Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen ve Yusuf Turan Günaydın'ın hazırladığı "Yakın Dostları Yahya Kemal'i Anlatıyor" adlı eser, şairimizi daha yakından tanımaya vesile oluyor. 1 Kasım 1958'deki vefatından hemen sonra gazeteci Şemsi Kuseyri, şairin yakın dostlarıyla görüşmüş ve bunu bir dizi hâlinde Yeni Sabah gazetesinde tefrikâ etmiş. Yusuf Turan Günaydın, hazırladığı bu kitapla, gazetedeki diziyi derlemiş oluyor. Peki Şemsi Kuseyri kimlerle görüşmüş? Bu isimler şöyle: Melel Celâl Hanım, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Abdülkadir Karahan, İhsan Şükrü Aksel, Münir Nurettin Selçuk, Fahrettin Kerim Gökay, Fahriye Ali Sami Yen, Prof. Dr. Nihat Reşat Belger, Ord. Prof. Sadi Irmak ve Fatma İzzet Melih Devrim (Fahrünnisa Zeyd).

Kitap evvela Yusuf Turan Günaydın'ın "Bir ölümün hemen ardından" yazısıyla başlıyor. Akabinde Şemsi Kuseyri'nin üç alt başlıklı sunuşu var: Büyük şair, Paris'te geçen seneler ve Büyükelçi Yahya Kemal. Kuseyri'nin merakı da tıpkı bizler gibi, bu karmaşık ruh sahibini daha yakından keşfetmek üzerine. "Yahya Kemal'in her şiirinde ayrı aşk terennüm ettiğin iddia edenlerin yanında, hiç kimseyi sevmediğini söyleyenler, şiirlerinin çok hissiî olduğunu iddia edenler yanında onları çok aklî bulanlar, onun çok toleranslı, çok yumuşak olduğuna inananlar karşısında çok kıskanç ve çok alıngan olduğunu iddia edenler... elbette bulunacak. Ve belki de herkes kendi zannında kendince haklı olacak. Çünkü her büyük adamda olduğu gibi herkes onda biraz kendini, kendi gerçeklerini görecek. Aslında Yahya Kemal, bütün bu çeşitli ruh hâllerinin örüldüğü, bünyeleştiği bir terkipti..." diyor Kuseyri ve dizisinin gayesini de şu sözleriyle açıklıyor sanki: "Pek çok dostu vardı ama en iyi, en yakın, en hakikî dostu kimdi? Dostlarına kendinden, kendi hakikatinden ne kadarını ve nasıl vermişti?"

Melek Celâl Hanım, Yahya Kemal'in çok kibar, âşıklara karşı hürmetkâr olduğunu belirtmiş. "Vuslat"isimli şiirini büyük aşkı Celile Hanım için yazdığını, en büyük aşkını ona beslediğini anlatmış. Birçok kez âşık olmuş ama hiçbiri Celile Hanım'ın yerini tutmamış. Üstelik şairimiz, aşkına karşı oldukça da kıskançmış. Yine Melek Hanım, şairin bir eve hasret olduğunu, "Bir evim olmalıydı. Koltuklarına kurulup İstanbul'u seyretmeliydim" dediğini söylüyor. Moda'nın baharına doyamadığını, her fırsatta Üsküdar'a gittiğini, bir büstünün yapılmasını çok istediğini de bu bilgiler vesilesiyle öğreniyoruz. Sanat anlayışını Melek Hanım kısaca şöyle izah ediyor: "Kemal Bey sanatkârın tabiat karşısında bir şeyler duyup onları ifade eden insan olduğunu söylerdi. Şiirler ise onun tabiriyle, ağacın üstünde duran kuş gibidir. Öter, ötmesini bilirse şairdir."

50 yıllık dostu Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mustafa Kemal Paşa'yla Yahya Kemal'i buluşturan, aralarındaki dargınlık bulutlarını sıyıran isim. "Sevenleri çok olmakla beraber yalnızdı, bir aile kuramadı" diyerek uzun uzun anlatmış eski dostunu. Zarif anlatımı şöyle bitiyor: "Zaman mesafesi zayıfları küçültüyor, eziyor ve siliyor; mekân mesafesi dağı ufuktan indiriyor ve yavaş yavaş, sindire sindire göze görünmez bir hâle getiriyor. Zaman manevî kuvvetlerin farkındadır; küçültmüyor, büyütüyor. Yahya Kemal gelecek nesiller için, bizim için olduğundan daha aziz, daha kıymetli görünürse kim şaşabilir? Biz 50 sene onun mütemadî büyüdüğü seyrettik. 100 sene, 150 sene sonra, 200 sene sonra elbet şimdi bildiğimizden daha büyük olacaktır."

Doç. Dr. Abdülkadir Karahan, Yahya Kemal'in kendisinin en büyük şair olduğuna inandığını, şiirlerinin bilhassa gençler tarafından eleştirilmesine hiç gelemediğini anlatıyor. Bunlar edebiyat tarihimiz açısından da müstesna bilgiler. Bilhassa Mehmed Âkif ile bir mukayese var, okuyalım: "Bir gün Mehmed Âkif hakkında bir ihtifal yapılmıştı. Bana defalarca bu ihtifali anlattırdı. Kendisiyle Mehmed Âkif'i mukayese etmemi istedi. Ben her ikisinin de Türk şiirinde ayrı ayrı ölçülerde büyük sanatkâr olduklarını, dindar ve milliyetçi şiiri ayrı iki zaviyeden terennüm etmekle beraber hedefte birleşmiş göründüklerini, ancak söyleyiş tarzı ve üslup güzelliği bakımından kendisinin daha  kuvvetli olmakla beraber Âkif'in de eserlerinin sayısı cephesinde fâikiyeti olduğunu belirttim. Biraz alındı. "Aman canım!" dedi. "Âkif Avrupa ölçülerini kavramış ve saf şiiri terennüm etmiş değil ki!"

Tüm isimlerin neler anlattığını buraya sığdırmak hem mümkün değil hem de okuyucunun heyecanını kaçırabilir. Bu yüzden daha nice teferruatlı bilgiler için kitaba başvurulmasını salık veririm.

İçinde daha önce görülmemiş Yahya Kemal fotoğraflarının da yer aldığı kitap 176 sayfadan oluşuyor. Dostlarının anlatımından sonra "Bilgilik" başlığıyla görüşülen isimlerin kısa biyografileri var. Peşinden kitabı hazırlayanın yayın kaynakları, yazı dizisinin kaynakçası ve gayet geniş bir dizin de bulunuyor. Titizlikle, özenle hazırlanmış bir kitap olduğu her yerinden belli. Büyüyenay Yayınları'nı ve Yusuf Turan Günaydın'ı tebrik ediyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Bilinç akımının sıklıkla kullanıldığı öyküler

Bazı yazarlarla ve kitaplarla yollarınızın kesişmesi boşuna değildir. Pencereden yağan karı izlerken “Küllenmiş Bir Kuşu Yakalamak” üzerine düşünüyordum. Ankara’ya gelene kadar ömrümde sadece iki kez kar gördüğümü anımsadım. İlk gençliğimin o kadim şehri de kelimeleriyle eşlik ediyor şimdi yazıma.

Elimdeki kitabın ilk öyküsü, kitapla aynı adı taşıyor: “Küllenmiş Bir Kuşu Yakalamak” …

Bir tek hikâyem olsun istiyordum, açık, net, dürüst…” diyen anlatıcının dili ne kadar da ‘tanıdık’: Uzun Çarşı’daki dükkânın taş eşiğinden atladığı gibi Affan’a koşan çıraklar, Rima’nın penceresi, Sabah’ın o dünyalar güzeli süt kızı, Atraş Ferit, karısı Nesibe, Sütçü Elize

Eski evin bahçesinde portakal ağacının dibine oturdum, beni çiftdilliliğe mahkûm eden yazgımı temize çektim, bahçe kenarında sanki sonsuz bir zamanın içinden çıkıp gelmiş gibi dolaşan yaşlı kaplumbağayı gördüğümde sarıldım ağaçların gölgesine…”. Bizim oraları anlatıyor sanki, dedim.

Bir yazgıyı temize çeker gibi onun anlattıklarını temize çektim.

Sonra, Asi Nehri’nin kenarındaki toprak yollardan Sabah’ın evine doğru koşarken buldum kendimi bir anda.

Eski odanın, yüksek tavanının altında uyumuş, ne zamandır içinde yaşanılmayan, kahvaltılık peynirlerin, çökeleklerin, zeytinyağı tenekelerinin, hububatın, kurutulmuş kırmızı biberlerin, nar ekşisi dolu kavanozların beklediği odada yatmış, örtmemiş üstünü, boynu tutulmuş sedirde. Duvarlara bile sinmiş saklı kokularla dolu her yer.

Geriye bir ünlem kaldı sadece!” diyen “Zamanhane” öyküsündeki anlatıcıyı merakla izledim. Kimi zaman acı, kimi zaman tatlı, kimi zaman da kekremsi bir dil eşlik etti yol boyunca. Dildeki şiirsellik akıcılığı sağlarken, anlamdaki kapalılık da sorgulamaya yol açtı. Küçük notlar düştüm.

Küllenmiş Bir Kuşu Yakalamak”ı okurken öykülerin hayatın için(d)e bir yerlere gizlendiğini hissederiz. Karakterlerin birçoğu yaşadıkları toplumla uyumlu değildir. Dünyayı değiştirmeye kararlıdırlar. İdealleri vardır. İyi bir okuryazardır birçoğu. ‘Hapishane’ sadece parmaklıklar arasında değildir. Mesela, “Plak Fabrikası” öyküsünde bir başına kalanlar/ yalnızlar anlatılır. “Zamanla yitirilir sevgi”, “Hayata duyduğun öfke, yanında yaşadığına yönelir”, “Beraber yürüyorum sanırsın, oysa o çoktan terk etmiştir seni.

Kitaptaki en çarpıcı öykülerden biri de “Gölgem Denizatı”dır. Ölüm anını anlatır sanki: “…DÜŞTÜM! Bir baş dönmesiyle ayağa kalktım ve yerdeki gölgemi gördüm… Denizde değil, toprakta debelenen bir denizatı olmuştum birdenbire. Aşağıda bir garip deniz dibi sarhoşluğu içindeydi, ara sıra yukarıya çıkıyor dans ediyordu benimle ve benden döllenmiş yavrular bırakıyordu denize.

Metaforik bir anlatımla yoğrulmuş bu metinde anlatıcı, yazmaya olan inancımızı tazeler: “Ben de onun çağrısına uydum, yaz diyen sesinin.

İkinci Kaptan” öyküsü dostluğa dair bir öyküdür. Çocuk masumiyetiyledir: “’Kaçsak Cani,’ dedim, ‘şu gemilerden biriyle çok uzaklara gitsek ikimiz.’". Babasının ikinci kaptan olduğunu söyleyip duran bir çocuğun arkadaşına kurduğu o cümleler ne de iç burkucudur: “İnan yalan söylemedim sana. Bütün arkadaşları, kaptan derlerdi ona: İKİNCİ KAPTAN!

Düş Kapısı” eski zamandan kalma o soruyla açılır: “Gitmiş mi, Fransızlar?”. Hafızası gidip gelen bir annesi olan anlatıcının iç sesini duyarız sıklıkla. Bir değil birden fazla ses hatta. “Karşıda portakal ağacının gölgesine kurulmuş masanın üzerinde kahve fincanları…”. Acı vardır, suskunluk vardır, anımsayış vardır… Paralel kurgulu bir anlatım diğerlerinde olduğu gibi bu öyküde de dikkat çeker. “Şimdi, uzakta, suları kurumaya yüz tutmuş ırmak; Asi! Asi’nin üzerinde demirden köprü… Asi’nin döküldüğü yerde, seslerin, çığlıkların gökyüzüne yükseldiği yerde, kapıları açık evlerin içinden çıkan gölgeler çılgınca koşuşturuyor dar sokaklarda.”. Atmosfer oluşturmada ve okuru o atmosfere dahil etmede oldukça başarılıdır yazar, “her şey bir rüyanın gerçeğinde şimdi” der.

Sacit İçin Dünya” öyküsünde iki kadın arasında kalan bir avukatın yaşadığı ikilem anlatılır: “Ya Nigar Hanım, duyarsa? Bugün değilse, yarın… Bu soruyu hızla zihninden uzaklaştırdığı, unuttuğu günden sonra iki ayrı evin, iki ayrı zamanın, iki ayrı kadının ortasında kaldı Sacit Bey.”. Bir yanda aralık perdeden yola özlemle bakan Mahinur’un gözleri. Diğer yanda Nigar Hanım’ın suskun duruşu, öne eğik başı…

Öykülerde imgeler göze çarpar. “Bir Tenorun Tutuklanmadan Önceki Son Günü”ndeki kuş 12 Eylül’ün habercisidir sanki. “Sessiz Sokağın Askerleri” yine bir eylül atmosferini imler. Geride kalan, hatta üstü tozlanmış anılara aittir: ‘Haki renkli parkalar’ , ‘iki tank: zırhlılardan’, ‘faşist direniş’, ’13 Eylül gecesi’, ‘Talat’ın işkenceden çıkamaması’ ve ‘Tülay’ın bedeninin Mamak’ta tükenişi’… Şimdi öykünün ana karakteri, elinde kitabıyla kitap okumaya dalmıştır: Ansızın körleşen insanların anlatıldığı o romanın atmosferi çok uzak değildir okuyana: ‘Körlük’…

Bilinç akımının sıklıkla kullanıldığı öykülerle örülü bir kitap “Küllenmiş Bir Kuşu Yakalamak”… En çok dikkat çeken unsurlar eş zamanlılık, imgesellik, anlatıcıların değişmesi, iç monolog tekniği ve kapalı/ metaforik anlatımdır. Öyle kolayca, bir çırpıda okunup geçilebilecek türden değil bu öyküler; durup üzerinde düşünülerek, kelimeler arasındaki boşluklara dahi dikkat kesilerek okunması gereken türden. Kimi zaman düşen, kimi zaman yükselen, ama kendi içinde muhakkak bir devinimi olan öyküler. Ritmi, kalbimizinki gibi… ‘Zik Zak Zik Zak’…

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt

1 Şubat 2017 Çarşamba

İnsan-ı kâmilin gönlü emin şehirdir

18. yüzyılda yaşamış Kırımlı bir Türk mutasavvıfı Selîm Dîvâne Hazretleri. İstanbul’da medrese tahsilini tamam ettikten sonra, Bosna’ya kadı olarak tayin edilir. Kadı iken tasavvufa meyleder ve Kesriye’ye gelerek Kâdiriyye’den Şeyh Muhammed Efendi adında bir mürşide bağlanır. Şeyh Efendi terk-i diyar edince, Selîm Dîvâne Hazretleri, Kesriye’de bulunan Kâdirî mürşidlerinden Şeyh Hüseyin Hamdi Efendi’ye biat eder ve tasavvufi eğitimini burada tamamlar. Kesriye’deki mürşid-i azizi tarafından önce Üsküp’e, daha sonra Selânik’e gönderilen Selîm Efendi, nihai olarak Köprülü’ye gönderilir ve irşâd faaliyetlerine burada devam eder. 1757 yılında da Köprülü’de âlem-i bekâya göçer.

Köstendilli Şeyh Süleymân Efendi’nin “Meşreb-i melâmet kendilerine gâlib olup ekseri sekr ü mahviyyet ile olduğundan Selîm Dîvâne demekle ma’rûftur.” tesbitleri, Selîm Dîvâne Hazretleri’nin irşadla uzun süre meşgul olamayacak kadar sekr hâlinde yaşadığını gösterir. Zaten bu hâli Selîm Dîvâne Hazretleri’nin birçok şiirine de yansımıştır: “Çaldım melâmet tablını hiçe saydım varımı/ Aşkta yakıp kârımı yönüm Allah’a döndüm.

Tasavvuf düşüncesinde vahdet-i vücûd anlayışına bağlı olan Selîm Dîvâne Hazretleri, Burhânü’l- Ârifîn ve Necâtü’l-Gâfilîn ile Miftâhu Müşkilâti’l-Ârifîn ve Âdâbu Tarîki’l-Vâsilîn adlarıyla iki önemli eser kaleme alır. Her iki eserinde de tasavvufa buğz edenlere, tasavvufun aslen ne olduğunu anlatmaya ve bununla birlikte mutasavvıf geçinen bazı kişilerin hâl ve hareketleriyle tasavvufa verdikleri zararı tespit etmeye çalışır. Selîm Dîvâne Hazretleri, Miftâhu Müşkilâti’l-Ârifîn adlı eserini, Niyâzî-i Mısrî Hazretleri’nin “Müşkilim var size ey Hak dostları eylen reşâd” mısrasıyla başlayan gazelinden hareketle kaleme almıştır. Bu haseple, Selîm Dîvâne Hazretleri’nin Miftâhu Müşkilâti’l-Ârifîn adlı eseri, bir Niyâzî-i Mısrî şerhi kabul edilir.

Mustafa Tatcı ve Halil Çeltik tarafından yayına hazırlanan Kırımlı Şeyh Selîm Dîvâne Hazretleri’nin Âriflerin Delili ve Müşkillerin Anahtarı başlıklı eseri iki ana bölümden oluşur. Kitabın ilk bölümü “Burhânu’l-Ârifîn ve Necâtü’l- Gâfilîn”dir. Bu bölümde nefs, mürşid-i kâmil, sâdık âşık, bu dünyaya gelmekten maksat, bâtın ve hakikat, kavuşma ve ayrılma, evliyâullahla mülhid ve zındığın farkı, Ayne’l-yakîn makamları, cemden önce fark - farksız cem ve cemden sonra fark, Hakka’l-yakîn makamları, bâtıl mezhepler ve insanın dört unsurdan meydana gelmesi konularına değinilir.

Kitabın ikinci bölümü “Miftahu Müşkilâti’l-Ârifin Âdâbu Tarîki’l- Vâsılin”dir. Bu bölümdeyse evliyânın edebi, ehlullah kime denir, havatır, gönül temizliği, tefekkür, hak ve halk, abd-i mahz, Mehdî'den gaye, kalp, belâ, talit ve hakikat konularına değinilir.

Selîm Dîvâne Hazretleri, Nahl Sûresi’nin 43. âyetine işaret ederek, bir mürşid-i kâmil arayıp bulmak ve ona bağlanmanın herkese farz olduğunu söyler. Nitekim bu tespitini, Nahl Sûresi’nin 43. âyetinde buyrulan “Eğer bilmiyorsanız ‘zikir ehline’ sorun.” hitabına dayandırır. Bu tespitinden sonra Selîm Dîvâne Hazretleri, mürşid-i kâmilin portresini çizer: “Mürşid-i kâmilin sözü özüne uygun olur. Kuvvet ve doğruluk sahibidir. Bast ve kabz sahibi olup gerektiği zaman kabz eder. İddia sahibi olmaz. Çünkü tasavvuf, davayı terk edip ilâhî sırları söylememektir. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ‘Tasavvuf davayı terk edip mânâları gizlemektir.’ buyurmuştur. Mürşid-i kâmil, çalışkan ve gayret sahibi olur. Şehvet, şöhret ve tabiat esiri olmaz. Zühd ve takvâ ile süslenir. Dünya ve âhiret muhabbeti yoktur. Şeriat elbisesini sırtına giyip eline muhasebe asâsını alır. Allah’ın tecellisi ile fenâfillahtan tamamen mahvolur ve bekâbillaha ulaşıp cemden farka gelir. Dört kapısı mâmur olur. Bunlardan birisi eksik olsa mürşid olamaz, kimseyi irşad edemez.”. Bu kriterleri sıraladıktan sonra bir mürşid-i kâmil bulmanın kolay olmadığının da altını çizer Selîm Dîvâne Hazretleri.

Selîm Dîvâne, Cezbe-i Hak’ın bir insan-ı kâmilin gönlüne girmek olduğunu belirtir. Selîm Dîvâne Hazretleri’ne göre, “İnsan-ı kâmilin gönlüne girince, eşkıya olsan bile saadete erip Hakk’a kavuşursun.” Bu minvalde Ra’d Sûresi’nin 39. âyeti olan “Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır; ana kitap onun katındadır.” meâlindeki âyetin bâtın mânâsını “asıl kitap Allah’ın yanındadır ve o insan-ı kâmilin gönlüdür” şeklinde yorumlar. Selîm Dîvâne Hazretleri’ne göre insan-ı kâmil, Allah’ın emanete lâyık gördüğü kimsedir ve gönlünde Hakk’ın emaneti vardır. Selîm Dîvâne Hazretleri bu minvalde Tin Sûresi’nin ilk dört âyetini şöyle tefsir eder: Âyetteki “İncirden maksat hakikattir ve zeytinden maksat marifettir, Tûr-i Sînâ’dan maksat marifet makamında olan âşığın sinesidir ki, o gönül müşâhede ehli olup, açıktır. Belde’den kasıt, hakikat makamında olan âşığın gönlüdür. O gönül hem mahbubun hem de âşık olunanın gözüdür. Marifetten maksat, yüce Allah’ın ulûhiyyet sırlarıdır. Hakikatten maksat, Allah’ın Rablığının kendisidir.

Bu minvalde âyetin hakikat mânâsı şöyle şekillenir: Allahu Teâlâ kendine yemin ederek şöyle buyuruyor: Ulûhiyyet sırlarım ve Rablığım hakkı için bu şehir ki hakikat ve hakka’l-yakîn makamında olan insan-ı kâmilin gönlüdür, o emin şehirdir. Belde’den maksatın hakikat makamında olan insan-ı kâmilin gönlü olduğunu ‘Ben ilmin şehriyim, Ali de o şehrin kapısıdır.’ hadisi ispatlar. Selîm Dîvâne Hazretleri şöyle devam eder: “İnsan-ı kâmilin gönlü emin şehirdir; çünkü orada Hakk’ın emaneti vardır ve Ali onun kapısıdır. Çünkü Muhammed’in gönlü, ledün ilminin şehridir. Ali o şehrin kapısıdır.

Selîm Dîvâne Hazretleri’nin yukarıdaki tefsiri ile ‘Ben ilmin şehriyim, Ali de o şehrin kapısıdır.’ hadis-i şerifi beraber düşünüldüğünde, "Kim Muhammed Mustafa (s.a.v)’i ararsa, kapısı Ali’dir, Ali’ye varsın yani tarikata girsin" sonucuna ulaşılır. Çünkü Hz. Ali Efendimiz on iki tarikatın pîridir.

Selîm Dîvâne Hazretleri bu tespitini, Fecr Sûresi’nin 27-28-29 ve 30. âyetleriyle de destekler. “Ey tatmin olmuş nefis, sen ondan razı, o da senden razı olarak Rabbine dön. Haydi, velî kullarımın arasına gir, cennetime gir.”. Bu âyetin bâtın mânâsını şu şekilde yapar Selîm Dîvâne Hazretleri: “Ey huzura kavuşmuş olan, nefis sahibi sâdık âşıklarım, sizin nefisleriniz asi iken imana gelerek huzura erip benim sâdık âşıklarım oldunuz. Eğer bana kavuşmak isterseniz, benim velî kullarımın gönlüne giriniz, beni isterseniz buna yol, velîlerin gönlüdür. Şimdi onların gönüllerine girip onların nazarı ve himmetiyle nefislerinizi râzıyye ve mardıyye edip, cennetime girin.

Efendimiz (s.a.v)’in buyurmuş oldukları “Âlimler peygamberlerin varisleridir” ve “Ümmetimin âlimleri, velîleri, evliyaları, Benî İsrail’in peygamberleri gibidir” hadisleri doğrultusunda düşündüğümüz vakit, Selîm Dîvâne Hazretleri’nin bu tespitleri, yerli yerine oturur.

Sanırsın ki küçük bir âdemsin, oysa hakikatte en büyük âlem sensin” düsturunca hareket edersek, insanın büyük âlem olup bütün varlıkları kendinde topladığını söyleyebiliriz. Hak ile daimî olduğu hâlde bütün yaratılmışları kendi vücudunda bulundurmaktadır insan. Bu yüzden Selîm Dîvâne Hazretleri der ki: “Mürşid-i kâmil terbiyesiyle başlangıç ve sonun sırrını bilip, kendini Hak’ta yok edip varlığını Hakk’a vermek, Hakk’ın sonsuzluğuyla bâkî olmak, yani Hakk’ın varlığıyla var olmak ile olur. İbadetin aslı budur, bu sırrı bilmektir.”. Çünkü bizler “ancak bu dünyaya rububiyyet sırrı ve hakikat ilmini bilmek için gelmişizdir. İbadetten murat ancak rububiyyet sırrını ve hakikat ilmini bilmektir. Yani nefsini bilip, Rabbi’ni bilmektir.

Varlık olarak insanın oluşum aşamasını ve varlığın evrelerini Selîm Dîvâne Hazretleri çok üst perdeden yapar “Burhânü’l-Ârifîn ve Necâtü’l-Gâfilîn” bölümünde. Bu sırlar hakkında Selîm Dîvâne Hazretleri şu notları düşer: “Erenlerin ‘maden’ dediği topraktır. ‘Sana ruhtan sorarlar, de ki o Rabbimin emrindedir.’ (İsrâ, 85) âyetindeki ruhtan murat, insanı gezdiren ruh değildir. İnsanı gezdiren ruha ‘emir’ demezler, ‘izafî ruh’ derler. Bu ruh Hakk’ın emridir. Bu ruha hayvanî ve bitkisel ruh derler. Bu ruhtan murat Allahu Teâla’nın emridir.

Selîm Dîvâne Hazretleri’nin düştüğü bu nottan anlıyoruz ki İsrâ Sûresi’nde Allah-u Zülcelâl’in işaret ettiği ruh, izafî ruhtur. "Toprak toprağa gitti" sözü etrafında bu sırlı konuyu değerlendirmeye devam eder Selîm Dîvâne Hazretleri. “Şimdi ruh madene geldi dedikleri, Allah’ın emri toprağa geldi. Madenden bitkiye geldi dedikleri, Allah’ın emri tarafından bitkiye geldi, yani topraktan ot bitti. Ruh bitkiden hayvana geldi dedikleri, Allah’ın emri hayvana geldi, otu hayvan yedi. İnsan hayvanı yedi, damağında kalan kuvveti meni oldu. Cinsel ilişkide bulunduktan sonra ana rahmine düşüp cenin oldu. Sözün kısası vakti gelince, ‘ve ben ona ruhumdan üfledim’ mânâsına göre, izafî ruh üfleyip diri kıldı, insan oldu, dünyaya geldi.”. Dört unsur olan ateş, su, hava ve toprak, insanda mündemiçtir. Hakk’ın emri de bu dört unsurun insanda birleşmesi için toprağa gelmiş ve buradan yukarıdaki silsile vasıtasıyla ‘insan’a ulaşmıştır. İşte bu geliş aşamasında aktarılan şey, izafî ruh olan unsurlardır aslında. Dört aşamada gerçekleşen aktarım toprak ile başlar, bitki, hayvandan geçip insan olarak son bulur ki bu aşamalarda aktarılan ‘dört unsurdur’.

Kitabın ikinci bölümü olan “Miftahu Müşkilâti’l-Ârifîn Âdâbu Tarîki’l-Vâsılîn” (Müşkillerin Anahtarı) kısmında Selîm Dîvâne Hazretleri, ilk kısımda altını çizdiği insan-ı kâmil olan evliyânın edebini şöyle aktarır: “Öncelikle bilinmelidir ki, tarikata girip mürşide teslim olmaktan maksat, Allah’ın velîlerinin edebiyle edeblenip kötü huyları terk ederek hayvanî özelliklerden arınıp iyi huylarla huylanmak, böylece marifetullaha ulaşıp enfüsî ve âfâki cehennem azabından kurtulmaktır.” Bu bilgi dahilinde Selîm Dîvâne Hazretleri, velîlerin ahlâkını on sıfat üzere sıfatlandırır. Selîm Dîvâne Hazretleri’ne göre Allah’ın velîleri işlerinde sâdık olurlar, halkla daima iyi geçinirler, nefislerinin isteklerine uymazlar, büyüklere hizmet ederler, emirlerindeki kişilere şefkat ve merhamet gösterirler, düşmana yumuşak davranırlar, âlimlere karşı tevazu gösterirler, dervişlere cömert davranırlar, cahillerle konuşmazlar.

Yeryüzü macerasında insanın kalbine gelenler, başına gelenlerden çokçadır. Kalbe gelen düşünceler, hisler, vesveseler karşısında insan kimi zaman ne yapacağını bilemez. İslam bu nevi düşüncelere - hislere ‘havâtır’ der. Selîm Dîvâne Hazretleri, havâtırı üçe ayırır: Nefsâni, melekî ve rahmanî. Bu üç havâtır çeşidinden ilki olan nefsâni havâtır, fâsit bozuk fikirleri içerir. Melekî olanlar, namaz kılmak, oruç tutmak, zikir yapmaktır. Rahmâni olan ise, Hakk’tan başka her şeyi tamamen gönülden çıkarıp Hakk’ın her yüzden zuhûru ile her fiillerini kendinde ve halkta görmektir.

Kalbe gelen düşüncelerden maâda bir de tefekkür mevzu vardır ki Kur’ân’ın da pek çok yerinde geçer. Selîm Dîvâne Hazretleri de bir şiirinde “Tefekkür bâtılı terk eylemektir/ Gönül Hakk’dan yana berk eylemektir.” der.

Selîm Dîvâne Hazretleri, bu mevzuda şu ciddi tespiti de yapar: “Tefekkür, bir senelik ibâdetten hayırlıdır; ama Hakk’ın zâtını düşünmek hatadır. Hakk’ın bu zuhûrlarını, bu garip hikmetlerinin sırlarını düşünmek gerekir. Fikirsiz zikir, bâkire olmayan bir kız gibidir.

Bu değerli eserde en çok “Mehdî’den Gaye” bölümü dikkatimi celb etti. Bugüne kadar Mehdî hakkında onlarca farklı düşünce kaleme alınmıştır. İşin hakikati ise hiç bir vakit, şu kesinlikle doğrudur, böyle olacaktır diyemeyeceğimiz kadar ‘sırlıdır’. Selîm Dîvâne Hazretleri de bu konudaki düşüncelerini, eserinde dile getirmiştir. Selîm Dîvâne Hazretleri’nin bu husustaki değerlendirmeleri, gerçekten bugüne kadar eşine - benzerine rastlanmamış türdendir. Selîm Dîvâne Hazretleri bu mevzu hakkında şunları söyler: “Nefsi terbiye edilmeyen kişide sırr-ı hafî denilen gizli sır ortaya çıkmaz. O kimse, davadan ve gururdan kurtulamaz; yalancıdır. Bu yalancı mehdîdir. Hz. Muhammed’in yoluna uymayandır. Mehdi’den maksat, hidâyet bulmaktır. İsâ’dan maksat, rûhun nefisten temizlenip Rûhü’l-kudse ulaşmaktır. İsâ’nın gökten inmesi ve Mehdî’nin çıkması budur. O âşığa o saat hidâyet erişerek kendi vücudu, kendi İsâ ve eksikliği keşfolur. İsâ gönlünün göğünden kalbe iner ve Deccâl’e Mekke kapısında mızrakla vurup öldürür. İsâ, Mehdî’ye uyup namaz kılar. İmâm olur. Yani, nefsi rûh ve rûhu rûh olursa, değişim olur. İsâ’nın Mehdî’ye uyması, Hak tarafından sırr-ı hafî tecellîsi ortaya çıkınca nefsinin rûh olmasıdır. Rûhu dahi Rûhü’l-kudse olup hidâyete uyar. Mızraktan maksat muhasebedir. Deccâl’den maksat nefistir.

Bu kodlanmış denklemi şu şekilde sonuca ulaştırır Selîm Dîvâne Hazretleri: “Gönül kapısı önünde muhâsebe mızrağıyla Deccâl olan nefsi katleder. O zaman sâlikin vücudundan gerçek Mehdî ortaya çıkar. İsâ da inip Deccâl'i katleder ve Muhammed’in şeriatına uyar. Bundan anlaşıldı ki, şeriata uymayanlar Hakke’l-yakîn makamına ulaşamaz, yalancıdır. Temkîn ve istikâmet bulmamıştır. Temkîn bulan âşık şeriatı inkâr etmez; gerektiği gibi icrâ edip her şeyin hakkını verir.

Âriflerin Delili ve Müşkillerin Anahtarları kitabı son yıllarda okuduğum en güzel kitaplardan biriydi şüphesiz. Mustafa Tatcı hocama ve Halil Çeltik’e ve kitabı yayınlayan H Yayınları’na teşekkürlerimi sunarım.

Metin Erol
twitter.com/metinerol_

30 Ocak 2017 Pazartesi

Mekânlar ve zamanlar arası yol notları

Bugün köşe yazarlarındaki ve köşe yazılarındaki seviye herkesin malumu. Bir yanda malayani dille hamaset genişletenler, öte yanda lüzumsuz derecede teskin edici ve pasif kılıcı üslupla adeta zaman geçirenler.

Böyle bir ortamda Âkif Emre'nin seviyesi, bakış açısı, özgünlüğü, gerçek sorunu kavrama ve doğrudan anlatma gayreti takdir edilesi. Kurulduğundan bu yana Yeni Şafak'taki köşe yazılarını takip edenler, onun durduğu yerden hiçbir taviz vermeyen bir zihin olduğunu rahatlıkla söyleyebilirler. İlgi alanlarıyla, yaptığı röportajlarıyla ve belgeselleriyle, ülkemizin önemli 'yeni pencere açtıran' kalemlerinden biri olan Âkif Emre, Mart 2016'da Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Çizgisiz Defter'le mekânların ve zamanların izini sürüyor. Daha evvel gazetede yayımlanmış fakat dağınık hâldeki yazıların bir araya getirilmesiyle gayet hoş bir 'yol düşünceleri' kitabı ortaya çıkmış. Yazarın adımladığı yerler esasen her zaman kulak verdiğimiz, gözümüzün üzerinde olduğu yerler.

"Yol düşüncesi çeker insanı" derken aramanın, bulmanın, arayıp bulamamanın yahut aramadan bulmanın zevkini ve çilesini bir araya getiren bu yazıların sebeb-i gayreti 'önsöz yerine' şöyle özetlenmiş: "Yolda olmak, sonu olmayan bilinmeze doğru çıkılan yolcuğun her adımında harf harf, satır satır yazılması demektir. Yolculuk önümde açılan çizgisiz bir defterdir. Ve her yolculukta atılan ilk adım, alınan o ilk soluk bu çizgisiz defterin nelerle ve nasıl dolacağının bilinmezliği ile yeniden anlam kazanır. Defalarca gördüğümüz yerlere sefer ederken de ilk kez keşfedilmenin mahremiyetini, masumiyetini telkin eden ilk yolculuğa dönüşür..."

Endülüs denince hangimizin aklına o eşsiz medeniyet mirası gelmez ki? Düşünür dururuz hangileri yaşıyor, hangileri yok edildi, orada bizden birileri var mı hâlâ diye. Batı denince merak etmez miyiz Paris'in şehir tasarımını, Viyana'nın saraylarını ve müzelerini, Berlin'in sanat çehresini, Londra'nın parklarını ve bahçelerini, Hamburg'un denizle dostluğunu, Brüksel'in neden Ankara'yla kardeş şehir olduğunu?

Cahit Zarifoğlu, Beyrut'un gözyaşlarını neden Kudüs'ün yanına koymuştur da onun hâli karşısında "Müslümanlarsa uzakta / sanki başka / gelinmez bir dünyada" demiştir? Nerede Rumeli'ye dair bir şeyler görsek yahut işitsek gönlümüzü titretmez mi Selanik, Saraybosna, Üsküp ve Kosova? Denizlerde yeşermiş, Orta asya'nın Filistin'i olarak bilinen Patani bize ne kadar uzaktır. Hâfız-ı ŞirâzîŞeyh Sadi-i ŞirâzîFirdevsîŞems-i Tebrîzî isimleri geçince bir yerlerde, İran coğrafyasının derinliklerine dalmaz mıyız? Şiirinden müziğine, tarihinden mimarisine dönüp dolaşmaz mıyız? Peki ya yitip giden Bağdat, nice diyarlara açılan sonsuzluğuyla Dicle, 330 km2 yüzölçümüne milyonlarca halkı toplamış Erbil, son fotoğraflarıyla yüreğimizi dağlayan Halep hiç tarihimizden ayrı konabilir mi?

1517'de Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethetmesinden 1882'deki İngiliz işgaline kadar aramızda olan Osmanlı Afrika'sı Sevakin, atlarıyla olduğu kadar gecekondularıyla da gözü gönlü açan Cezayir, kentleştikçe yüreğimizde ateşler yakan Medine, bir Kâdirî zikriyle coşup kabaran Nil ve "benim muhacirim" diyebileceğimiz insanlarımızın gidip geldikleri yerler...

Zannedilmesin ki kitabın sayfaları boyunca aheste, masum "gezi yazıları" var. Tam aksine, gezerken görünmeyenleri ya da görünse bile hiç üzerinde durulmayan meseleleri, vaziyetleri tarihe not olarak düşüyor Âkif Emre. Yazıların yazıldıkları tarih önemli fakat güncelliklerini hiç kaybetmemesi zaten Büyüyenay'ın yayın politikasındaki kalitenin de bir göstergesi.

2001 yılındaki bir yazısında "Saraybosna'ya gelenler için romantizm bitmeli artık. Geçmişten kopmadan bugünün, yarının gerçeklerini görmek, yüzleşmek, hayatı doğru okumak zorundayız" diyerek Türk insanının bir şeyleri fark etmesini istiyordu yazar. Nitekim romantizm hâlâ sürüyor. Mostar köprüsünün vazifesi, niteliği üzerine hiçbir şey bilmeden önünde fotoğraflar çekiliyor ve Srebrenitsa'dan beri -aslında çok daha öncesinden- batının değişmeyen zihniyeti hiç de sorgulanmıyor. O batı, bilhassa da ABD, hiç işine gelmeyen adam Aliya İzzetbegoviç'i 'kabul etmek' durumunda kalmıştı. Müdahale aynen devam ediyor. 2001'deki bir başka yazısında Âkif Emre, yine ABD'nin 'hiç istemediği' adamlardan Hasan Cengic'in izahını, yani batının korkunç zihniyetini aktarıyor: "Batı; Müslümanları kültürel bir çeşni, renk olarak kabul etmeye hazır ama siyasi bir güç olarak asla!"

Yazarın, ruhunu kaybetmiş ve gittikçe de karışan Balkan tekkeleri konusunda hem gördüklerini hem de tecrübeli şahıslardan dinlediklerini kendi süzgecinden geçirerek anlattığı yazısı çok önemli. 'Bazı güçlerin' Bektaşîliği ayrı bir din olarak İslâm'dan koparmak istemesiyle, Balkanlardaki Müslümanlar arasında Bektaşî olan-olmayan gibi bir sınıflaşma söz konusu. Ortak bir bilince ulaşılamaması durumu daha da korkutucu bir hâle getiriyor. Mimarî olarak, içindeki yaşayan atmosfer açısından yaşayan Balkan tekkelerinden Uşşakî Hayati Tekkesi için yazar "Ohri'deki bu tarihî tekke mescidi, türbesi ve zikirhanesiyle Anadolu'daki bir tekkeden farksız. Ne var ki Anadolu'da tekke diyebileceğimiz otantik mimarisini koruyan eser kaldı mı?" diye soruyor. Cevabı ise Prizren'deki tarihi bir tekkede çaylar yudumlanırken Kosovalı bir dostundan alıyor: "Burada tekkelerin binaları ayakta, dışı sağlam ama içi boş. Türkiye'de ise binalar yıkılsa da içini dolduran hâlâ canlı..."

Şehirlere modernleşerek kentlere dönüşünce, şehir ruhu yerini otomatik bir kent ruhuna bıraktı. Kısacası, yazarın diliyle şehirler helâk oldu. "Kapitalizmin kriziyle tanık olduğumuz modern şehirlerin helakı olgusu, maddi uygarlığın ve önerdiği toplum modelinin, siyasaların da çöküşünün habercisidir" diyor Âkif Emre. Medeniyetimizin ortaya koyduğu mimarî eserler hâlâ ilham verici niteliğe sahipken biz bunları değerlendirmek yerine Amerikanvari beton yığınları inşa ettik. Yazar özellikle Balkan topraklarında bu durumun kıyaslamasını yapıyor: "Mostarlıların barbarlara karşı direnmesi gibi, modern dönemde bir savaşla yıkılan bir İslâm şehrinin, Mostar'ın, yeniden eski görünümüne kazandırılmış olması bir ilktir ve bu da mimari ve kültürel direnişle mümkün olmuştur. Mostar Köprüsü başka şehirler için de bir umuttur. Şehirlerin ruhu şehirleri terk etmez."

Modern yıkımla birlikte en çok zarar gören yerler İslâm şehirleri oldu. Balkanlardan Anadolu topraklarına ve orta doğudan Afrika'ya kadar tüm İslâm şehirleri tahrip edilerek bir dönüşüme maruz kaldı. İki tür değişimden bahsediyor yazar. Birincisi Balkanlarda, Sovyet uygulamasında olduğu gibi Müslüman egemenliğinin kaybıyla ortaya çıkan radikal bir kimlik değişimi zorlaması. İkincisi ise ulus-devlet sürecinde pozitivist-ilerlemeci yaklaşımla şehirlerin geleneksel dokusunun tahrip edilerek modernleştirme baskısına boyun eğmesi. Yunanistan'da 1925 yılında çıkarılan bir kanunla Selanik gibi şehrin silületini oluşturan birçok minare yıkılmıştı, yazarın hatırlattığı gibi. Bu bir örnek. Diğeri ise çok daha tanıdık: "Batıcı seçkinler eliyle modernleş/tir/me projeleri, şehirlerin dokusunu büyük ölçüde tahrip ederek, seküler şehircilik anlayışı ile geleneksel şehir yapısı yeniden dizayn edildi. Bunun sonucu olarak tarihi şehirlerin yerine kimliksiz kaotik metropoller ortaya çıktı. Tarihin gördüğü en büyük tarihi yıkımlardan birinin İstanbul'da gerçekleşmiş olması seküler seçkinlerin bu modernleşme anlayışlarının bir uzantısıdır."

Mekanizmanın işleyişini izah eden yazılarıyla Âkif Emre okurlarına bambaşka pencerelerden yeni bir umut oluyor. Ağustos 2006'da kaleme aldığı "Bir Şişe Suda Ahlâk Dersi" başlıklı yazısı bir sualle bitiyor. Bu sual bana İsmet Özel'in Üç Mesele'sinin bitiş sualini hatırlattı. İsmail Kara'nın söylediği gibi İsmet Özel'in "Güçlü bir topluma ulaşıp onun Müslümanlaşmasına mı, Müslüman bir topluma ulaşıp onun güçlendirilmesine mi çalışacağız?" sorusu olduğu yerde duruyor. Oysa İsmet Özel, "Üzerinde anlaşmaya varmamız gereken ana konu budur" diyordu. Âkif Emre ise yazısını gayet açık bir sualle, şöyle bitirmiş: "Küresel kapitalizmin çıkar ilişkileri kendi ahlaki normlarını da beraberinde getirmektedir. Ekonomik ve finansal açıdan sisteme entegre olarak kendi ahlâkî ölçülerinizi savunmak ne kadar mümkün?"

"Medine'nin Kentleşmesi" başlıklı yazı hangimizin ruhuna dokunmaz ki... Kâbe'nin etrafına o yüksek binaları yapan zihinlerle İstanbul gibi nice kadim şehri istila eden zihinler aynı, birbirlerinden hiçbir farkları yok. Yazardan okuyalım: "Ortaya konan çözümlerin biçimi modern dünyanın "kutsal turizminin" gereklerini gözetiyor. Bütçeye göre, her şeyin otellere göre dizayn edildiği, kutsal olanla profanın adeta kol kola sokulduğu bir düzenleme... Elbette günümüz Medinesi ilk dönemin hayatını yansıtmaz; yine de şehir-kutsal-mekan ilişkisini koparan düzenlemelerin Medine'nin ruhuna aykırı olduğunu söylemeliyiz. Medine'nin kentleşmesi sorunu, Müslümanların yaşadığı derin şehir ve medeniyet krizinin bedeli çok ağır biçimde tezahür etmiş biçimidir."

Çizgisiz Defter'i şehir üzerine okumalar yapmak maksadıyla yorumlamak mümkün. En azından kendi adıma bunu söyleyebilirim. İstifade ettiğim şeylerin başında geliyor şehir, mekan, insan ve zaman yorumları. Nitekim Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER) tarafından, "şehir yazıları" ödülünü almış bir kitap Çizgisiz Defter.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf